19 Nisan 2023 Çarşamba

Camın hikayesi bizim hikayemiz!


İ

stanbul Beykoz Cam ve Billur Müzesi’nde dolaşırken, memleketin ekonomisi, siyaseti bir film şeridi gibi geçti gözümün ödünden. 

 Selçuklu döneminden itibaren cam üretiminde öncü olmaya başlayan Türkler, 17’nci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın müşterisi oluyor. 

Fatih, Kanuni dönemlerinde yerli cam eşya kullanan Osmanlı Sarayları, 17. Yüzyıldan itibaren Fransız, İtalyan malları ile doluyor.

Ve gösterişle, savurganlıkla açılan yol, bağımlılığa ve ülkenin iflasına gidiyor!

Saygıdeğer okurlar, bugün gelin size  camın hikayesini anlatayım.  Eminim bizim hikayemize ne kadar da benzediğini siz teslim edeceksiniz.

Çayınızı, kahvenizi alın, gelin…

Arkeolojik kanıtlar, yeryüzünde camın ilk kez M.Ö 2.350’lerde Mezopotamya’da ortaya çıktığını gösteriyor. Cam yapımında en önemli atılım, MÖ 1. Yüzyılda Suriyeli camcıların “üfleme tekniğini” keşfetmesi ile yaşanıyor.   

Romalılar, bu tekniği 200 sene sonra ülkelerine taşıyor.  

Türklerde cam imalatı Selçuklu döneminde başlar.

11-15. Yüzyıllar cam imalatının hızla yaygınlaşmasına sahne olur.

Selçuklu ve Memlûklular döneminde "mineli cam" üretimi vardır. 

Gıyasettin Keyhüsrev için özel cam tabak üretilir.

Timur Suriye’yi teslim alınca Halep, Rakka ve Şam’daki cam ustalarını alır, Semerkant’a götürür.

Selçuklunun yönetim merkezlerinden Konya civarında bulunan “Kubadabat Tabağı” dönemin en önemli buluntusu.  

Yerli cam bardak ve kandiller, cam bilezikler, revzenler (bir tür alçı çerçeveli renkli cam, vitray) Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayda baş köşededir.

Kanuni Sultan döneminde ilk kez saray pencerelerinde, mimaride düz cam kullanılır. 

Mimar Sinan bunlardan yararlanır.

Yavuz Sultan Selim Tebriz’den cam ustaları (cam eşya değil, cam eşya yapacak usta!) getirir.

Camcı esnafı Sultan 3. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet’in sünnet töreninde, sarayda camcılık gösterisi yapar.

Veee, 1660’larda 21’i İstanbul merkezde (sur içi) olmak üzere Eyüp, Galata, Tophane ve Üsküdar’da üzere toplam 31 cam atölyesi tespit edilir. 

 Aynacılık, şişecilik ve camcılık meslekleri vardır artık.

SARAYDA YERLİ MALI ‘OUT’!

Ancak 18. yüzyılın başından itibaren cam imalatında bir anda Avrupa öne geçer.

Peki bu nasıl oluyor?

1787’de ilk kez 1.Abdülhamit saraya Avrupa’dan cam “Laledanlar” getirtir.

Artık Osmanlı Sarayı gibi yerler Avrupa’dan getirilen cam eşyalarla süslenmeye başlar. Padişahlar camdan at arabasına kadar pek çok eşyayı, yüksek faturalar ödeyerek siparişle Avrupa'da ürettirirler.  

1837’de, Beykoz Cam ve Billurat (kristal) Fabrikası inşa edilir.  İki yıl sonra Fransa’dan cam ustaları ve mühendisler getirilir.

Olaya bakın…

Beykoz’daki fabrikada cam üretimi vardır; ama sarayın tercihi Avrupa olmaya devam eder! 

Zira 17. yüzyıldan itibaren Venedik’te ve Fransa’da “birinci sınıf cam eşyalar” vardır.

Beykoz’daki fabrikada üretilen gülabdan (bir tür sürahi), vazo, ibrik, şekerlik, kâse, tuzluk, çeşmi-bülbül (kapaklı sürahi) ve daldırma kapları gibi eşyalar her halde ikinci sınıftır sarayın gözünde…

Sarayın gözdesi, İtalyan Retortoli, Vetro A Fili; Fransız Baccarat markalı pahalı eşyalardır.

Cam damacana ve karlıklar, avizeler, şamdanlar, cam ve aynalar, vazolar, cam bahçeler, bardaklar, tabaklar, kaseler, kaşık, çatallar ile gösterişli “Saltanat Mutfağı” eşyaları…

ABRAHAM PAŞA’NIN BAHÇESİ

Beykoz’daki müzeye yaklaşınca sanki İstanbul dışına çıkmış gibi hissediyorsunuz. Çevre yemyeşil orman, mis gibi temiz hava.



Müze adını burada faaliyet gösteren Beykoz Cam ve Billurât Fabrika-i Hümâyûnu’ndan almış. 

Müze binası aslında eski bir ahır. 

Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın kapı kethüdası ve Sultan Abdülaziz tarafından vezirliğe kadar yükseltilen Abraham Paşa’ya aitmiş. Abraham Paşa buraya köşkler, kuşhane, tiyatro binası yapmış.

 “Paşabahçe” markası da buradan esinlenilmiş.  Eskiden buraya “Paşanın Bahçesi” deniyormuş, “Abraham Paşa’nın bahçesi”

Müzede sergilenen bin 480 parça eşyanın büyük bölümü Avrupa’dan Osmanlı Sarayı’na getirilen eşyalar. 

Çoğu Abdülaziz ve 2. Abdülhamit dönemine ait.

Müze yaklaşık 360 dönüm araziye kurulmuş. 117 farklı türde ağacıyla yeşilin her tonuna sahip. Aracınızla geliyorsanız, girişte hem otopark hem müze giriş ücreti ödüyorsunuz.

Düşünüyorum da…

İyi ki, tarihi misyonunu tamamlayan Osmanlı yıkılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş.

Batıya bağımlılığa dur diyen Ankara yönetimi kolları sıvayıp Türkiye Şişe ve Cam Farikaları A.Ş.’yi (ŞİŞECAM) 4 Temmuz 1935’te faaliyete geçirmiş.

İyi ki Paşabahçe markamız var ve bugün yerli, milli markamız sayesinde hiç bir yabancı ülkenin cam vazosuna, kasesine, bardağına, tabağına muhtaç değiliz. Kalitede de, ürün yelpazesinde de kimseden geri kalmıyor.

Ve de iyi ki kamu kuruluşu değildi, diyorum içiden.

İş Bankası iştiraki olarak  özel bir kurum olmasaydı belki de şimdiye kadar çoktan yabancılara “özelleştirilecekti!”

Ama bir soru kafamı kemirmiyor da değil.

Acaba, bugünün sarayı, devlet yönetiminin merkezi kabul ettiğimiz “Beştepe Külliyesi”inde…

Mutfağından, banyo tuvaletine, pencerelerinden sofralarına, gardrobundan araba garajına… 

Acaba diyorum, bu saraydaki malların yüzde kaçı yerli, milli?

Hani her fırsatta yerli ve milli iddiası ortaya atılıyor ya!

 

  

 

 

5 Ocak 2023 Perşembe

Turizmi işin duayeni ile konuştuk (2)


‘Batılılaştık mı? 

Hayır, Araplaştık!’

 

B

ursa’da turizmin durumunu sürpriz bir isim olarak, turizm rehberlerinin duayeni  Ersen Yelkenkaya ile konuşmaya devam ediyoruz.

Bitinya’dan itibaren değişik kavimlere ait yaklaşık  2 bin 500 yıllık tarihi geçmişi bilinen ve zengin tarihi mirasa sahip Bursa’yı yabancı turistlere anlatmak oldukça zevkli bir şey olmalı. Görünen o ki Yelkenkaya tarihi eserlerle ilgili hayli araştırma yapmış, hepsinin çoğu zaman farkında olmadığımız, bilmediğimiz yönlerini zevkle anlatıyor. Ancak anlattıklarından yıldan yıla bu heyecanın azaldığı, “restorasyon” süreçlerinde yapılan yanlışlar nedeniyle pek çok şeyin tahrip olması yüzünden neredeyse “anlatacak birşey kalmadığı” kaygısı yaşadığını hissettim. Örneğin bir dönem göğsümüzü gere gere “Yeşil Bursa” dedikten sonra, şimdi kente Uludağ’ın eteklerinden aşağıdaki beton yığınıyla kaplı ovaya bakıp “Nerede bu Yeşil Bursa” diye kendi kendimize sormamız gibi…

Turizmci gözüyle Bursa’daki değişimi konuşmaya devam ediyoruz.



TEK DÜZE CADDELER, YOK OLAN MÜZELER…


-          Bursa’da özellikle son 20-30 senedir çok sayıda tarihi eser restore edildi. Kapalıçarşı ve hanlar bölgesine yoğunlaşıldı. Kent merkezinde, ana caddelerde ‘cephe giydirmeleri’  yapıldı, caddeleri daha güzel göstereceği hesaplandı. Bunların olumlu katkısı oldu mu turizme?

 -          Kapalı Çarşı’yı restore ettik. Nasıl yaptık? Bakırcılar Çarşısı’ndan sonrasını tamamen birbirinin aynısı, yazısı, vitriniyle vs. monoton bir şekle çevirdik. Oysa bir şehrin çarşısı o şehrin folklorik değeridir. Yurt dışından, başka şehirlerden gelen kişiler oradaki, kimisi mavi, kimisi yeşil,  vitrininde değişik şeyleri olan o karmaşanın içinde güzelliği görüp fotoğrafını çekerlerdi. Şimdi bulamıyorlar onu. Bir kapıdan giriyorsun, öbür kapıya kadar dümdüz, hepsi aynı. Askeri kışlayı geziyoruz sanki.

Askeri kışla derken, Işıklar Askeri Lisesi’nden bahsedeyim. Liseyi gezdiğin zaman kumandanın olduğu bölüm ayrı bir bölümdür. Oraya geldin mi ayrı bir düzen vardır. Orayı da kapadık. Işıklar Askeri Lisesi,  Bursa’nın değerlerinden bir tanesi daha yok oldu.

Bursa’da köşkler vardı. Kaç tanesi ayakta kaldı? Ne yazık ki çok azı kaldı. Ne yaptık? Bazı köşkleri restore ettik. Restorasyon sonunda Sağlık Müzesi, Uçak Müzesi gibi müzeler yaptık. Ama şimdi nerede o müzeler? Kapandı. Şimdi yoklar. Peki, yok olacak bir şeyi niye yaptık?

 

-           Tarihi eserleri onarıp aslına uygun hale getireceğiz, restore edeceğiz derken aslını ortadan kaldırdık galiba… Örneğin Balibey Hanı hakkında hayli haber yazmıştım, sahip çıkılsın, onarılsın diye. Sonra oradaki han tamamen ortadan kaldırılıp yerine meyilli bir arazide kalın taş duvarlı kafeteryalar yapıldı. Ortaya ‘2006 model Balibey Hanı!’ gibi tuhaf bir şey çıktı.

 -          Altıparmak’tan Yahudiliğe doğru gelip Çatalfırın’a dönüp Çakırhamam’a çıkarken solda Şehabettinbey Camisi vardır.  O caminin minaresinde, yapıldığı tarihteki mermer levhalar vardı. Restore edeceğiz dedik. Kapadık, sadece minareyi yıkıp yeniden yaptık.

 

TOPHANEDEKİ CUMHURİYET ANITI NEREDE?

 


Çakırhamam’da Demirtaş Paşa’nın türbesi vardı. O türbede her birisinin üzerinde lokmalar vardı. Her birisine ayetler vardı. Nerde? Yerine demir parmaklıklar geldi… Zafer Plaza’ya gelmeden arada Tuğla’da yapılmış bir cami vardı. Daha dün boyadık, restore ettik, tuğla cami özelliği yok oldu. Daha neler neler…

Bursa Osmanlı’nın baş şehri. Orhangazi ve Osmangazi Tophane’de yatıyor. Oraya gittiğimizde Osmanlı’nın 1326’daki Bursa’yı fethinden itibaren anlatmaya başlarız turistlere. Osmangazi’nin türbesinin tam yanında Cuhmuriyet Anıtı vardı. Orada yatan şehitlerin, Yunan işgalinde geçen 2 yıl 2 ayda… Bursa işgali çok önemlidir. Türkiye’de ilk kez, Bursa işgal edildiği zaman TBMM kürsüsüne örtü örtülmüş ve Bursa kurtulduğu vakit kaldırılmıştır bu örttü?  Peki o anıt şimdi nerede? Tıpkı Bursa Stadyumu, Kapalı salonlar ve iki okulun yok olması gibi hepsinin yerinde yeller esiyor.

 

ANLAYIŞ FARKI…

 

 -          Tarihi eserlere karşı yaklaşımda bir sorun var galiba…

-          Peki Mustafa Kemal Atatürk? Savaştan çıkmışız… En son Bursa’ya niçin geldi? Merinos Fabrikasının açılışı için… Yünlü sanayiyi Atatürk araştırmış, öğrenmiş, bizim yerli koyunların yününün kalın lifli olması nedeniyle dokuma sanayiinde kullanılamayacağını, bunun yerine yünü ince lifli merinos koyunu yetiştirmek gerektiğini belirlemiş, merinos koyunları getirerek, orayı külliye, kompleks, okulu, taşıması, yuvası, tiyatro teşkilatı… kendisi de gelip zeybek oynayarak noktasını koyduğu bir kuruluştu Merinos. Nerede Merinos Fabrikası şimdi?  Nerede o Merinos’ta çalışanların ta gidip de Altınyıldız markası çıkıncaya kadar giydikleri ince yünlü kumaşlar, ceketler, pantolonlar? Öyle bir fabrika bugün çalışıyor olsa da turistlere gezdirseydik, fotoğrafını hayranlıkla çeker, kendi ülkelerinde anlatırlardı.

Bursa-Mudanya arasında bir tren hattı vardı. 1958’de verimli olmadığı için kaldırdık. Peki onu daha geliştirmiş olsak da, bugün Mudanya yolundaki Cumartesi Pazar tıkanıklığını önlemiş olsaydık güzel olmaz mıydı? Kimilerine göre olmazdı, oralara lüks villa yapamayacaklardı….

Tren istasyonlarına bakalım… Merinos, Atatürk Çiftliği vs. tren istasyonları, sırayla gidiyordu.  Bugün kaç tanesi ayakta kaldı? Bir hevesle Merinos İstasyonu’nu kahvaltılık yer yaptık, ama üç gün sonra kapattı. Halbuki siz yurt dışına gittiğinizde, 10 yıl sonra da gitseniz aynı düzenin işlediğini görüyorsunuz. Biz bu kadar mı maymun iştahlıyız?

 

PROFİLDEN MİNARE!

 

Bakın Osmanlı kuruluşundan itibaren herşeyi disipline etmiş, her konuda kaideleri olan bir devlet. Osmanlı camilerine bakarsanız sultanların yaptırdığı camilerin yüksekliği ve şerefe adedi farklıdır. Mesela Süleymaniye’nin 10 şerefesi vardır. Kanuni yaptırmıştır. Neyi gösterir? Kanuni Osmanlı’nın 10. Padişahıdır... Minarenin yüksekliği de sultanlara özgüdür. 2 minarede 3’erden şerefe vardır. Kanuni, İstanbul’un fethinden sonraki 6. Sultandır. Onu simgeler.

Bursa’da Sivaslıoğlu Camisini restore ettiler. İslam dininde minareler ezan okuyanın sesi yayılsın diye en yüksek yere yapılır. Minarenin şerefesi nasıl da aşağıda kalmış… Neden öyle yaptılar?


Minarede şerefelerin altında petek dediğimiz süslemeler olur. Her zaman çok değişiktirler. Şimdi öyle yok.  İzmir yolunda iki tane Arap tarzı minare var. Mudanya kavşağındaki minareye bakın… Profil demirden yapılmış.  Peki biz o kadar mı örf ve adetlerimizden uzağız. Bir Fransıza İngilizce konuşturamazsın. Bilir, ama konuşmaz. Fransızca konuşur.

Çocukluğumuzda milli bayramlarda askerin yürüyüşüne, resmi geçidine gider seyrederdik. Vatan sevgisi oralarda başlardı. İlkokul çocuğu 23 Nisan’da çıkar anne babası da ona el sallardı. Şimdi çocuklarımız 23 Nisan kutlayamıyor ki… Biz hem okurduk, hem resmi geçide katılırdık, hem eğlenir, hem gezer hem de bugünkü çocuklardan daha fazla bilgi sahibi olurduk.

 -          Bursa’nın tarihi ve doğal zenginlikleri turizm açısından bir avantaj. Ama bu avantajın kullanılamadığı, tarihi ve de  doğal zenginliği çarçur ettiğimiz ortada. Peki neler yapılabilir? Karar vericilere neler önerirsiniz?

-          Çok katı kurallar koymak lazım. Milyonlar harcanıyor… Ama sanki milyonlar bu değerleri yok etmek harcanıyor. 1968’lerde Bursa’ya iki tane otomobil fabrikası geldi. Şimdi 17 Organize Sanayi bölgesi oldu. Bursa bu kapasiteyi kaldırabilecek miydi? Peki biz bunları çevreye, Orhangazi dahil, dağıtamaz mıydık? Herkes merkezden çıkıp fabrikaya mı girmek zorunda? Eski Bursa’yı, Tophane ve civarını çember içine alıp eski haliyle korusak, gelen turistlere, ‘İşte eski Bursa, işte buyurun Yeni Bursa’ deseydik, yapamaz mıydık? Restore eden arkadaşlar orijinaline  riayet etselerdi bugün Muradiye Hamamı, Muradiye Medresesi cam vitrinli olmazdı.  

 

‘BİZ  ÖRFÜMÜZDEN BU KADAR MI FİRE VERDİK?”


Ne oldu eski hamamlardaki kurnalar?  Pirinç musluklar? Kime gitti? Niye biz onları restore edip içine bitki, saksı koymak suretiyle yeşilliği koruyamaz mıydık? Bir film koptuktan sonra aynısını yapıştıramazsın. Fransa’da Mont Saint Michel diye bir şato var. Kayaların içinde oyulmuş, med-cezir gördüğün bir şato.  En son yine restore edildi, ama benim 1950’lerde gördüğümle aynı şato. Yol yapıldı, bazı yerleri cilalandı, ama eski hali korundu. Belçika’da Burge var. Hala asırlar öncesinin halini görebilirsin. Bizde hani ayağında poturu ile öküzleri dürten dedelerimiz…

Evet zaman değişiyor ama eskinin defterden silinmemesi lazım. 

Sadaka taşı diye bir şey vardır. Camilerde sağ elin verdiğini sol el vermesin düşüncesinin doğrulandığı, camilerin  sol arkasına konulan bir taş. Muradiye’de, Emirsultan’da var. Biz bırak onu, yaptığımız en ufak iyiliği bütün millet görsün diye uluorta reklamını yapıyor, herkesin gözünün içine sokuyoruz.  Yani biz o kadar mı adetlerimizden, örfümüzden fire verdik. Söyleyince kötü oluyor, ama söylemek zorundayız.

 

‘KORUYAMAMAKLA ÇOK  ŞEY KAYBEDİYORUZ’


      -          Tarihi mekânlar, zenginlikler maalesef halkın gözünde hak ettiği yerde değil. Neredeyse bütün tarihi mekânlar, eserler talan edilmiş. Defineciler kazmadık ye bırakmamış. Özellikle Osmanlı öncesine, gayrimüslimlere ait eserlere sadece içinde altın bulmak ya da yurt dışına kaçırıp satmak gözüyle bakılıyor. Osmanlı dönemine ait eserlere bakış da hayli duygusal! Bu binaları nasıl onarır da işletir, para pazanırız deniyor olmalı… Bursa’da özellikle Recep Altepe zamanında pek çok tarihi eser restore edildi ve bu mekanlar ticari yerler olarak kullanılıyor.

 -          Türkiye, Atatürk’ün dediği gibi büyük bir medeniyet beşiğidir... İznik hazineleri toprağın altındadır.  Medeniyetlerin geçiş noktasıyız ve her geçen bir şeyler düşürmüş. Artı bir de doğal güzellikler… Şelaleler. O kadar güzellikler var ki saymakla bitmiyor. Göbeklitepe, Zeugma…

Avrupa’da bunlar yok. Avrupa’da daha çok başka ülkelerden bir şekilde getirilmiş (Ben bunu örneğin Türkiye’den kaçırılmış olarak  anlıyorum) eserler… mesela Berlin Müzesi’ne gidip görün… Türkiye’yi hayranlıkla izliyorsunuz… Biz mal zengini, kültür zengini olduğumuzdan şımarmışız.. Kıymetini bilmez, har vurur harman savurur… Torunlar şirketleri iflas ettiriyor. Çünkü o disiplini koruyamıyor.  Biz eserlerin çokluğu ve onları koruyamamaktan çok şey kaybediyoruz. Avrupa’da defineci yok mu? Var ama yakalanırsa anası ağlıyor. Bizde daha yeni. ‘Allah aşkına taş duvardan ne olacak’ tabiri… Yeni yeni öğreniyorduk ki şimdi kütle turizmi çıktı… Belediyeler bedava turlar düzenliyor. Kokartlı rehber de yok.

 


‘BATILILAŞTIK MI? HAYIR, ARAPLAŞTIK!’

 Biz Cumalıkızık’ı bir saat anlatırız.  ‘Boşver ya evlerini, çatısının ters balık sırtı olmasını falan, desenlerini, pervazlarının darlığını, bana konağı göster, gözleme nerede’, diyorlar!… Cumalıkızık ilk açıldığında böyle miydi? Girer girmez çığırtkanlar çıkıyor önüne. ‘Geeel geeelll.. Komşuya gitme bana gel…’  Eskiden gelene ‘Buyurun’ denirdi… ‘Komşum da siftah etsin sonra gel’ diyen esnaf nerede kaldı? Ne oldu? Batılılaştık mı? Hayır, Araplaştık!

Yahu oraya giden insan seksen çeşit, şehirden alınmış gıdaları mı yemeye gidiyor? Maalesef insanlar elinden tutunca senin cebindeki paranın hesabını yapıyor.

 -          Bursa’da turizm açısından pek çok olumsuzluk yaşanıyor. Ancak bir yandan da turistik otel inşaatları devam ediyor. Bu insanlar para kazanmasa otel yapmaz. Bunu her şeye rağmen turizmde bir canlılık olarak değerlendirebilir miyiz?

 -          Rekabet piyasası diye bir şey var. Keşke yeni betonarme oteller yapacağımıza eski Çelikpalas gibi yerleri canlandırsaydık... Şimdi Çelik Palas’ın eskisi ile alakası yok. Belli planlarla geliştirilse, bir düzeni olsa hepimiz yararlanacağız. 3-5 kişi yaralansın diye baltalıyoruz.

GÜMTOB Almanya’dan otellerin dışlarını süsleme, yeşillendirme projesi getirdi. Almanya’da bu işi uzun yıllarda yapmışlar. Bizde hemen yapıldı, çok hızlı... Şimdi seninle gezelim hangi otelin önünde yeşillik var, geriye ne kaldı… Al sana bir örnek. Yeşil Bursa’ya ne güzel yakışırdı. Hani Yeşil Bursa?

 -          Bursa turizminde son 20 yılı nasıl değerlendirirsiniz?

 

-          Hele son 20 yıldır her şey para olarak anlaşılır oldu. Turizmi yukarı kaldırmamış şart. Turizm deyince otelcilik anlaşılıyor. Halbuki turizm bir bilimdir. Herkes turizmci olamaz. Gezi de tesis de olsa turizm bir disiplin ister. Gidip yemek yiyip dönüyorsan o turizm değildir. ‘Gidelim arabada göbek atalım, yiyip içelim…’ Kardeşim sen göbek atıp köçek oynatacaksan git evinde yap... Gezilerde bizden istiyorlar, ‘hadi müzik koy eğlenelim’… Ya sen oynamaya mı geldin!  

 

121 GÜNLÜK ULUDAĞ, İÇKİ YASAĞI…

 

-          Bursa turizmden kaydadeğer bir miktarda döviz kazanmıyor galiba.

-           Ya turizmi istemiyoruz ya da para kazanmak istemiyoruz. Uludağ’daki oteller senede 121 gün çalışıyor. 365 günden 121 günü çıkar, yılın geri kalanında ne yapıyor bu oteller? Kapalı, kilitli. Şehir içindeki otellere bakıyorsun fiyatları çok yüksek. Peki yabancı turistleri günübirlik Bursa’ya getireceğimize, Ulucami gibi bir ekseni gezdirip göndereceğimize, Gölyazı, Yıldırım külliyesi gibi yerleri de ekleyerek, ucuz fiyata Uludağ’daki otellerde konaklama yaptırsak ne olur? Yılın büyük bölümü kapalı… O 4 ayı da tam dolu değil…

Destinasyonları genişletmek, şelalelere… Doğa, tarih, kültür, folklor… Yabancı turist bunları önemser ve sade bir yemekle ufak bir şişe bira ister. Garson cevap verir: ‘Alkol yasak’… Adam Bursa’da nerede içecek? Kebapçıda, köftecide yasak… Adam alışmış, yemeğin yanında bir kadeh birasını istiyor. İçtiği  bir bardak, sarhoş olma değil amaç.. Yiyemiyor, içemiyor… Adam bir daha gelir mi?

Gastro turizmi diyoruz. Sultanlar şerbetçiotu yetiştirirmiş. Şerbetçiotu bira yapımında kullanılan bir şey. Demek ki içiyorlarmış. Bizde varsa yoksa alışveriş merkezleri… Bir turistin Korukark’ta, ‘Fransa’da bu kadar lüksü yok’ dediğini hatırlarım… Ayağımıza giyecek donumuz yok, ama AVM’leri peş peşe yaptık. Onun yerine Kapalı Çarşıyı yok ettik. Adam buraya AVM görmeye mi gelecek? 

 

(Son)

3 Ocak 2023 Salı

Bursa turizmini bir duayen ile konuştuk (1)

 

Ünlü rehber YELKENKAYA:

‘Milyonlar sanki değerleri yok etmek için harcanıyor’

 

B

ursa’da turizmin durumunu sürpriz bir isimle, turizm rehberlerinin duayeni  diyebileceğim Ersen Yelkenkaya ile konuştuk. Yelkenkaya sadece yabancı dil bilen, kokartlı bir turizm rehberi değil. Uzun yıllar Bursa’daki en büyük sanayi kuruluşlarından OYAK Renault’da çalışan, yöneticilik yapan, dolayısıyla Bursa’yı değişik yönleriyle iyi bilen bir isim. Dopdolu, söyleyecek sözleri var. Beni kırmadı, konuştu. 

İstanbul’daki bir Fransız okulunda okuyup operacı olmak hayalleri kuran bir ‘frankofon’ genç olarak hayata atılan Yelkenkaya ile Kükürtlü’de Lübnan kökenli bir işletmeciye ait otantik “cafe”de buluştuk. İlerlemiş yaşına rağmen hala turistlere rehberlik için koşturan Yelkenkaya’nın anlattıkları turizm konusunda Bursa’nın hiç de iyiye gitmediğini ortaya seriyor.

Yelkenkaya Bursa turizminde yaşananları, sorunları ve yapılması gerekenleri anlattı. Bize önce çok yönlü kişiliği ile kendini, sonra Bursa’yı tanıttı… İşte duayen turizmci ile yaptığımız söyleşinin ilk bölümü: 

 -          Ersen Yelkenkaya’yı Mora Dergisi okurlarına tanıtır mısınız?

-          Ersen Yelkenkaya İstanbul’da doğdu. Ortaokulu ve liseyi Saint Benoit’da (Fransız Lisesi), üniversiteyi Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Fransız Filolojisi bölümünde okudu. Dedem İstanbul Barosu’nun sayılı avukatlarındanmış. İstanbul Kadıköy Kızıltoprak’ta yaşayan anne ve teyzem Burhan Felek’in kitaplarında bahsi geçen bir ailedir. Abileri Emin bey Rus harbinde yüzbaşıymış. Annem o zaman keman dersi, Kız Sanat Enstitüsü eğitimi almış. Babam Beylerbeyli, Karadenizli bir ailenin oğlu. Orada bir köşkleri varmış. Doğumuma gelince… İkinci Dünya Harbine Türkiye girmiyor, ama Winston Churchill illa Türkiye’yi savaşa sokmak istiyor. İsmet Paşa ‘girmeyeceğiz’ diye ısrar ediyor. Ankara’dan İsmet Paşa, Fevzi Çakmak gelecekler Kıbrıs’tan da Churchill gelecek, Adana Mersin yolunun  kesiştiği noktada bir kasaba var, o kasabada bir tren istasyonunda buluşurlar. O buluşmada sabahlara kadar müzakere edilir. Ve sonunda İsmet Paşa ‘hayır’ diyor, ‘Türkiye bu savaşa girmeyecek.’ Tarih, 30 Ocak 1943. İşte o gün annem İstanbul Kadıköy Kızıltoprak’ta beni doğuruyor. İşte böyle anlamlı bir günde doğmuşum.

 OPERA HAYALİ KURAN GENÇ BİR FRANKOFON

 Üniversiteye gittiğimde, bütün hayalim bir opera sanatçısı olmaktı. Hatta Can Gürzap, iki yaş küçük olmasına rağmen konservatuvara girmişti. Ondan tavsiyeler almıştım. Doğan-Ferhan Onat, Türk operasının büyük isimleri. Muhammer Esi… Onlarla beraber çalışma yapmama rağmen operaya girmek kısmet olmadı.  Ama Fransız Filolojisinden mezun olurken, Özdemir Nutku, Sevda Şener gibi hocalarla beraber tiyatro derslerinde oldum. Ahmet Kutsi Tecer’in kızı Leyla Tezer ile hala görüşürüz. Bir yandan tiyatro, bir yanda da opera ile ilgilenen kişilerdik.

 -          Okul sonrası?

 1969 yılında Ankara Televizyonu kuruldu. Erman Okay, Cenk Koray gibi arkadaşlarla, Yalın Tolga’nın rejisiyle ilk defa sahneye çıktım ve çalışmaya başladım. Radyodan uzak değildim. Çünkü çocukken, İstanbul Radyosu Çocuk Saati Programındaydım. Rahmetli Orhan Boran ile orada tanışma fırsatım olmuştu. Büyük bir sesti ve ben onu kapmışımdır. Ve ben 1972’ye kadar Ankara’da lale devrimi yaşadım.  O arada yabancı bir şirkette çalıştım.

Deniz Kuvvetleri Tiyatrosu’nda çalışırken askere çağrıldım. Beni ilk sahneye çıkaran Yalın Tolga’dır. Askerde kura çekince Bağlarbaşı Şile yolu üzerindeki birlik çıktı. Şans güldü. Derken bir gün Böhler elektrot fabrikasında  işe başlamıştım ki, bir arkadaşım ‘Yahu sen Frankofon (Fransızca konuşan) adamsın,  Fransızca biliyorsun, niye OYAK Renault’ya gitmiyorsun’ deyince, 1 şubat 1973’te yedek subay pardösümle Oyak Renault’nun kapısından girdim. Giriş o giriş... Memur olarak işe başladım. Metod, Dış İlişkiler.. derken Halkla İlişkiler servisinin başına geçtim.

 -          Evet, sizinle Halkla İlişkiler  Müdürü iken tanışmıştım bir gazeteci olarak…Galiba 30 seneyi geçti.

 -          Ve 30 yıl sonra, yaşımı da doldurmuştum, emekli oldum. Yerel Gündem 21’e Sanatçılar Grubu adına girdim. Bu arada Bursa’da Yalın Tolga çağırdı, Gençlik Tiyatrosu’nu kuralım teklifinde bulundu. Yerel Gündem 21 Sanatçılar Çalışma Grubu temsilcisi iken 40. Altın Portakal Yarışmasında Ömer Kavur’un ödülünü verdim. O zaman bakan Erkan Mumcu idi. Unutamadığım anılardan birisidir. Aynı yıl Süleyman Turan ile film jürisinde bulunduk. Sonra kendimi turizme adadım. 1960’lı yılların sonunda yabancı turist hocaları gezilere götürüyordum. Turizm  merakı oralarda başlamıştı. Turist Rehberi oldum. Türkiye Turizm Rehberler Birliği kurulunca müsteşarın emriyle Bursa Bilecik Kütahya Rehberler Odası kurucu başkanı seçildim.

 Yaşım 80’e gelmesine rağmen hep yapacak bir şeyler bulmuşumdur. Sıkılmam, okurum. Müzik dinlerim. Evli ve iki çocuk babasıyım. Eşim ressam. Kızlarımın birisi Almanya’da birisi Bursa’da çalışıyor. Bir evim var. 70 Yaşına geldiğim gün artık araba kullanmayacağım demiştim. Hatta arabanın önünde değil arkasında otururum. Hani çocuklar arabanın önüne oturtulmaz. Çünkü refleksi zayıftır. Eee 70 yaşından sonra ben de çocuk olduğuma göre artık arabanın arkasına geçtim. Araba kullanmamaya gayret ediyorum.

 BURSA ŞANSIZLIKLAR İÇİNDE

 -          Bu kentin yöneticileri, yerel yönetimler, siyasetin temsilcileri yıllardır Bursa’nın ‘turizm kenti’ olduğunu söyler. ‘İnanç turizmi’,  ‘Kış turizmi’ gibi hedefler oldu. Ama bugün Bursa’nın bir turizm kenti sayılamayacağını görüyorum. Siz turizmci cephesinden  nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

-          Samimi hislerimi söyleyeceğim… Ama suçluların kimler olduğunu bilmiyorum. Dördüncü Turizm Sempozyumu Yapıldı. Benim yazılarım yayımlandı orada. 1968’de de ben Bursa’ya gelmiştim. Bursa turizmde şanssızlıklar içinde çabalayan bir yer.

 -          Neden?

 İstanbul’a yakınlığı nedeniyle Bursa’nın iyi bir yerlere gelmesi  lazımdı, ama sıralayayım… Rahmetli Halit Cura zamanında Mudanya’ya yabancı gemiler gelirdi. Turistler gelirdi. Dil bilenler Bursa’yı gezdirirler. Daha sonra onlar kayboldu. Bursa Ticaret ve Sanayi Odası bir TIR ile İstanbul Sultan Ahmet’te Bursa’nın tanıtımını yaptı. Ben de görev almıştım. Ben orada turistlerin ‘Biz deniz yoluyla Mudanya’ya gideceğiz. Oradan Bursa’ya bizi kim alacak, nasıl gideceğiz, kim gezdirecek?’ sorularına cevap veremedim ve bu işin ne kadar yarım yapıldığına şahit oldum. Ayrıca dünyada kentler bir isme sahiptir. Paris ‘aşk kenti’dir. Bursa ‘yeşil Bursa’ olarak… yabanı dillerde de öyle tanımlanır. Şimdi ben size soruyorum. Yeşil Bursa nerede?

Turizm kongrelerinde Bursa’da bir gece konaklamayı sağlamak için planlar yapalım dendi. Yapabildik mi? Yapamadık.  Çünkü söylediklerimiz orada kaldık. Bursa’nın tarihi değerlerini onaracağız diye, yok ettik. Bunlardan birisi Muradiye Hamamı, Muradiye Medresesi. Bursa da Osmanlı’nın başkenti olduğu için 1. Murat Camisinin yanında ‘Gir-Çık’ Hamamı’ vardı.  ‘Çık-Çık Hamamı’ da denirdi. Ne demektir? İnsanoğludur, abdesti kaçar… Hemen girip abdest alıp, gusül abdesti falan alıp çıkacak. O Çık-Çık Hamamı’nı tuvalet yaptılar… Oysa o hamam dursaydı, herkese islamın insanlara verdiği değerin örneği olmaya devam edecekti.

 

(1.  Bölümün sonu)