28 Eylül 2014 Pazar

Devlet jandarma mı belediye başkanı mı?


Dursun EROĞLU
Suriye sınırında öyle bir ateş var ki, başkentten bile hissediliyor…“İslam Devleti” kurduğunu ilan eden IŞİD çeteleri bütün barbarlığı ile Kürtler’in yaşadığı Kobani kentine saldırıyor. Kadın, çocuk on binlerce insan Türkiye sınırına dayandı, sığınmak istiyor.
Ama bu sadece yeni bir göç dalgası değil. Bu dalga, sınırın iki yanındaki Kürtler’in dayanışması ile yeni boyutlar kazanıyor. Türkiye’yi sarıyor. Türkiye ya Kürtler’in ezilmesi adına IŞİD’e açık / gizli destek vermeye devam edecek, çözüm süreci tıkanıp yeni bir kan deryasına gireceğiz; ya da IŞİD’e desteği kesip barbarlığı engelleyecek, Kürtler’in güvenini kazanacak, iç barış için büyük bir adım atmış olacak.
Bu köşede yazmıştım: “Küresel güçler”in planı Irak ve Suriye devletlerini haritadan silip burada “Sünnistan”, “Alevistan”,” Kürdistan” ve “Şiistan” devletini kurmak… Bu yapı mezhep çatışmasını kalıcı hale getireceği için, Ortadoğu asla istikrar kazanmayacak ve onlar da çarklarını döndürmeye devam edecekler... 
IŞİD, Sünnistan devleti misyonuyla çıktı yola… Halifeliklerini bile ilan ettiler…
Hükümetin bu canileri savunduğu, siyasal-ideolojik destek verdiği falan yok kuşkusuz... Aslında IŞİD'in Kobani'de de işi yok! Zira orası örgütün taban kabul ettiği sünni Arap kenti değil. Kobani ve çevresi Kürtlerin "Demokratik Özerklik" diye bir özyönetim adına hem Esad hem de muhaliflerle savaşmaktan kaçıp "çatışmasız" bir bölge yaratmaya çalıştıkları bir yer... Anlaşılan halkı bildiğin bizim gibi laik; değişik din ve inançların bir arada yaşamasına alışmış bir yer. Dolayısıyla herhalde IŞID, orada kalıcı olamayacağını, halk tarafından benimsenmeyeceğini, mermisi bitince iktidarının da biteceğini biliyordur. 
Ama yalanlanmayan iddia o ki, Türkiye sırf oradaki Kürt özerk yönetimini (yönetimi oluşturan PYD'nin PKK ile işbirliği içinde olduğu vurgulanıyor) çökertmesi için bu çeteyi kolluyor...
Güncel ve hassas nokta: IŞİD örgütü Türkiye’de de örgütlenecek mi?
Önceki gün İstanbul Üniversitesi’nde bir grup sopalı ve kara yüzlü çete öğrencilere saldırdı… Pekçok kentte örgütlendiklerine dair haberler var. Anlaşılan binden fazla genç ailesini, ülkesini terk edip “şehit olmak”, “cihat” için bu çeteye katılmış.
Kendini laik, aydın ve IŞİD ile zıt saflarda gören pek çok insan, bu barbar sürüsü Kürtlere saldırdığında içten içe bir mutluluk yaşıyor. “Oh olsun, ezsinler şu PKKcıları” sevinci bu… Ama bu sevinç, IŞİD ile savaştan zaferle çıkacak bir PKK'nın bölgede görülmemiş büyük bir prestij kazanacağını görebilme öngörüsüne perde oluyor...
Ortam bütün kötü senaryolara müsait…
Geçtiğimiz hafta bir video sanal dünyayı salladı: Diyarbakır Belediye Başkanı G. Kışanak ile Uzman Jandarma Çavuş’un “senin devletin-benim devletim” atışması…
Olay şu: Yezitlerin Şengal’den kaçışından sonra şimdi 400 bin nüfuslu Kobani’ye yapılan vahşi saldırı burada yaşayan Kürtleri can derdine düşürdü. Galiba 150 bin civarında insan Türkiye’ye sığındı, içeri girdi.
İddia şu: AKP iktidarı iç savaştan kaçan Araplara kapısını açtı, çadırlar yaptı, her türlü yardımı yaptı, sahip çıktı. Ama sıra Kürtlere gelince kapıları kapatıyor. Sınıra dayanan perişan insanların üzerine TOMA ve biber gazıyla gidiliyor, hatta gerçek mermi ile taranıyor… (Gerçek payı var, ama çok abartı. Çünkü sınırlar zaman zaman açıldı, gelenler akrabalarının yanına veya belediyelerin çadırına yollanmış.)
Gelen Kürt sığınmacılara en büyük destek HDP’li belediyelerden beliyor. Diyarbakır Belediyesi de pek çok belediye gibi Kobani’den kaçanlar için Urfa Suruç’ta çadırlar kurmuş. Anlaşılan asker pek istemiyor bu çadırları. Belediye başkanı da Valiyi aramış, Vali de çadırlara ses çıkarmamış.
Bir grup asker çadırları kaldırmaya gidiyor ve bakın neler söyleniyor:
Kışanak – Devletin (Valiyi kastediyor) sözünü aldım. Devletin sözü bu kadarmış. Kim bu devlete güvenecek?
Asker: Hanımefendi, burada devleti ben temsil ediyorum. Şu an çekme talimatı aldım, yapıyorum. Gidin vali beye söyleyin.
Kışanak: Kameralara söyle, ‘Devleti vali temsil etmiyor, ben ediyorum’ de.
Asker: Hanımefendi buyurun (Diğer askerlere eliyle işaret ediyor) Lütfen şu tarafa geçin zorluk çıkarmayın. Geçin şu tarafa…
Kışanak: (Sinirlenip sesini yükseltiyor) Kamyon getirttim. Eşyaları çıkartacaktım. (Çadırları) Kendim sökecektim. Senin devletin söz verdi sökmeyeceğiz diye…
Asker: Burası benim devletimse, toprağımdan çıkın gidin hanımefendi.
Kışanak: Ne demek, ne toprağı? Burası babanın toprağı değil. Nasıl konuşuyorsun…” (Hoop ne oluyoruz, sesleri ve görevli jandarmalarla çevredeki vatandaşlar arasında gerginlik).
Hale bakın!
İkisi de maaşını devletten almıyor mu bunların?
Şimdi lütfen adil ve dürüst olalım. En azından şunu soralım kendimize: Bu asker kalkıp da Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de Büyükşehir Belediye Başkanı ile bu tür bir diyaloga girebilir mi?
Bir jandarmanın kalkıp belediye başkanına “Burada devleti ben temsim ediyorum” deme hakkı var mıdır? Diyebilir mi?
Mesela Ankara’da M. Gökçek’e bunu söylerse, başına neler gelir?
Hatırlatayım, örneğin Avrupa’da polis ve jandarma doğrudan belediye yönetimine bağlıdır…
Belediye, polise jandarmaya değil rakip olmak; devletin bir kentteki en büyük ve en üst temsilcisidir… Polis ve jandarma da adı üstünde “güvenlik görevlisi” dir… Öncelikli görevi de kamuyu, kamu kurumlarını korumaktır...
İlkokul sıralarında öğretilen bu basit gerçeği kabul etmek için daha hasıl bir fatura ödememiz gerekiyor?
İyi pazarlar…

21 Eylül 2014 Pazar

'Yeni Türkiye’den manzaralar!

Yeni Türkiye’nin nasıl bir şey olduğunu anlamak için en iyi yöntem şu: Diyelim ki bir 40 yıl önce ne yaşıyorduk, şimdi neler yaşıyoruz… Neler değişti hayatımızda? 
Duyup okuduklarınıza da değil, daha emin olmak, net teşhislerde bulunmak istiyorsanız bizzat yaşadıklarınıza bakın.
Siftahı ben yapayım, misal…
40 sene önce postacı kapıya sadece mektup getirirdi. Uzak akraba, arkadaşların vs. yazdıkları… Bakıyorum da, yıllardır tek bir mektup almıyorum. Posta kutusuna bırakılanların tamamı eletrik, su, doğalgaz, internet, telefon vs. borç kağıtları.  Bir de son zamanlarda İnternet siparişleriyle gelen koliler.
Kargo şirketi bir şey getiriyor.  Akçeli bir işse, üç kuruş için bile olsa, mutlaka senin TC Kimlik cüzdanına bakıyor ve numaranı alıyor.  
Peki ben, bana bu malı satan şirketin ticari adına, yetkili kişisinin kimlik numarasına ulaşabiliyor muyum? Hayır. 
TC numarası önemli, çünkü numarayı verdiğinde kendini gizleyemiyorsun.  Fizana gitsen seni MERNİS’ten buluyorlar.  Hakkında yasal işlem yapılabilir. 
Ivır zıvır bir sürü şey için TC kimlik numarası veren ben, aylardır beni dolandıran bir vatandaşın kimlik numarasını öğrenemiyorum.  Yeri yurdu belli, Bursa’daki evimde kalıyor, kiracı, kira ödemiyor.  Noter’e gidip ihtarname yazdırıyorum, 100 küsür lira para ödüyorum. İhtar yazısı kargoyla gidiyor, adam kapıda yazıyı kendisi almıyor.  TC numarası zaten istenmiyor bile. 
Avukata başvuruyorum, “Kiracı kira kontratına da kimlik numarası yazmamış. Farketmemiştim. Siz avukatsınız acaba gidip öğrenebilir misiniz?” Avukat kızıyor, tepki gösteriyor, “Senin fedainmiyim kardeşim” der gibi. Eyvallah… Karakola gidiyorum, “Beyefendi bu bizim işimiz değil. Bize mahkemeden, savcılıktan talimat gelmedikçe gidip kimlik sormayız.”
Ona da eyvallah… “Mahkeme kararı olmadan polis kimseye kimlik bile sormuyor bu memlekette” deyip sevinesim bile geliyor!
Ama sevinç hemen kursağımda kalıyor…
Ne o? Kapıda iki polis… Hayırdır, “Efendim Başkentgaz’ın bir tebligatı var”. Çıkarıyor bir kağıt. İcra… Arızalı doğalgaz sayacı için Başkentgaz şirketi bana fatura çıkarıyor. Kendi kendine 8 taksit yapıyor. Taksitlerden birisi bir ay gecikti diye tak, haciz uyguluyor. Ne bir uyarı yazısı, ne açıklama falan… Tek seçeneğim var:  ‘Ya bir hafta içinde 250 lira borca karşılık ceza ve icra giderleri dahil 600 lira ödeyeceksiniz,  ya da eviniz haczedilecek!”
Avukata gidiyorum, “Abi, evet taksiti bir ay geciktirdim. Hatalıyım. Ama hacizden önce beni uyarmaları gerekmiyor muydu? Böyle bir zorunlulukları yok mu?”
Yanıt şu: “Hayır. O eskidendi. Yeni yasaya göre, artık Başkentgaz, Enerjisa vs. şirketler doğrudan haciz yoluna gidebiliyor. Bu hakları var.”
Şirketler parasını tahsil edebilmek için vatandaşı şak diye haciz edebiliyor.  Evine, arabasına, her şeyine el koyabiliyor.
Peki vatandaşın bir alacağı varsa ne olacak?
Vaktiyle birisine kooperatif hissesi devretmiştim. Aradan 10 küsur sene geçti, hala 4 bin liramı alamadım. Üstelik mahkeme, icra masrafı yolunda 2 bin liraya yakın da para harcadım.  
Kamu kuruluşları, büyük firmalar söz konusu olduğunda devlet bütün azametiyle çıkıyor ortaya… Ama kendi başım derde girince o azametten zerre göremiyorum. Kooperatif çoktan bitti, adam yıllardır o evde oturuyor, yaşıyor… Ama bizim Adliye adamı arayıp bulamıyor… Sağır dilsiz… Her yeni feryad edişinde yeni bir harç, masraf talep ediyor senden!  
Trafik cezası tahsili için kapıya dayanan  polis memuru,  senin alacağının tahsili sözkonusu olunca “bu bizim işimiz değil” diyor.
Vatandaşların daha mahkemeye  çıkmadan, suçu nedir belli değilken, iddianamesiz, sorgu sualsiz yıllarca hapiste tutulduğu bir memlekette...
...Adamın birisi gelip size uluorta saldırıda bulunuyor ve başvurduğunuz polis size “adliye yolu” tarif ediliyor, suçluyu caydırıcı tek bir adım atılmıyorsa,  anlayın artık, oranın adı “Yeni Türkiye!…”
Diyeceksiniz ki, Eskiden sanki adalet mi vardı ve kardeşim?
Ama hiç olmazsa saldırgana kelepçe takılır karakola götürülürdü.  Mahkeme adalet dağıtmasa da başkomiser  saldırgana okkalı bir küfür savururdu!…
İyi pazarlar

14 Eylül 2014 Pazar

12 Eylül ve değişenler…

Memleketi esas duruşa getiren “Evren Paşa”nın sanal dünyada paylaşılan hasta ve yaşlı fotoğrafına nefret ve küfürler yağıyor. Zaman ve vicdan, ordular komutanı, “Yüzde 99’un oyu ile seçilen” Evren’i yerin dibine sokarken, yaşı büyütülüp asılan gariban Giresunlu bir ailenin meslek liseli öğrencisi Erdal Eren’i gönüllere taşıdı.
Hani atalarımız ne demiş? “Ne oldum deme, ne olacağım de!”
Sol kesim, bu 12 Eylül anmalarında genelde, bizzat 12 Eylül askeri rejiminden en fazla yarayı alan kesim olduğu için “12 Eylül faşizmine” nefret yağdırır.  Sarılmamış yaralar yeniden kanar.
Sağda “milliyetçi” kesim,  “devleti komünistlerden koruma” misyonlu MHP çevresi gençliği, hatırı sayılır ölçüde bir "aldatılmışlık duygusu" içindedir. 12 Eylül’ü hiç de iyi duygularla anmazlar.
"Merkez" ise 12 Eylül'e içten içe çiçek gönderir. Siz ortalığa söylenen demokrat, entel laflara bakmayın “merkez”, liberal; ister kamuda bürokrat, ister özel sektörde patron olsun “tuzu kuru”, “düzenin adamı”  kesim aslında 12’ü en çok isteyen kesimdi. Onların gözünde 12 Eylül memlekette “anarşiyi ezmiş”ti. Darbe, orta sınıftan destek görmese zaten riske girerdi.
Diyeceksiniz ki, 'Kardeşim memlekette kan gövdeyi götürüyordu. Sağ-sol diye kardeş kardeşi boğazlıyordu. Ne yani, devam mı etseydi?'
İşte sorun burada.
Ekonomi muhabiri olarak bana sorarsanız, 12 Eylül’ün asıl kaynağı 24 Ocak Kararlarıdır…
Zira Türkiye’de “karma ekonomi” denen şey tıkanmıştı.  
Bir neşter atılması gerekiyordu. 
Ya 1960’larda “niyetlenen” planlı kalkınma tercih edilecek; devlet sosyalist ülkelerde olduğu gibi merkezi bir planla, denetimli, dışa bağımsız, denk bütçe ve cari denge üzerine “ulusal” bir model yaratacak; ya da sık sık yaşanan “döviz darboğazları” ile kapısına dayandığımız  IMF, Dünya Bankası vs. güçlere teslim olup ekonomiyi toptan küresel güçlerin kontrolüne verecektik.
İşte 24 Ocak Kararları bu ikinci tercihin belgesidir...
24 Ocak Kararları  bir dönüşümü öngörüyordu. Uygulanabilmesi için mutlaka sendikal örgütlerin, emek örgütlerinin, onların beslendiği  sol zeminin ezilmesi gerekiyordu. Başka türlü, işçileri patron karşısında güçsüz, çaresiz hale nasıl getireceksin? Rekabetin anahtarı maliyet, maliyet deyince de patronlar, sadece işçinin cebine giren parayı hesap eder… Düşünsenize 12 Eylül öncesinde sendikaların üye sayısı 1 milyonu geçmişti. Şimdi yarısı bile değil. Üstelik nüfus 80 milyona dayandı.
Ekonomide temel altyapılar;  sanayiye bedava yer, ucuz enerji, çalışma ortamı, raylar üzerinden bir taşımacılık, uygun haberleşme, sektör önceliği planlaması vs. rekabet sağlayacak altyapı olmadığı için yerli sanayi bir türlü gelişemiyordu, dış rekabet gücü çok zayıftı.
Aslında sağlıklı olanı toplumsal mücadelelerin doğal akışında seyretmesidir. Bu kavganın sonunda, bütün batılı ülkelerde olduğu gibi, bir denge kurulacaktı, toplumsal gelişme için doğal olanı da buydu.
İşte 12 Eylül bu doğal sürece müdahale etti.  Kimin lehine? Uluslararası sermaye çevrelerinin lehine…
Bugün vergilerle oluşan devlet kuruluşlarının üç kuruşa ona buna peşkeş çekilmesine, kentlerin rantçılarca talan edilmesine,  sanayin çokuluslu firmaların eline geçmesine ses çıkarmayanlar 12 Eylül’e laf etmesin!
Dün, büyük kentler, yaşam alanı daralan kır yoksullarının akını ile “gecekondu” merkeziydi. Mesela Ankara'nın üçte ikisi gecekondulardan oluşuyordu. Elbette teknoloji, inşaat kalitesi, görüntüler değişti. Ama konu “devlet hizmeti” olunca bugün dünden çok daha kötüyüz…
Eskiden gecekondu, plansız, kaçak diye vatandaşa hizmet vermeyen yerel yönetimler şimdi de kentleri, bir bahçe duvarıyla çevrilmiş yüzlerce “site”ye bölmüşler. “Burası site, özel mülkiyet” diye işi sırtından atmış, vatandaşa yüklemiş. Bu "site"lerde yol, su, kanalizasyon, elektrik gibi zorunlu altyapı dahil, işler site sakinlerine yıkılmış durumda…
Koskoca şehirler yarım saatlik bir sağanakta can pazarına dönüyor…
Vatandaş artık güvenlik, adalet gibi, devletin “asli” işleri için de tek başına, kaderine terkedilmiş… Hastanede sağlık, mahkemede adalet aramanın bedeli her gün yükseliyor.  
Bakınız okulların açılma zamanı geldi. Bu yıl yüzlerce dershane özel okula dönüştü. Devlet buralara öğrenci başına 3.500 lira veriyormuş. Kalanı ailelerden çıkacak. 
Okullar öğrenci (bunu müşteri diye okuyun) kapma yarışında. Okullarda “müdür” gitti, yerine “taşeron”geldi!  Okula girecek öğrenci başına komisyon alan, öğretmenleri ne kadar ucuza çalıştırırsa “ödüllendirilen” bir yönetim anlayışından sözediyoruz…  
Ve yıllarca “atama” bekledikten sonra asgari ücrete tav olmuş, hık deyince kapıya konulan pırıl pırıl öğretmenler…
Düşünüyorum da, demek ki 12 Eylül “Yeni Türkiye”nin işaret fişeğiymiş!
İyi pazarlar.