25 Kasım 2013 Pazartesi

Keşke haklı çıkmasaydım!


Dursun EROĞLU


Hükümet, sonunda “Anayasa” masasını devirmek durumunda kaldı. Anlaşılan artık bu oyuna ihtiyacı da kalmamış. Bunun böyle sonuçlanacağına inanlardandım ve gazeteniz Yeni Dönem’de Mayıs 2011’de, bu köşede “Anayasa yapma”nın, “kitap yazma” olmadığını, bu hükümetin doğrusu aman aman bir Anayasa ihtiyacı da olmadığını yazmıştım.
Buyurun, okuyun, sadece Anayasa değil hükümet birçok vaadinde de maalesef arpa yolu yol alamadı.
İşte o yazı:
“Siyasi partiler, ekonomik politikalarını birer seçim vaadi olarak açıkladılar. Projeler uçuştu. İktidar partisi “çılgın” projesini açıkladı, büyümede en yüksek rakamı söyleme yarışı başladı. Peki, hedefler ne kadar ülke ihtiyaçları ile örtüşüyor ve de ne kadar gerçekçi?

Seçimin favorileri Ak Parti, CHP ve MHP’nin (Seçim barajı sadece sandıkta değil, kafalarda da hâkim olduğuna göre, geri kalanlar yok sayılıyor) ortak hedefi yeni Anayasa.
Ülkenin demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğu çok açık.
Bu konudaki kilit sorun, iki dönemdir iktidar gücünün kullanan Ak Parti’nin artık “etkin güç” olarak yeni Anayasa’da demokratik düzenlemelere ne kadar sahip çıkacağıdır. Zira malum, partiler muhalefette olunca, -kendilerine lazım olduğu için- demokrasi isterler. Ancak seçilince, adil olmayan iktidar gücünün kullanmak hoşlarına gider. Bu yüzden örneğin bir türlü “dokunulmazlık” kaldırılmaz, “baraj”, siyasi partiler kanunu hep seçim zamanlarında hatırlanır.  
Şimdi bunlara galiba, Kürt ve alevi kesimini rahatlatacak Anayasal değişiklikler de eklendi.
Ayrıca, “hukuk”, “yasa”, kullanılan gücün, halk nezdinde meşru hale getirilme çabasından ibarettir.  Kurallar iktidar gücünü kullananların çıkarına göre düzenlenir. Bu yüzden de “demokratik anayasa” ancak demokratik, adil bir yönetimin isteyeceği bir şeydir. Anayasa’yı, iyiniyetli bir “Toplumsal sözleşme” görüp, bunu da üniversitedeki profesörler, uzmanlarca hazırlanacak bir toplumsal, evrensel kurallar bütünü olarak ele almak en hafifinden naifliktir. Bu yüzden açıkçası bütün partilerin “fikir birliği” yapmış gibi göründüğü yeni Anayasa yapımı konusunda o kadar kolay yol alınabileceğine hiç inanmıyorum.
Ve tabi ekonomik hedeflerin de mutlaka gerçekçi olması gerekiyor. “Gerçekçi” olmak, ete kemiğe bürünmek, bir kesimin çıkarını ifade etmek demektir. Bu açıdan örneğin, Başbakan Erdoğan’ın “çılgın proje” diye açıkladığı, İstanbul’a yeni bir boğaz, küçük bir Süveyş Kanalı açma fikri hiç de “hayalci”değil bence. Bu, İstanbul için düşünülebilecek en büyük rant ve “büyüme” projelerinden birisi.  İktidar TOKİ inşaatları, “duble yol” ve büyük çaplı “yap işlet” projeleriyle bu yolu çoktan keşfetti. Yeni zenginler yarattı. Eminim ki, “Kanalistanbul” gibi sadece kanal inşaatı 20-30 milyar lira tutan; adası, limanları, konut ve iş merkezleri ile bunun on katı bir işi ifade eden proje için şu anda elini ovuşturan bir sürü şirket, emlakçı, inşaatçı vardır. Hatta işi hangi firmalara vereceklerini bile düşünmüşlerdir.  MHP bu projeyi “yeni zenginler yaratma” projesi olarak görüyor. Doğrusu, MHP lideri Bahçeli, her ne kadar “ekönömi” olarak telaffuz etse de, ekonomiyi bilen birisidir. Üniversitede Türkiye Ekonomisi adlı dersimizin hocalarındandı.
Partilerin hepsi işsizliği azaltmayı vadediyor. Her yıl CHP 800 bin, AK Parti 400 bin kişiye iş vadediyor. Ancak bunun pratikte nasıl olacağına ilişkin bir formül yok. Örneğin hangi sektörleri destekleyeceksiniz, yeni fabrikalar açılmasını nasıl sağlayacaksınız? Partilerin, artık ekonomik büyümenin, istihdamda istenen artışı sağlamadığını da anlaması gerekiyor. Siz üretimi artırabilirsiniz ama,  bu illa da yeni işçi ile olmuyor. Patronlar yapabilirse her işini makine ile yapmaya, olmuyorsa 2 işçiye 3 kişilik işi yaptırmaya çalışıyor.
10 tane “dünya markası” yaratma projesini not etmek isterim, çok ilginç. Bakalım hangi markalar seçilecek.”
Yorum sizin.
İyi pazarlar.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Çakma değil, gerçek laiklik

Türkiye, Osmanlı gibi bir şeriat rejiminin ardından yeni ve çağdaş bir toplum yaratmaya çalıştı. Avrupa’daki “Rönesans” ve “Reform” kavgaları bizim İslam dininde yaşanmadığı için, aslında din toplumsal gelişmeye ayak uyduramadı. Din, bırakın bilimde, sanatta, ekonomideki gelişmeye ayak uydurmayı; hep değişimlere direniş mihrakı olageldi.
Aslında Atatürk döneminin yapmak istediği, din alanını yeniden düzenlemek, dini batıl inanç ve kişisel sömürü alanı olmaktan çıkarmak, tarikatların insanları salak yerine koyup ensesinde boza pişirmesine engel olmaktı.
Bulunan yol da Diyanet İşleri Başkanlığı adı ile siyasi iktidarın denetiminde bir kurum aracılığı ile vatandaşlara “ibadet hizmeti” vermek, “İmam Hatip” okulları ile bu alana eleman yetiştirmekti. “Din adamı” aynı zamanda “devlet memuru” olacağından “Laik devlet”e tehdit olamayacaktı.
İmam, kendine maaş ödeyen devlete biat edecek, hep iktidar lehine vaaz verecek, camiler bir tür yönetimin halkla ilişkiler birimi gibi çalışacaktı.
Aslına bakarsan bu epey işledi ve “iyi vatandaş”, “namazında niyazında” kişiler olarak algılandı.
Ancak din. insanla tanrı arasında bireysel, inanç olmaktan çıkıp, toplumu yönetme aygıtı olmaya başladığı andan itibaren, güç odakları arasında bir hakimiyet kavgasının da arenası oluvermişti.
Ve gelinen yerde artık din alanı, geleneksel “laik devlet”çi kesimlerin denetiminden çoktan çıktı.
Artık CHP liderinin, “Diyanet’i kuran biziz, İmam Hatipleri açan biziz…”  diye yırtınması, “Biz dine karşı değiliz, tam tersine, hakiki Müslüman biziz” minvalli çabalarla  “mütedeyyin”, “sağ muhafazakâr, İslamcı” kesimden oy dilenmesi boşuna…
Diyanetçi laiklik” uygulamasının sonuçları, bu politikanın sahiplerinin gözünün yaşına bakmayacak!
Sahi, laiklik nerede kaldı?
İnternet üzerinden tanıştığım bir Fransız arkadaşım var.
Aklımı kurcalayan soruları ona sordum.
Laiklik Avrupa’da nasıl uygulanıyor?
Arkadaşım, bir örnekle durumu anlattı.
Fransa’da dinin devletle organik bir bağı yok. Örneğin ben Katoliğim. Fransa’da Katolikler oturdukları yere en yakın Katolik Kilisesi’ne gider, kaydolur. Herkes kendi gelirine, maddi durumuna göre, kendi belirlediği bir rakamla Kiliseye bir tür aidat öder. Kaydı alınır, her ay maaşlarından bu para kesilir, o kilisenin hesabına yatar. Bir tür vergi gibi… Kilisenin bütün giderleri buradan karşılanır. Hiçbir din adamı, papaz, rahip vs. devlet memuru değildir, devletin bütçesinden para, maaş almaz.
Orada kiliseleri devlet yapmıyor mu?
Hayır. Her inancın kendi içinde hiyerarşik örgütlenmesi var.  Örneğin bizimkiler Vatikan’da Papa’ya bağlı. Nereye kilise yapışacağına onlar karar verir. Devletin, halktan toplanan vergilerle kilise yapması diye bir şey yok. Bırak kilise yapmayı, bazı belediyeler kiliseye el altından maddi yardım yaptığında bu sansasyon konusu olur.”
Peki bizdeki imam hatip liseleri gibi, orada da devletin papaz okulları vs. var mı?
Hayır. Her kilise veya inanç kesimi, ibadet hizmetini verdirecek kadrolarını kendisi yetiştirir. Kiliselere bağlı mesela Katolik okulları var. Devletin Eğitim Bakanlığı karışmaz onların eğitim programına… Papazlar, rahibeler hep kiliselere ait eğitim kurumlarında yetişir.
Yani devletin eğitim sistemindeTürkiye'deki İlahiyat Fakültesi, İmam Hatip gibi okullar yok mu? Normal eğitimde gençlere hıristiyanlık öğretilmiyor mu?
Hayır. Yani teoloji, din sosyolojisi, davranış vs. dersleri olur, ama Fransız devlet okullarında belli bir dine yönelik eğitim yoktur. Devlet okullarında bilimsel şeyler okutulur.”
Allah Allah... Hani biz laik ülkeydik. Avrupa medeniyetini benimsiyorduk!
Vay be...
İnanç” alanı ülkenin kronik birkaç sorunundan birisi. Anlaşılan, çözüm de sadece Sünni mezhebine yönelik Diyanet modeline artık son vermek…
Avrupa bunu becermiş.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özerkleşmesi, kendi masraflarını kendi cemaatinden sağlaması gerekir. Diyanet artık bunu gerçekleştirecek kapasiteye de sahiptir. Büyük kentlerde birçok cami var ki, ciddi kira gelirleri ile kendi ayakları üstünde duracak halde.
Unutmayalım, ben gayet iyi hatırlıyorum, Anadolu’da imamlar halk arasından çıkar, imamım masrafını da cemaat temin ederdi.
Diyanetin devletten bağımsızlaşması hem din alanını siyasi çekişmenin dışına çıkaracak, hem de vatandaşın “inanç özgürlüğü” garanti altına alınacaktır.
Ülkeyi alevi/Sünni, inanan/inanmayan gerginliği üzerinden yönetme dönemini kapamanın başka bir yolunu görüyor musunuz?
İyi pazarlar…

11 Kasım 2013 Pazartesi

Benim vergimle aldığını bana satma!


Geçen Pazar, “vergi yükü”nün kimlerin sırtında olduğunu anlamaya çalışmıştık. Ve... Bu yükü omuzlayanların ücretli, kayıtlı çalışan, gelirinin tamamını tüketim malı satın alarak harcayan, üstelik de ev, araba, beyaz eşya alacağım diye gırtlağına kadar borçlanan “orta direk” olduğu çıkmıştı ortaya.
Peki geçim ve hayat gailesi peşinde koşan bu insanlar, ödediği vergilerin karşılığında devletten ne görüyor?
Daha doğrusu devlet, topladığı vergileri nereye harcıyor?
TBMM’ye gönderilen bütçe tasarısının sunuş bölümünde şu ifadeyi bir okuyalım:
“… temel amaç ülkemizin refah seviyesinin artırılması nihai hedefi doğrultusunda, büyümeyi ve istihdamı artırmak, cari açığı azaltmak, kamu maliyesindeki güçlü durumu devam ettirmek, fiyat istikrarını sağlamak…”
“...Yüzde 4 büyüme, yüzde 3,2 enflasyon...”
Laf ola beri gele!
Cari açığı azaltmayı hedefleyen bütçenin kendisi açık!
Baksanıza…
2014’te devlet, Genel bütçeli kamu idarelerine 428 miyar 296 milyon, özel bütçeli idareler 48 milyar 647 milyon ve denetleyici kurumlar 3 milyar 3 milyon lira olmak üzer toplam 479 milyar 777 milyon lira harcayacak.
Oysa hesaplanan net bütçe geliri 394 milyar 634 milyon lira…
Yani bütçe baştan 85 milyar 143 milyon lira açık bağlanmış…
“Fark net borçlanma ile karşılanır” denildiğine göre “cari açık ekonomisi”ne devam…
2014’te bütçeden en fazla para ayrılan kurumlar sırasıyla (milyon lira) şöyle:
Maliye Bakanlığı                  : 112.499.
Hazine Müsteşarlığı             : 63.999.
Milli Eğitim Bakanlığı          : 55.704.
Çalışma ve S.G. Bakanlığı   : 32.725.
Milli Savunma Bakanlığı      : 21.815
Aile ve Sosyal Politikalar B.: 17.024
Emniyet Genel Müdürlüğü   : 16.557
Gıda Tarım ve Hayv. B.       : 14.230
Ulaştırma Bakanlığı              : 13.013
Orman Su İşleri Bakanlığı    :10.945
Kamu Hastaneleri Kurumu: 9.028
Adalet Bakanlığı                   : 8.239
Halk Sağlığı Kurumu            : 6.875
Jandarma Genel Kom.          : 6.156
Diyanet İşleri Başkanlığı     : 5.442
İçişleri Bakanlığı                   : 3.550
İşçi, memur ve orta direğin emeği alın teriyle oluşturduğu pastanın en büyük dilimi öteden beri okullar, asker-polis ve de sosyal güvenliğe gidiyor…
Diyanet İşleri yine birçok bakanlıktan fazla para harcamaya devam ediyor. Devletin tek mezhepli din hizmeti bize has “laiklik” ile can ciğer kuzu sarması gidiyor, neyse…
Dikkatinizi çekmek istediğim birkaç nokta var.
-         Gider bütçesinin neredeyse yarısının Maliye Bakanlığı ve Hazine Müsteşarlığı’na (toplam 176,4 milyar lira) ayrılması idarenin şeffaf ve denetlenebilir olmasına ters. Bu paralar bir tür “joker”dir. Yani hükümet bu parayı elinin altında tutar, her canı istediğinde buradan aktarma yapar. Evet, bu hükümetin elini rahatlatır (aslında bu kadar eli rahat olan iktidar ali kıran baş kesen olur); ancak meclis ve denetim mekanizmalarının işini zorlaştırır. Sayıştay raporlarında yaşanan sorun da bu tezi kanıtlıyor. Bu paraların büyük bölümü asker ve polisin ihtiyacı, kamu yatırımları ile özel sektörün finansmanı şeklinde sermaye kesimine aktarılıyor.
-         Bütçede “Güvenlik” kesiminde en çok para polise gidiyor (Jandarmaya 6, polise 16 milyar). Hükümetin polise bu ölçüde yatırım yapması, önümüzdeki dönemde cop, gaz ve TOMA olarak daha fazla hizmet alacağımız anlamına gelebilir!
-         Devletin asli hizmetlerinden ve “bedava” olması gereken eğitim, sağlık, adalet ve emniyet hizmetleri, vatandaş için giderek ücretli hale geliyor… Bütçe kitabının satır aralarını okuduğunuzda bu görülebiliyor. Örneğin artık Adalet Bakanlığı’nın, başı derde düşüp de mahkemeye başvuran kişilerden harç vs. adı altında topladığı para, bakanlık bütçesini yakalamış durumda.  Keza, vatandaşın “güvenlik” faturası da sürekli kabarıyor. Kapıya kamera, pencereye, bahçe kapısına demirler, işyerine özel güvenlik… Polis sadece iktidarın verdiği işi yapar, iktidarın güvenliğini sağlar pozisyonda. Sorunu için gidip karakolda sükutu hayale uğrayanların sayısı artıyor.  Devletin "güvenlik" bütçesi sürekli artıyor; ama vatandaşın aldığı hizmet geriliyor. Eğitim ve sağlıkta da daha çok “pamuk eller cebe” vaziyetleri var…
Yani devlet, halka bedava kamu hizmeti vereceğim diye vergi alıyor, sonra her hizmetin bedelini, vergi ödeyenlerden ayrıca tahsil ediyor!
Benim vergimle yol, köprü yap; sonra her geçtiğimde bana bilet kes…
Benim vergimle okul, hastane, mahkeme yap; daha kapıdan girmeden vezneye gönder…
Devletin malı deniz…” bilenler mi dediniz?
Adam gibi çalışıp vergisini verenlerin lügatında böyle şeyler olmaz.
İyi pazarlar….

4 Kasım 2013 Pazartesi

Siyasetin aynası: Vergiler!

Dursun EROĞLUDursun EROĞLU
Hükümet 2014 yılı tahmini bütçesini hazırladı ve meclise verdi. Siyasetin en önemli ve kritik konusu bence vergidir; verginin kimden alınıp kime verileceğidir… Gerisi parlamentoda, sokakta devam eden kayıkçı kavgasından, laf cambazlığından öteye gitmez..
Kimin sağcı-solcu, kimin haktan-adaletten ve halktan yana olduğu anlamak için lafa değil vergi karnesine bakarım!
Maliye Bakanlığı’nın hazırladığı bütçe, bazı “güncellemeler” dışında 2013 bütçesi gibi. Türkiye’de vergi yükünün kimlerin sırtında olduğu/olacağı belli.
Peki devlet topladığı vergileri harcarken, verginin büyük bölümünü ödeyen kesimleri kolluyor mu? Yoksa vergi aldığı kesimleri kendisi için bir tehdit gibi görüp, topladığı vergileri kendi çıkarını, iktidarını (vergi ödeyen vatandaşlara karşı) güvence altına almaya dönük bir vizyonla mı dağıtıyor?
Lafta, “Herkesten kazancına göre vergi alınır…
Böyle bir “vergi adaleti” var mıymış, gelin, bakalım.
Devletin 2014 için hesapladığı net bütçe geliri 394 milyar 634 milyon lira (brütü 425 milyar).
Peki bu rakam nelerden oluşuyor?
Vergi: 378 milyar.
Teşebbüs ve mülkiyet geliri: 8 milyar.
Faiz, kurum payı, taşınmaz vs. satış geliri: 28 milyar.
Yani devlet, kasaya girecek 394 milyarın 378 milyar lirasını vatandaştan vergi olarak toplayacak. Devletin kendi faaliyet geliri sadece 35 milyar lira…
Peki, bu 378 milyarlık vergiyi kim ödeyecek?
Gelir Vergisi: 73,2 milyar.
Bunun 67,1 lirası “tevkifat”la. Yani işçi, memur, ücretliler, çalışanlar tarafından ödeniyor.
Kendi işi olan,  irili ufaklı “patron”ların tabi olduğu “Beyana dayanan” Gelir Vergisi sadece 4 milyar lira…
Demek ki neymiş? Bakmayın siz şatafatlı törenlerle “vergi rekortmeni” reklamlarına, patronların kişisel gelirleriyle ilgili ödedikleri vergi, çalışanların ödediğinin yanında devede kulak… 
73 milyarın sadece 4 milyarı
Şirketlerin ödediği Kurumlar Vergisi’nin tamamı ise 33,9 milyar lira.
Ücretlinin ödediği 67,1, patronların ödediği 4, şirketlerin ödediği 33,9 milyar, etti 105 milyar…
O zaman asıl vergi yükü kimin sırtında?
Dâhilde alınan mal ve hizmet vergileri”: 165,3 milyar… Yani her gün marketten bir şey alırken, fiyatın içinde ödediğimiz KDV’ler... 
Araç sahiplerinin her yıl ödediği MTV: 8,6 milyar.
Özel Tüketim Vergileri (ÖTV): 89,5 milyar lira.
Bu paranın 47,2 milyar lirasını akaryakıt ve doğalgaz kullananlar ödeyecek.
Sigara içenlerin cebinden 21,9 milyar, alkollü içki içenlerin cebinden de 5,8 milyar çıkacak. 11 milyar lira araba satın alanlardan, 3,1 milyar dayanıklı tüketim malı alacaklardan, 4,6 milyar lira da cep telefonu kullanacaklardan özel iletişim vergisi olarak çıkacak.
Önemli vergi kaynaklarından birisi de ithalat. İthalde alınan KDV 64,8 milyar lira.
Merak etmeyin bu parayı ithalatçı firmalar kedi karından ödemiyor. İthal ettikleri malın üzerine koyuyor, sonuçta da para sokaktaki vatandaşın cebinden çıkıyor.
Maliye 2014’te 10,4 milyar lira Damga Vergisi,15,2 milyar lira Harç tahsil edecek. Bunun 8,3 milyarı tapu, kalanı da yargı ve noter harcı olarak tahsil edilecek.
Hani bir algı vardır: “Vergiyi tabi ki zenginler, servet sahipleri öder. Fakirin neyi var da vergi ödeyecek”.
Demek ki bu pek doğru değil.
Kazandığı paranın vergisi habersiz, maaşından kesilen… Sonra da sanki hiç vergi ödememiş gibi yediği içtiği her şey için her kalemde ayrı ayrı vergi ödemek zorunda kalan… Aldığı parayı gıdaya, beyaz eşyaya, ev ve arabaya yatıran, arabasına yakıt, evine doğalgaz almaktan geriye kalanla sadece eş dostla iki kadeh atma, arada iki tellendirme gibi alışkanlıkları olan ortalama vatandaş var ya…
Eğer devlet, vergi ödeyenlere hizmet etmeye dönük bir aygıt olsaydı, memleketin en gözde insanları onlar olurdu.
Siyasi iktidarlar, başbakanlar, bakanlar, vali, belediye başkanları, polisler vs. ay başında aldıkları maaşın bu insanların cebinden çıktığını düşünerek, onları görünce toparlanır, kendine gelir, güler yüz gösterir, saygı duyar, yardımcı olmaya çalışırdı.
Takdir sizlerin…
Karşımdaki “2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ve Bağlı Cetveller” kitabı tam 296 sayfa…
Haftaya, toplanan vergilerin nereye harcandığına bakalım.
İyi pazarlar…