30 Mayıs 2011 Pazartesi

Oyum, cari açığı kapatacak partiye!



12 Haziran’a günler kaldı. Bu sefer siyaseti bir tarafa bırakıp, “Türkiye’yi şu cari açık ve ekonomik kriz belasından kim kurtaracaksa oyumu ona vereyim” diyorum...


Diyorum da, partilerin seçim vaatlerine, “projelerine” bakıyorum,  henüz oy verecek bir parti bulamadım! 
Ülkemin dış borçlanmaya, ithalata, yabancı sermayeye dayalı hali partileri hiç ilgilendirmiyor gibi…
Sevgili okurlar,  TCMB’nın Mart ayı verileri ile cari açığın 60 milyar doların üzerine çıktığını açıklamasından sonra, bu konu ekonomi gündemine oturdu ve doları birkaç haftada 1,6 liranın üzerine çekti. 
Son iki yazımda “saatli bomba”ya benzettiğim cari açığın boyutlarını, kaynağını sizlerle paylaştım.  Aldığım tepkilere bakarak, ekonomi çevrelerinde bir kriz beklentisinin genel kabul gördüğünü belirtmek isterim. 
Ancak bunun tam olarak ne zaman olacağını bilen yok. Daha doğrusu, ekonomi tamamen kayıt altında olmadığı için, ekonomik veriler, resmi rakamlar üzerinden çok kesin analizler yapmak da mümkün değil.  Zira,  yarıya yakınının “kayıt dışı” olduğu ifade edilen bir ekonomide, ülkeye giren ve çıkan dövizlerin de bir kesin bir kaydı yok, miktarı bilinmiyor.  
Ülkeye giren yasal döviz miktarına bakacak olursanız,  ekonominin çoktan iflas etmesi gerekirdi… Ama etmiyor, üstelik -son hareketi bir yana bırakırsanız- döviz sıkıntısı falan da yok, her taraf dolar kaynıyor.
Ülkeye giren kayıt dışı dolar miktarı (bunun bir bölümü bavul ticareti vs. ile kayıt dışı ihracattır) o kadar fazla ki, bugün 60 milyar dolara ulaşan bir açığı kapatıyor!   
Kayıtsız döviz girişinin ne kadar süreceğini bizim bilmemiz mümkün değil.
Ama üzerinde durulması gereken asıl şey şu: Türkiye bu cari açıklarla büyüme modelini ne zaman terk edecek, ne zaman adam gibi bir ekonomik sistemimiz olacak?
Cari açıkla büyüme  diyebileceğimiz politika, yeterli altyapısı ve tasarrufu olmayan ülkelerde siyasi iktidarı acayip cezbeder. 
Çünkü üretme zahmetine katlanmadan her şeyi dışarıdan kolayca getirirsiniz.  
Mal, para… 
Bu yabancı sermeyenin de işine gelir, yüksek kazancın kokusunu alınca dolarları akıtırlar. Ak Parti’nin iki dönem “başarısının” altında da bu var.
TCMB yönetiminde olan hocamız Prof. Dr. İlker Parasız, Ekohaber Gazetesi’deki köşesinde, mevcut durumun dürdürülemez olduğu üzerinde duruyor. İlker hoca, son yazılarında üretim ve verimliliği artıracak politikalara yönelmek gereğine işaret ediyor ve kredi hacminin daraltılması, dolayısıyla tüketimin kısılması; faiz, döviz ve kurlarla oynamanın pek bir işe yaramayacağına dikkat çekiyor.
Tabi üretim ve verimliliği artırmak öyle akşamdan sabaha olacak şeyler değil. 
Ama bundan başka kalıcı sonuç alacak başka bir şey de yok. Umarım, hocanın üzerinde durduğu “banka bazlı ekonomi” politikaları önce TCBM, ardından ekonomi yönetiminde kabul görür ve “cari denge”yi, yasal yollardan sağlayan bir ülke haline gelme yoluna gireriz.
Ancak bu işin siyasi iktidarlar için hiç de kolay olmadığını vurgulamak isterim. Yabancı sermaye ve onlarla iş yapan yerli firmalar, elde ettikleri kolay para kazanma mevzilerini kolay terk etmek istemeyeceklerdir.
Örneğin, otomotiv sektörü üretimde yüksek oranda ithal parça kullanıyor. Şimdi Ford, Renault ve Fiat’a “Bu parçaları Türkiye’de üretmek istiyoruz” dediğinizde ne olacağını sanıyorsunuz?
Petrolden geçtik, petrokimya ürünlerini -ki, boyadan ipliğe, PVC’ye birçok sektörün hammaddesidir-  içerde üretmek, domates tohumundan “Angus” sığırlarına kadar birçok şeyi yerli üretmek uzun vadeli işlerdir.
Yine örneğin, tarımdaki altyapı, mülkiyet, verimlilik sorunlarını çözmek, 
Türkiye’ye çok büyük bir kapı açabilir; ilkim, toprak, coğrafya muhteşem.
Şimdi hastalığı herkes biliyor. 
Ama hiçbir parti, bunlara “seçim vaadi” olarak bile yer vermiyor.
CHP,  “aile sigortası”, “esnaf”, “emekli” vs. tek tek sorun çözmeye dönük projeler açıkladı. Çiftçiye mazotu 1,5 liradan satma vaat ediyor. Toplumun sorunlarını çözmek kuşkusuz, çok önemlidir. Ancak umarım, genel makro dengeleri sağlamayı, cari dengeyi gözeteceklerdir.
Ak Parti ise İstanbul’daki ikinci boğazdan sonra büyük kentlerde “çılgın proje”açıklamayı sürdürüyor. Her ne kadar çok şaşalı görünse ve belli bir kesim için çok yüksek kazançlar vadetse de içime sinmiyor. 
Bunlar dış kredi ve borçlanma veya yabancı firmaların katılımı ile olacak işler. Yabancıya para kazandırma işleri... Kısa vadece, görünürde döviz girse de uzun vadece mevcut “cari açıkla büyüme” modelinin parlak sayfaları olacaktır diye hissediyorum.
Lazım değil, büyüme çok hızlı olmasın! Ama sürdürülebilir olsun, bizim insanımız, ülkemiz kazansın. Büyüme rakamını görünce “eyvah kriz geliyor” kâbusundan kurtulalım...
İyi pazarlar.


23 Mayıs 2011 Pazartesi

Yabancı sermaye ile ‘saadet zinciri’


Ak Parti’yi ikinci kez iktidara taşıyan şey, bence ekonomideki olumlu gidişti. Araba yoluna şimdilik devam ettiğine göre, 12 Haziran seçimlerinin favorisi de hükümettir. Ancak ekonomik verilere bakınca, yolun sonuna hızla yaklaşıldığı duygusuna kapılıyorum. Ekonomi gittikçe “sürdürülemez” bir hal alıyor. 



İngilizlerin tanınmış The Economist dergisi, geçtiğimiz hafta Türkiye ekonomisinde cari açık ve aşırı ısınmayı (overheating) konu alan bir yazı yayımladı. 
AKP’nin seçim başarısını, ekonomide on seneye uzanan başarıya bağlayan The Economist, cari açıktaki hızlı büyümeye dikkat çekti. Yazıda, nominal ücretlerin yüzde 18, iç talebin yüzde 25, kredilerin yüzde 40’a kadar arttığı bir ortamın “sürdürülemez” olduğu vurgulanıyor.  Buna göre “cari açık”,aslında ekonomideki derin çatlakları ifşa ediyor. 
Toplam işgücünün sadece yüzde 44’ünü istihdama katabilen Türkiye’nin nüfus artışına uygun istihdam sağlamakta zorlandığı kaydedilirken,  “Arap baharı”nın faturasına da dikkat çekiliyor.
Malum, yıl başından bu yana patlak veren olaylar nedeniyle, Türkiye’nin komşu Arap ülkelerine ihracatı bıçak gibi kesti.  Libya’da Türk inşaat firmalarının elindeki 14 milyar dolarlık iş askıya alındı. Daha şimdiden ülke, milyarlarca dolarlık işçi, müteahhitlik ve ihracat dövizinden mahrum kaldı.  
İç talebin kredi ve kartlarla şişirilmesiyle ilgili tespit  dikkat çekici öyle değil mi?
Ama işin daha çarpıcı yanı şu:
Olmayan parayı harcama hastalığı sadece bireylere özgü değil. Bakın devlet de aynı hastalıktan mustarip.  
Milli gelirin yüzde 8’ine ulaşmış bir cari açık başka nasıl tanımlanabilir ki?
Tabi The Economist,  elinize bir kutu merhem veriyor. 
Adı “cooling down”: ekonomiyi soğutmak…  
Hani bu tavsiye biraz, şimdilerde başkanı cinsel tacizden hapsedilen IMF’nin “kemer sıkma” reçetelerinin daha bir “entel” versiyonu.
Bakıyoruz, seçim öncesinde Başbakan ve ilgili bakanlar, cari açık konusunda gayet rahatlar. Hatta, “Cari denge açık verse ne yazar.  Ülkeye, çıkandan daha fazla döviz geliyor. Kasalarımız döviz dolu. Dolar kıtlığı olsa kurlar yerinde mi sayardı. Boş boş konuşuyorsunuz” demeye getiriyorlar.
Bizde ekonomi politikaları bağımsız olmadığı için, doğal olarak ekonomide de normal, olması gereken “dengeler” yoktur.  
Ne bütçe dengesi, ne dış ticaret dengesi, ne de “cari denge”…  
Atatürk dönemi dışında bizde mesela “denk bütçe”bir türlü sağlanamamış.  
1950’lerden beri  “Borç yiğidin kamçısıdır” sloganı ile insanımız hep borçlanmış.
Son 40 senede mutat hale gelen şey şuydu: Cari açık 5-6 senede bir sürdürülemez hale gelir,  döviz kıtlığı başgösterir... 
Yaparsın bir devalüasyon, yani faturayı kesersin vatandaşa, ithalat acayip pahalanır, halk fakirleşince hükümetin prestiji sıfıra düşer, seçime gidilir... Devalüasyon ithalatı frenlediği için biraz “denge” sağlanır, yabancılar ucuzlayan Türk mallarına, borsasına dolar getirir, hükümet bayram eder, bu devran devam eder giderdi.
AK Parti dönemindeki fark, kriz olsa da hükümet devam etti. 
"Gelecek hükümete ye yaptıracaksanız, söylen yapayım" kıvraklığı...
Normal ticaretle gerekli dövizi kazanamırsan, faiz yükselterek, borsaya, hazine kağıtlarına vs yabancı sermaye gelmesini gözetlersin... 
Özelleştirme, borsa, devlet tahvili, yüksek reel faiz.  
Gelin TCMB Mart 2011 verilerinde, cari açığı kapatan bu paraların konumuna bakalım:   
-          Yabancıların mülkiyetindeki hisse senetleri  toplamı:   61,4 milyar dolar. Bu rakam 2005 yılında 33.3, 2007’de 64,2,  2008’de 23.1, 2009’da 47.2 milyar dolardı. En ufak sarsıntıda kaçan en “sıcak para” işte bu.
-           Yabancıların mülkiyetindeki  devlet iç borçlanma senetlerinin tutarı 38.7 milyar dolar. Vadeler  2020’ye kadar uzuyor.
-          Yabancıların Türkiye’deki doğrudan yatırımları toplamı 138,1 milyar dolar. 
-          Yabancıların mevduat hesapları:  bankalarda 28.2 milyar dolar, Merkez Bankası’nda 12.2 milyar dolar. 
-          Türkiye brüt dış borç stoku290.360 (78 milyar doları kısa vadeli)
-          Özel sektörün yurtdışından sağladığı uzun vadeli kredi borcu: 122.8 milyar dolar.
-          Özel sektörün kısa vadeli dış borç stoku : 77.2 milyar dolar. (50 milyar doları bankalara)
-          Uluslararası rezervler, altın dahil:  92 milyar dolar.
-          Yurtiçindeki kişilerin yurtdışında portföy yatırımlar:  1.9 milyar dolar, doğrudan yatırımları 19.7 milyar dolar.
Dolarlar, daha yüksek faiz, daha fazla kazanç için akmaya devam edecek. 
Ama bunlar “babanızın parası değil” ve bir gün kazandıkları ile birlikte, hatta misliyle geri dönecek. 
Yabancı sermaye girişi ile oluşan bir “saadet zinciri”...
İktidarın ömrü bu zincir kadar mı dersiniz?
İyi pazarlar…


22 MAYIS 2011, Pazar YENİ DÖNEM 

16 Mayıs 2011 Pazartesi

'Çılgın proje' mi 'çıldırmış proje' mi?


Türkiye’de, defalarca ekonomik krize neden olan “cari açık”, yine tehlikeli noktalara ulaştı. Hükümet cephesi, Mart ayı cari açığının yüzde 121 artmasını “münferit” saysa da, gelişmeler, cari açığın finansmanında son 10 yıldır kullanılan yöntemlerin de sınırına gelindiğini gösteriyor. 


Ekonomi siyaset, iktidar, başbakan, oy vs. dinlemez, şakası yoktur.  
Kronik bir cari açık asla sürdürülebilir değildir, pimi çekilmiş bombadır ve eninde sonunda sizi vuracaktır…
Önce tarifini yapalım: 
Cari açık, ülkenize değişik yollarla giren döviz miktarı ile ülkenizden değişik yollarla çıkan döviz miktarı arasındaki farktır.  Bunun içinde en büyük kalem, kuşkusuz alınan (ithalat) ve satılan (ihracat) mallar arasındaki farktır. Buna “mal dengesi” de denir. Bir diğer kalem  “hizmetler dengesi”dir. Turizm gelirleri, uluslararası nakliye, sigorta gelirleri vs… Üçüncü kalem, yurtdışında yapılan sermaye veya fortföy yatırımları ile elde edilen dövizi ifade eden “yatırım dengesi”dir.  Son kalem de, daha çok yurtdışında çalışan“gurbetçilerin” yolladığı dövizlerden oluşan “Cari transferler”dir.
Hatırlatalım, 2001 ve daha önceki krizler rekor cari açıklarla patlak verirdi. 
Döviz açığı rekor seviyelere ulaşınca, bombanın pimi, yüksek oranlı bir devalüasyonla çekilmiş olurdu. Ancak, AKP hükümeti döneminde,  bu aşırı döviz talebi özelleştirmeler, yabancı sermaye yatırımları ve yurtdışına hazine tahvilleri vs. yoluyla karşılanabildi. Kronik dış ticaret açığının yarattığı döviz ihtiyacı bu yollarla karşılandı. 
Uluslararası konjonktür buna uygundu, “para bolluğu” yaratılmış, faizler düşmüştü. Bu durum, 2008’deki kriz sonrasında yeniden toparlanarak hala sürüyor. Sonuçta ufak oynamalara rağmen döviz sıkıntısı çekilmiyor, hatta doların değeri de yerinde sayıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB), Mart ayında cari açığı 9.8 milyar dolar olarak açıkladı. Buna göre,  2011 yılı Ocak-Mart döneminde cari işlemler hesabı, bir önceki yılın aynı dönemine göre 12 milyar 89 milyon dolar artarak, 22 milyar 118 milyon dolar açık verdi. Yıllandırılmış cari açık ise 60.5 milyar dolara ulaştı. Tabi bu gelişme üzerine dolar ve faiz oranı başını yukarı doğru kaldırdı, borsada satışlar tetiklendi.
Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, bu gelişmeyi “münferit” diye açıkladı. Babacan, Bunun en önemli sebebi, Türkiye’deki bazı uluslararası şirketlerin, mart ayı sonu itibariyle elde ettikleri karın bir kısmını temettü olarak Türkiye dışına taşımaları oldu” dedi. TCMB verilerine göre net çıkış, 2 milyar 939 milyon dolar. Kâr transferlerini içeren doğrudan yatırım/gider kalemi 1 milyar 367 milyon dolar.
 Ben,bunun “münferit” olmayacağını, bu çıkışın, hem de artarak süreceğini düşünüyorum. 
Ne yani, buraya yatırım yapan yabancının, eninde sonunda yatırdığı paradan çok daha fazlasını alıp götürmeyeceğini mi sanıyoruz?
Sonuçta “cari açık” adlı mayının kaynağı dış ticaretteki açıktır.Bu açık kronik/yapısal bir hal almıştır. Artık fabrikalar neredeyse tamamen ithal malla çalışıyor.
İhracat artışı demek, ithalatın daha fazla artması demek...
TÜİK verilerine göreihracatın ithalatı karşılama oranı son bir yılda yüzde 67,5’den yüzde 54.7’ye düşmüş. Sattığınızın iki katı mal almak zorunda kalmışsınız. Bu sistem kurulmuş, yıllardır, tıkır tıkır işliyor!
İthalatın, vatandaşın “ithal mal” talebinden, lüks merakından kaynaklandığı lafları tamamen kandırmaca. 
Çünkü, toplam ithalat içinde tüketim mallarının payı (Mart 2011 rakamı) sadece yüzde 12,3. Türkiye 31 milyar dolarlık ihracata karşılık 56 milyar dolarlık ithalat yapmış. Bunun yüzde 71,8’i hammadde ve ara malı, yüzde 14,6’sı makine vs.
Düşünün, siz yurtdışına 31 milyar dolarlık mal satmak için dışarıdan 39,7 milyar dolarlık ara malı, 8,2 milyar dolarlık makine almışsınız. 
Bunu kaç yıl daha sürdürebilirsiniz ki!  
Maalesef seçim öncesinde ne iktidar ne muhalefet partilerinin gündeminde bunlar var…
Düşünüyorum da acaba hükümetin şu  “çılgın proje”si, bir cari açık kapama projesi mi? En az 50 milyar dolar, 100 milyar dolar yabancı para (dış kayak) çekme hayali kuruluyordur belki de...
Umarım “çılgın” olmak, “çıldırmış” olmakla karıştırılmıyordur…
İyi pazarlar…

  
15 MAYIS 2011, Pazartesi 

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Kan ve savaş ekonomisi!


Amerikan Başkanı Obama’nın Bin Ladin’i öldürttüklerini açıklamasından itibaren ekranlarda yeni bir kafa ütüleme dalgası başladı. Koca koca profesörler, gazeteciler, çoğu “emniyet kökenli” uzmanlar (ama bu mübarekler her konuda uzman!) saatlerce boş boş konuşuyor. 

ABD’nin tepe noktasındaki isimler bir odaya sıkışıp hararetle bir cinayet izliyorlar...Bir örgüt lideri,  silahsız olduğu halde, bir evde baskınla öldürülüyor. 
Kadınların da bulunduğu grup, bu kanlı ceset görüntülerini keyifle izliyorlar...Ardından, hiç sallamadan topraklarında kafasına göre operasyon yaptırdıkları Pakistan’ın istihbarat örgütü ISI’yı “terörist listesine almayı” konuşuyorlar.
Bizimkiler de bunu bana, efendim, uluslararası hukukla, “terörle mücadele” ile falan açıklamaya çalışıyor.
Olup bitenleri anlamanın tek yolu var: ekonomi, para,  çıkar, "money"!
Bakınız, benim bir tezim var: Şu dünyada, fazla değil, 10-15 yıl tam bir barış olsa, ABD resmen iflas bayrağını çeker!  
ABD, ülkeler arasında savaş çıkarmaya çalışır, gerginliği körükler; baktı olmuyor, bu sefer kendisi çıkarır savaşı. 
Bu, Amerikan liderlerinin kişisel olarak kötü ruhlu, vampir olmalarından kaynaklanmıyor:İşleri bunu gerektiriyor!
Nasıl mı?
Stockholm Uluslararası Barış Enstitüsü verilerine göre, 2008 yılında dünyadaki toplam “savunma bütçesi”,  1 trilyon 321 milyar dolarmış. Bunun yüzde 41,5’i (604 milyar dolar” sadece ABD’ye ait. 2010 mali yılına ilişkin ABD’nin askeri harcama miktarı resmi olarak 685 milyar dolar olarak açıklandı. Bunun yaklaşık 300 milyar doları ülke dışındaki operasyonlara gitmiş. 
Ama Obama geldi, dünyada demokrasi güçlenecek” diyenler boşuna hayal kurmasın. Zira 2012 yılında projeksiyon, harcama öngörüsü 1-1,5 trilyon dolar.
Savunma Bakanlığı (US Department of Defense) savunma giderlerini,  yaklaşık olarak Federal Bütçe harcamalarının yüzde 30vergi gelirlerinin 50’sinioluşturduğunu açıkladı. 
Ama asıl tablo savaş sanayiinde..
“Savunma sanayi”  adı altında askeri uçaklardan füzelere, uydu ve haberleşme sistemlerine, tank, top, tüfekten bombaya, her türlü silahın üretildiği kocaman bir ekonomi var bu ülkede.
Dünyada askeri malzeme üreten en büyük 184 firmanın 51’i Amerikan firması. Türkiye’den ASELSAN, Bricett, MKEK ve TAİ’nin de olduğu bu liste, aslında kamuoyunun önündeki liderlerin neden bu kadar savaş sever olduklarını açıklıyor. General Dynamics, Barett, Boing Defense, Charter Arms, Detonics, Land Warfie, Smith Wesson, Thomson, Lockheed Martin takır takır iş bekliyor! 
Bugün El Kaide kuracaksın,  silah satacaksın;  sonra “o var” diye Afganistan’ı işgal edeceksin. Baktın artık işler kesatlaştı, gidip öldüreceksin, sonra o ölürken destek görmedik diye Pakistan’ı hedef tahtasına koyacaksın…
Adamlar harıl harıl çalışıyor. 
Nisan sonunda Hindistan’dan 10 milyar dolarlık savaş uçağı ihalesini almak için bizzat Obama kalkıp bu ülkeye gitti. İhaleyi Fransızlara kaptırınca bozuldular, büyükelçileri Timothy Roemer istifa etmek zorunda kaldı… 
Savaş çıkacak, bombalar atılacak, silahların adı, özellikleri, üretici firmaları tek tek haber bültenlerinde tanıtılacak...
lkelere, kendini tehlikede hissettireceksin. Sonra siparişler gelecek… 
Tanıtımda kullandığın bombaların faturasını da bombaladığın ülkeye keseceksin…
Medya da bunu perdeleyecek senaryolar yazacak. 
Vatandaşı adam öldürmenin, ülkeleri işgal etmenin, silah pazarlamanın meşruiyetine ikna edecek!
Yiyenlere afiyet olsun…



08 MAYIS 2011, Pazartesi YENİ DÖNEM 

3 Mayıs 2011 Salı

Vaatler ve gerçekler

Siyasi partiler, ekonomik politikalarını birer seçim vaadi olarak açıkladılar. Projeler uçuştu. İktidar partisi “çılgın” projesini açıkladı, büyümede en yüksek rakamı söyleme yarışı başladı. Peki, hedefler ne kadar ülke ihtiyaçları ile örtüşüyor ve de ne kadar gerçekçi? 

Seçimin favorileri Ak Parti, CHP ve MHP’nin (Seçim barajı sadece sandıkta değil, kafalarda da hâkim olduğuna göre, geri kalanlar yok sayılıyor) ortak hedefi yeni Anayasa

Ülkenin demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğu çok açık. Bu konudaki kilit sorun, iki dönemdir iktidar gücünün kullanan Ak Parti’nin artık “etkin güç” olarak yeni Anayasa’da demokratik düzenlemelere ne kadar sahip çıkacağıdır.

Zira malum, partiler muhalefette olunca, -kendilerine lazım olduğu için- demokrasi isterler. Ancak seçilince, adil olmayan iktidar gücünün kullanmak hoşlarına gider. 
Bu yüzden örneğin bir türlü seçimde “baraj” kaldırılmaz, siyasi partiler kanunu hep seçim zamanlarında hatırlanır.  Şimdi bunlara galiba, Kürt ve alevi kesimini rahatlatacak Anayasal değişiklikler de eklendi.
Ayrıca, “hukuk”, “yasa”, kullanılan gücün, halk nezdinde meşru hale getirilme çabasından ibarettir.  
Kurallar iktidar gücünü kullananların çıkarına göre düzenlenir.
Bu yüzden de “demokratik anayasa” ancak demokratik, adil bir yönetimin isteyeceği bir şeydir.
 Anayasa’yı, iyiniyetli bir “Toplumsal sözleşme” görüp, bunu da üniversitedeki profesörler, uzmanlarca hazırlanacak bir toplumsal, evrensel kurallar bütünü olarak ele almak en hafifinden naifliktir. 
Bu yüzden açıkçası bütün partilerin “fikir birliği” yapmış gibi göründüğü yeni Anayasa yapımı konusunda o kadar kolay yol alınabileceğine hiç inanmıyorum.

Ve tabi ekonomik hedeflerin de mutlaka gerçekçi olması gerekiyor. “Gerçekçi” olmak, ete kemiğe bürünmek, bir kesimin çıkarını ifade etmek demektir. Bu açıdan örneğin, Başbakan Erdoğan’ın “çılgın proje” diye açıkladığı, İstanbul’a yeni bir boğaz, küçük bir Süveyş Kanalı açma fikri hiç de “hayalci” değil bence.
Bu, İstanbul için düşünülebilecek en büyük rant ve “büyüme” projelerinden birisi.  
İktidar TOKİ inşaatları, “duble yol” ve büyük çaplı “yap işlet” projeleriyle bu yolu çoktan keşfetti. Yeni zenginler yarattı. Eminim ki, “Kanal İstanbul” gibi sadece kanal inşaatı 20-30 milyar lira tutan; adası, limanları, konut ve iş merkezleri ile bunun on katı bir işi ifade eden proje için şu anda elini ovuşturan bir sürü şirket, emlakçı, inşaatçı vardır. Hatta işi hangi firmalara vereceklerini bile düşünmüşlerdir.  
MHP bu projeyi “yeni zenginler yaratma” projesi olarak görüyor. Doğrusu, MHP lideri Bahçeli, her ne kadar “ekönömi” olarak telaffuz etse de, ekonomiyi bilen birisidir. Üniversitede Türkiye Ekonomisi adlı dersimizin hocalarındandı. 
Partilerin hepsi işsizliği azaltmayı vadediyor. Her yıl CHP 800 binAK Parti 400 bin kişiye iş vadediyor.
 Ancak bunun pratikte nasıl olacağına ilişkin bir formül yok. Örneğin hangi sektörleri destekleyeceksiniz, yeni fabrikalar açılmasını nasıl sağlayacaksınız? 
Partilerin, artık ekonomik büyümenin, istihdamda istenen artışı sağlamadığını da anlaması gerekiyor. 
Siz üretimi artırabilirsiniz ama,  bu illa da yeni işçi ile olmuyor. Patronlar yapabilirse her işini makine ile yapmaya, olmuyorsa 2 işçiye 3 kişilik işi yaptırmaya çalışıyor.
10 tane “dünya markası” yaratma projesini not etmek isterim, çok ilginç. Bakalım hangi markalar seçilecek.
CHP’nin “Aile Sigortası” projesi -sigorta adı yanlış kullanılmış da olsa-, en gerçekçi ve toplumun ihtiyacına denk gelen projelerden birisi.
 Sayıları 10-12 milyon olarak ifade edilen yoksul ve muhtaç insanlara devletin mutlaka elini uzatması gerekiyor.  
Yaşlı, sakat, kimsesiz, eğitimsiz, vasıfsız milyonlarca insan var ve artık “herkese iş bulacağız” gibi boş laflardan dönülmesi nihayet doğru yönde olunduğunu gösteriyor.
Ama CHP’nin her yıl yüzde 7 büyüme, AKP’nin benzer şekilde “2 trilyon dolar” hedeflerinin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Sorun şu ki, maalesef bizde 7 değil yüzde 10 da yakalanıyor, ama sürdürülemiyor! Bunun en önemli nedeni büyümenin ithalata bağımlı hale gelmesi. Bu çok kronik bir hastalığımız. Türkiye’nin hammadde ve ara malı ile enerji konusunda yerli üretime dönmedikçe büyümeyi sürdürülebilir hale getirmesi de hayal.  
Nice yıllara YENİ DÖNEM!
Sevgili okurum, gazetemiz YENİ DÖNEM, en zor sınavını verdi ve bir yılı geride bıraktı. Artık gazete, televizyon kurmak büyük sermaye işi ve mesleği gazetecilik olanlar çoktan beri bir gazete çıkarmanın hayalini bile kuramıyor. 
Bu iş patronların yatırım alanı oldu. 
Baksanıza, borsada medya şirketlerinin hissesi alınıyor, satılıyor… Patronların, para sahiplerinin “oyun alanı” artık. 
Bu yüzden YENİ DÖNEM gibi mesleği gazetecilik olan insanların kurduğu gazetelerin yaşaması çok önemli.  Zor bir iştir, en zoru da başlamak ve ilk yıldır… YENİ DÖNEM ilk yılı geride bırakarak işin en zor kısmını geride bıraktı, kefeni yırttı. YENİ DÖNEM’i kuran, parasını, emeğini, heyecanını koyan bütün arkadaşları tebrik ediyorum.



1 Mayıs 2011