29 Ekim 2013 Salı

Siyasetin başkent halleri


Dursun EROĞLUDursun EROĞLU
Başkent’in gündemi siyaset. Partilerde, belediye başkanı adayı belirlemenin gerginliği var. Hesaplar, “Kimi aday gösterirsek seçimi kazanırız” üzerine. Görünürde tatlı, demokrasi adına heyecan verici günler. Ama kulisleri dinledikçe, “kazanmak” uğruna yapılanlar ve bu işlerin finansman kaynakları göründükçe, işin rengi değişiyor.


Seçim için, adayların belirleneceği kritik günlerdeyiz. Birkaç haftada partiler adaylarını netleştirecek ve maraton başlayacak.
Aday adayları” çok faal… Maddi manevi tam bir seferberlik hali…
Ankara’nın, belki Bursa’dan hiç de kolay anlaşılmayacak bir durumu var. Bursa üst üste iki kez aynı kişinin Büyükşehir BelediyeBaşkanı olmasına tanık olmadı. Ama Ankara’da şaka değil, tam 4 kez üst üste Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen bir isim var:Melih Gökçek…
Gökçek, siyaset sahnesine “MHP kökenli, ülkücü bir ANAP’lı” olarak çıktı ve ilk kez ANAP’tan1984’te Keçiören Belediye Başkanı seçildi.
1989 seçimini kaybedince Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü oldu. Ardından Refah Partisi’ne geçti, Milletvekili oldu. Milletvekili iken 1994 seçimlerinde ilk kez Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi.
O tarihten bu yana da bütün seçimleri kazanarak, bu alanda bir rekorun sahibi oldu.
Dile kolay tam 25 yıldır Başkenti yönetiyor.
ANAP, RP, DP, AKP…
Şimdi “Takdir Başbakanımızın” dese de yine adaylığı kesin gibi…
Önceki seçimlerde aynı siyasi parti içindeki rakibi Turgut Altınok ile giriştiği yarış sırasında bir yığın iddia ortaya atılmış, Altınok hakkında kasetler, tehdit ve komplolar çevirdiği yazılmıştı. Hatta Başbakan Erdoğan’ın bile kendisinden çekindiği ve bu yüzden aday göstermek durumunda kaldığı yolunda yorumlar yapılmıştı.
Gariptir, Ankara’da Gökçek hakkında olumlu konuşana dek gelmedim.
Ama sandıktan hep başarıyla çıkmış.
20 yılda Ankara çok değişmiş, büyümüş. Öğrencilik yıllarımızın Ankara’sı yok artık. ‘70’lerde keçi beslenen Çukurambar, Karakursunlar köyü şimdi sosyetenin kalbi.
Her taraf AVM, toplukonut, “lüks konut”, pırıltılı mekanlar…
Görkemli kamu binaları…
Trafikte “bat-çık”lar…
Metro bir arpa boyu ilerlememiş.
Bu nedenle kent merkezinde müthiş araç trafiği, Kızılay-Çankaya başta olmak üzere bütün ana arterlerde trafik yoğun. Merkezlerde trafiğe kapalı birkaç sokak dışında caddede yürümek zevk vermiyor.
Sokaklar otopark gibi, üç şeritli yol tek şeride düşmüş.
Ulus, hatta Kızılay, artık yerini yeni oluşan birçok uydu merkeze bırakmış.
Gecekondu bölgelerinde yürütülen TOKİ ve toplu konut projeleri kentin dokusunu hayli değiştirmiş.
Bu sanatın içine tüküreyim” sözleri ile ünlenen Gökçek yeniden seçilir mi, karşısına kimler çıkacak, belli değil. Karar, Ankara’lıların…
Ancak ben isimden ziyade, yöntemlere taktım!
Bir partinin “aday adaylarından” birisinin çizdiği profil gerçekten tüyler ürperticiydi.
Gökçek kendine bir rant ağı kurdu. Sadece hafriyat, otopark-değnekçilik işinde yıllık 2 milyar lira var. İnsanlara ‘Bu işi sana veriyorum. Ama şu kadar oy getirmen lazım’ deniyor. Siyasi görüşü ne olursa olsun, o işi istiyorsan, kabul ediyorsun.”
İddia sahibi, Ankara’da bu şekilde Gökçek’e “oy vermek zorunda”, “militan gibi çalışan” yaklaşık 15 bin kişi olduğunu tahmin ediyor. Yine yakacak ve gıda yardımı ile de yaklaşık 300 bin yoksul aileden oy alındığını düşünüyor.
Peki, siz bunları söyler, eleştirir; alternatif projelerle aday olur, oy istersiniz, öyle değil mi?
Maalesef, bunlara, Gökçek’in seçim kazanmak için her türlü “çete-mafya yöntemi” kullandığını ekleyen aday adayı, anlaşılan, normal siyasi süreçten umudunu kesmiş.
Yani, “Başkent rant’çı, çıkarcı, mafyavari yöntemlerle yönetiliyor ve başkan, Türkiye’nin en zengin adamlarından birisi oldu… Sandıktan çıksan bile seni engeller…”
Eee, çare?
Aynı yöntemlerle, karşısına çıkmak”
Haydaaa!..
Sanki burası başkent değil, dağ başı… Hukuk yerine orman kanunu!
Sahi, “Orman Kanunu” deyince ODTÜ ormanındaki çamların sökülmesi geldi gözümün önüne.
Orman Kanunu olsa, ormancılar yakalar, iş makinelerine el koyardı.
Demek ki, daha etkili, benim bilmediğim başka kanunlar, burada…
Başkenti anlamam, zaman alacak galiba.
İyi pazarlar…

26 Ekim 2013 Cumartesi

Bayram telaşı bir başka

Dursun EROĞLUDursun EROĞLU
Hepimizi bir bayram telaşı sardı. Bu telaş tatlı bir telaş. Malum, Kurban Bayramı. Kimimiz, kurban kesip, etini yoksullara dağıtacağız; “Ey ahali, bakın, ben zenginim, kurban kesiyorum” diyecek, bir hafta İslam’ın gereklerini yerine getirmiş bir zengin olmanın keyfini süreceğiz… Büyük çoğumuz, aile bütçelerimizi zorlayarak, belki borçlanarak, kurban kesecek ve bir hafta boyunca kendini zengin, bahtiyar hissedip mutlu olacağız… Mutfağına et alamayacak garibanların hiç değilse önemli bir kesimi de hafta boyunca adeta “et bayramı” yapacak, mutlu olacaklar…
Yani herkesin Kurban Bayramı’nda mutlu olmak için bir nedeni olacak.
Nitekim bayram da zaten budur; insanların yüzünün gülmesi, dostluk, dayanışma, kardeşlik, barış, hoşgörü…
Elbette Kurban Bayramı, İslam dininde “vacip“, yani “borçları çıkarıldıktan sonra geriye 80 gram altın kadar serveti bulunan“, “hali vakti yerinde” herkesin yapması “salık verilen” bir ibadet.
Ama kabul edelim ki, Kurban Bayramı artık birçok bakımdan bu “ibadet” olma sınırlarını aşmış.
Örneğin, İslam dininde gırtlağına kadar borçlu, dar gelirli olan kişilerin kurban kesmesi “caiz değil”…Kredi kartı ile borçlanarak kurban kesilmesi de zaten işin mantığına hiç uymuyor.
Şahsen, ortalama bir kentli vatandaş olarak, zaman zaman ben de kurban kesmeliyim diye düşünürüm. Ama çoğu zaman pazara gidip de hayvan satın almaya, ayağım gitmez, hiç istekli değilimdir.
Neden mi?
Birkaç yıl önce rahmetli babamın da ısrarıyla orta boy iki koç alıp kurban kestik. Hayvanlardan birisinin etini pay edip sitedeki komşulara dağıttık. Tabi, mümkün olduğu kadar maddi durumu iyi olmadığını düşündüğümüz komşulara dağıtmaya çalıştık.
Neyse, bayramın ilk gün öğle saatlerde et dağıtım işi bitti.
Bizde adettir, hayvan kesildi mi önce ciğerleri pişirilir, yenir. O arada et biraz dinlenmiş olur.  Ama sağlıkçıların dediği gibi öyle eti 24 saat falan dinlendirme olmaz. Etin “dinlendirilen” kısmı, ilk gün pişirilemeyen kısmıdır!
Bir de ne göreyim, biz ciğeri yemeye başlamadan, komşulardan kurban payları gelmeye başladı.
Baktım ki, biz kurban kesmiş, size pay vermişiz; siz de kurban kesmiş bize pay vermişsiniz…
Biz de gelen kurban paylarını “derin dondurucu“ya yığmışız, siz de yığmışsınız…
Haydaaa! Ya biz bu hayvanları buzdolapları ağzına kadar et dolsun, yatıp kalkıp et yiyelim diye mi kestik?
Bu yüzden bence, kurban kesimi kadar, etlerin yoksul insanlara ulaşmasını sağlamak da çok önemli. Aksi takdirde bu iş ibadet olma özünü kaybediyor.
Ama öyle de olsa Kurban Bayramı, en önemli geleneklerimizden biri haline gelmiş bile.
Bu işin arkasında büyük bir ekonomi var.
Tahminlere göre bu bayramda 750 bin baş sığır, 2 milyon 500 bin civarında da koyun kurban olarak kesilecek.
Yani 80 milyonluk Türkiye‘de 3 milyon 250 hayvan kurban edilecek. Son yıllarda 3-5 ailenin bir araya gelip “ortak kurban” kesmesini de hesaba katarsak, kabaca memlekette kurban kesen kişi sayısı 10 milyonun çok altında.
Ve hayvancılık sektörüne 5 milyar lira civarında bir para girecek.
Bana sorarsanız, asıl kurban burada kesilmiş oluyor!
Çünkü kurbanlık koyun veya sığır yetiştirenlerin çok büyük bölümü memleketin dar gelirli çiftçi kesimi… Şirketler hayvancılıkta büyük bir güç oldular, artık binlerce baş sığırlık büyük işletmeler oldu. Et piyasası bu kesimin eline geçmiş durumda.  Ancak kurbanlık hayvan pazarı henüz bu kesimin tekeline geçmiş değil.  Dolayısıyla, Kurban Bayramı binlerce hayvan üreticisi ve besicinin de en önemli gelir kapılarından birisi. Sırf Kurban Bayramı için hayvan besleyen köylüler var.
Boru değil, Türkiye’nin 2 ayda tüketeceği et Kurban Bayramında, 3 günde yenilip yutuluyor!
Bu yıl iç piyasada yeterli hayvan var, fiyatları da vasat… Bu yüzden ithalat lobisi fazla aktif değil. Pazarlardaki hayvanlar köylerden gelme.
Kurbanlık hayvan üreticileri malum hep ithal sığır ve koyunlardan şikâyetçi.
Özellikle son yılda hayvan yetiştiricileri kurban pazarlarından hayal kırıklıkları ile döndü. Çoğu iflas etti, vazgeçti.
Ortada hassas bir terazi var.
Fiyatlar yüksek olunca vatandaş kurban alamıyor.
Ama yüksek fiyatı hayvancı köylüye “yedirmiyorlar“. Anında ithalat patlıyor…  Üretici perişan…
Fiyatlar “normal” veya “ucuz” oluyor, bu sefer kurban satın alanlar rahatlıyor, ama hayvan sahipleri yine perişan…
Olumlu gelişmeler, kurban pazarlarında yaşanıyor. Artık hem satış hem de kesim yerleri daha düzenli.
Ve deri…
Bu bayram kurban derileri 100 milyon lira basacak…
Deri toplama alanında içten içe süren kavganın nedeni bu…
Malum, kurban derileri “bağışlanıyor“. Ama vatandaştan bedava alınan deriler tabakhanecilere “bağışlanmıyor”!
9 günlük bayram tatili turistik yerler, oteller, AVM’ler… Her yer cıvıl cıvıl olacak, cepler boşalacak, kredi kartları kabaracak…
Devlet de bu harcamayı pompalamak için maaşları ödemede acele edecek.
Aman harcayın, yiyin için, dostlarınızı sevindirin.
Sonu yüksek borç ve kırgınlıklarla bitmeyen bir Kurban Bayramı dileğiyle…

21 Ekim 2013 Pazartesi

Bu demokrasi bir sahne dekoru mu?


Dursun EROĞLUDursun EROĞLU
Kurban Bayramı’nda, emekli de olsa herkes tatil havasına giriyor. Tembel tembel otururken, daha önce hiç de ilgimi çekmeyen bir kitabı okudum. Ve hayatımda bir değişiklik olmasa da, kafamda birçok şimşek yandı, söndü.
Adı: Bay Pipo… Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas.  Yazarları: Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul. Doğan Kitap’tan çıkmış, 545 sayfa. Üzerinde “148.000 adet basıldı” yazıyor.
Açıkçası, kitaptan haberdardım.  Hiram Abas’ın da Özal Döneminin, daha sonra cinayete kurban giden gözde istihbaratçısı olduğunu hatırlıyordum.  Ama ne casus hikayeleri ilgimi çekiyor, ne de MİT, CIA vs. konularda kitap yazarak ünlü olanlara kanım ısınıyordu.
Fakat şimdi elimdeki kitapta, Hiram Abas gibi bir sürü cinayete (pardon, operasyona) katılan ve “su yolunda kırılan” bir kişinin şahsında anlatılanlar, Türkiye’nin gerçek öyküsüydü… İsimler, olaylar… Canlı yakın tarih…
Okuduktan sonra ilk tepkim, “Hımm, şimdi Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul’un neden Ergenekoncu torbasından kodese konulduğu anlaşıldı” demek oldu!
Kitap,  devletin “soğuk savaş” döneminde, “Rus komünizmi”nden kaçmak adına, nasıl “Amerikan mandası”na girdiğini gösteriyor.
Adım, adım…
Kendine, modern çağda bir yer arayan Türkiye, ipi CIA’nın elinde “derin güçlerin” her türlü yöntemi kullanarak yönettiği bir ülkeye dönüşmüş... Kitabı okurken yaşadığınız duygu hali bu oluyor!
İlk ciddi olay, 6-7 Eylül (1955). Türkiye’nin Selanik Konsolosluğu’nda görevli Hasan Uçar ile hukuk fakültesi öğrencisi Oktay Engin’e, Atatürk’ün Selanik’teki baba evine, 5 Eylül’de bomba attırılıyor!
Engin gizlenip korunuyor. Bir gün, Nevşehir Valisi yapılıyor!
Dönemin, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu paşa, bir röportajında bağını itiraf ediyor: “6-7 Eylül, bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı… Sorarım size, muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”
Evet, amacına ulaşılıyor. Yani, hükümet “Bu komünistlerin işi” diyor ve Aziz Nesin, Orhan Kemal gibi çok sayıda yazar, solcu aydın vs. içeri tıkılıyor!
Sonradan, kışkırtıcılar “Kıbrıs Türktür Cemiyeti”,  “böyyük gazeteci” Mithat Perin’in Menderes hükümeti ve “derin devlet” bağlantıları dökülmüş, ne gam!
ABD – Türk ortak yapımı “derin devlet”in ilk teşkilatları Kıbrıs’ta kuruluyor.
27 Mayıs olayı, meğer Türkiye’de “milli-ulusal”, Atatürk’ün anladığı şekliyle “milliyetçi, bağımsızlıkçı, yurtsever, memleket sever” kesimlerin tasfiyesinin en önemli halkasıymış! 
Vatandaşın önüne, güzel bir  “61 Anayasası ” konulurken, perdenin arkasında “Anayasanın sağladığı özgülük ortamı sayesinde…” diye başlayan savcılık iddianameleriyle,  Amerikancılara itiraz edenlere yönelik sürek avı başlıyor.
…“TSK bir türlü durulmuyordu. 235 general ve amiralle birlikte çeşitli rütbelerdeki 4.000 subay emekliye sevk edildi. Subayların emeklilik ikramiyelerini, Milli Birlik Komitesi üyesi Kurmay Albay Alpaslan Türkeş, Amerikalılar’dan buluvermişti!”
Türk Milliyetçiliği”nin efsane ismi, “Tüürk milletiii” derken yeri göğü inleten ‘’koskoca’’ Türkeş’in CIA bağlantıları gerçekten mide bulandırıyor.
Öğrencilik yıllarımda, ülkücü arkadaşların en büyük düşmanlarının,  görüşleri farklı Türk gençleri olması hep kafamı kurcalardı…
Devletin en kritik yönetim organları, MAH (MİT’in 1965’den önceki adı), Seferberlik Tetkik Kurulu (Özel Harp ya da Özel Kuvvetler’in eski adı) gibi kurumlar artık CIA ajanlarının cirit attığı yerlerdir.  İçişleri Bakanlığı’nda CIA odası, MİT’in hazırladığı raporların CIA tarafından kontrolü, dolarla ödenen maaşlar…
1950’lerde “Türk milli polisinin yeniden örgütlenmesi” için 15 bin dolar bağış ile başlayan süreç,   1960’larda, Amerika’da “özel harp” eğitiminden geçmiş kişilerin, kilit noktaları işgal etmeleriyle sonuçlanıyor. 27 Mayısçıların MAH’ın başına getirdiği Naci Aşkun, 2 yılını doldurmadan, koltuğu, “Amerikancı” general Fuat Doğu’ya teslim etmek zorunda kalıyor.
Fuat Doğu… Teslim olup, ABD’nin hizmetine giren, efsane işkenceci, Nazi subayı Gehlen’in talebesi… Mehmet Eymür, Hiram Abas gibi CIA, MOSSAD hayranlarının rol modeli… MİT’in efsane müsteşarı…
70’li yılların ortalarında Ecevit’in başbakan sıfatıyla, “kazara” keşfettiği Özel Harp Dairesi adlı “derin devlet”, meğer 1950’lerden beri varmış.  Üstelik CIA’dan maaş alan, sadece onlar değilmiş!
Referansı Sam Amca olanların, hızla köşe başlarını tutmaları yeni değilmiş…
Vatandaş, hangi partiye oy verirse versin, Türkiye’yi hep bunlar yönetirmiş…
Sahi, şu demokrasi, meclis, partiler falan, sadece sahnenin önündeki bir dekor mu?
İyi pazarlar…

7 Ekim 2013 Pazartesi

Alternatif 3: Enerji


  Bu yazı 07 Ekim 2013, Pazartesi 12:33:54 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Havalar birden soğudu. Başkent, doğalgazla ısınıyor. Ankara'nın doğalgaz dağıtım şirketi BAŞKENTGAZ, gaz satışlarına aylık 110 lira sınır getirmiş. Evde kombiniz yanıyorsa, bu 10-12 günlük ısınma demektir. Vatandaş ayın geri kalan günlerinde nasıl ısınacak, ne yapacak? Her vatandaş gibi ben de bilmiyorum... 
O zaman, gelin "enerji"de alternatiflere kafa yoralım.
Sorun enerji, elektrik... Üstelik temiz, doğa dostu ve de ucuz enerji... 
İnsanları soymayan, kışın dondurmayan, evleri sıcacık yapan; sanayide, tarımda üreteni, çalışanı kara kara düşündürmeyen, coşturan enerji!
Türkiye enerjiye, kabaca yılda 55 milyar dolar ödüyor. Enerji "cari açık ekonomisi"nin en önemli kalemi...
Geçtiğimiz hafta batı basınında ilginç bir haber dikkatimi çekti: Çin'de yaklaşık 350 bin nüfuslu bir "ekolojik kent-Eco city" kuruluyormuş. Isınma, aydınlatma vs. bütün elektrik ihtiyacını, sokaklarda kurulan rüzgar türbinleri ve çatılara kurulan güneş panelleri ile elde eden bir kent... Çok katlı, toplu konut görünümlü bir yer. Yani bu kent, ülkenin enterkonekte elektrik şebekesine dahil değil!
Yepyeni, modern bir kent... Dikkat ettim, konutlar gayet modern. Fiyatlar ise metrekare başına bin 500 Euro. Yani 100 metrekare bir konut satın alıp, bu Eco-city'de yaşamak isteyen bir Çinlinin 150 bin Euro ödemesi gerekiyor. Bizdeki gibi konutlar maket üzerinden satılmış.  Adeta da kapışılmış.
Tabi bu model Çin gibi bir ülkenin sorununu çözmüyor. Sonuçta varlıklı kesimlerin ulaşabileceği konutlar bunlar. Ama olsun, alternatiflerden birisi...
Çin son yıllarda bir başka alanda Avrupa'yı terletiyor. Öyle ki, ucuz rüzgar türbinleri ile rekabet edemeyince, AB, Çin türbinlerine yüksek gümrük vergileri koymak durumunda kaldı. Malum Hollandalı, Alman rüzgar türbini markaları kilowat/saat olarak fiyatı bin doların altına indirmemekte ısrar ediyor, yıllardır. Çinliler ise bu fiyatın dörtte birine santral kurabiliyor.
Türkiye aslında hem rüzgar, hem de güneş enerji potansiyeli açısından çok şanslı...
Yapılacak iş, rüzgar ve güneş enerjisi üretecek teknolojileri kurmak, geliştirmek. Böylece elektrik üretmek için gerekli maliyetleri ucuzlatmak... Herkese, kendi elektriğini üretme fırsatı tanımak. Bu konuda ciddi girişimler var, ancak gerekli desteği bulamıyor. Biz alışmışız, parayı basıp her şeyi ithal etmeye... Herkes memleketin kalkınması değil, kısa vadede hemen ithal edip, voleyi vurma derdinde!
Nükleer enerji... Aslında, enerji üretiminden ziyade daha farkı gerekçelere dayanıyor.  Nükleer santral ihalelerini savunmak için, Fransa'nın elektriğin yüzde 75'ini nükleerden elde etmesini gerekçe gösterenler, Fransa'nın dümdüz coğrafyasında baraj yapacak ırmak olmaması, elektrik santral çalıştıracak kömür olmamasını göz ardı ediyor.
Fransızlar nükleer santral yapmasın da ne yapsın!
Ama Türkiye, hem bol güneş alan hem dünya kadar deresi, ırmağı ile oldukça yüksek hidroelektrik potansiyeline sahip.
Kabul etmek gerekir ki, hükümet özellikle son dönemde hidroelektkrik santral (HES) ihalelerine hız verdi. Çok sayıda santral inşaatı var. Eylül ayı başında,Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, bu yılın ilk 8 ayında 6 milyar dolar yatırımla, 4 bin 100 MW kurulu gücünde 131 santralin devreye girdiğini açıkladı. Dere ve ırmaklarda süren inşaatlar meyvesini veriyor.
HES, ilke olarak doğru. Ancak ihalelerin çoğunun yabancı firmalara verilmesi, firmalara suda "imtiyaz hakkı" gibi ayrıcalıklar tanınması sonunda, maalesef santral kurulacak yerlerde, yöre halkının ihtiyaçları, arazilerin sulanması vs. göz ardı edildi. Halkın mağdur edilmesi, doğanın kuraklığa terk edilmesi gibi olumsuzluklar insanların canına okumaya başlamış durumda.
Bu nedenle de HES'ler vatandaştan tepki görüyor.
Halbuki, amaç HES'leri bir yatırım, kar mekanizması görmek yerine, buralarda üretilen elektriğin öncelikle yörenin ihtiyaçlarına yönelik kullanılması, yöre halkının mağdur edilmemesi, HES'leri sahiplenmesinin sağlanması gerekir.
"Su akar Türkler bakar" ifadesi şimdi, "Dereler baraj olur, sefasını el sürer, cefasını Türkler çeker" e dönüşmek üzere...
Termik santral konusu... Türkiye'de termik santraller de "desülfürizasyon-bacagazı arıtma tesisi" yapma yüzünden çevre halkına yaşamı zindan etti. Müthiş hava kirlilikleri yaşattı.  Halbuki bizim dünya kadar linyit kömürü yataklarımız var. Son yıllarda kentlerin doğalgazla ısınmasının da etkisiyle bunlar zaten atıl duruma itildi. Desülfürizasyon alanında pratik ve ucuz teknolojiler geliştirilerek, pek ala çevreci, temiz kömür santralleri kurulabilir. Kömür santralları, yakacağı kendi kaynaklarımızdan olacağından, elektrik üretim maliyeti doğalgazın çok altında olacaktır. 
Doğalgaz santralleri, uluslararası firmalar için gelişen yatırım alanlarındanbirisi olduğundan dış kredi, teknoloji vs. sorunu olmadan bir yıl gibi kısa sürede kurulabilen, mantar gibi çoğalan santraller. Ancak bir yandan türbin-brülör sistemleri, teknolojisinin tamamen ithal olması, diğer yandan,  yakıt olarak kullanılan doğalgazın kendisinin ithal ve oldukça pahalı bir girdi olması yüksek enerji maliyetlerinin en önemli gerekçesi.
Enerji, hem gündelik yaşamın hem de sanayinin en önemli girdisi... Bu nedenle "ucuz ve kesintisiz enerji" yaşamsal bir konu...
Enerji, finansal yatırımın çok kazanma alanı olmaktan çıkmadıkça, yeterli miktarda enerji üretilse bile herkes için ulaşılabilir olmayacak...
Enerjinin üretimi, elde edilmesi kadar ülke için adil ve planlı şekilde kullanımı da kritik bir konudur. Benim köyümde, HES 1961 yılında elektrik üretmeye başladı. Ancak köyümün insanları, evlerinde 1980'li yılların ikinci yarısında ancak basabildiler elektrik ampülünün anahtarına...
Ucuz elektriğin yolu, yerli kaynaklardan, yerli teknolojiyle elektrik üretmekten geçiyor... 
"Ucuz" ve "herkes için ulaşılabilir" olmayı gözardı edip herşeyi ticari mantık ve azami para kazanma güdüsüyle ele alırsak... 
Rüzgar esecek üşüyeceğiz, güneş yakacak terleyeceğiz, faturalara bakıp evdeki elektrikli aletleri kullanmaktan korkmaya devam edeceğiz...
Hepinize sıcacık mekanlar ve iyi pazarlar... 

1 Ekim 2013 Salı

Paranın dini imanı olur mu?


  Bu yazı 30 Eylul 2013, Pazartesi 12:16:18 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Valla bence olmaz. Zaten bakın; yok, olmuyor da... Bu para denen şey, ne menem şeyse, onu her şeyin merkezine koyanlar çoğaldıkça her türlü “kötü”nün içinden zemzem suyuyla yıkanıp, pirüpak çıkıyor. Bize de gelişmeleri “aaa, baksana” diye şaşkınlık içinde, ağzımız bir karış açık kalarak izlemek kalıyor. 


Çocukluk yıllarımda da, hani bir 40-50 yıl kadar önce, para vardı. Ama hatırladığım kadarıyla para o dönemde ya babadan kalma mal mülkü sembolize eden, onun bir tezahürü olarak görülürdü, ya da kırsal kesimde para Almanya’ya ya da büyük şehirlere vs. gidip çalışmış “gurbetçi”lerde olan bir şeydi. Çalışma ile alın terini, becerikli olmayı, çağrıştırırdı ve çalışmakla, ter dökmekle elde edilen bir değer olarak algılanırdı.
Sonradan, “köyden indik şehre”...
İlk hayal kırıklığını, cebinde parası olanların, insanlara tepeden bakması ile yaşadık.
Paran kadar konuş ulan” denirdi, kızınca…
Demek ki, kim ne kadar paraya, servete sahip olursa, toplumda o kadar laf söyleme hakkı olur, dinlenme şansı olurdu…
Sonra, gazetecilikten açıldı şansım. Hem de "ekonomi muhabiri".. 
Merak bu ya, bir gün Bursa’nın en merkezi yeri olan ve her boş kaldığımızda baştan başa, eşe dosta selam vererek gezdiğimiz Atatürk Caddesi’nde, araştırmacılığım tuttu… Kında bıçakta durmayan acar muhabiriz ya, “Atatürk Caddesi’nde genelev sahiplerine ait kaç işyeri var” diye bir sorunun yanıtını arıyorum!. Kurt düşmüş içime, bir merak bir merak...
İlk adres olarak Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şubesi’nin kapısını çaldım.
Dönemin Asayiş Şube Müdürü, “Polis muhabiri” arkadaşlarımızla “enseye tokat…” düzeyinde bir ahbaplık içinde...
Sağolsun, “Asayiş, fuhuş vs. konusunda size her şeyi açıklayabilirim, yardımcı olurum” diyen müdür bey, “Genelev patronları”, kadın ticareti ile kazanılan parayla esnaf görünme vs.  deyince işi ağırdan almaya başladı. Hissettim ki, aslında, biliyor kent merkezinde işyeri sahibi olanların seceresini, ama iş“hatırlı kişilere” uzanacağından bana şu-şu-şu, diye bilgi vermek istemiyor.
Sadece genelevi patronu değil, “Night Klup”, “randevuevi” gibi çeşitli şekillerde kadın ticareti yapanların da toplumda başka sıfatlarla tanıdığımız kişiler olduğunu fark etmiştim.
Tabi bu acar muhabirlik girişiminden, yetkili kurumların verdiği bilgiye dayalı bir“liste” çıkmadı ve “atlatma haber” hayali suya düştü.
Ama ben anlayacağımı anlamıştım: Çevremizde lüks arabalarla dolaşan, bol para harcayan tiplerin bir bölümü, kendilerine bu itibarı sağlayan gerçek gücün kaynağını gizliyordu...   
Ve para…
Hani bir laf vardır, “Aman, canım sende,  üç beş defa kızıp o.. derler, sonra adın hanımefendi olur…” O hesap…
Make Money”, yani para kazanmak değil, alın teri, emek vs. değil, “Para yapmak”!…
Sonuçta paraya sahip olmak… Bunu nasıl yaptığın hiç önemli değil… Gayrimeşru iş yap, insanların emeğini, alın terini çal, hatta resmen git soy, gaspet, ne yapabiliyorsan onu yap...
Ne kadar “para yapar”san hayatta o kadar başarılısındır, o kadar saygınsındır…
Bu mantığın feriştahı ABD’ye baksanıza…
Sokakta 100 kişiye sorun, “ABD, Iran’a neden düşman gibidir?
Alacağınız cevap: “Şeriat ülkesi olduğu için”dir, eminim…
"Orası demokrasinin beşiği, burası Molla düzeni!"
Biz hep böyle yeriz!
Sanki Sam Amca’nın umurundadır bu ülkelerin nasıl yönetildiği, insanların kıblesinin nereye baktığı, demokrasi, insan hakkı falan…
Sam Amca, senin sırtından kazandığı/kazanacağı  paraya bakar!
Iran’da seçilen yeni yönetimle hava nasıl değişti…
Obama artık Iran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile telefonlarda görüşüyor, kanka vaziyetleri…
İran, dini gerekçelerden ziyade, Pehlevi’nin bağlantılarına tepki olarak batı ile arasına sınır koydu ve “ulusal” bir ekonomi yaratmaya çalıştı. ABD’ye zırnık koklatmadı petrolden. Son yıllarda da petrol fiyatlarındaki artışa bağlı olarak hayli zenginleşti. İran, kendi otomobil markasını yaratmış bir ülke…Türkiye hala bu işe başlamış bile değil...
Batının kolay pazarı değil İran...
ABD’nin derdi “molla rejimi”, gericilik falan değil; petrol ve silah paraları…
Ruhani” onlara bu kapıyı açıyorsa, Iran “Axis of  Evil-şer ekseni”nden  derhal çıkacaktır! Yeni model savaş uçağı ve füzelerin tanıtımı için ülke mi yok dünyada!
İran sermayesi, Türkiye’de şirket satın almak için 7-8 milyar dolarlık bir fon ayırmış. Onur Air, Varan ve Ulusoy şirketlerini satın alarak işe başladılar.
Güzel bir söz vardı, “Mücahitler müteahhit oldu” diye.
Ama, bu lafın mucidi de sonunda “müteahhitlere” katıldı!
Ne diyelim, paranın gözü kör olsun!
İyi pazarlar.