Memleketi esas duruşa getiren “Evren Paşa”nın sanal dünyada paylaşılan hasta ve yaşlı fotoğrafına nefret ve küfürler yağıyor. Zaman ve vicdan, ordular komutanı, “Yüzde 99’un oyu ile seçilen” Evren’i yerin dibine sokarken, yaşı büyütülüp asılan gariban Giresunlu bir ailenin meslek liseli öğrencisi Erdal Eren’i gönüllere taşıdı.
Hani atalarımız ne demiş? “Ne oldum deme, ne olacağım de!”
Sol kesim, bu 12 Eylül anmalarında genelde, bizzat 12 Eylül askeri rejiminden en fazla yarayı alan kesim olduğu için “12 Eylül faşizmine” nefret yağdırır. Sarılmamış yaralar yeniden kanar.
Sağda “milliyetçi” kesim, “devleti komünistlerden koruma” misyonlu MHP çevresi gençliği, hatırı sayılır ölçüde bir "aldatılmışlık duygusu" içindedir. 12 Eylül’ü hiç de iyi duygularla anmazlar.
"Merkez" ise 12 Eylül'e içten içe çiçek gönderir. Siz ortalığa söylenen demokrat, entel laflara bakmayın “merkez”, liberal; ister kamuda bürokrat, ister özel sektörde patron olsun “tuzu kuru”, “düzenin adamı” kesim aslında 12’ü en çok isteyen kesimdi. Onların gözünde 12 Eylül memlekette “anarşiyi ezmiş”ti. Darbe, orta sınıftan destek görmese zaten riske girerdi.
Diyeceksiniz ki, 'Kardeşim memlekette kan gövdeyi götürüyordu. Sağ-sol diye kardeş kardeşi boğazlıyordu. Ne yani, devam mı etseydi?'
İşte sorun burada.
Ekonomi muhabiri olarak bana sorarsanız, 12 Eylül’ün asıl kaynağı 24 Ocak Kararlarıdır…
Zira Türkiye’de “karma ekonomi” denen şey tıkanmıştı.
Bir neşter atılması gerekiyordu.
Ya 1960’larda “niyetlenen” planlı kalkınma tercih edilecek; devlet sosyalist ülkelerde olduğu gibi merkezi bir planla, denetimli, dışa bağımsız, denk bütçe ve cari denge üzerine “ulusal” bir model yaratacak; ya da sık sık yaşanan “döviz darboğazları” ile kapısına dayandığımız IMF, Dünya Bankası vs. güçlere teslim olup ekonomiyi toptan küresel güçlerin kontrolüne verecektik.
İşte 24 Ocak Kararları bu ikinci tercihin belgesidir...
24 Ocak Kararları bir dönüşümü öngörüyordu. Uygulanabilmesi için mutlaka sendikal örgütlerin, emek örgütlerinin, onların beslendiği sol zeminin ezilmesi gerekiyordu. Başka türlü, işçileri patron karşısında güçsüz, çaresiz hale nasıl getireceksin? Rekabetin anahtarı maliyet, maliyet deyince de patronlar, sadece işçinin cebine giren parayı hesap eder… Düşünsenize 12 Eylül öncesinde sendikaların üye sayısı 1 milyonu geçmişti. Şimdi yarısı bile değil. Üstelik nüfus 80 milyona dayandı.
Ekonomide temel altyapılar; sanayiye bedava yer, ucuz enerji, çalışma ortamı, raylar üzerinden bir taşımacılık, uygun haberleşme, sektör önceliği planlaması vs. rekabet sağlayacak altyapı olmadığı için yerli sanayi bir türlü gelişemiyordu, dış rekabet gücü çok zayıftı.
Aslında sağlıklı olanı toplumsal mücadelelerin doğal akışında seyretmesidir. Bu kavganın sonunda, bütün batılı ülkelerde olduğu gibi, bir denge kurulacaktı, toplumsal gelişme için doğal olanı da buydu.
İşte 12 Eylül bu doğal sürece müdahale etti. Kimin lehine? Uluslararası sermaye çevrelerinin lehine…
Bugün vergilerle oluşan devlet kuruluşlarının üç kuruşa ona buna peşkeş çekilmesine, kentlerin rantçılarca talan edilmesine, sanayin çokuluslu firmaların eline geçmesine ses çıkarmayanlar 12 Eylül’e laf etmesin!
Dün, büyük kentler, yaşam alanı daralan kır yoksullarının akını ile “gecekondu” merkeziydi. Mesela Ankara'nın üçte ikisi gecekondulardan oluşuyordu. Elbette teknoloji, inşaat kalitesi, görüntüler değişti. Ama konu “devlet hizmeti” olunca bugün dünden çok daha kötüyüz…
Eskiden gecekondu, plansız, kaçak diye vatandaşa hizmet vermeyen yerel yönetimler şimdi de kentleri, bir bahçe duvarıyla çevrilmiş yüzlerce “site”ye bölmüşler. “Burası site, özel mülkiyet” diye işi sırtından atmış, vatandaşa yüklemiş. Bu "site"lerde yol, su, kanalizasyon, elektrik gibi zorunlu altyapı dahil, işler site sakinlerine yıkılmış durumda…
Koskoca şehirler yarım saatlik bir sağanakta can pazarına dönüyor…
Vatandaş artık güvenlik, adalet gibi, devletin “asli” işleri için de tek başına, kaderine terkedilmiş… Hastanede sağlık, mahkemede adalet aramanın bedeli her gün yükseliyor.
Bakınız okulların açılma zamanı geldi. Bu yıl yüzlerce dershane özel okula dönüştü. Devlet buralara öğrenci başına 3.500 lira veriyormuş. Kalanı ailelerden çıkacak.
Okullar öğrenci (bunu müşteri diye okuyun) kapma yarışında. Okullarda “müdür” gitti, yerine “taşeron”geldi! Okula girecek öğrenci başına komisyon alan, öğretmenleri ne kadar ucuza çalıştırırsa “ödüllendirilen” bir yönetim anlayışından sözediyoruz…
Ve yıllarca “atama” bekledikten sonra asgari ücrete tav olmuş, hık deyince kapıya konulan pırıl pırıl öğretmenler…
Bakınız okulların açılma zamanı geldi. Bu yıl yüzlerce dershane özel okula dönüştü. Devlet buralara öğrenci başına 3.500 lira veriyormuş. Kalanı ailelerden çıkacak.
Okullar öğrenci (bunu müşteri diye okuyun) kapma yarışında. Okullarda “müdür” gitti, yerine “taşeron”geldi! Okula girecek öğrenci başına komisyon alan, öğretmenleri ne kadar ucuza çalıştırırsa “ödüllendirilen” bir yönetim anlayışından sözediyoruz…
Ve yıllarca “atama” bekledikten sonra asgari ücrete tav olmuş, hık deyince kapıya konulan pırıl pırıl öğretmenler…
Düşünüyorum da, demek ki 12 Eylül “Yeni Türkiye”nin işaret fişeğiymiş!
İyi pazarlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder