24 Mart 2014 Pazartesi

Sandık: Bir kazanma oyunu!


Dursun EROĞLU
Gelecek pazar sandık başına gidip oy kullanacağız. 
Sandık bu sefer de toplumun “gazını alacak”…  
Ama görünen o ki, “kazanma” oyununa sıkışan siyaset kurumu, bu haliyle ülke, halk yararına yeni bir şey üretmeyecek; sadece yönetimin nimetlerinden yararlanan insanlar değişecek!

Başkent gündemi siyaset ve 30 Mart seçimlerine o kadar odaklanmış ki, neredeyse başka şey düşünemiyorsunuz. Madem öyle, biz de bir grup gazeteci meslektaş Ankara’nın bazı ilçe ve köylerini dolaştık. Halkla, esnafla sohbet ettik.

Büyük yarış, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı tam 20 yıldır yaparak rekor kıran Melih Gökçek ile MHP kökeni CHP adayı Mansur Yavaş arasında.

Gökçek hem sıradışı propaganda taktikleri, hem belediye ve doğrudan başbakan desteğini arkasına alması nedeniyle hiç kolay lokma değil.  Ancak bu sefer işi zor. Zaten geçmiş kampanyalar gibi iddialı, öne çıkan bir Gökçek profili yok... Daha ziyade, sayısı artırılan “yardım kolileri” ve kocaman Erdoğan’ın resminin yanına konulmuş küçük bir fotoğrafı ile Gökçek sanki Ankaralılara “Bana değil Erdoğan’a oy verin” der gibi!

Gökçek için AKP seçmeninin kafası hayli karışık.  Konuştuğumuz pek çok AKP seçmeni, Gökçek’in “Erdoğan’a ihanet eden, komplo kuran paralel yapıyla flort ettiği”ni düşünüyor. “Cemaat” tabanından insanlar ise “AKP’ye oy vermeyeceğiz”de ısrarlı. Ele güne karşı, “Bunlar komplo, biz Erdoğan’a inanıyoruz” deseler de Başbakan ve bakanların yolsuzluk, rüşvet kasetleri pek çok seçmenin kafasını karıştırmış. Sohbetlerden bu anlaşılıyor. Bu durumda AKP adayı Gökçek’in eski oyları alması artık hayal gibi…

Gökçek’in rakibi CHP adayı Mansur Yavaş. Yavaş’ın arkasında bir tür “koalisyon” var.  Buna “Gökçek’ten kurtulma ittifakı” desek yanlış olmaz… Zira Yavaş, MHP kökenli eski Beypazarı Belediye Başkanı. Yavaş’ın aday seçilmesi CHP’de hem örgüt hem de seçmende soru işareti…Özellikle kampanya sırasında yapılan “bozkurt işaretleri”,  MHP tabanından insanların “CHP’ye değil Yavaş’a oy vereceğiz” vurgusu… Ama hem MHP tabanı, hem CHP seçmeni, hem de CHP solunda “bir ülkücüye nasıl oy veririm”ci kesimlerin Mansur’a oy vermek için geçerli nedenleri var: Gökçek’ten kurtulma…Bu koalisyona ANAP-DYP çevresini temsil eden DP de il, ilçe yöneticileri ile birlikte törenle katıldı. Ayrıca Yavaş’ın “Ankaralı” olması, Beypazarı ilçesindeki başarıları, sakin üslubu ve “halk adamı” görüntüsü olumlu puanlar alıyor. Bu yüzden seçimin favorisinin Mansur Yavaş olduğunu düşünüyorum.

Evet 30 Mart’ta muhtemelen başkenti yönetecek kişi değişecek…
İyi de bu vatandaş için ne anlama geliyor?
İlçe ve köylerde dolaşırken şunu farkettim ki, aslında halkın gerçek gündemi kimin belediye başkanı olacağı falan değil!
Bakarmısınız?
Yolsuzluk, rüşvet kasetleri AKP tabanında kafaları karıştırmış.

“Bunlar asılsız, komplo” diye sahiden inanana rastlamadım...

“Evet bunlar hırsız. Ama başkası gelse çalmayacak mı?” “Hepsi hırsız”, “Öncekiler de çalıyordu”  diyor vatandaş!

Çalıyorlar ama memlekette yok yok. Paran varsa her şeye sahipsin”  yaklaşımı, AKP seçmeninin büyük ölçüde siyasi tercihini koruyacağını gösteriyor.

Yani “sıfırlanan” sadece odalar dolusu para balyaları değil..Siyasete güven de “sıfırlanmış”…
İşin tuhaf yanı, partilerin halkı anlama gibi bir derdi yok!
İşte size birkaç gözlem:
  1. Altındağ ilçesi başkentin yoksul ve gecekondusu en fazla bölgesi. Son yıllarda hızla müteahhitler girmiş.Hasköy ve Gülpınar Mahallesi  5-7 katlı binalarla dolmuş.  Binalar yeni, ama kentsel ve sosyal donatı alanlarından yoksun. Park vs. bile yok. Sorunlara rağmen semt halkı apartman dairesi sahibi olmaktan memnun, kendini “zenginlemiş” hissediyor. Bunların AKP’li başkan V. Tiryaki döneminde olması yüzünden Tiryaki’ye sempati duyuyor.

  2. Altındağ’da evsizlerin yerleştirildiği belediyeye ait binalarda  bin civarında insan yaşıyor. CHP ekibini,“AKP kolilerle geliyor. Altın dağıtıyorlar, altın…Siz elinizde bir kağıtla mı geliyorsunuz?” diye çıkışarak karşıladılar!  “Gece saat 10’dan sonra belediyeye ait Ford Transit araçla gelen yardım kolilerinden” bir paket alabilmek için AKP’ye oy vereceklerine dair yemin billah ediyorlarmış. Bu insanların dünyasında milliyetçilik, Atatürkçülük, laiklik, demokrasi,  şeriat vs. yok…

  3. Bala’nın bir köyündeyiz. Yaşlı bir karı koca, oğullarından gelen parayla geçiniyor. “Adettir, gidip bir oy atarız. Belediye kömür veriyor. Sayesinde ısınıyoruz oğlum.. Oyu başkana atarız herhalde” diyor.

  4. Ayaş’ta belediye başkanı CHP’li olunca, bu ilçenin AKP’li belediyelerle bir farkı var mı diye merakla dolaştım. İnanın bir fark göremedim!… Sadece “altyapı sorunluydu, o halloldu” dendi.

  5. Nallıhan-Çayırhan yöresinde, linyit ocakları ve termik santralda işçi sayısı 5 binden, sadece bin kişiye düşmüş. Santralı Ciner Grubu aldıktan sonra taşeronlaşma olmuş, işçilerin maaşı asgari ücret düzeyine gerilemiş. Esnaf sinek avlıyor. Bölgede işsizlik ve göç artmış. Bir umutla “Beypazarlı, hemşehrimiz Mansur Yavaş’a vereceğiz oyları” diyorlar.

İyi pazarlar…

17 Mart 2014 Pazartesi

Berkin, Burak ve eski bir film...

14 yaşında bir çocuğun milyonlarca insana gözyaşı döktüreceğini, memleketin her bir köşesinde en az bir milyon insanı sokağa çıkaracağını hiç düşünebilir miydiniz? 

Ama oldu ve Berkin Elvan hepimizi ağlattı. Uğur Mumcu cinayeti gibi kalabalık cenaze törenlerini hatırlarım. Ama ilk kez “vicdani”  kaygıların bu kadar kabardığına tanıklık ettiğimizi söyleyebilirim.

Sevgili okurum, hayat sürprizlerle dolu. Ama her zaman hoş sürprizler olmuyor.  Berkin Elvan’ın polisin gaz bombası ile başından ağır yaralanıp komalık olduğunu gazetelerde okuduktan sonra, İstanbul’da yaşayan tanıdıklardan, Elvan ailesinin bizim köylü olduğunu öğrenmiştim.

Tokat’ta Almus ilçesine bağlı Ataköy… Köyümüze bağlı Katranlık mahallesinde “Çıtlağın Rıza” diye bilinen birisinin torunuymuş. Berkin’in babası Sami Elvan, çok küçük yaşlardayken, 70’lerin başında, baba Rıza’nın peşinde, geçim gayesiyle köyü terk edip İstanbul’a taşınmışlar.
Sami Elvan sanırım benden birkaç yaş küçük. Galiba hiç karşılaşmadık. İstanbul’da tekstil işyerlerinde çalışan, Okmeydanı’nda işçi semtinde yaşayan bir dar gelirli. Eşi de temizlik vs. gündelik işlerde çalışıp çocuklarına bakan birisi ve bunlar aile olarak, o yoksulluğa rağmen son derece onurlu insanlar. Şundan anlayın ki, Berkin komalık olduğu sıra baba Sami’nin de ciddi sağlık sorunları varmış. Çalıştığı işten çıkarılmış. Ev kira… Çevreden para toplayıp yardım etme taleplerinin hepsini geri çevirmişler…

İki kız çocuğun yanında tek erkek çocuk Berkin, 9 aydır nerdeyse onları her gün ölüp ölüp diriltmiş… Bir umutla beklemişler.

İnsan seline dönüşen cenaze törenine katılan bir  meslektaşım “Herkes ağlıyor” demişti....

Hadi ben köylüsüyüm, ağlarım…

Peki bunca insanı ağlatan şey neydi?

O gün ağlayanların binde birisi bile şahsen Berkin'i görmüş değildir...

Peki niye ağladılar o zaman? 

Çok açık ki, o gün insanlar, Berkin’in resmine bakınca, yaşadıklarını öğrenince orada kendilerini gördüler!.. Hani Çorumlu Ethem Sarısülük’ün anasının, Hatay’a gidip daha önceden hiç tanımadığı Ali İsmail’in cenaze töreninde ağıtlar yakması gibi…

Düşünsenize, Berkin’i bir polis öldürüyor.  Herhangi birisi değil. Canımızı emanet ettiğimiz birisi… Ortada bir ceset var, ama sorumluları ortada yok. Yargılanan yok, ceza yok… Cenaze töreninin ardından mahkemeye ifade veren 4 memur dalga geçer gibi “üç maymun”u oynuyor: “Görmedim, duymadım!” 

Geziden bu yana bu sekizinci can… Kör, sağır, topal vs. olanları, kalpten gidenleri de saymıyoruz.

Tek birisinin katili bile yargılanmadı.  Adaleti sağlamak yerine polis şiddetini tırmandıran bir idare, demek o kadar geniş bir mağdur kitlesi yaratmış ki…  İnsanlar sokaklara çıkıyor, ağlıyor, bağırıyor.. Doğal olarak da tepki siyasi iktidara…

Ve daha halk Berkin’i toprağa verip evlerine dönmeden, gencecik bir delikanlı, Burak Can Karamanoğlu’nun kara haberi yayıldı. Karamanoğlu ailesi de Giresun’luymuş. Burak Can 22 yaşında askerliğini yaptığına göre, demek ki babası üniversite falan okutamamış. Fakirlikle boğuşan bir Anadolu insanı… 

En az Sami kadar onurlu, dürüst bir baba…

Cumhurbaşkanı Gül, baba Sami’yi aramış. Buna sevinmiştim. Aktarılan kadarıyla şöyle bir diyalog yaşanmış:

A. Gül: “Geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Çok üzgünüm. Sami bey sizin için yapabileceğim bir şey var mı?
S. Elvan:  “Sayın cumhurbaşkanım, sizden tek isteğim, yavrumu vuranı bulmanız. Cezasını çekmesini istiyorum. O polisi isteseniz bugün bulabilirsiniz…”
Bu sözden sonra Gül, “Peki size iyi günler diliyorum” diyor ve telefon kapanıyor.

Cenaze resimleri gösteriliyor medyada: Bakın Berkin alevi, tabutunda karanfil var, sol örgüt pankartları, bunlar solcu, “onlar”…

“Burak Can’ın tabutu Türk bayrağına sarılı, o sünni, babası Ak Partili, “bizden”, katilleri “onlar”…

Bayrak konusunda bir bilgi: Berkin’in ailesi tabuta Türk bayrağı sarmak için karakolu aramış. Kendilerine “Berkin’in tabutuna bayrak sararsınız suç işlersiniz. Yargılanırsınız”  denmiş ve vazgeçmişler.

Vatan ve insan sevgisini, vicdanını yitirmemiş herkes için Berkin de Burak Can da aynıdır!

Zaten babaları da birbirlerinin acılarını paylaşacak olgunluğa sahip olduklarını gösterdiler.

Burak’ın cesedi üzerinden halkı birbirine kışkırtma siyaseti girişimi şimdilik fiyasko.

Umarız halk bir daha eski tezgahlara gelmez…

İktidarın görevi hukuku işletmektir.

Berkin’in katilini koruyan gücün, Burak’ın katilini bulup yargılayacağını mı sanıyorsunuz?
Bekleyip göreceğiz
İyi pazarl
a

15 Mart 2014 Cumartesi

‘Başbakanlık Sarayı’ gün sayıyor!



Dursun EROĞLU

Bütün talan ve tahribata rağmen hala Ankara’nın en geniş yeşil alanı olma özelliğini koruyabilen Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) orta yerinde bugünlerde dev binalardan oluşan “Başbakanlık Sarayı”nın yapımı son aşamaya geldi. Başbakan Erdoğan yeni görkemli mekânına önümüzdeki Mayıs ayında geçmeyi iple çekiyor. Ancak“ufak bir pürüz” var: Başbakanlık Hizmet Binası, kaçak!

Evet evet… Yanlış okumuyorsunuz. Resmen hukuk ve mahkeme kararlarına rağmen, ısrarla yürüyen bir inşaattan söz ediyoruz.

AOÇ, yolu başkentten geçenlerin mutlaka uğradığı yerlerden birisidir. Fil, aslan, zürafa, su aygırı hatta engerek, piton yılanı gibi hayvanları ilk kez oradaki hayvanat bahçesinde görmüştüm.  Ama sonradan üniversite harçlığı kazanmak için inşaatlarda çalışırken, AOÇ’nin hayvanat bahçesinden ibaret olmadığını öğrenmiştim. 

DüşünsenizeGüvercinlik-Etimesgut-Beytepe-Eskişehir yolu arasında koskoca bir alan meğer AOÇ’ye aitmiş. Tam 52 bin dönüm arazi… Uçsuz bucaksız ekin tarlaları ve ilk biçerdöveri de orada görmüştüm.

AOÇ’nin kısa öyküsü şu: Osmanlı zamanında Hacı Ziya Bey diye bir ağaya ait arazi, 1925’te Atatürk’e hediye edilir. Atatürk burada bağ, bahçe ve hayvan çiftlikleri kurdurur; bozkır ortasında kurulmuş başkent için Türk çiftçisine modern tarımı öğretmeyi hedefleyen bir merkeze dönüştürür. 1937’de de burayı “amacına uygun kullanımı şartı” ile Hazine’ye bağışlar.

Vasiyetnamede “Çiftliklerin yerine göre arazi ıslah ve tanzim etmek, muhitlerini güzelleştirmek, halka gezecek, eğlenecek ve dinlenecek sıhhi yerler hilesiz ve nefis gıda maddeleri temin etmek… gibi hizmetler zikre şayandır” değerlendirmesi yapıldıktan sonra “Müesseselerin ziraat usullerini düzeltme, istihsalatını (üretimini) artırma ve köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsnü intihap ve iktisabına birer amil ve mesnet olacaklarına kanı bulunuyorum ve bu kanaatle tasarrufumdaki bu çiftlikleri bütün tesisat hayvanat ve demirbaşları ile beraber hazineye hediye ediyorum” deniyor.

Tabi yıllar itibariyle memlekette yönetim ve zihinler, amaçlar değişiyor. “Türk köylüsüne modern zirai istihsal”ın lafı bile siyasileri rahatsız eder oluyor. Sadece hayvanat bahçesine sahip çıkılıyor. Bir de süt, bira ve şarap fabrikası gibi gıda sanayi tesisleri işletiliyor. Yerel yönetimler, siyasi iktidarlar, inşaat müteahhitleri koskoca bozkırda yer yokmuş gibi buraya gözünü dikiyor! Çimento Fabrikası, MEK tesisleri, kömür depoları, askeri tesisler, devlet mezarlığı… derken otobüs terminali vs. liste uzuyor.  AOÇ arazisi kevgire dönüyor. 

1992’de Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu arazinin elde kalan yüzde 42’lik bölümünü koruyabilmek için burayı “1. Derece Tarihi ve Doğal Sit” ilan ediyor. Ama ne çare, talan devam ediyor.  Özellikle son 10 yıldır yapılaşma baskısı artıyor ve bugün AOÇ arazisinin çok büyük bir kısmı “iktidara yakın” olduğu iddia edilen kesimlere ait işyerleri ile dolmuş durumda.

Başbakanlık Sarayı için de önce inşaatın yapılacağı 70 dönüm arazi için 2 Şubat 2012’de “1. Derece sit” statüsü,  “3. Derece sit”e dönüştürülüyor, ertesi gün “tarihi sit” iptal ediliyor ve inşaatın yolu açılıyor.

Bu dev inşaatlar, kule vinçlerin vızır vızır işleyişi ile sessiz sedasız, çevreye kimse yaklaştırılmadan, hızla ilerlerken TMMOB Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası, Peyzaj Mimarları, Çevre Mühendisleri ve Ziraat Mühendisleri Odaları Davalı Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Başbakanlıkaleyhine dava açtı ve Ankara 11. İdare Mahkemesi kararını Şubat sonunda açıkladı. Kararda, “AOÇ mülkiyeti AOÇ’ye ait 2100 ada 16 parsel ve mülkiyeti AOÇ ile Büyükşehir’e ait olan 13585 ada 12 parsel” için 2012’de verilen “3. Derece” statüsü iptal edilerek, “1. Derece Tarihi ve Doğal Sit”statüsüne dönüldü. Böylece arazide inşaat yapılmanın hukuki gerekçesi ortadan kalktı.

Mahkeme kararına gerekçe olarak, önceki karar için mahkemenin “yeterli bilirkişi raporuna yer vermemesi, bilimsel ve teknik gerekçelerden yoksun olmasını” vs. gösterdi ve AOÇ’nin hem Ankarahem de Türkiye ve Atatürk için önemine vurgu yaptı.
Sonuçta hukuk zorlanarak başlatılan Başbakanlık Sarayı, kaçak inşaat haline geldi.
Temyizden de sonuç çıkmazsa, kaçak binadan yönetilen ülke olma gibi bir ayrıcalığımız (!) olacak…

3 Mart 2014 Pazartesi

Siyasetin ipi gerildikçe geriliyor

Dursun EROĞLU
Başkentin üzerinde siyasetin kara bulutları bir türlü dağılmak bilmiyor. Pırıl pırıl bir gökyüzü görmeyi düşlediğiniz her yeni günde, öyle şeyler oluyor ki, “Yuh artık!” diyorsunuz…

Vatandaşın yüzde 50’sinin oyunu almış bir başbakanın, gecenin bir vaktinde evini arayıp telefonda “Oğlum, polisler geliyor, o paraları ortalıktan kaybet, sıfırla.  İpe çekseler bile bunları kimseye söyleme. Dikkat et, dinleniyoruz” demesini, ortalığa saçılan ses kayıtlarından dinlemek hangimizin aklına gelirdi ki!

Bu lafları söyleyen bir başbakanın  nasıl birşeyin içinde olduğu anlamak psikologların, belki emniyet-istihbaratçıların, yargıçların işi..
Efendim, komploydu, montajdı, bunu yapanlar ajandı, paralel devletti, oydu buydu….

Ama dikkat ediyor musunuz, delikanlıca “Benim veya ailemin el altında saklı gizli şu kadar milyon Euro falan paramız da yok. Buyursun savcılık, polis gitsin, araştırsın. Kapım açık.  Benim alnım ak” da demiyor!

Sevgili okurlarım,  Pazar günü keyfinizi kaçırmak gibi bir niyetim yok.  Ancak size başkentten güzel haber vermekte zorlandığımı  da bilmenizi isterim.  Düşünün, demokrasinin mabedi saydığımız TBMM’de gün geçmiyor ki yumruklar konuşmasın… Bu yazıyı yazmaya başlamadan kısa süre önce meclisteki arkadaşlardan haber uçtu:  CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu yediği dayakla hastanelik olmuş, doktordan 12 gün iş göremez raporu almış.  Baldırı ve yüzü yırtılmış, ayağının üzerine basamıyormuş… İktidar partili vekil parmağını, adamın burnunun deliğine sokmuş! Şaka gibi…

Anlaşılan 30 Mart’a doğru her gün siyasetin ipleri biraz daha gerilecek. Belki de dananın kuyruğu seçimde sonra kopacak. Tabi kopacak bir kuyruk var mı,  o da soru işareti…
Zira normalde “adi, yüzkızartıcı suç” kapsamına giren rüşvet yolsuzluk, kara para vs. olaylarına karşı  operasyona kalkanları “paralel devlet” deyip üzerine giden bir siyasi iktidarın seçim sonrasında, hatta seçim sırasında tam olarak ne yapacağını kestirmek kolay değil.

Başkent kulislerinde genel kanı, son gelişmelerin iktidar partisi aleyhine bir durum yarattığı, bunun da sandığa yansıyacağı şeklinde.  Ancak örneğin anamuhalefet partisi CHP’nin “altın tepside gelen fırsatı” değerlendirip değerlendiremediği konusu tartışmalı.  Sanki bir sihirli el, CHP’nin parlayıpsandıktan ezici bir zaferle çıkmasını engelliyor gibi…  Bu “gizli el” en çok da parti içinde hissediliyor. 
Örneğin sırf “Ankara’yı Gökçek’ten kurtarmak” adına, destek için partinin kapısını çalan pek çok insanın büyük bir düş kırıklığı ile geri döndüğüne tanık oluyorsunuz.  Aşina olduğumuz “Bu partiden bir şey olmaz” laflarında pek bir azalma yok gibi.

CHP’nin MHP kökenli Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Mansur Yavaş için çalışan “Yavaş’ın ekibi”nin parti teşkilatı ile entegre çalışması bile sağlanabilmiş görünmüyor.

Kuşkusuz, 30 Mart’ta başkentliler sadece belediye başkanlarına oy verecekler.  Adayların partisi yanında kişisel “karizmaları” da konuşacak!  CHP adayı Yavaş, Yavaş gardaşım yavaş… Geliyor Mansur Yavaş” türküsüyle coşan Ankaralılardan  “Gökçek’in işine son vermesini” istiyor ve “20 yıldır aynı yemeği yemekten bıktınız. Size Beypazarı tatlısı ikram edeyim” diyor.
Ankara’nın en uzun süre belediye başkanlığını yapan kişi olarak tarihe geçen Gökçek ise Erdoğan fotoğraflı  “Benim Başkanım” afişleri ile adeta seçmenden Erdoğan adına oy ister pozisyonda.

Sonuçta karar başkentlilerin…  Ancak bu kadar gerilen siyaset ikliminin 1 Nisan günü birden yumuşayacağını düşünmek de kolay değil.

Yine kulislerde dinlediğimiz siyasetin deneyimli isimlerine bakarsanız,  muhalefetin Ankara, İstanbul gibi büyük merkezlerde belediye başkanlığı kazanması, iktidar partisi için sadece prestij kaybı, “inişe geçme işareti” olarak kabul edilir, o kadar.  İktidar kartlarının yeniden dağıtımı için daha çok, oy oranının yüzde 40’ın, hatta 35’lerin altına düşmesi gerekli görünüyor…  İktidar da bunun farkında.

Peki, AKP’nin erimesi CHP’yi iktidar mı yapar? Galiba onun işaretini de sandık verecek. Oyları yüzde 30’un üzerine çıkmayan bir CHP’nin yeni hükümet tasarımlarında adının geçmesi pek mümkün değil gibi…

Öyle ya da böyle… Muhalefet liderinin hükümet başkanına “Memleketi soyuyorsun. Meşruiyetini yitirdin. Sana artık başbakan falan demeyeceğim” dediği bir Türkiye’nin bu haliyle gitmeyeceği ortada değil mi?
İyi pazarlar.