28 Ağustos 2012 Salı

Sula batağı, semirsin sinekler!



İtiraf edeyim, ne asker cenazeleri, ne siyaset… Geçtiğimiz hafta boyunca kafamı en çok meşgul eden şey, bizim site yönetimindeki sıkıntılardı. Laçkalık, düzensizlik, hep ekmek kapısı olagelmiş. Birileri göz göre ahaliyi söğüşlüyor! 


Dostlar, hepimiz, haklı olarak, memleket üzerine kafa yoruyor, iktidarı, muhalefeti eleştiriyoruz…

Meğer biz, başkentte, yaklaşık bin nüfuslu, orta çaplı bir siteyi yönetmekten bile acizmişiz.
Efendim, öykü şu:
Ankara Batıkent’te 300’e yakın konutun bulunduğu bir sitede yaşıyorum. Malum, site yönetimlerine genelde emekli, biraz da milletin derdi ile ilgilenmeyi seven, gönüllü tipler aranır. Ama benim yönetime talip olmamın nedeni tamamen farklıydı. Binalarımız yaklaşık 20 yaşına gelmiş, çevreyi de çok katlı “lüks” konutlar sarmış. Yönetici “Evlerimizi arsa olarak müteahhide veriyoruz, karşılığında birer yeni daire alacağız” diyor, bir heyecan körüklüyor, herkes havaya girmiş, site içinde apartmandaki daire sahipleri ile bahçeli dubleks konut sahipleri farklı taleplerde bulunuyor, inceden kamplaşma var, yönetimi daireciler oluşturmuş, ben de dubleksçileri temsilen 3 kişilik yönetim kuruluna seçiliyorum…
3 arkadaştan birisi eski başkan, diğeri eski denetçi… “Devir teslim” formaliteleri üzerinde ısrarım sürünce,  ortaya çıkıyor ki, Genel Kurul’a sunulan Gelir Gider Tablosu’ndaki yaklaşık 40 bin lira, buharlaşmış!
Haydaa, işin rengi bir anda değişti. Kendimi bir laçkalığın içinde buluverdim. Sitede yönetim ofisi var, çelik, klasörler, her şey normal görünüyor; ama hiçbir düzen yok! Herkes topladığı aidatı cebinde taşımış, harcamış, geri ödeyememiş… Tek düzgün işleyen şey, kimseden makbuzsuz aidat alınmaması. Usulsüzlük, zimmet, dolandırıcılık vs.
Denetim Kurulu’nu çağırdığımda, anlaşıldı ki, bu sitenin yönetimi ilk defa denetimden geçiyor… İnsanlar genelde ilgisiz, toplantılara katılım yetersiz, yöneticiye maaş da ödenmediği için kimse adaylığa yanaşmıyor…
Neyse, siz bu yazıyı okurken, bizim Olağanüstü Genel Kurul toplanacak. Her şey ne kadar düzelecek göreceğiz…
Sormadan edemiyorum: Yaşadığı bir sitede, apartmanda bile adam gibi yaşamayı beceremeyen bizlerin, koskoca ülkeyi yöneten siyasileri suçlamaya ne kadar hakkımız var?
Gazetecilik yılları boyunca öğrendiğim şeylerden birisi şu oldu:  Düzensizlik, plansızlık, laçkalıklar asla masum değildir!
Eğer bu sitenin yönetiminde adam gibi bir işleyiş olsaydı, kimse usulsüzlük yapamazdı.
Bursa Büyükşehir Belediyesi veya ilçe belediyeleri örneğin her şeyi imar planlarına uygun yapsaydı, milyarlarca liralık arazi rantı oluşamaz, siyasetin finansmanı bu kadar kolay olmazdı…
Ankara Büyükşehir Belediyesi sağlam Nazım İmar Planı’na sahip olsaydı, gecekondular, kaçak yapılar olmasaydı, birileri bu kadar zenginleşemezdi, belki başkan üst üste böyle seçilemezdi…
Deveye demişler, neden boynun eğri”…
Maalesef bizim ekonomimiz de,  siyasetimiz de, adaletimiz de laçka...
Fatura öyle yerlerden çıkıyor ki, afallıyorsun.
Örnek mi:

  “Cari açık kronik hale geldi. Devletin her ay ekstradan 4,5-5 milyar dolar bulması lazım. Bulunamazsa dolar patlar.”

Bu, kriz demek!
Hatırlarsınız, dolar geçtiğimiz sonbaharda 2  liraya doğru koşmaya başladığında, hepimizi bir korku sarmıştı.
Şimdi 1,8 sınırında duruyor…
Peki, ne değişti?
Daralma, ithalatın azalması elbette cari açığı da nispeten azalttı. Ama yetmez.
Peki, bu dolarlar nerden geliyor? Hükümetin “başarısının” sırrı nedir?
Bir meslektaşım, “Suriye’de karışıklık çıkarma karşılığında Arap kralları Türkiye’ye 10 milyar dolar veriyor” minvalli yazınca, kaynaklardan birisi ortaya çıktı!

İnsan ister istemez düşünüyor: Dolar gelsin, kriz patlamasın, hükümet kalsın diye mi ülke başını Suriye belasına sokuyor?

Sinek avlamak yerine, bataklık kurutmayı tercih edeceğimiz günlere, diyorum…
İyi pazarlar

27 Agustos 2012
.

26 Ağustos 2012 Pazar

Toplumsal barış, önce kafada…



Geçtiğimiz hafta ülke gündemini CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün, seçim bölgesinde teröristlerce kaçırılması işgal etti. İktidar ve “ana akım” medya, Aygün üzerinden CHP’yi yıpratma kampanyası başlattı, “Öz CHP-Yeni CHP”kavgası yaratmaya, partilileri birbirine düşürmeye çalıştılar. Siyasi polemiklerin arasında, bilinçaltımız açığa çıktı: Maalesef toplumsal barışa, kafa olarak bile çok uzağız… 


Ne terör uzmanıyım,  ne de siyaset bilimci… Ama 30 yıla yakın gazetecilik yapan birisi, bir vatandaş olarak, gelişmelere kaygısız kalmak mümkün olmuyor. Partiler, siyaset falan da ilgimi çekmiyor. Zira siyasi partiler ve siyaset kurumunun bağımsız ve salt halkın tercihi ile biçimlenen şeyler olmadığının farkındayım.  Eğer siyaset vatandaşın doğrudan çıkarı, inisiyatifi ile biçimlenseydi, benim ülkemde yıllardır kan akıyor olamazdı!
Allah aşkına, hangi köylü, hangi memur, hangi işçi veya esnaf, kendi inisiyatifi ile kapı komşusu, köylüsü, mahallelisi, hemşehri, hatta başka vilayetten birisiyle kavga ister, ona düşmanlık güder? Herkes kendi derdinde.  İşine, ay sonu alacağı paraya, çocuğunun eğitimine, sağlığına bakıyor; evlenmek, ev sahibi olmak, mutlu bir yaşam sürmek istiyor.
Türk-Kürt veya Alevi-Sünni kavgası kaşına kaşına öyle bir boyuta ulaşmış ki, insanlar karşısındakinin insan olduğunu, vatandaşı olduğunu bile unutabiliyor.
Lütfen bir an elimizdeki işi gücü bırakıp düşünelim:
Şemdinli’nin bir sokağındaki esnaf veya köyündeki bir çoban, çıkıp da eline silah alıp teröristlik yapmak isteyebilir mi? Karakoldaki polis ile bir hesabı olabilir mi? Polis, jandarma vatandaşın, hastane ve hapishane gibi “Allah ne düşürsün, ne de eksik etsin” dediği yerdir.  Batman’da bir petrol  sondajcısı,  Diyarbakır’da bir inşaat işçisi, bakkal, ev kadını, doktor, mühendis, işi gücü bırakıp  İzmir’de, Edirne’de, Polatlı’da, Çankırı’da yaşayan herhangi birisine sırf Türk olması yüzünden hınç duyabilir mi?
Ya da Ankara’da bir memur, İzmir’de bir turizmci, İstanbul’da bir işletmeci, Eskişehir’de bir ev kadını, Bursalı bir işçi, Antalyalı bir seracı, Samsun’da bir balıkçı, Rize’de bir çay üreticisi kalkıp da Diyarbakır’da, Mardin’de insanların Kürtçe okula gitmesinden, okuyup yazmasından, türkü söylemesindenrahatsızlık duyup da bunu kafaya takabilir, bu nedenle düşmanlık besleyebilir mi? Van’daki deprem için sosyal medyada “Tam isabet, hepsi gebersin” yazan insanlarımız oldu!
Sizin aklınız alıyor mu?
Almıyorsa demek ki bu durumu beceren,  yaratan siyaset kurumu ve siyasi iktidarlarımız... Tabi onların kontrolündeki medya.
Farkında mısınız, toplumda en çok alkışlanan şey, kan, acı, gözyaşı ve ölüm…
Galiba, milletvekili kaçırma olayında da kimileri hiç mutlu olmadı…
Çünkü Hüseyin Aygün öldürülmedi!
Bedeni tabuta konulsaydı, coşkuyla bayrağa sarıp, “Şehitler Ölmez” sloganı atarlardı…
Teröristlerin bastığı karakolda sağ kurtulan askerleri hapse atan bir ülke olabilir mi?
Efendim bu vekilin “Söylemi CHP ile uyuşmuyor”muş…
Peki, soruyorum:  Bölgeden seçilen AKP’li Kürt vekillerin söylemi acaba Naim Şahin’in söylemine mi yakın,  Selahattin Demirtaş’ın söylemine mi?
Bence araştırmaya değer…
Sorun, insanı anlamak ve sevmekte…
Kafayı kuma gömmenin artık yararı yok.  Dağdaki terörist de bu ülkenin vatandaşı. Ailesi, anası babası var; genç olur, hasta olur, dağda dolaşmaktan bıkmış, bir vekile lütfen artık bu işe meclis çözüm bulsun da evimize dönelimdemiş olabilir.  
Nasıl AKP’li vekil, “Dağdakiler canım ciğerim, akrabalarım” diye bir gerçeği beyan ettiyse, CHP’li vekil de “Dağdaki genç arkadaşlar” diye yine onların halkın bir parçası olduğunu ifade ediyor.
 Ve eğer siyaset kurumu, ülkeyi terör belasından kurtarmak istiyorsa, Aygün gibi isimlere sahip çıkmak zorunda.  Kılıçdaroğlu’nun vekiline sahip çıkması bu bakımdan çok önemli. 
Kardeşçe, barış içinde yaşanıla bir Türkiye dileğiyle, 
 iyi bayramlar…

   
23 Agustos 2012
 

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Paradigma alevler içinde...


Tam aşırı yaz sıcaklarından kurtulmaya başladık, hava serinledi diye sevinirken, her yandan alevler, dumanlar sarmaya başladı memleketimi… Ateşin, alevlerin sıcaklığını hissediyorum; yalaz sanki suratımı yalıyor, yakıyor. Bu yüreğimizi dağlayan bambaşka bir ateş… 



Savaş kapıya dayanmış, mevziler hazır, tanklar yerleşmiş.

Üstelik düşman da bir tane değil…
Güzel memleketim,  etnik/ulusal sorununu çözüp, laikliği ayakları üzerine oturtarak, insanı ile barışmayı başaramadı. Sorunlar kangrene dönüştü. Varlığını, iç gerginliklere borçlu olan siyasi iktidarlar, bu paradigmanın artık iflas ettiğinin bile farkında değil! Nato kafa nato mermer…
Sesli düşünüyorum:  Küçük silahlı bir grup çıktı, 28 sene önce,  devlete kafa tuttu, “Kürtlerin hakkını savunuyorum” dedi.  Cezaevinde işkence görenleri, sıkıyönetim mağdurlarını, gariban köy yoksullarını topladı.  Devlet, şikayetleri dikkate alıp sorunları çözmek yerine, grubu bastırmak için 1 trilyon doların üzerinde para harcadı, binlerce güvenlik görevlisi canında oldu. İş Kürt milliyetçiliğine döndü.  Devlet siyasi ve demokratik çözümde ayak sürdükçe, örgüt taraftar kazandı, büyüdü; istediğini milletvekili, istediğini belediye başkanı seçtirir hale geldi. Bölgede hakim siyasi güç oldu. Ülkenin batısı ile doğusu arasında gönül bağı kopmaya başladı. Şimdi sınır uçlarından başlayarak, kırda, şehirde devlet otoritesini berhava etme aşamasına geldi. “Devrimci halk savaşı” diyor, “Alan hakimiyeti” planlıyor.
Devletten özerk yönetim istedik, vermediler, o zaman günah bizden gitti, kendimiz zorla alacağız”…
Hükümet “açılım”ı rafa kaldırdı, adeta devlet “fabrika ayarlarına döndü”, daha fazla asker,  polis, özel savaş…
Analar ağlıyor, gencecik insanların ardından yükselen feryatlar yeri göğü deliyor…
Bir yanda “Şehitler Ölmez”, diğer yanda “Şehid Namırın…” sloganları…
İçinde her gün acı, öfke, kin, intikam biriktiren, cepheleşen bir toplum.
Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız… Ama tabutlara sardığımız bayraklar bile farklı olmaya başladı.
Memleket bu haldeyken, iktidar sırtını “Büyük birader” dayadığını düşünerek kah Suriye’ye, kah İran’a savaş tehdidi savuruyor.
Ve, yetmiyor…
Birilerini Türk-Kürt düşmanlığı körüklemek de kesmiyor…
 “Alevi-Sünni” çekişmesini kaşımaya devam ediyorlar.
AKP’nin etkili bir milletvekili ekranlarda gayet pişkince, “İslam’ın ibadethanesi camidir. Cami yalnızca Sünnilerin değil tüm Müslümanların ibadethanesidir. Alevilerin de ibadethanesidir” diyor.
ABD’nin Fulbright bursu ile Harvard’larda dolaşıp Polis Akademisi’nde Prof. olan bu vekil “Alevilik raporu”  ile AKP’den büyük alkış aldı. Ancak küçük bir kusuru var, galiba Türkiye’de yaşamıyor… Siz hiçbir Alevi’yi camiye götüremezsiniz… Adam Cemevi istiyor!
Üstelik Alevi’yi buna ikna etseniz bile, Sünniler buna izin vermez, camiye sokmazlar!
Ben Kürdüm, anadilim, kültürüm” diyene, “Yok canım, aslında siz Türksünüz”diyen kafa, aynı pişkinlikle, Cemevi isteyen Alevi’ye, “Yok canım, siz din kardeşimizsiniz, gelin camilerde size de yer var, öyle Cemevi falan çıkarmayın, size göre imam da veririz ” diyor…
Yok sayma ve asimilasyona devam yani…
Oysa, çağdaş demokrasilerde yol bellidir: laiklik…
Adı var, kendisi yok laiklik…
Avrupa bu işi yüz yıl önce halletmiş.
Örneğin, Fransa’da 9 Aralık 1905’de çıkan bir yasada şöyle deniyor: “Devlet hiçbir kiliseye veya din adamına maaş vermez, dini faaliyetleri sübvanse etmez. Kilise maaş ve diğer harcamalarını, cemaatinden ve kendi gelirlerinden sağlar. Devlet, bütün dinlere karşı eşit uzaklıkta durarak, vatandaşın din ve inanç özgürlüğünü garanti altına alır.”
1905’te Fransız meclisindeki hararetli tartışmaları, keşke yerim olsa da size yazsam...
Biz, bir asır sonra, bugün, 100 binden fazla maaşlı çalışanı olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını tartışmaya bile cesaret edemiyoruz…
Laiklik diye yutturulan bu sistem artık yürümüyor.  Toplum artık inanç dünyasında da kendi içinde kin, düşmanlık, öfke biriktiriyor, maalesef…
Alevler içinde yanan galiba bizim geleneksel paradigmamız!
İyi pazarlar…

15 Agustos 2012,

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Suriye'de Kürtler, tehdit mi, fırsat mı?


Ankara’nın yakıcı sıcağından, akşam serinliğine hazırlanırken, gözüm televizyondaki bir röportaja takıldı


Gözlüklü, kravatlı, traşlı, bakımlı, hafif tombul,  esmerce, pala bıyıklı bir Suriyeli, gayet güzel Türkçe ve entelektüel jargonla,  spikerin sorularını yanıtlıyor. Başbakan Erdoğan’ın “Eyvallah etmeyiz” deyip askeri müdahale sinyali verdiği, oraya buraya bayrak asan Kürt hareketinin liderlerinden biriymiş.  “Elebaşı” yani… Ama bu adama terörist demek için, tamamen gözü karartacak kadar dolduruşa gelmiş olmak lazım…Konuşan kişinin adı yazılıyor: Demokratik Birlik Partisi (PYD) eş Başkanı Salih Müslim. Müslim, özetle diyor ki, “Suriye’de bir devrim oluyor. Herkes, Esad’dan kurtulmak ve demokratik bir ülkede yaşamak istiyor. Yüksek Kürt Konseyi kurduk ve biz 3-4 milyon Kürt’ü temsil ediyoruz.  Amacımız sadece bu iç savaşta kendimizi korumak. Bu amaçla kendi öz savunma güçlerimizi oluşturuyoruz. Halk Meclisleri ile yönetimi  kontrol altına alıp savaş ve kandan uzak kalmak istiyoruz.  Türkiye’nin bizden rahatsız olması için hiçbir neden yok.  Öyle büyük Kürdistan peşinde falan değiliz.”
Kısa bir araştırmayla anlıyorum ki, bizim medyada adı PKK yan kuruluşu gibi sunulan PYD bölgede uzun süredir faaliyet gösteren bir siyasi parti. Gazetelerde, kot pantolon, kösele ayakkabı  ve tişörtlü gençlerin keleşle talim fotoğraflarına bakılırsa, silahlı grupları da yeni yeni oluşturuyorlar. Anlaşılan Barzani’ye yakınlıkları “karşılıklı saygı”dan ibaret.  Mesela “Barzani’den direktif alacak değiliz” diyorlar. Hayli de soğuklar.  Barzani’yi “Kürt milliyetçisi” olmakla suçluyor, kendi içlerinde Arap, Türkmen vs. olduğunu söylüyorlar.  PKK ile ilişkileri ise “soydaşlık”, nispeten daha “ideolojik”; "organik" olmasa da siyasi açıdan daha yakınlar.
İşin Türkiye’yi ilgilendiren yanına gelince…
Ana akım medya” denilen basında pompalanan, “Suriye’nin kuzeyinde bağımsız Kürt devleti kuruluyor. Bunlar terörist,  bir an önce gidip işgal edelim, hadlerini bildirelim” havasının tehlikesine dikkat çekmek istiyorum.
Türkiye’ye karşı herhangi bir tecavüz olmadan girişilecek bir askeri müdahale, öncelikle,  Suriye ile savaş anlamına gelir. Zira Kürt bayrağı çekildi denilen kentler, Suriye ordusunun kontrolünde.   Birileri Türkiye’yi savaşa sokmak için PKK bağlantısını özellikle kurgulayıp önümüze tuzak olarak koymuş bile olabilir. 
Daha kötüsü, bu savaşla, ülkede Kürt sorununun demokratik ve siyasi çözümüne ilişkin çabalar yerini daha büyük kalkışmalara, kitlesel  çatışmalara bırakabilir.
Şimdi, milliyetçi ve de “ulusalcı” bakışla makul gibi algılanan “Kürt fobisi”, askeri bir müdahaleye dönüşürse,  asıl korkulan şeyin olmasına katkıda bulunmuş olunacaktır!
Nasıl ki, son 30 yıldır “teröre”, “PKK’ye karşı” diye uygulanan “güvenlik odaklı” politikalar PKK’yı büyüttüyse;  “Aman bunlar Büyük Kürdistan’ı kuracak” diye, kendince demokratik bir adım attığını düşünen insanlara  yapılacak saldırı, “Büyük Kürdistan”ın ilk harcı olabilir!
Ve, konjonktür… Güneydoğu Anadolu’da uzun aradan sonra yeniden mezra ve köy boşaltmaları başladı. Şiddet tırmanıyor.  “Düz ovada siyaset” yerini, “Dağa, dağa!” söylemine bırakıyor…
İçimdeki ses şöyle diyor:   Suriye ile savaş, Kürt-Türk, Sünni-Alevi çatışmasını körükleme demektir… Memleketi ateşe atmak, işte budur…
Peki gönlümden geçen ne?  Gönül buya,  Erdoğan’ın yerinde olsaydım, Suriye’deki durumu fırsat bilirdim! Onları tehdit değil, dost bilir, elimden geleni yapardım.
Ve, çok daha ileri bir adım atar, kendi yurdumda bütün makul demokratik hakları kullandırır, insanlara silahlanıp dağa çıkmak için bir gerekçe bırakmazdım…
Kürtler, Suriye, Irak ve İran’daki baskıcı rejimlerden kurtulmak mı istiyor?  “Alın”, derdim, “Otonom mu diyorsunuz, özerklik mi diyorsunuz, gelin, katılın… Herkes kendi toprağında yaşasın ve hür olsun.  Katılın Türkiye’ye…!”
Turgut  Özal bir düş kurdu, hayatıyla ödedi.  Kuzey Irak, (şimdi) Kuzey Suriye’yi içine alan, terörü olmayan bir Türkiye…
Efendim, hayalmiş, büyük abiler  “petrolü yedirmezler” miş!
Halk isterse, hangi güç karşı koyabilir ki?
İyi pazarlar

30 Temmuz 2012
.

Heron'lar yaşmımıza giriyor!


Fransızca yayımlanan haftalık Courrier Internationale dergisinin geçen haftaki sayısında oldukça ayrıntılı bir insansız hava araçları dosyası yayımlandı. 

Biz bu araçları sınır bölgesinde terörist avında kullanılan “gizli askeri gözetleme aracı” olarak algıladık. Anlıyorum ki, böyle tanımak teknolojiye büyük haksızlık… Bunlar irili ufaklı, birçok kullanım amacı olan;  sivil, gündelik yaşamın bir parçası olmaya aday araçlar.
Dergide  “Dronlarla (insansız hava aracı) yaşamak” başlıklı dosya, bu araçları teknolojik gelişmenin bir yüzü olarak ele alıyor.
Dosyaya göre, insansız gözetleme araçları, “model uçak” çalışmaları sırasında geliştirildi. 1990’lıllardan itibaren, bu araçlar şehirleri ve sınırları gözlemekte askeri amaçlı olarak kullanılmaya başlandı.
Ama dronlar, askeri çevrelerle sınırlı kalmamış ve hemen büyük çiftlik sahiplerinin dikkatini çekmiş. Çiftlik sahipleri, anlaşılan geniş araziler üzerindeki hayvan sürülerini ve ekili araziyi, oturdukları yerden bu araçlarla takip etmeye başlamışlar.
Şakası yok, ucu bucağı görünmeyen çok büyük araziler söz konusu.
Örneğin, Avustralya’da yaşayan bir arkadaşa, koyunları sormuştum. Avustralya dünyanın koyun cenneti. Bir çobanın binlerce koyunu nasıl güttüğünü merak ediyordum. Arkadaş, arazinin genelde telle çevrili olması nedeniyle sorun olmadığını söylemiş, helikoptere binip kayıp koyun veya sığır aradıklarını  anlatmıştı!
Demek ki artık buralarda helikopter kiralamaya gerek yok. Kaldır bu aleti, üzerindeki kamera ve uzaktan kontrol sistemi ile istediğin yerde hayvan ara. Üstelik koltuğunda oturarak…
Sıkı durun: bu iş o kadar yaygınlaşmış ki, Kuzey Amerika’da insansız hava aracı üreten tam 69 firma var ve bunlar toplam 146 ayrı tipte araç üretiyor. Venezüela’da Hugo Chavez de kurmuş bir drone fabrikası!
Sivil kullanımın hızla yaygınlaşması üzerine, Federal Sivil Havacılık Ajansı (FAA) kurulmuş. Araç sahiplerinin üye olduğu FAA’nın 20 bin civarında üyesi var. 2015 yılında ABD’de sivil amaçlı 30 bin insansız hava aracı olacağı tahmin ediliyor. FAA, drone sahibi olmanın kurallarını belirlemiş. Örneğin, kişilerin özel hayatını dikizlemek suç kapsamında…
Yüksek çözünürlü kameralar bulunan araçlar bir çok alanda müthiş kolaylık sağlıyormuş. Yöneticisi olduğunuz apartmanın çevresinde ne olduğunu izlemek mi istiyorsunuz? Ya da kentin trafik sorumlusu musunuz? İkide bir helikoptere atlayıp dolaşmanıza gerek yok. Asgari bir milyon dolarlık helikopterle yapacağınız işi, 50 bin dolarlık cihazla yapabiliyorsunuz. Üstelik odanızdan çıkmadan. Tabi fiyatlar da anlaşılan hızla düşüyor. Öyle ki,  bir grosmarkete gidip,300 dolar vererek kendi kendine yap (DİY)  türü bir paket alıp, içindekileri kurup küçük bir insansız gözetleme aracı edinebilirsiniz.
Amerika’da bu iş 12 milyar dolarlık bir sektör haline gelmiş.
Tabi bizde, teknolojik bir buluş mu var, hemen askeri amaçlı kullanmak gelir akla… Çok ihtiyacımız var, her yeri gözetlemeye, uçan kuşu takip etmeye, dağı taşı taramaya! Hatta bize öyle gözetlemek, kamera ile izlemek de yetmez…
İsteriz ki hemen üzerine bombaları, füzeleri yükleyelim, anında ortalığı yaksın yıksın!
Nitekim, bizde insansız hava araçlarını “terörle mücadele” adıyla duyduk. Büyük paralarla Amerika’dan siparişle araçlar geldi. Fiyatları 5-15 milyon dolar olarak açıklandı.
Teröristlerin her attığı adım gözetlenecek, kaçacak delik bulamayacaklar, hepsi imha edilecekti!
Ama küçük bir sorun vardı, bu “Predetor”ların kullanımı Israil ve Pentagon’un kontrolündeydi. Beyaz Saray yönetiminden, “Irak’ta kullanılan  predetörlerin İncirlik Hava Üssü'ne kaydırılmasını” talep ettik.
Derken TAİ, ithal parçalarla yerli insansız gözetleme aracı “ANKA”yı çıkardı.
ANKA, boru değil “yerli heron”. 17 metre kanat açıklığı, 8 metre uzunluk,
24 saat uçuş kapasitesi,  jet yakıtlı dizel motor, yüksek çözünürlükte kamera, mesafe ölçer sabit veya hareketli hedef takip, havada veri kayıt ve aktarımı, uyudu haberleşmesi, komuta kontrol paneli…
Ama bununla yetinemezdik, ANKA’nın silahlandırılması karalaştırıldı,  silah entegre edilmesi için motor gücü geliştiriyor.
Ama ben bunlarla ilgilenmiyorum. Boş iş, diye düşünüyorum. Teröristlere madara olanlar bile çıktı. (http://www.youtube.com/watch?v=lHnRv9vvV3Q)
Şimdi bir internet sitesinde (DİY) olarak yaklaşık 800 liradan satılmaya başlanmış.
Tarlada, fabrikada, köyde, şehirde, sokakta…
Dört gözle beklediğim işte bu “drone”lu yaşam…
İyi pazarlar
.