24 Eylül 2013 Salı

Yeni ve ballı bir sektör: “Şehir Hastaneleri”


  Bu yazı 23 Eylul 2013, Pazartesi 12:23:49 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Hükümet sağlık alanında öyle bir şey başlattı ki, insanın içinden “şeytana pabucunu ters giydiren proje” demek geçiyor. Adı: “Şehir Hastaneleri”. Ezberleri bozan bu proje, vatandaşın sağlığında bir değişiklik yapacak mı bilinmez, ama TOKİ ile işbirliği içinde çalışan bazı inşaat şirketlerini zengin edecek,  bu kesin... 

Alternatif ekonomi politikalarına kafa yorarken, hükumetin son “süper projesi” geçtiğimiz haftaya neredeyse damgasını vurdu. Ekonominin duraklama gösterdiği, cari açıklar ve doların tırmanışta olduğu bir dönemde, Bursa ve Ankara’da şehir hastanelerinin temeli gösterişli törenlerle atıldı.
Diyeceksiniz ki, ne güzel işte, milyarlarca liralık yatırım yapılıyor... Bu zor dönemde, bundan iyisi Şam’da kayısı!
Ama gazeteci merakıyla biraz deşeleyince işin rengi değişiyor.
Nasıl mı?
Şehir Hastaneleri” projesi hükümetin epeydir hazırlığını yaptığı bir proje. Devlete ait hastaneler bir merkezde toplanacaktı. Bununla, hem kurulum-inşaat ve işletme maliyetleri azalacak, hem de vatandaş her türlü teşhis ve tedavi hizmetini belli bir kampusta alacak, işi kolaylaşacaktı.
Bu amaçla ülke genelince 15 merkez belirlendi. İhaleler yapıldı, inşaatlar başladı.
Bursa’daki Şehir Hastanesi ihalesi Şentürkler İnşaat A.Ş. – Sıla Danışmanlık İnşaat ve Sağlık Ltd. Şti ile Medical Park Sağlık Hizmetleri A.Ş. ortaklığına verildi.
Temeli atılan Ankara Bilkent’teki kampus ihalesi ise IC Içtaş İnşaat, Dia Holding Fzco ortaklığının oldu.
İhalesi yapılmayan proje kalmadı. Kazanan şirketler genellikle TOKİ inşaatlarında yüklenici firma-taşeron olarak iş yapan firmalar.
İhaleyi alan ortaklıkların içlerinde ya doğrudan bir yabancı ortak var, ya da dış kredi sağlayan yerli bir ortak.  
Anlaşılan, hastanelerin tamamı dış kredi ile yapılacak...
Bu yüzden, Hazine garantisinin de etkisi ile dış finansmanda sorun yaşanmayacak ve dev hastane inşaatları hızla tamamlanacak. 
Şaka değil, örneğin Bilkent yakınlarındaki kampus 1,2 milyon metrekare alanda, 3,6 bin yatak kapasiteli olacak.
Temel atma töreninde öğrenemediğimiz bilgileri, Türk Tabipler Birliği’nin sitesinden öğrendik.
Meğer bu, “Kamu-özel ortaklığı” planı, kapitalist başkentlerde epeydir pişirilip geliştirilen bir modelmiş.  
Hedefi, şirketlere sağlık sektöründe azami karı sağlatmak…
Örnekle açıklayalım:
Ankara Bilkent’teki Şehir Hastanesi koskocaman bir kampus ve ihale rakamlarına göre, toplam sabit yatırım tutarı1 milyar 97 milyon 491 bin lira.
Bu parayı, ihaleyi kazanan ortaklık ödeyecek. Devlet bütçesinden para harcanmayacak. 
Hastanelerin, binaların sahibi bu şirketler.
Sağlık Bakanlığı bu firmalarla 25 yıllık sözleşme yapmış.
Ankara Bilkent’teki hastaneyi yapan gruba her yıl 240 milyon lira kira ödenecek.
Böylece hastaneyi papan grup,  25 yıl boyunca 6 milyar lira kira geliri elde edecekler…
1 milyar harca, 6 milyar kira geliri kazan!
Bundan iyisi Şam'da kayısı!
Toplamda 15 merkez 3 milyar 880 milyon liraya kurulacak. Devlet bu merkezler için 25 yılda toplam 36 milyar 791 milyon lira kira ödeyecek!
Ne ballı iş değil mi?
Bununla kaç kuş vuruluyor?
-          Devlet, bütçeden para çıkarmadan, dış krediyle özel sektörü borçlandırarak, hastane yaptırıyor.
-          Vatandaş, kısa sürede koskoca binaları görünce hükümete hayran kalıyor!
-          “Hükümete yakın”, "yandaş"  bilinen şirketler 25 yıllığına “gelir garantili” bir iş kuruyor ve bu sürede yüksek kira gelirleri ile servetlerini katlıyor. “Çevre” memnun!
-          Yeni hastanelerde hasta “müşteri”, devlet “kiracı”, doktor ve hemşireler “ucuz işçi”…
-          Beşyıldızlı Hastaneler”de SGK, sağlık giderlerinin belli bir bölümü karşılayacağından vatandaş artık elini cebine daha çok atacak, bunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok.
- Bu merkezlerin bulunduğu kentlerdeki mevcut devlet hastaneleri, AVM ve konut yapmak üzere, ilgili şirketlere verilecekmiş.
Hükumet özel hastaneleri sigortalıya açarak bir çığır açmıştı, sevinmiştik. Ancak şimdi bütün ipleri özel sektörün eline vererek daha başka bir kapı açıyor.
Sağlık Bakanlığı’nın 2012 yılı bütçesinin 14 milyar liradöner sermaye bütçesinin 16 milyar lira olduğunu dikkate alırsak, bakanlık yeni yolda epey gitmiş bile…
Bütçeden aldığından daha fazla parayı döner sermaye ile sonuçta vatandaştan çıkaran bir bakanlıktan sözediyoruz artık…
Hani sağlık hizmeti devletin yerine getireceği, kamusal bir hizmetti...
Hani vatandaş hastane kapılarında para yüzünden sorun yaşamayacaktı...
Senin hasta olman, birisine kazanç fırsatı yaratıyorsa, bunu kusursuz bir model gibi görebilirsiniz...
Yani sistem kendi içinde bir denge kurmuş, işliyor görünür. 
Ama tezgâh tümden sağlık üzerinden birilerini zengin etme üstüne kurulursa, o zaman kantarın topuzu çoktan kaçmıştır.
İyi pazarlar
.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Alternatif-2: Rantçı değil çağdaş belediye!


  Bu yazı 16 Eylul 2013, Pazartesi 12:45:15 eklenmiştir.

Yerel seçime aylar kala, partilerde hummalı bir fiskos-kulis çabası var. Bütün gündem ve dert şu: Seçimi kim kazanacak? 
Kentin nasıl yönetileceği, hiçbirinin umurunda değil… 
Adayları da partileri de alıp götüren rüzgârın adı: Kentsel rantlar… 
Rant kavgasıyla kentler talan ediliyor, yaşanmaz hale geliyor. 
Hâlbuki alternatif var: Çağdaş, çevreci ve halkçı bir belediye…
Türkiye’nin ‘cari açık ekonomisi’ne alternatif kapsamında bu hafta sizlerle, sıcak gündemin de etkisiyle, ‘sürdürülebilir’ ve insanca yaşanacak, çağdaş kent yönetimi konusundaki ‘alternatif’ önerilerimi paylaşmak istiyorum.
Mevcut haliyle, belediyecilik ‘halka hizmet’ten çıkıp ‘yerel rant paylaşımı’na dönüşmüş durumda.
Belediyeler daha yakın zamana kadar kendi Nazım İmar Planı ve ona uygun imar planlarını yapamazdı…Yetki merkezi hükümetteydi. Kentlerin planlı gelişmesi için o da yeterli olmazdı;önce binalar yapılır, sokaklar oluşur, ona göre imar durumu çıkarılırdı.
Yakın zamanda belediyelerin yetkileri artırıldı,belediyeler imar planları hazırlattı. Ama ne planlar modern şehircilik ilkelerine göre hazırlandı, ne de kentlerin ‘Anayasası’ olması gereken Nazım İmar Planları’na belediyelerce uyuldu.
Nasıl mı? 
Kenti yönetmede en demokratik platform olan Belediye Meclisi toplantılarını izledik, gazeteci olarak, yıllarca… Rutindir, değişmez:  Belediye Meclis toplantıları ayda bir yapılır, her toplantıda 20 gündem maddesi varsa, 15’i ‘İmar Planı Tadilatı’ na ilişkindir...
Yani, kentin Nazım İmar Planı’na uygun büyümesini sağlamakla görevli belediyenin, asıl yaptığı iş, o planları delik deşik etmektir!
Zira Belediye Meclisi üyelerinin önemli bir kısmı emlak ve inşaat işleri ile uğraşan kişilerdir.
Daha açıkçası, örneğin elinde parası olan gider Bursa Ovası’ndan köylünün şeftali tarlasını satın alır, sonra belediyeden ‘imar çıkarma’ için pusuya yatar… Alttan girer üsten çıkar ve orayı imara açar… Artık oraya konut, fabrika vs. yapılacaktır. Devasa bir rant yaratılmıştır. Tarla sahibi dışında herkes payını alır; belediye yönetimi de inşaatçı, emlakçılar da memnundur.
Veee maalesef kentlerin gerçek plancıları, nerde ne olacağına karar verenler, pratikte işte bu emlakçı, inşaatçı takımıdır!
Bu yüzden Bursa Ovası beton yığınına döndü. Bu yüzden rantiye İstanbul’da Gezi Parkı’nı, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği arazisini parselleme, ODTÜ ormanını imara açma derdinde…Önde belediye başkanları, arkada emlakçı-müteahhitler...
Bugün Ankara’nın yakın çevresinde talan edilmedik yer kalmadı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlere toplu konut projeleri ile müthiş rantlar yaratılıyor…
Peki, rantçılık niye kötü?
Çünkü hem adaletsizliği körüklüyor, haksız kazanç yaratılıyor, hem de sanıldığı gibi ekonomiyi canlandırmıyor!
Ne üretimi artırıyor, ne de tüketimi…
İster konut yap, ister fabrika, AVM… Maliyetin yarısı arazi rantına gidiyor!
Bu ne demek? İki konut yapabileceksen, tek bir konutla yetinmek zorunda kalıyorsun.
Dar gelirli, yüksek arsa ve konut fiyatları yüzünden ev sahibi olamıyor.
İşadamı parayı makine ve teknolojiye, insan gücüne değil, arsaya gömüyor…
Demek ki, üretimi de tüketimi de sınırlayan rant, gerçekte bir zenginlik, gelişme göstergesi değildir. 
Sadece çalışmadan zengin olan asalak bir kesim yaratırsınız.
Bu rant zenginleri artık siyaseti finanse etme, kent yönetimlerini belirlemede çok ciddi bir güç olmuş durumdalar. Bu da toplumdaki bütün dengeleri tahrip ediyor.
Ayrıca, yeni Büyükşehir Belediyeleri Yasası ile artık belediye sınırları, il sınırlarına genişledi, ezberler bozuldu.
Yani bundan böyle artık dağ, deniz, göl, mera, arazi, hayvancılık, meyvecilik, sulama, ormancılık, madenler vs. hepsi belediyelerin kucağında… Köylere hizmet veren İl Özel İdaresi devre dışı.
Ama belediyelerde ne bu yeni alanlara hizmet verecek birimler, ne de bir vizyon var...  
Mesela, kırsal kalkınma belediyelerin boynunda…
Bir süre önce hazırladığım, “Rantçı değil yeni, çağdaş, kalkınmacı belediye!”başlıklı bir raporu,  ana muhalefet partisi CHP’ye sunmuştum. Dikkate alınır mı bilmem, ama önümüzdeki dönemde belediyecilik anlayışında bir değişime gidilmezse, bugün kent merkezlerini tahrip eden rantçı yaklaşım, memleketin bütün coğrafyasına virüs gibi yayılacak.
Zaten son yasanın, müteahhitlerin ağzını sulandıran orman, mera ve deniz sahili gibi yerleri belediyelerin kontrolüne verme gibi bir niyet taşıdığı yolunda da kaygılar var. Mera ve Orman Kanunu’ndan fırsat bulamayan rantiye, anlayış değişmezse artık bayram edecek…
Haftaya yine alaternantif konusuna devam edelim.
İyi pazarlar
.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Bu ekonomiye alternatif-1: Rekabetçi altyapı…


  Bu yazı 09 Eylul 2013, Pazartesi 11:14:09 eklenmiştir.

Türkiye’deki sürdürülebilir olmayan, toplumsal gerginlik ve kargaşayla –son aylarda iş bibergazı, TOMA, cop ve halkın birbirine karşı kışkırtılması gibi bir hal aldı- kendini yenileyen bu “cari açık ekonomisi”ne bir alternatif geliştirmenin zorunlu olduğuna inanıyorum. Bu muratla, ekonominin kritik noktalarında, en zorlu ve yaşamsal alanlarında alternetifler önermeye çalışacağım. Gelin önce “rekabetçi” bir modelin nasıl olması gerektiğine kafa yoralım. 


Sevgili okurum, bu köşede kapsamlı bir alternatif ekonomi planı hazırlama şansımın olmadığının farkındayım. Ama 30 senedir ekonomi muhabirliği yapan birisi olarak, en azından ekonominin temel bazı konularında, alternatif ve sürdürülebilir modeller olduğuna, ve ekonomi ile ilgilenenlerin, özellikle de iş dünyasının buna kafa yorması zamanının geldiğine inanıyorum. Tabi, alternatife en acil kafa yorması gerekenlerin başında, mevcut gidişten çıkarı olmayanların geleceği muhakkak...
İlk konumuz rekabet olsun. Ekonomi ile uzaktan yakından ilgili herkesin, başarı kriteri kuşkusuz ki, “rekabet”… Kapitalist sistemin yoğurt yeme tarzı bu…
Daha kaliteli ve daha ucuz üretiyorum” diyebiliyorsan, kral sensin!
Birşeyi üretecek makine, insangücü ve teknolojiye sahip olmak artık yetmiyor...
Önemli olan herkesten daha kaliteli ve daha ucuza üretebilmek... Bunu yapamıyorsanız, elinizdeki üretimi sürdürme şansınız yok... Zira birileri aynı malı dünyanın bir köşesinden getiriverir ve sizin kapı komşunuz da daha ucuz diye, sizin malınızı değil, gider o ithal malı satın alır; siz de havanızı alırsınız...
Geçtiğimiz hafta ülkeler arasında “rekabetçilik” sıralaması yapıldı. İlk sırada İsviçre var. 30 ülkenin adı açıklandı, listede Türkiye yoktu...
Zaten rekabetçi olunamadığı için dış ticaret sürekli açık veriyor!
Bizde ekonomi yönetimi, firmaların rekabetçiliğini desteklemek adına daha çok ücret politikaları üzerinde etkili oldu.
Özellikle ihracata dönük üretim yapan firmalar maliyetlerini düşürme derdine düştüklerinde, akıllarına ilk gelen şey çalışanların sayısını azaltmak, ücretleri düşürmek oldu.
1990’ların başından itibaren bir yandan ISO 9000 ve Toplam Kalite Yönetimi eğitimleri ile özel ve kamu, hem kaliteyi yükseltme hem de ücretlerin maliyet içindeki payını azaltma konusunda ciddi ilerlemeler kaydettiler.
Yüksek kalite” ve “düşük fiyat” baskısı, özellikle Çin ve Uzakdoğu rüzgârı ile zirveye ulaştı.
Çin rekabeti ile birlikte “ucuz”, piyasanın kralı oldu…
Ama Türkiye koşulları dikkate alındığında ücretleri düşürmenin de sınırları vardı, daha ileri gittiğinizde işçi ev kirasını ödeyemez, karnını doyuramaz hale geliyordu...
Anlaşıldı ki, bizde artık ücretleri daha kısarak kazanılacak bir rekabet gücü kalmadı... 
Üstelik ücretler düştükçe iç talep sürekli borçla dönmeye, piyasa kendi içinde tıkanmaya başladı. 
Düşünün, memlekette 10 milyon civarında sağlam konuta ihtiyaç var. Ama TOKİ, yaptığı 
500 bin konutu bile satabilmiş değil. Çünkü konut sahibi olmayanların ezici çoğunluğu normal bir konutu satın alamayacak durumda olan fakir insanlar. 
Bu yüzden, "üretim maliyetini düşürmek" ve sonuçta rekabet gücü elde etmek gerekçesiyle yürütülen, düşük ücret politikası artık sona erdirilmeli!  
Dikkatinizi çekerim, söylenenlerin aksine, Çin, eski sosyalist ülkeler vs. bugün sahip oldukları rekabet üstünlüğünü, geniş üretim altyapısına, ucuz enerjiye, arsaya, yetişmiş insan gücüne vs. borçlu.
Oralarda ücretin düşüklüğü tamamen konjonktürel, geçici. zira Eski sistemin kalıntıları olarak bu ülkelerde ev kirası, temel gıda maddeleri, elektkrik, su, telefon, eğitim ve sağlık gibi  giderler neredeyse bedavaydı. Bütün bunlara para vermeyen işçiler ayda 50 dolara da olsa çalışabiliyorlardı. 
Şöyle bir düşünün, bizde normal bir  işçi aldığı ücreti zaten ev kirası, yiyecek, içecek, çoğunun eğitimi ve hastanelere vs. harcıyor. Türkiye'de işçi bunlara para vermeden yaşamanını sürdürebilse bedava çalışmaya bile razı olur!. 
Ama artık yavaş yavaş başta Çin dahil, hayat pahalanmaya, ücretler de yükselmeye başlıyor. Dolayısıyla ücretle oynamanın geleceği yok.
Zaten üretim içinde işçi ücretlerinin payı da sanıldığı kadar yüksek değil. 
Örnek mi, bugün otomobil fabrikalarında -ki otomotiv sektörü ücretlerin en yüksek olduğu sektörlerden birisidir- ücretin toplam üretim maliyeti içindeki payı yüzde 4'ün altındadır...
Sektörlere göre değişmekle birlikte, şirketlerin en önemli harcama kalemi aslında enerji…
Bir dokuma fabrikasında elektrik masrafının yakın geçmişe kadar toplam giderin yarısını oluşturduğunu biliyorum...
Devletin teşvik amacıyla sağladığı olanakların sonuç vermediği ortada… Örneğin, bir yığın ucuz kredi ve prim desteğine rağmen Güneydoğu vs. hala sanayi çekmiyor.
Devlet bunun yerine sanayide ucuz enerji için seferberliğe girişmeli. İsteyen firma herhangi bir şarta bağlı olmadan serbestçe kendi elektriğini üretebilmeli, isteyen rahatça elektrik satabilmeli.
Elektrikten vergi alınmamalı.
Ayrıca elektrik üretimi desteklenmeli, mutlaka… 
Birkaç yıl önde Ermaksan firması, Bursa OSB’de büyük bir fabrika binası inşaa etmiş, rüzgâr türbini üretmeyi planlıyordu. Çok heyecanlanmıştım. Zira rüzgâr enerjisi çok gözde olmakla birlikte 1 kilovat için kuruluş maliyeti 1000 dolara adeta kazık çakmış, bir türlü ucuzlamıyordu. Hala da öyle. Türbin de rotor da ithaldi. Oysa makine sektöründe dünya çapında bir marka yaratmayı başaran Erol Özkayan, rüzgâr türbinlerini, hatta rotorunu, ithalatın yarı fiyatına ve daha kaliteli olarak yerli üretmenin hazırlığını yapıyordu.
Ama bir şekilde, Ankara’dan umduğunu bulamadı ve olmadı, fabrikada normal metal kesme makineleri üretmeye devam etti. Çok büyük bir kayıptı bence...
Bugün enerji, doğalgazı, petrolü, elektrik üreten makineleriyle vs. dışa bağımlı, “açık ekonomisi”nin en önemli kalemlerinden birisi.
Hükümetin HES projeleri, ilke olarak çok yerinde… Yerli ve temiz enerji… 
Ancak ihalelerin yabancı firmalara verilmesi, su imtiyazı gibi garip bir içeriğe sahip olması ve yörede doğal ve insan yaşamını göz ardı etmesi nedeniyle vatandaşın tepkisini çekiyor.  
Yine akaryakıt da maliyenin para musluğu olmaktan kurtulmalı.
Vergi dairesi, vergiyi akaryakıt satışından değil, akaryakıt kullanımı ile yapılan üretimden almayı planlamalı.
Ve arsa… Bugün planlı sanayi bölgelerinde, OSB’lerde astronomik arsa bedelleri ödeniyor. Yıllar önce, bir sanayici, DOSAB’da 300 dolar olan sanayi arsası metrekare fiyatının Almanya’nın Köln kendinde sadece 25 dolar olduğunu söyleyince, şaka sanmıştım…
Arsa-arazi rantı ekonominin rekabetçi olmasını engelleyen en ağır yüklerden birisidir. 
Haftaya bu konuya devam edelim.
İyi pazarlar…

2 Eylül 2013 Pazartesi

Bu ekonomiye bir alternatif lazım!


  Bu yazı 02 Eylul 2013, Pazartesi 12:24:51 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Türkiye ekonomisi dönemsel krizlerinden birine daha giriyor. Maalesef, siyasette kopan fırtınaların altındaki somut gerçek, işte bu! Dolar fren tutmazsa, sırada zamlar, enflasyon, faiz, işsizlik, durgunluk… Ekonomi politikamızın kaçınılmaz sonucu, er geç olacaktı! 

Peki, bunun alternatifi hiç mi yok? Bence var ve siyasi muhalefetin en çok kafa yorması gereken konunun sürdürülebilir büyüme ve kalkınmaya dayalı bir ekonomi politikası olduğuna inanıyorum.
Öncelikle vurgulayalım ki, ekonomide “alternatif” oldukça radikal bir tercih haline geldi. Öyle ki, ekonomiyle ilgili olanlar (ister işadamı, patron, ister ekonomist veya gazeteci olsun) genelde “Kardeşim, serbest piyasa ekonomisi budur. Mesele küresel ekonomiye uyum sağlamak, onun bir parçası ve küresel oyuncu olabilmektir. Artık bunun alternatifi falan yok. Alternatif denen modellerin hepsi iflas etti” diye düşünüyor.
İçine sinmese de bu gidişe destek vermeyi zorunlu görüyorlar.
En önemlisi de ülkenin idaresinden memnun olmayan muhalefetin, alternatif ekonomi politikaları yok ve söylemde “Biz daha iyi yönetiriz”e sıkışmış bir durum var.
Bu “alternatifsiz” olma halinden en çok zarar gören kesim kuşkusuz CHP-DSP gibi geleneksel merkez sol söyleme sahip partiler.
Bu partilerin iktidarları genel olarak ekonomide başarısızlıklarla anılır.
Çünkü, ANAP, DYP, AKP gibi sağ liberal partiler küresel ekonomik güçlerle tam bir  uyum içinde çalışmayı tercih ettiklerinden, ekonominin kurallarını bilmelerine de gerek yok; inisiyatifi uluslararası finans kesimine verdiğinizde onlar yolu gösterir… Yasaları, kuralları belirler, siz, uyarsınız. Onların küresel üretim ve pazarlama ağında size bir rol verilir; onlara kazandırabildiğiniz sürece siz de yolunuzu bulursunuz… 
Son 11 yılda AKP iktidarı ile olan da budur.
Ancak CHP, DSP veya MHP gibi partiler, bazen “ulusal duyarlılık”, bazen halkın tepkisini hesap ederek küresel sermaye çevrelerinin taleplerine itiraz eder, kem-küm ederler... Alternatif bir politikaları da olmadığı için sistem krize girer.
Her kriz, aslında yeni bir aşama, tıkanma noktası demektir.  Sistem tıkanma noktalarını kendi lehinde açar ve yoluna daha güçlü  devam eder...
1970’li yılların ortalarından itibaren yaygın sendikalaşma, emek mücadelesi, ücretlinin pastadan aldığı payın en yüksek noktaya gelmesine yol açmıştı. Araştırmalar, Türkiye’de gelir dağılımının en adil olduğu yılların 1975-6 dönemi olduğunu gösterir.
Ancak “karma ekonomi” çökertilmiş, sınırlarını IMF’nin çizdiği yeni ve “liberal” bir rüzgar hâkim olmuştu.
Artık ülkenin kalkınması için “müteşebbisin önünün açılması”ücretlinin pastasının küçülmesi, “sermaye birikimi”, “yeni fabrikalar” olacaktı.
ABD, Dünya Bankası referanslı Turgut Özal’ın da yeraldığı bir ekip, 1980’de “24 Ocak Kararları”nı hazırladı.  Ama uygulama için sendikaların dağıtılması, solun ezilmesi de zorunluydu!
12 Eylül bunu yaptı.
Özal, kendi mimarı olduğu politikaları askerin yakın desteği ile “siyasi istikrar” içinde uygulama fırsatı buldu.
Artık, Türkiye’ye bir yol çizilmişti, geri dönüşü yoktu…
Siz deyin “tam liberalizm”, ben diyeyim, “vahşi kapitalizm”…
Yavaş yavaş, ekonominin kaynakları yabancıların kullanımına açıldı.
İhracata dayalı kalkınma” denildi…
Evet, ihracat artıyordu, ama asıl rekor ithalattaydı…
Teknoloji üretemeyen, ucuz emeğe, geri teknolojine dayalı yerli üretim, dış rekabete açılınca çöktü…
1994 krizi, Bursa’da otomotiv sektöründe faaliyet gösteren firmaların yüzlercesinin kapanması, büyük kuruluşların neredeyse tamamının yabancı markalarla “evlilik”veya satılması ile sona erdi.
Tekstilde de artık “dokumacı” esnafı tarihten siliniyordu.
Yerli “Kara tezgâh” ile dokuma yapan işyeri sayısı 15 binlerden birkaç yüze düşüverdi.
Artık makinesi, hammaddesi ithal, ileri teknoloji tekstil fabrikaları devriydi.
ISO 9000 vs. herkes “küresel oyuncu” olma derdine düştü.   
2001 krizi daha ileri bir adımla sonuçlandı ve Kemal Derviş’in şansında dümen artık tamamen IMF’ye geçti.
Siyasetteki git-gellere son verme ise AKP ile sağlandı.
Yabancı sermayenin önündeki engeller tek tek kaldırıldı.
Sendikalar çökertildi, taşeronlaşma arttı, emek ucuzladı, sıcak para geldi, ucuz dış borçlarla takır takır bir yığın büyük proje gerçekleşti. Her şey yolunda göründü.
Cari açıklar, yeni dış kaynakla döndürüldü. Yabancılara mülk satışı vs. bu kapsamda iş gördü.
Artık belediyeleri altyapı projeleri dahil bütün büyük projeler dış kredi ile yapılır oldu. 
Geçmişte devlet bütçesi ile yıllar süren işler artık tıkır tıkır dış kredilerle yapılıyordu. 
(Örneğin Bursa'da BUSKİ'nin kanalizasyon ve içmesuyu şebekesi, çevreyolu vs.)
Başta inşaat olmak üzere bazı sektörlerde son yıllarda büyümenin kaynağı işte bu yabancı parasıydı...
Özel sektör sürekli dış borçlanma rekoru kırdı ama ne gam....
Projeler kısa sürede tamamlandıkça hükümet alkış aldı, oyunu artırdı.
Ama görünen o ki, ABD’nin 22 Mayıs’ta parasal genişlemeyi frenlemesi, musluğu kıstı.
Bizdeki durum aynen Brezilya, Endonezya gibi “Yükselen Piyasa”larda da gündemde.
Haftaya, fırtınayı anlamaya ve alternatife kafa yormaya devam edelim…
İyi pazarlar.