24 Şubat 2014 Pazartesi

Dünyanın çivisi mi çıktı?

Dursun EROĞLU
 “Tarihin tekeri asla geriye gitmez: yavaş ya da hızlı, mutlaka ileri gider” diye inananlardanım.  Üstelik bunun  “polyanacılık” değil, tersine çok bilimsel-gerçekçi bir tespit olduğu iddiasındayım!  
Ama öyle şeyler yaşanıyor ki, bütün ezberler altüst. Güzel ülkem her yıl daha “adaletli”, daha “kalkınmış” olacak derken,  bir anda dudaklarım uçukluyor…
Bugün sizlerle  “ekonomi-politik” e  “magazin” penceresinden bakmak istiyorum.
“Magazin” deyince, bu ara Digitürk aboneliğimi kapatıp uydulardan birisini Türksat’a, diğerini Hotbird’e çevirdim.  Artık evde Eritre, Vietnam  televizyonlarını bile izleyebiliyorum!
“Tarihin tekeri” dedik ya, şimdi bu tekerin çivisi mi çıktı nedir;  artık ekonomik büyüme ve zenginlik  Avrupa, ABD, Japonya’da üretilmiyor. 
En son 2008’de ABD’de patlayan Mortgage krizi ile iyice kabak gibi ortaya çıktı ki, artık batı ekonomilerinin pili bitmiş durumda!
“Küresel Pazar”ın  ucuz yarışında  fabrikalarını Çin’e, Tayvan’a,  Habeşistan’a vs. taşıyan batılı dev markalar  servetlerini katladılar; ama kendi ülkeleri sinek avlamaya başladı.  Çin yüzde 7’nin altına düşmeyen yıllık kalkınma ile ABD ekonomisine hızla yaklaşıp süper güç olurken, batıda üretim düştü.  Batı mevcut refah seviyesini koruyamaz hale geldi.
Le Nouvelle Economiste’te Fransız yazar  Bertrand Jacquillat  önceki gün, “30 Zafer yılı-30 Acınacak yıl” gibi bir başlıkla nefis bir yazı kaleme almış.  Bu 30 Zafer Yılı (Les Trente Glorieuses)  Avrupa’da çok ünlüdür…  Almanya, Fransa ekonomilerinin 1945-1975 arasında kaydettiği olağanüstü büyümeyi ifade eder. 
Gerçekten, 2. Dünya Davaşı sonrasında taş taş üstünde kalmayan Avrupa sol-sosyal demokrat hükümetler eliyle hızlı bir kalkınma başlatmışlardı ve denilebilir ki, Avrupa işte bu 30 senede Avrupa olmuştu!
B. Jacquillat  bu 30 yılda,  ortalama yıllık yüzde 5’in altına düşmeyen  büyüme hızının ortalama olarak Avrupa’da 1980’li yıllarda yüzde 3, 1990’lı yıllarda yüzde 2, 2000’i yıllarda yüzde 1 olduğuna dikkat çekiyor.
Eee büyüme 2010’lü yıllarda da hep yüzde “0” mı olacak?” diyor.
Hatta panikle  “Ya büyüme bir daha asla geri gelmezse?” diyor!
Şurası açık ki, sadece Çin değil, Pakistan, Rusya, Hindistan, Vietnam gibi pek çok ülke şu seneler  altın çağını yaşıyor.  Bunları görmek için örneğin Çin’in CCTV , CNC kanallarına bakmak yeterli.
Peki bu, yer küremizde adalet yerini buluyor anlamına mı geliyor?
Pek değil.  Örneğin, ünlü “Forbes” dergisi yine dünyanın en zengin adamlarının listesini çıkarmış.  2013 Dolar milyarderleri listesinin başında 74 milyar dolarla Carlos Slim diye Meksikalı  bir “telekom”patronu var.
Sıkı durun, yarısı Çin’de olmak üzere, Asya’da tam 332 dolar milyarderi varmış!
Bu rakam Avrupa’nın çok üzerinde.  ABD’de sayı 413 kişi.
Dolar milyarderi sayısındaki artış, büyüme artışından fazla! Yani kişiler arasında zengin-fakir dengesi bozuluyor. Yani dünyanın adaleti bozuluyor...
Tuhaf şeyler oluyor.  BBC “Kim korkar Huavei’den” diye haber yapmış!
Meğer Huavei, şu cep telefonlarından bildiğimiz Ericsson’u da satın alan Çinli patronmuş… Adamda bir hava bir hava… Batılılar adını “Havai” der gibi söylüyor diye,  ABD dahil bir çok ülkede özel kurslar açtırmış. Kursta öğrenilen tek şey, “Huavei”nin nasıl telaffuz edileceği!
Dünyanın pek çok yerinde kargaşa, çatışma var.  Ukrayna’daki görüntüler bizim “Gezi Olayları”nı hatırlatıyor…
Kiev’deki gösterileri Russia Today kanalından izlersen, diyorsun ki, bütün suç bu göstericilerde! İngilizce yayın yapan bu Rusya kanalı, genelde polise taş, molotof atan, kaldırım taşlarını söken, otobüs tabelalarını vs. kıranları gösteriyor.  Göstericiler almışlar ortalarına bir polisi, tekme yumruk  girişiyorlar mesela… Ama öldürülen göstericilerin sadece sayısı veriliyor! (Bu durum bize hiç yabancı gelmiyor değil mi) 
BBCLe Monde gibi gazetelerdeki fotoğrafları görünce doğrusu bu “barışçı görüşme” haberlerinin palavra olduğunu düşünüyorsun. Ne yalan söyleyelim,  battaniyelere sarılıp yere serilen ceset fotoğraflarını görünce bizim Uludere (Roboski) olayı geldi gözümün önüne.  
Orada da yönetim “Polis kimseye şiddet uygulamadı, silah kullanmadı” diye yemin billah ediyor.  Ama iki günde nasıl oluyorsa 40 kişi polis kurşunuyla  öldürülüyor…  Ve göstericilerden birisinin cep telefonuyla çektiği resim yalanı hükümetin yüzüne vuruyor:  Elinde uzun namlulu suikast silahı ile bir polis, yerde, kendini gizleyerek gösterici avlıyor.
Ama batılı medyada,Ukrayna'da  polis kurşunuyla öldürülen göstericilerin ailelerinden, olayda kullanılan kurşunun veya gaz fişeğinin parasının istendiği haberlerine rastlayamadım. 
Ne bileyim yönetim başı telaşında ya, belki de böyle bir olay olmamıştır!
Kİev'deki göstericilerin neyin peşinde olduğuna dair net birşey biliyormusun, derseniz, maalesef...
Görünürde ABD, Almanya vs. tarafından desteklenen, (bu ülkelerin gösterileri finanse ettiği iddiaları var) Ukrayna'nın Rusya değil AB'ye "bağlanmasını" isteyen bir kesimin eylemleri. Ama Kiev^deki sokak röportajlarına bakarsanız da göstericilerin çoğu ırkçı, faşist gruplar... 
Anlaşılan Kİev'deki çatışmalar, karşılıklı psikolojik harp teknikleri ile sürüyor...

17 Şubat 2014 Pazartesi

Bu kriz de ‘teğet geçer’ mi?


Dursun EROĞLU
Doların 2,2 lira seviyesine takılma görüntüsü, “kriz bitti” yorumlarına yol açıyor. Hatta, “medyaşör”lere bakarsanız, yaşananlara “kriz” demek bile çok abes!
Keşke öyle olsa, bununla atlatabilsek… Zira henüz yaygın iflaslar, işten çıkarmalar görmedik!  
Ama olgular, krizin “teğet geçmeyeceğini” gösteriyor. 
Son dönemde bankaların dışarıdan krediyle “cari açık” finansmanı, sadece “30 Mart”ı savuşturabilecek gibi görünüyor…
Cari açık Aralık’ta 8,3 milyar dolarla tarihi rekoru kırdı!  Ama bu, yaşananları  açıklamıyor.  Rakam Aralık 2011’de 75 milyar, 2012’de 48,5 milyar dolardı.  Yani rakamlar 2011’de tırmanmış,  2012’de düşüşe geçmiş, 2013’de de yeniden yükselmeye başlamış… Ama hala 2 yıl önceki rakamın altında. 
Yani sorun açığın miktarı değil,  artık kapatılamaz hale gelmesi!
Ekonomik verilere göre, “sıcak para” Mayıs 2013’den bu yana bıçak gibi kesilmiş…
Malum, ABD’deki parasal genişleme politikasının değişmesi bütün hesapları altüst etti.
Ve yıl başından Mayısa kadar,  5 ayda gelen “sıcak para” 26,4 milyar dolar iken,  Mayıs sonrasında geçen 7 ayda giren para sadece 4,1 milyar dolar.
Şimdi  “Gezi Direnişi”nin Mayıs sonunda başlayıp Haziran’da şiddetlendiği, halk tepkisine dönüştüğü 17 Aralık sonrasında da hükumetin kirli çamaşırlarının ortalığa saçıldığını,  hatırlatmakla yetineyim…
Hani hala gösterilerin, polis şiddetinin ve olayın hükumete karşı bir tepki haline gelmesinin ekonomiden tamamen bağımsız olduğunu, hatta ekonomi tıkırındayken bunların “komplo” amaçlı yapıldığını düşünmeye devam ederseniz, diyecek lafım yok!
Döviz açığı büyüyüp, ithalatçılar dolara yüklenince tabi “fren”ler tutmadı ve Dolar bir ayda yüzde 30 değer kazandı. TL ise değer kaybetti, yüzde 30 devalüe edildi.
Şimdi, faiz oranlarının çift haneye çıkması ile doların 2,2 lirada duracağı tahminleri yapılıyor.
Soralım:  Mayıs sonrasında aylık ortalama cari açık 4,6 milyar dolar. Yabancı kaynaklı toplam döviz girişi ise 1,8 milyar dolar.  Bu durumda döviz daha kaç ay yerinde durabilir?
Ben bunun birkaç aydan daha uzun olamayacağını düşünüyorum. 
Çünkü, piyasadan her ay fazladan toplanacak 3 milyar dolar (net açık bu kadar), kuru her ay yükseltir!
Peki son bir aydır niye yükselmedi? Aylık 3 milyar doları özel sektör mü getirdi? 
Hayır. Reel sektörün dış kredilerinde Mayıs öncesine göre yüzde 94’lük düşüş var.
Öyleyse kim getiriyor dolarları?
Analizlerden benim anladığım, son aylarda cari açığın dış finansmanını bankalar yapıyor!
Dış piyasadan yeni faizlerle kredi alıyorlarmış…
Boşverin siyasetçilerin kayıkçı kavgasını. Her şey bu açıkların kapanmasına bağlı!
Siyasi iktidar bunun farkında olduğu için bu işe bankaları seferber etmiş görünüyor.
Evet, “At binenin kılıç kuşananındır”…
Ama bu yeni finansman şekli sorunlu.
Gelin bunu anlamak için bankalara bakalım:
“Türk bankacılık sektörü”  artık küresel sermayenin kontrolünde...
14 Banka yüzde 100 yabancı (Citibank, Deutsche Bank, HSBC, ING, ODEA, Turkland, Mellat, Habib, JP Morgan Chase, Portigon, Societe General, Royal Bank of Scotland, Merrill Lynch, Standard Chartered).
12 Bankada yabancı hissesi yüzde 10-99,8 arasında (Denizbank, Finansbank, Taib Yatırım, Burgan Bank, Yapı Kredi, Kuveyt Türk, Albaraka Türk, TEB, Garanti, Bankpozitif, Türkiye Finans, Arap Türk, Şekerbank, Akbank, Turkish Bank, Halk Bankası, Türkiye Sınai K.B.,  Asya, İş Bankası, Vakıflar Bankası ve Tekstilbank).
Halk Bankası’nın bile yüzde 44,5’i küresel sermayeye ait!
Sermayesi devlete ait tek banka kalmış; Ziraat Bankası...
Yani siyasi iktidarın bankacılık sektörü üzerindeki etkisinin sınırları kalın…
Belki de bu yüzden hükumetin ipinin “dışarıda” olduğu bu kadar kolay dillendiriliyor!
Eylül 2013 rakamıyla memleketin dış borç toplamı 373 milyar dolar.
Bunun 263 milyar doları özel sektörün.  Vadelere falan bakınca görüyoruz ki, Türkiye, Kasım ayı itibariyle bir yılda 168 milyar dolar dış borç ödeyecek. Bunun 143 milyar dolarını özel sektör ödeyecek.
Peki dışarıdan döviz alacağımız yok mu? Var, 93 milyar dolar!
Yani memleketin net dış ödemesi, “açık pozisyonu”, 170 milyar dolar.
Yırtılan siyasi istikrarı,  yönetimin yolsuzluğa bulaşması ve durumunu korumak için işi şiddete dökmesini falan bir yana bırakalım…
Bu durgunluk ortamında,  bu 170 milyar dolar para, vatandaşın işine, ekmeğine ve de özgürlüklerine dokunmadan, sessiz sedasız nasıl ödenecek?
Sahiden bu kriz “teğet geçer” mi?
İyi pazarlar.

10 Şubat 2014 Pazartesi

CHP’de ‘Yavaş’ yavaş!

Dursun EROĞLU
Başkent gündeminin en sıcak konusu ne dolar kuru, ne enflasyon. 
Her yerde 30 Mart konuşuluyor. En çok merak edilen şey, Ankara’yı 20 yıldır yöneten mevcut AKP’li başkan Melih Gökçek’in yeniden seçilip seçilmeyeceği…
Gökçek’in rakibi CHP’nin MHP kökenli adayı Mansur Yavaş. Beypazarı ilçesinde başarılı bir belediyecilik sergileyen Yavaş’ın seçilmesi, sadece belediyede değil, CHP’de de yeni bir dönemi başlatacak gibi.
Yaklaşık 4 yıldır Ankara’dayım, siyasetin nabzını çok iyi tuttuğum iddiasında da değilim. 
Ancak görebildiğim kadarıyla, başkentliler artık Gökçek’e “doymuş”!
Gökçek gitsin de kim gelirse gelsin” lafını burada çok dinliyorsunuz.
Gökçek, bir yandan iktidar gücünü arkasına alan, diğer yandan da seçimlerde kendine has “sıra dışı” yöntemleri devreye sokup rakiplerini perişan edebilen bir isim… Ama yine de bu sefer işi çok zor görünüyor.
Sizlerle paylamak istediğim konu aslında CHP cephesindeki gelişmeler…
CHPAnkara Büyükşehir Belediye Başkan adayını, anlaşılan zorlu bir sürecin sonunda belirledi. Yapılan anketler, görüşmeler sonrasında Mansur Yavaş isminin açıklanması da parti tabanında dalgalanmaya neden oldu. Şaşkınlığın nedeni Yavaş’ın uzun yıllar MHP’de siyaset yapmasıydı.
Neyse ki tepkiler toplu bir protestoya dönüşecek boyuta ulaşamadı.
CHP İl Seçim Koordinasyon Merkezi’nin açılışına, kafasında soru işaretleri ile gelen partililerin çoğu  Yavaş’ı ilk kez dinledi ve sonunda alkışladılar.
Anlaşılan o ki, Kılıçdaroğlu ve yakın ekibi, partinin geleneksel politika kalıplarını zorlayan adımlar atıyor. 
CHP’de ezberler bozuluyor.
Hiç beklenmeyen şeyler oluyor.
Düşünsenize partinin İstanbul adayı, CHP’de liderlik yarışına soyunan Mustafa Sarıgül! 
Ankara adayı MHP’de liderliğe soyunan Mansur Yavaş!
Hani buna DYP çizgisine mensup Bursa adayı Necati Şahin’i de ekleyin.
Bunlar her ne kadar sandık, “seçim kazanma” numaraları gibi sunulsa da, bu örtünün altında partinin siyaset yapma biçimlerindeki değişimi görmek mümkün.
Örneğin kulislerde, Kılıçdaroğlu’nun Yavaş ile çok uzun süre önce temas kurduğu konuşuluyor. Hatta bu teması sağlayan kişinin de yeniden aday gösterilen Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar olduğu anlaşılıyor.
Geçenlerde, “CHP iyiden sağa kayıyor”un konuşulduğu bir ortamdaydım. Vatandaşın birisi ne derse beğenirsiniz:
Şimdi sorarım size… Mansur Yavaş mı daha sağcı, Muharrem İnce ya da Birgül Ayman Güler mi?”
Hadi buyurun! Ne cevap vereceksiniz?
Evet, Mansur Yavaş MHP kökenli ve bunu da inkâr etmiyor.  
Ancak MHP de artık hafızalarımıza kazınan “eli silahlı beli bıçaklı”, kavgacı, şovenist, faşist, militarist insanların partisi değil… Üstelik Yavaş hiç böyle birisi görünmüyor ve yollarını da ayırmış.
Yavaş’ın Beypazarı’nda yaptıkları oldukça liberal, mütevazı, makul işler.
Bütün mesele aslında alternatif bir yerel yönetim anlayışı oluşturabilmek.
İnsanları birleştiren çıkarlarıdır!
Ve zaten politika denen şey de farklı toplum kesimleri arasındaki çıkar kavgası değil midir?
Madem Gökçek’in her şeyi ranta çevirdiğini, yedi sülalesini zengin ettiğini, çalışanları taşeronlara mahkûm ettiğini, belediyeyi borçlandırıp borcu hazineye yıkmayı alışkanlık ettiğini, kötü yönettiğini söylüyorsunuz…
O zaman rant hesaplarını bir yana bırakıp, Ankara’yı çağdaş, yaşanabilir, yoksulunu, işsizini, çalışanını da düşünen ve doğayı, çevreyi tahrip etmeyen bir başkent olarak planlamanın yolunu bulacaksınız…
Yavaş, mikrofonu eline alır almaz, “Su ve ulaşım ucuzlayacak” dedi.
Maalesef şehirlerimizde içmesuyu belediyenin en büyük gelir kapısı olmuş durumda. Bursa'da BUSKİ'nin bütçesi Büyükşehir'in bütçesinden fazla olurdu. Ankara'da da ASKİ aynı durumda... 
Yavaş, "Su hava gibidir. Vatandaşın içeceği sudan para kazanma, ASKİ'nin sırtına bir sürü fatura yükleme devri bitecek" iddiasında. 
“Belediyenin yaptığı sosyal yardımlar aynen devam edecek, hatta hortumları kesip bu yardımları artıracağız” dedi. Yani fakirin kömürü, gıda yardımı kesilmeyecek, diyor.
Hani değme "sosyal demokrat"ların bu yardımlar nedeniyle yoksullara "makarnacı" gibi yüksek perdelerden baktığı bir devirde...
İlk defa belediyenin Ankara çevresinde köylere, tarıma el atmasından sözetti.
Gökçek, yol kenarlarına dikilen ıhlamur fidanını her biri 1500 Euro’ya Almanya’dan getirtiyor. Ben Ankaralı çiftçiden alacağım” dedi. Böyle “milliyetçiliğe can kurban!
Kent merkezini yayalaştıracağını, parkların büyütüleceğini, insanların “AVM yerine parklara” özendirileceğini, otoparkların belediyece işletileceğini, öğrencilerin “bedavaya yakın” taşınacağını, Nazım Planları ile rantı keseceğini söylüyor.
Haftaya, Çankaya, Yenimahalle gibi metropol ilçe adayları da belli olacak ve projelerle tartışma canlanacak.
İkonlar ve isimler değil, çıkarlar, ihtiyaçlar ve ortak hedefler üzerinden gitme başarılırsa, siyasete yeni bir ufuk açılacak gibi.
Kapı komşusu, iş arkadaşı oluyoruz, düğünü cenazeyi beraber yapıyoruz da neden siyasete gelince ayrılıyoruz?”
Sahi neden?
İyi pazarlar.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Sorun gayet (cari) açık!

Dursun EROĞLU
Hükumetler her seferinde ekonomik krize siyasi bir gerekçe uydurdu ve muhalefeti suçladılar.  Ancak bu sefer işi abarttık... Bu sefer hem ekonomik kriz çok daha derin görünüyor, hem de siyasi iktidar krizi başkalarına yükleme işini abartıyor… 
Her eleştiriye “vatan hainliği” gibi ağır ithamlarla karşılık verme;  seçilmiş hükumeti devirme,  “darbe”  sayma; tepki olarak da “darbe” gibi algılanabilecek uygulamalar…
Halbuki sorun gayet açık: Dış ticaret açığı, cari açık ve bu açık ekonomisinin sürdürülemez bir noktaya gelmesi…
Az çok gazete okuyup, radyo dinlemeye başladığım dönemlerde, 1970’li yıllarda, “Petrol krizi” diye bir şey söylenirdi… 
1974’te petrolün varili 2,5 dolardan 11,6 dolara fırlayınca memleket adeta kilitlenmişti.  
Ecevit o zaman benzin, mazot sıkıntısının, hızla yükselen fiyatların sadece “dışardan”, OPEC’ten kaynaklandığını, kendilerinin hiçbir kabahati olmadığını söylüyordu. Bir de şu İslamcı ortağı Erbakan yok muydu!
Ve hükumet “Kıbrıs Fatihi” olma gibi bir popülariteye rağmen kriz yüzünden istifa etti. .
İstifa etti, çünkü,  dış ticaret zaten açıktı. Buna petrolden kaynaklanan artışları da ekleyince, artık bunları karşılamak yeni ağır vergiler, yeni zamlar gerekiyordu ve Ecevit bunları yapmayı kendine yediremiyordu! Serde "Halkçı Ecevit" imajı vardı!
Bu “zecri” tedbirleri alacak taze bir hükumete ihtiyaç vardı…
IMF,  ekonomik krizlerden çıkışın yolunu göstermeye, taa 1958 krizi sonrasında başlamıştı.  
Onun reçetesi belliydi: Kemer sıkma! Daha düşük ücret, vatandaşa daha düşük sosyal hak, daha yüksek vergi… Yerli ve “milli” kuruluşların zayıflayıp yabancı sermayenin hizmetine girmesi, yabancı markalara fason üretim, montaj sanayi vs…
Ecevit, bu politikalara söylemde çok tepkiliydi. “IMF boyunduruğu”, “Döviz darboğazı”, “Avuç açma” gibi kavramlar ona aitti.  
Ama ekonomi cephesinde kalıcı bir alternatif model de yaratılamamıştı.  
Oysa IMF cephesinin, özellikle Latin Amerika ülkelerinde denenen, “garantili” bir aleti vardı, hazırlıklıydı, o devreye sokuldu: Cari açık…
Bir ülkenin kendi iç ekonomik dengelerini bozup, zayıf düşürerek, o ülkeyi  emperyalist, küresel güçlerin kontrolüne geçirmek istiyorsanız, cari açık biçilmiş kaftandı!
IMF, Türkiye’de cari açığın kalıcı hale gelmesini sağlamayı başardı…
Bakmayın siz vatandaşı kandırmak için söylenen onca “Milli”, hatta “Milliyetçi” “Muhafazakar”edebiyata…
Bütün hükumetler bu “cari açık ekonomisine” sarıldı. Bu açığı en yükseğe çıkaranlar daha bir başarılı sayıldı…
Çünkü cari açık ne kadar yüksek olursa, o kadar fazla iş yapmış görünürsün… Borçlanırsın.
Açığı normal ekonomik, yasal faaliyetlerle kapatamadığın için de daha fazla “kayıtdışı”,  daha fazla “elaltı”, daha fazla “yasadışı” yola başvurursun.  
Bu da, daha fazla rüşvet, daha fazla usulsüzlük, yolsuzluk vs. demektir. 
Şehirler rant cenneti olur, yedi sülaleni zengin edersin…
Ne Yahyalar, Horzumlar, Mecimekler gördük…
Bunların hepsi iktidar olanakları ile bunları yaparlar, ama bir ekonomik kriz baş gösterdiğinde, hükumetin değişmesi gerektiği sonucuna varıldığında, iktidarın sandığa gömülmesini sağlama aracı olarak kullanılan bir tür günah keçisi olur, “kurban”a dönüşürler!
Şuna bak sevgili okurum: 2013 yılında Türkiye'nin dış ticaret açığı 100 milyar dolara tırmanmış! 
Bu bir rekor...
Açık, 2012 yılına göre yüzde 19 artmış.  
Aralık ayında yüzde 37,3 ile zirve…
İhracatın 151,8 milyar dolar, ithalatın 251,6 milyar dolar…
Şimdi sen, bir yılda 151,8 milyar dolar döviz kazanmış, 250 milyar dolar döviz harcamışsan…
100 milyar doların 30 milyarını bir şekilde tedarik etmiş, kalan 70 milyar dolar kabak gibi "cari açık" olarak yazılmışsa defterine...
Devasa açıkları kapatmak için bütün projeleri yabancı sermayeyle, dış krediyle yapmaya başlamışsın, yabancı sermaye çekmek için dağı taşı pazara çıkarmışsın ve bu da yetersiz kalmışsa...
Dolar yetersiz kalınca fiyatı artmış, kur enflasyonun 4 katı artmışsa…
Sıcak parayı artık ülkede “zor tutuyor”san…
Şimdi bunda, Gezi Parkı’nı yıkma diyen İstanbulluların, Karadeniz’de derelerimizi kurutup bizi susuz bırakma diyen köylünün,  sendikal hak hukuk için sokağa dökülen çalışanların, yolsuzluk dosyaları hazırlayan savcıların, savcının talimatı ile iş yapan polisin ne suçu var?
Siyasi iktidara düşen, sürdürülemez hale gelen bu açık ekonomisine bir alternatif yaratmak, işleri rayına koymaktır.  Aklın yolu da budur.
Yoksa “seçmeni” ardında dik tutmaya dönük “şark tipi” politika, sadece kaçınılmaz sonu hızlandırır…
Şimdiden başkent kulislerinde yeni bir iktidar partisi dizaynı konuşulmaya başlandı bile…
İyi pazarlar...