28 Eylül 2016 Çarşamba

Özel sektörün dış borcuna dikkat!



Özel sektörün önümüzdeki bir yıl içinde ödemek zorunda olduğu dış borcun, 88,2 milyar doları normal vadeli olmak üzere, toplam 140 milyar 726 milyon dolar olduğu ortaya çıktı...


Türkiye'nin bir yıl içinde ödemesi gereken (kısa vadeli) dış borcu Temmuz sonu itibariyle 104 milyar 966 milyon dolar oldu. Bu borcun 88 milyar 233 milyon dolarlık bölümü özel sektöre ait. Ancak özel sektörün bir yıl içinde ödemesi gereken dış borcunun, bu normal vadeli borçtan ibaret olmadığı, ödenemeyen geçmiş vadeli borçlarla birlikte, bir yıl içinde özel sektörün ödemesi gereken toplam dış borcun 168 milyar liranın üzerinde olduğu ortaya çıktı.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Türkiye'nin Temmuz sonu itibariyle ödemeler dengesi ile özel sektörün yurt dışından sağladığı kredi borçlarıyla ilgili verileri yayımladı.
TCMB verilerinde Türkiye'nin dış borç rakamlarında dikkat çeken iki nokta var. Birisi toplam dış borç stokunun her yıl artmaya devam etmesi. Diğeri de dış borçlanmanın devletten özel sektöre geçmesi. Artık dış borçların ezici çoğunluğu özel sektöre ait. Kamusal projelerde bile dış krediler yüklenici özel sektör tarafından sağlanıyor.
Örneğin 1990 yılının son çeyreğinde Türkiye'nin kısa vadeli borç stoku toplam 9,5 milyar dolar iken bu rakam Temmuz 2016'da yaklaşık 105 milyar dolara yükseldi.
1990'dan bu yana, kısa vadeli toplam dış borç stoku 9,5 milyar dolardan 105 milyar dolara tırmanırken, kamunun payı düştü ve örneğin Merkez Bankası'nın dış borcu 855 milyon dolardan 150 milyon dolara geriledi.
Temmuz 2016'da 104 milyar 996 milyon dolar kısa toplam vadeli borç içinde “kamu”nun payı 16 milyar 583 milyon dolar oldu.
Dış borcun 54,5 milyar doları Amerikan Doları, 30,1 milyar dolarlık bölümü Euro,
17,4 milyar dolar tutarındaki bölümü de TL borçlardan oluştu.
Temmuz 2016 sonu itibariyle 104 milyar 966 milyon dolar kısa vadeli dış borcun 88 milyar 233 milyon doları özel sektör borcu. Özel sektör borçlarının 50,8 milyar doları banka ve finans kuruluşları, kalan 37,3 milyar doları da doğrudan şirketlere ait.
Şirket borçlarının 34,5 milyar dolarlık büyük bölmünü “ithalat kaynaklı ticari krediler” oluşturuyor.

'KALAN VADEYE GÖRE'...

Bu arada, TCMB, Temmuz 2016 itibariyle “Kalan vadeye göre borçlu bazında kısa vadeli dış borç stoku” verilerini açıkladı. Buradaki rakamlara göre, Türkiye'nin kısa vadeli (Bir yıl içinde ödenmesi gereken) borcu, 140 milyar 726 milyon doları özel sektöre ait olmak üzere toplam 168 milyar 48 milyon dolara ulaştı.
Bu rakamlar, “orijinal vadesine bakılmaksızın bir yıl ve daha kısa kalan borçları” gösteriyor. Yani Türkiye'de özel sektör, önümüzdeki bir yıl içinde 88,2 milyar dolar vadeli normal borçla birlikte toplam olarak 140 milyar 726 milyon dolar dış borç ödemek zorunda.


UZUN VADELİ BORÇ 206,6 MİLYAR DOLAR

TCMB verilerine göre, Türkiye'de özel sektörün bir yıl ve sonrasında ödenecek (Uzun Vadeli) dış borç stoku ise 206 milyar 615 milyon dolar oldu.
Özel sektörün vadesi bir yılın üzerinde olan 206,6 milyar dolar dış borcunun, genel olarak 107,1 milyar doları finansal kesime, 99,4 milyar dolarlık bölümü de banka ve finans dışındaki şirketlere ait.
Tabloda da görüleceği gibi, uzun vadeli dış borçlarda en çok dikkat çeken şey, dış borçlanmada hizmet sektörün payının artması. Hizmet sektörünün toplam uzun vadeli dış borcu 2002 yılında 9,1 milyar dolar iken, Temmuz 2016'da 60,8 milyar dolara tırmandı. İnşaat sektörü 10,3 milyar dolar, ulaştırma 19,5 milyar dolar, perakende 4,4 milyar, iletişim 8,8 milyar dolar, elektrik ve gaz sektörü 10,2 milyar dolarla en fazla dış borcu olan sektörler durumunda.

DIŞ BORÇ FAİZLERİ

Özel sektörün dış borçlanmasında genelde “değişken faiz” uygulanırken, sabit faizlerde oran
finansal kesim harici şirketlerde, ortalama yüzde 4,8 civarında gerçekleşti.



Peki özel sektörün borçlu olduğu ilk on ülke hangisi? 

Özel sektör uzun vadeli toplam 206 milyar 615 milyon dolar dış borcunun 118,8 milyar doları Avrupa, 30,7 milyar doları Asya, 23,4 milyar doları Amerika kıtasına.
Özel sektörün en borçlu olduğu ilk 10 ülke şöyle:

İngiltere         : 30.774.249.915
Almanya        : 20.026.519.101
ABD              : 19.096.826.915
Hollanda        : 16.587.230.115
Lüksemburg   : 12.339.009.190
Bahreyn         : 11.564.994.228
Avusturya      : 9.059.560.833
Belçika          : 5.400.827.396
İtalya             : 3.179.629.800
B. Arap Emirlikleri : 2.992.692.952




Not: Bu haber Ekohaber'in 1064 sayısında yayımlandı. 

24 Eylül 2016 Cumartesi

'Firmalar ne istediğini bilmeli'





Yıllardır şirketler “eleman bulamamaktan”, çalışmak isteyen milyonlarca insan da işsizlikten şikâyetçi. 
Çalışma hayatının her daim merkezinde yer alan istihdam konusunu, özel istihdam bürosu olarak da hizmet veren Faveo Eğitim ve Danışmanlığın Kurucu Genel Müdürü Barış Gül ile konuştuk. İngiltere'de eğitim alan Gül, işverenlere, “Ne aradığınızı net olarak belirlerseniz, aradığınızı bulursunuz” mesajı verdi. 
İşte Gül'ün çarpıcı değerlendirmeleri...

- Faveo ve Barış Gül'ı kısaca tanıtır mısınız?

- Yaklaşık 20 senedir insan kaynakları sektörünün içindeyim. İş hayatına Yeşim Tekstil'de İnsan Kaynakları Uzmanı olarak başladım. Çok yoğun ve güzel günlerdi. Yaklaşık 8 bin insanın çalıştığı bir yerde, meslek odaklı, girişim odaklı, insan odaklı yıllarım geçti. Ardından kendimi geliştirme adına, Yeşim Tekstil’den ayrılıp 2002 yılında İngiltere'ye gittim. Dil eğitimini tamamladıktan sonra İnsan Kaynakları ve finans alanında eğitim aldım. Türkiye’ye dönüşte ise Gökyıldız Tekstil'de İnsan Kaynakları Müdürü olarak çalışmaya başladım.

Faveo, bizim kendi markamız, Latince, 'Yardım, destek' anlamında. O dönemde kuzenim ünlü bir ajansın art direktörüydü, hayallerimi anlattıktan sonra, ekibi ile Taksim Meydanı'nda anket yaptı. 'Sizce böyle bir işi yapacak şirkete en iyi uyan marka hangisi' diye... Anketten 'Faveo' ismi çıktı. Logomuzun tasarımının da güzel bir hikâyesi var. Her harf birbiriyle bağlantılıdır, birbirine yaslanır; bunlar birliği ve dayanışmayı gösterir. Rengimiz enerjiyi, çizgileri ise devamlılığı simgeliyor.

Farklı sektörde çalışan pek çok insanın hayali bir gün kendi işini kurmaktır. Ben de 2009 yılında farklı bir şeyler yapmak istedim. Çalıştığım eski firmanın patronunun da manevi desteği ile Faveo Eğitim, Danışmanlık ve Özel İstihdam firmasını kurdum. Önce eğitimlerle başladık. Yöneticiyken çok fazla hizmet satın almış, sıkıntıların ne olduğunu iyi etüt etmiştim. Eğitmenlerimizi; piyasada en iyi, uluslararası tecrübesi olan, kamu tecrübesi olan, yöneticilik tecrübeleri olan, sistem kurmuş, geliştirmiş, yukarılara çıkarmış kişilerden seçmeye çalıştık. Gümrükler emekli Başmüdürü Mehmet Kut ile tanıştım. Sonrasında Bursa'da kalite yönetim sistemleri alanında çok değerli bir isim, Ahmet Soner aramıza katıldı. Şu an, hepsi birbirinden kıymetli 100'ün üzerinde uzmanla hem Milli Eğitim, hem de ihracat yapan her firmaya yılda yaklaşık 20 bin dolar bütçe desteği sağlayan Ekonomi Bakanlığı eğitimlerini de veriyoruz.

Faveo aynı zamanda işveren ile işgöreni buluşturmak adına personel seçme yerleştirme hizmeti de veriyor. Çalışma Bakanlığı onaylı, İŞKUR denetiminde bir özel istihdam bürosu olarak faaliyet gösteren firmamız, belli aralıklarla İŞKUR'a rapor veriyor. İŞKUR’da bu işi kaliteli personelle yürütüp yürütmediğimizi denetleniyor. KOBİ ve üstü firmalara pazarlama, insan kaynakları, kurumsallaşma dâhil pek çok konuda danışmanlık da yapıyoruz.
Bugün geriye dönüp baktığımızda Bursa sınırlarını aştığımızı görüyoruz. Türkiye'nin her yerinde faaliyet gösteriyoruz. Tanıtım, reklâm yapmıyoruz. Tanıtımı müşterilerimiz, hizmet verdiğimiz dostlarımız yapıyor. İnternette de biliniyorsanız, insanlar size bir şekilde ulaşıyor. Biz şu an Adana, Gaziantep, Mersin, Konya dâhil olmak üzere pek çok ilde hizmet veriyoruz. Bir konu için başlıyorsunuz, başarılı oluyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki firmanın pek çok işini yapıyorsunuz... Son dönemde 'Alt İşverenlik' konusunda da çalışmaya başladık.

- İstihdam en kronik sorunlarımızdan birisi. Bir yandan aradığı elemanı bulamamaktan yakınan patronlar, diğer yandan köşe bucak iş arayan büyük bir işsizler ordusu. Sanki bir körebe oyunu... Herkes birbirini arıyor, bulamıyor... Nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Çok doğru. Ben buna iletişimsizlik diyorum aslında. Firmalar sürekli personel arıyor. Ama bir o kadar da çalışmak isteyen insan iş arıyor. Sorun şu, öncelikle firmaların ne istediğini, hangi işi nasıl yapacak birini aradığını iyi bilmesi gerekiyor. Biz bu kişiye ne iş yaptıracağız? Son yıllarda bir moda var. Çalışanlarla ilgili o kadar çok beklenti var ki... Düz bir pozisyon için çok iyi İngilizce bilmesini bekleyebiliyoruz. Hiç kullanmayacak bile olsa farklı yabancı diller bilmesini bekliyoruz. Bu durum karşısında çalışmak isteyen kişiler de bu firmaları tercih etmiyor. Çünkü yabancı dil kolay oluşmuyor. Ya da insanların diğer güçlü özellikleri kolay oluşmuyor. Dolayısıyla çalışmak isteyen insanlar güçlü, köreltmek istemedikleri yanlarını kullanacakları işleri arıyorlar. Firmalar önce yoruma açık bırakmadan kendi işlerini tanımlamalılar.
Şöyle zannediliyor herhalde. “İngilizce bilen bir eleman kesinlikle iyi elemandır. İyi eleman bizim firmanın kalitesini artırır. Dışarıdaki bakış açımızı yükseltir” Ama öyle olmuyor. O kişinin güçlü taraflarını kullandırmadığınız zaman çalışanda tatminsizlik oluşuyor. Sen de, sürekli eleman giren çıkan bir firma olarak tanınıyorsun. İşletmeler olarak görevleri doğru tanımlamak zorundayız. Mühendis alacaksanız, o mühendisin neler yapacağı görev tanımında tek tek yazılmalı. Yetkinliklere dikkat edilmeli. Nasıl birisini alacağım? Dikkatli mi olacak, hızlı mı olacak. İyi araba kullanması mı gerekiyor?

Bir eleman alıyorsunuz, işle ilgili bilgisi, yeteneği var; ama sizin firmanızın kültürüne uymuyor. Sürekli birileriyle tartışıyor. Kendi istediklerini yaptırmaya çalışıyor. O zaman yine tatminsizlik oluşuyor. İşletme nerden aldım bu elemanı der, çalışan da nerden düştüm buraya der. Ortam değişti. Şimdi bir şirketten ayrılanlar kendilerine sosyal mecralarda grup kuruyorlar, 'Şuradan Ayrılanlar' diye. Bir firmayı arama motorlarına yazın, hiç gitmeden bir sürü şey okursunuz. Sosyal medyada şirket hakkında ileri geri pek çok şey duyuyorsunuz. Bu sefer daha iş başvurusu bile yapmadan aday geri çekiliyor.
Hem adayın işyerinden, hem de işyerinin adaydan beklentileri çok fazla. Şunu söylüyoruz. Firma da kendini aynada doğru görecek, personel ya da iş arayan da kendini doğru görecek. İş arayan kişi
benim hangi özelliklerim var, nasıl bir iş yapabilirim, nasıl bir işte mutlu olabilirim, bunu çok iyi analiz etmeli. Firma da o pozisyonu nasıl bir kişinin dolduracağını iyi belirlemeli. Ondan sonrası çok kolay.

- Firmalar, size tam bir eleman tarifi yapıyor mu, ne istediklerini tam paylaşıyorlar mı?

- Bizim ekibimiz çok güçlü bir ekip. Biz firmaların bazen hislerine tercüman olabiliyoruz. Onu doğru konumlandırabiliyoruz. Tabi ki çok profesyonel çalışan firmalar var. Aslında ne istediğini bilen firmalar personel sıkıntısı yaşamıyorlar. Ne istediğini bilmeyen firmalar yaşıyor personel sıkıntısını. Asıl sıkıntı orada. Nasıl bir personel olması gerektiğini bilmeyen firmalara da yardımcı oluyoruz. O işi yapacak kişinin nasıl bir kişilikte olması gerektiğini firmalara anlatıyoruz. Ortak paydada veya faydada buluşuyoruz. Ücret dengelerini de değiştirebiliyoruz. Aslında ücret dengelerini piyasa ve sektörler belirler. Eğer o istedikleri personel için o ücret az ise biz bu piyasa şartlarını, firma ismi paylaşmadan, piyasa bilgilerini paylaşabiliyoruz. Yüksek beklentileri de düşürebiliyoruz. Bu hem firma hem de iş arayanlar için çok önemli. Aday da kendi rayicinden çok yüksek bedeller talep edebiliyor. Bakıyorsunuz, yüksek bedel talep ettiği için adaylar aylarca iş bulamıyor. Biz hem işveren, hem de iş gören arasında bir dengeleyici işlev görüyoruz.

- Çalışma yaşamıyla ilgili Kiralık İşçilik diye bilinen yasa işleri kolaylaştıracak mı?

- Geçici İş İlişkisi adı altında yeni bir kanun çıktı, yürürlüğe girdi ama uygulama yönetmeliği çıkmadığı için kimse ne yapacağını bilmiyor. Firmalar, geçici iş ilişkisini ya özel istihdam bürosuyla yapabilir ya da görevlendirme yoluyla işçisini diğer firmasına aktarabilir. Ama her firmada birden fazla şirket olmadığı için yasa sadece özel istihdam bürolarıyla yapabilirsin hükmünü koyuyor. Uygulama yönetmeliği çıkınca çok daha ayrıntılı bilgiler vereceğiz, bu konu ile ilgili seminer de düzenleyeceğiz.



- Avrupa'da böyle mi oluyor bu işler?

- Geçici iş ilişkisi ile çalışanı özel istihdam bürosu veya başka firma adına görevlendirme Avrupa'da çok öteden beri var. Kayıtdışı istihdamı engellemek Türkiye'de çok basit. Ama Türkiye buna hazır mı, onu sorguluyoruz. Örneğin İŞKUR firmalara işçi bulmakla görevli hissediyor kendini. Hâlbuki İŞKUR denetimde olmalı. Firmalara personel sağlamak değil, personel sağlayan firmaları denetlemekle mükellef olmalı. Yurt dışında şöyle bir sistem var. Hiçbir firma tek başına personel alamıyor. Çok büyük, profesyonel yapılarda kurulmuş özel istihdam büroları var. Bütün firmalar o istihdam bürosuna pozisyonlarını bırakıyor. Bütün iş arayanlar da CV'lerini o istihdam bürolarına bırakıyor. İstihdam büroları da bu işgücü ile arz ve talebini birleştiriyor. Siz özel istihdam bürosundan gelmeyen birisini işe başlatamıyorsunuz. Böylelikle kayıt dışı istihdamı da engellemiş oluyorsunuz.

- İŞKUR yetersiz kalıyor galiba...

- Firmalar bizler gibi İŞKUR portalına ilanlarını açıyor, pozisyonlarını bildiriyor. İŞKUR'a kayıtlı kişiler de şifresiyle oraya girip ilana başvurabiliyor. İŞKUR'da iş meslek danışmanları vardır. Bizler gibi iş görüşmeleri yaparlar, ilgili firmalara yönlendirirler. İŞKUR'daki eksiklik bu kişilerin iş dünyasını genelde tanımıyor olmaları. Temizlik personeli arayan bir firmaya, hiç temizlik yapmayan birisini gönderebiliyorlar. Ama İŞKUR’un yetersiz kaldığını söylemek doğru olmaz. Sonuçta İŞKUR’da elindeki kaynağı değerlendirmeye çalışıyorlar. Bence çok zor olanı başarıyorlar.

- Piyasada 'İşe göre adam' değil de 'Adamına göre iş' ve torpil çok konuşuluyor. Ne dersiniz?

- Artık hem özel hem kamuda torpilin yavaş yavaş bittiğini düşünüyorum. Referans tanıdık kişi olması bakımından önemlidir. Yoksa kimse artık cebindeki parayı boşa harcamak istemiyor. O yüzden evet tanıdık önemlidir. Tanıdık sizi işe sokmaya çalışır, başarır, başaramaz. Ama başarsa bile o işte tutamaz. Çalışmazsanız, yollar ayrılır. Kişi verimli olamazsa, dönüp bak işte bana gönderdiğin kişi çalışamadı derler. Bunlar son 5 yılda çok dile getirilmeye başlandı. O yüzden referans olmakta azaldı. Ha, tamamen bitti mi torpil? Hayır. Bitmesi gerekiyor mu? Kesinlikle. Fakat referans önemli. Çünkü tanınırlık ve güven herkes için önemlidir. Yüzde yüz kurumsallık, profesyonellik? Hayır. İnsani duyguları, güven unsurunu unutmamak lazım. Alman firmaları burada Alman disiplinini uyguluyor, ama Türk hoşgörüsünü de uyguluyorlar. Onları birleştirmek gerekiyor.

- Devlet desteği ne durumda?

- Devlet, KOSGEB, İhracatçı Birlikleri, Ekonomi Bakanlığı gibi kurumlar aracılığı ile kurumlara bir sürü destekte bulunuyor. Öncelikle kurumsallaşma süreçleri var. Kurumsallaşma dediğin, işini doğru tanımla, bu tanımladığın işe doğru kişiyi al, doğru kişiyle doğru işleri yap. Kurumsallaşma bu. Devletin büyük desteği var. Turquality programı var. Evet bunda amaç yurt dışında marka oluşturmak ama devlet biraz farklı bir destekle yurt içinde de markaların oluşmasına katkıda bulunabilir. Yurt içinde marka olunmadan yurt dışında bir ayağımız eksik kalıyor. Mahalledeki pehlivanı devirmeden Kırkpınar'da ağa olamıyorsun... Devlet destekler veriyor ama firmalar da bu sürecin böyle gitmeyeceğini bilmeli. En ufak krizde kepengi kapatan bir sürü firma var. Krizi fırsata çevirenler de var.. O fırsata çevirenler, yapılanmalarını tamamlamış, sürekli üstüne koyan firmalar. Dolayısıyla süreçleri çok iyi analiz etmeleri gerekiyor. Artık yönetimler babadan oğula geçmiyor. En azından yetişmeyen oğula geçmiyor. Süreçlerin başında profesyoneller olmalı. İstihdam politikası şart. Türkiye üretim yapan bir ülke. Ama son yıllarda hizmet sektörüne kaçışlar başladı diyebiliriz. AVM' lerin hiç birisi dükkânına personel bulmakta sıkıntı yaşamıyor. Çünkü üretimde çalışan tulumunu çıkarıyor, kumaş pantolonunu giyiyor. Tişörtünü çıkartıyor, beyaz gömleğini giyiyor. Aşağıdan da personel yetiştiremezseniz, iş zor.

- Neden?

- Ücretler... insanlar, 'Nasılsa asgari ücret alıyorum, fabrikada vardiya çalışacağıma AVM'de tertemiz ortamda çalışırım. Niye makinenin altına yatayım, aynı paraya diyor. Ama biz istihdam politikamızı üretim üzerine koyduysak, ekonomideki büyümeyi de sanayi üzerine koymamız lazım. Belli kitleleri üretime, belli kitleleri de hizmete yönlendirmemiz lazım. Bakın meslek liseleri bitti. Meslek liselerini tekrar hareketlendirirseniz, bunlar meslek sahibi olup üretimde yer alırlar. Biz devşirme yapıyoruz hepsini. Üretimdekini hizmete almaya çalışıyoruz. Hizmettekini de iş bulamadığı zaman üretime sokmaya çalışıyoruz.

-2015'de ekonomide hizmet sektörü yüzde 58,9, sanayi yüzde 24,5 pay aldı. Sanayi de yüzde 34'ün altı tehlike olarak görülüyor. Sürdürülebilir bir durum değil gibi görünüyor. Peki, siz eğitimler veriyorsunuz. İş dünyası öteden beri üniversite eğitimlerinden şikâyetçi. Ne düşünüyorsunuz?

- Geçen sene Fırat Üniversitesi'ne gittim. Türkiye'nin en başarılı makine mühendisliği fakültesinden biri. Barış bey, biz üniversiteyi bitiriyoruz, ama makiye yüzü görmedik dediler. Bursa'da sanayi ile üniversite biraz daha işbirliği içinde. İŞKUR ile üniversite rektörlüğü öğrenciler için staj protokolü imzaladılar. Birçok meslek ve STK, öğrencileri iş hayatına hazırlamaya çalışıyor. Ben masanın bu tarafındayım, işletmeler nasıl personel bekliyor, çok iyi biliyorum. Ama öğrencilerin nasıl mezun olduğunu da biliyorum. İş hayatına hazır değiller. Ama iş hayatı da yeni mezunu işe hazırlamak durumunda. Hemen denize atıp yüzmelerini bekleyemeyiz. Beni de kimse karşısına alıp iş öğretmedi. Eskiden daha fazla sabır vardı. Sabırlı insanlar vardı. Şimdi herkesin işi çok yoğun, az insanla çok iş yapıyoruz, kimse ne mentörlük, ne danışmanlık, ne hamilik yapmıyor. O yüzden öğrenciyi, hele ki iyi hazırlamamışsak, işletmede yalnız başına bırakıyoruz. Demoralize oluyorlar. Gideyim, belki başka firmada mutlu olurum... diyorlar. En önemli şey şu: Meslek liseleri ve üniversitelerin kalbine girilmeli... Yurt dışında her üniversitede bir sürü işletme kampus açmış, fakülte açmış. Bunlar dünyanın en büyük firmaları. Almanya'da bir üniversitenin içinde kendi meslek yapısını kuruyor. Amerika, İngiltere'de de durum aynı. Şirket kendi fakültesini açıyor. Öğrencileri daha okuldayken çalıştırıyor, hazırlıyor. Ama biz bu iletişimi bulamıyoruz.
Bizim en önemli sorunumuz şu, kişilerin yapacağı işleri çok net belirlememek... Belki bizler, aracılar da, üniversitedeki hocalar da öğrencilerle görüşüp piyasanın gerçekte ne beklediğini onlara anlatabiliriz. Belki Milli Eğitim, belki YÖK, müfredatlarını gelişmiş ülkelerin durumuna göre revize edebilir. Bu haliyle bilim adamı da yetiştiremiyoruz, sanayici, girişimci de yetiştiremiyoruz, esnaf da yetiştiremiyoruz. Tam anlamıyla yetiştiremiyoruz. Yarım kalıyor. Bunu birileri büyük maliyetlerle tamamlamak durumunda kalıyor. Türkiye'deki işletmelerin artık verimsizliğe tahammüllerinin olduğunu düşünmüyorum. Hem insan, hem zaman hem de makine verimsizliğine... Eğer bunları yoluna koyarsak, bizde potansiyeli çok yüksek bir işgücü var, emeklisinden öğrencisine kadar. Çünkü bizde çok güzel bir akıl var. O aklı biraz daha verime, ülkenin menfaatlerine harcarsak, Türkiye 2023 hedeflerine çok daha hızlı ulaşır. Ben bu hedefleri tutturabileceğimize inanıyorum. Sadece verimli üretelim. Markaya yatırım yapalım.
Ben kendi firmama çalışma arkadaşlarımı seçerken yeni mezun almaya dikkat ediyorum. Mesleğine aşık, özveride bulabilecek, gülmeyi bilen, iyimserliği ile karşısındakini motive edebilen insanlar seçmeye gayret ediyorum... En önemli personel seçme kriterim; tamamen pozitif olmak ve sabretmek.


14 Eylül 2016 Çarşamba

Darbeler ekmeğimize, hürriyetimize!/ Darbelerin nedeni gayet ekonomik...



Dünyaya gözlerimi açmamdan tam üç hafta sonra 27 Mayıs 1960 darbesi olmuş. Kundakta hiçbir şey hissetmedim...

12 Mart 1972 döneminde ilkokulu yeni bitirmiştim. Hatırladıklarım köyde büyüklerin haber saatlerinde radyonun sesini iyice  açmaları, çaşırtı ve cızırtılar arasında duyduğum  “anarşiler”, “İsmet Paşa”, “Başbakan Ferit Melen” ile polis, jandarma, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan laflarıydı. Kaçma, yakalama, kan, silah, vahşet, ölüm…

12 Eylül 1980 sabahı artık büyümüştüm.  Ankara’da ODTÜ’nün karşısındaki DSİ lojmanlarının inşaatında işçi olarak çalışıyor, birkaç hafta içinde üniversiteye kaydolma heyecanını yaşıyordum. Darbeyi sabah erkenden, elimde çaydanlık çeşmeye su almaya giderken, namluyu üzerime doğru çeviren siyah bereli tankçı askerden öğrenmiştim.

12 Eylül,  50 kişinin idam edilmesi, hapishanelerde yatacak yer kalmaması, yüzbinlerce kişinin gözaltına alınması, işkenceler, sakatlıklar, mahrumiyet, kim vurduya gitme,  bütün hayatının polisin iki dudağı arasında olması, okuduğun kitap gazete nedeniyle sorgusuz sualsiz yıllarca hapis yapmak, iki satır yazıyla okuldan kovulmak, işsiz kalıp sefalete mahrum olmak, sağlığını yitirmek,  canını yurt dışına atma derdine düşme… gibi ağır bir durumdu.

Tabi 12 Eylül’e tanıklık ettikten sonra 28 Şubat’a darbe denmesi bana komik gelmişti! Evet, seçilmiş hükumet istifaya zorlanmıştı, tehdit vardı, ama kimse canından olmamıştı işte.
15 Temmuz için tek söyleyeceğim şu:  “İyi ki başarısız oldu!”… 

Dostlar, askeri darbelerin nedeni konusunda pek çok şey konuşulabilir. Hatta NATO ve soğuk savaş sonrası TSK yapılanmasını bundan sorumlu tutanlar da olabilir.  
Ama ekonomi gazetecisi olmamdan kaynaklı olsa gerek, darbelerin arkasında mutlaka ekonomik bir şeyler olduğuna inanırım. Yani ekonomide bir tıkanma vardır, bu işin normal hukuksal, yasal, demokratik yollarla devam edemeyeceği görülür;  bir tür ihtiyaçtır, zorunlu haldir; şiddetle bir neşter atarsınız, sorun çözülür, sistem yoluna devam eder...

12 Mart’ın ekonomik nedenleri elbette vardı;  ama o zaman daha ziyade siyasi  gerekçeleri duyduk. Dönemin en ünlü sözü, Demirel’in “Bu Anayasa (1961 Anayasası) millete bol gelmiştir” cümlesiydi. Tırmanan öğrenci olayları, gençlik arasındaki sol örgütlenmeyi,  radikalleşen muhalefeti frenlemek gerekiyordu ve tırpan sola vuruldu.  

12 Eylül Darbesi’nin de siyasal gerekçeleri vardı. Ama bana sorarsanız asıl neden 24 Ocak Kararları’ydı. 24 Ocak Kararları'nın ana hatlarını hatırlayalım:

-          - Türk Lirası yüzde 32,7 devalüe edilip günlük kur uygulaması başladı.
-          -  Devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alındı, KİT'lere ve tarıma destekler kısıldı.
-          -  Gübre, enerji ve ulaştırma dışında devlet sübvansiyonları kaldırıldı.
-          -  Dış ticaret serbestleştirildi, yabancı sermaye yatırımları teşvik edildi, kâr transferinin önü açıldı.
-          - Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri başladı.
-          -  İthalat kademeli olarak liberalize edildi, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi getirildi.

Politikanın merkezinde de 1976’larda  zirve yapan ücret düzeyinin düşürülmesi, emeğin hızla ucuzlatılması, devletin elindeki kuruluşların özel şirketlere aktarılması vardı.
Ama bunları güçlü sendikal hareketin olduğu, işçilerin fabrikaları işgal edebildiği,  örgütlü toplumsal muhalefetin bulunduğu bir ortamda yapabilmek olanaksızdı!

Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen sonuç alınamayınca,  bir gecede asker yönetimi ele almış, meclis, hükumet lağvedilmiş;  24 Ocak Kararları da, mimarlarından birisi olan Turgut Özal’ın kuracağı hükumetler eliyle sorunsuz uygulanmıştı.  
15 Temmuz cunta girişimini, iktidar gücünü kullanan kesimlerin kendi arasındaki bilek güreşi olarak değerlendirmek tam doğru mudur, bilmiyorum.  Ancak TBMM’nin savaş uçaklarıyla vurulması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsının hedef alınması ve ona bağlı görünen polis birliklerine özellikle saldırılması düşünülürse, bu girişimin yaşadığımız bütün darbelerden farklı bir şey olduğu ortaya çıkıyor.  

Darbelerle yönetim tarzı bir zorunluluk/Başka çareleri yok!!!


Olayın siyasi boyutlarını siyasetçilere bırakıyorum.
Dikkatinizi çekmek istediğim şudur: Türkiye ekonomisinin 2016’da geldiği yerde, muktedirlerin açıkladığı ekonomik hedeflere olağan demokratik yöntemlerle ulaşma şansı yok!
Adına “darbe” demesek de bir tokat, sertlik, demokratik teamülleri, mesela TBMM’yi, sandıkla gelip gitmeyi rafa kaldıran bir şey var, kapıda, olacak gibi zaten hissediyordum! Bunu yapmaya sanki iktidarın kendisi talip gibi. 
Bu kaygıların ilk işaret Gezi’den gelmişti. İstanbul’un en nadide arsasına yapılmak istenen AVM’ye gösterilen tepki, ekonomi politikaları açısından doğrudan bir tehditti… Mutlaka bastırılması gerekiyordu!  Arkası da geldi, geliyor, gelecek...
Sorun şu: Artık Türkiye ekonomisi kendi dinamikleriyle yoluna devam edebilme, uluslararası rekabeti yürütme noktasından tamamen uzaklaştı.  Dışarı kaynak aktarımına dayanan bir tür cari açık ekonomisi kuruldu.  Kökleşti. Yıllık 60-70 milyar dolar cari açığı “savuşturmanın” tek yolu ülkeye yabancı sermaye,  sıcak para girişi! Son aylarda açığın 30 milyar dolara düşüşü tamamen piyasanın bitikliği ile ilgili. Çarklar dönmeye başladı mı açık patlayacaktır, yapısaldır, kaçarın yok!
Yabancı sermaye de has yüzümüze gelmiyor. Kazancın en yükseğini istiyor.  Artık irili ufaklı neredeyse bütün projeler dış borçlarla yapılıyor. Kimisi “alım garantisi”, kimisi “geçiş garantisi” istiyor.  Artık köprü geçişleri bile dolarla hesaplanıyor.  Fatura senin benim sırtıma… Elektrik, doğalgaz, sigorta, iletişim şirketleri yabancıların kontrolüne geçti, süper yetkilerle donandı. Kelle kesen kör hasan oldular, sıkıysa itiraz et… Vatandaşın sarılacağı Tüketici Hakları'na hak getire... Kaymakamlıklardaki Tüketici Hakem Heyetleri kalmıştı, marko paşa gibi, onlar hızla tasfiye sürecinde.
Türkiye, ileri teknoloji üretmeyi, buna dayalı verimliliği gerçekleştiremedi. Fabrikalar neredeyse tamamen yabancı makine, teknoloji ve hammaddelerle çalışıyor.  Düşünün ihracatınız 150,  ithalatınız 250 milyar dolar. Turizm vs. aradaki farkın yarısını bile karşılamıyor.
Velhasıl,  milyar dolarlık “mega projeler” yapılır,  bankalar kar rekorları kırar, sermaye gelirleri katlanırken;  bizler daha çok çalışacağız, daha az ücret alacağız;  emekliliklerimiz zorlaşacak, pek çok kazanılmış hak tarih olacak, fakirleşeceğiz.
Ama vatandaş “kazanılmış hakkım”, “parkım”, “toprağım”, “ovam”, “derem”, "sendikam" vs. diye yürümeye kalkarsa, yandı ki ne yandı!
Gelelim  sadede…
FETÖ  cuntası şükür ki, savuşturuldu, halk sokaklarda canını siper etti,  kendi oylarıyla seçtiği siyasal iktidarın zorla alaşağı edilmesini engelledi. Bir ilki yaşadık.

Peki şimdi, siyasi iktidar,  çıkıp vatandaşa, 
"Aziz milletim, madem siz demokrasi, milli irade diye bize sahip çıktınız, kendinizi tankların önüne attınız, biz de size sahip çıkacağız! 
Cari açık ekonomisini bitireceğiz. Demokratik hak ve özgürlükleri genişleteceğiz,  parkınızı, ovanızı koruyacağız,  şehirleri, rant merkezi olmaktan çıkarıp hepinizi rahat ettireceğiz.
Hiç birinizi işsiz, aç açık bırakmayacağız. 
Herkes dilinde, dininde, inancından, siyasal görüşünde özgür olacak, önceliğimiz artık rantçılar, okyanus ötesi değil, siz olacaksınız!…”

Diyecek mi, demeyecek mi? 
Püf nokta burada.
Diyebilirse, yaşadık; darbelerin tarih olduğundan emin olabilirsiniz.
Ama diyemezse, emin olun, darbe ha geldi ha gelecektir!



8 Eylül 2016 Perşembe

İşçimiz verimlilikte dünya 4'üncüsü!




Dünyanın önde gelen insan kaynakları danışmanlık şirketlerinden ManpowerGroup'un "Ücretli İş gücü Endeksi" araştırmasına göre, Türkiye, iş gücü verimliliğinde dünya genelinde 4'üncü sırada yer alıyor. 
İş gücü verimliliğinin, Türkiye'nin yabancı yatırımları çekmesinde çok önemli bir avantaj sağladığı vurgulanıyor.

ManpowerGroup, dünya genelindeki 75 ülkenin ücretli iş gücünün durumunu ölçtüğü yıllık Ücretli İş gücü Endeksi (CWI) araştırmasını 4'üncü kez yayınladı. İş gücünün kaynak, işe alım ve sürdürülebilirliği gibi tüm kriterler dikkate alındığında dünya genelinde 12'nci sırada olan Türkiye, içerisinde bulunduğu Avrupa, Orta Doğu & Afrika (EMEA) bölgesinde ise ilk 5'e girdi.

Mevcuttaki ücretli kalifiye iş gücünün, ortaya çıkan veya yok olmaya başlayan iş gücü trendleri karşısındaki sürdürülebilirliğine göre yapılan "İşgücü Mevcudiyeti" sıralamasında ise Türkiye 46'ncı sırada yer aldı.

İş gücünün uygun maliyeti sıralamasında dünyada 18'inci olan Türkiye’de ortalama aylık ücret 500 dolar olarak gösterilirken, ortalama en düşük ücret ise saatlik 2,42 dolar olarak belirlendi.

Türkiye, ücretli iş gücünde uygulanan regülasyonlar açısından listede 41'inci sırada yer alırken, iş gücü verimliliğinde ise dünyada 4'üncü sırada bulunuyor. İşverenin bir çalışana ödeme yaptığı süre içerisinde sergilediği verimliliğin yapıldığı sıralamada Norveç, Güney Afrika ve Tayvan gibi ülkeler Türkiye’nin gerisinde kalırken, ABD de ilk sıradaki yerini kaybederek 7'nci sıraya geriledi. Türkiye'nin önünde yer alan ülkeler ise sırasıyla Yeni Zelanda, Singapur ve İsviçre oldu.



Amerika Avrupa ilk 5'e giremedi



Endeksin dünya kategorisinde Amerika ve Avrupa’dan hiçbir ülke ilk 5'e giremedi. Türkiye’nin 12'nci sırada olduğu dünya geneli sıralamasında ilk 5'te yer alan ülkeler sırasıyla Yeni Zelanda, Singapur, Filipinler, İsrail ve Hindistan oldu. Sıralamada ayrıca Çin, Türkiye'nin gerisinde, 13'üncü sırada yer aldı. Türkiye'nin 5'inci sırada bulunduğu EMEA bölgesinde ise ilk 4 içerisinde bulunan ülkeler İsrail, İrlanda, İngiltere ve Güney Afrika oldu.

İş gücü verimliliği açısından dünya 4’üncüsü olan Türkiye’nin önünde yer alan ilk 3 ülke Yeni Zelanda, Singapur ve İsviçre olarak sıralandı.



"Türkiye, yatırımlar açısından büyük potansiyel"



Manpower Türkiye Genel Müdürü Reha Hatipoğlu, araştırmanın yatırım yapacak şirketlerin stratejilerini belirleme konusunda önemli olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:

"Bir evi satın alacağınız zaman sadece fiyatına bakmazsınız. O evin bulunduğu yeri, vergisi, çevresindeki kamu hizmetleri, komşuları gibi birçok kriteri de dikkate alırsınız. Aynı şey şirketlerin büyümek için yaptıkları pazar seçimlerinde de söz konusu. Rekabet şartlarının her geçen gün daha da sertleştiği günümüzde, şirketler yeni pazarlara girerken özellikle istihdam konusunda daha detaylı bilgilere ihtiyaç duyuyor. Örneğin, bir çağrı merkezi için yatırım yapılacak ülkede düşük ücretler ilk bakışta bu kararı vermek için yeterli görülebilir. Ancak bu ülkedeki çalışanların yetenek durumu, jeopolitik şartları ve diğer kriterler devreye girdiğinde tablo tamamen değişebilir."

Şirketlerin başarılı işlere imza atmak için istihdam dünyası ile ilgili daha detaylı bilgilerden istifade etmesi gerektiğini belirten Hatipoğlu, Türkiye'nin genel sıralamada bölgesinde ilk 5'te, iş gücü verimliliği sıralamasında ise dünya genelinde 4'üncü sırada olmasının, ülkenin yabancı yatırımlar açısından büyük bir potansiyeli olduğunu gözler önüne serdiğini söyledi.

Araştırmaya göre, 2015 ve 2016 yıllarında iş gücü verimliliği sıralamasında ilk 10'da yer alan ülkeler şöyle:

2015- 2016
1 ABD İsviçre
2 Singapur Singapur
3 Tayland Yeni Zelanda
4 Makao Türkiye
5 Hong Kong Norveç
6 Peru Şili
7 Şili ABD
8 BAE İsrail
9 Yeni Zelanda Güney Afrika
10 İsrail Tayvan


Araştırmaya göre, 2015 ve 2016 yıllarında iş gücünün kaynak, işe alım ve sürdürülebilirliği gibi tüm kriterler dikkate alındığında dünya sıralamasında ilk 20'de yer alan ülkeler şöyle:




2015 2016
1 Yeni Zelanda Yeni Zelanda
2 ABD Singapur
3 Kanada Filipinler
4 Hong Kong İsrail
5 İsrail Hindistan
6 Singapur ABD
7 Filipinler Kanada
8 Malezya İrlanda
9 Hindistan Birleşik Krallık
10 İrlanda Hong Kong
11 Avustralya Güney Afrika
12 Tayland Türkiye
13 Şili Çin
14 BAE Malezya
15 Birleşik Krallık Porto Riko
16 Porto Riko Avustralya
17 Estanya BAE
18 Japonya Kazakistan
19 Güney Afrika Hırvatistan
20 Danimarka Kolombiya

(kaynak: a.a.)



Not: Bu yazı Ekohaber Gazetesi'nde Ağustos 2016 yayımlandı.

7 Eylül 2016 Çarşamba

'Mega Proje'ler mi, KOBİ'ler mi?




Ekonomide 15 Temmuz sonrası yaşananları ve hükumetin yabancı sermayeye güven verme girişimlerini, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. İsmail Tatlıoğlu ile konuştuk. Bursa iş dünyasının yakından tanıdığı Prof. Dr. Tatlıoğlu, yabancı sermaye ve "Mega Proje"leri öne çıkarmayı hedefleyen girişimleri olumlu bulmakla birlikte yeterli olmayacağını söyledi. Prof. Dr. Tatlıoğlu, “Siz ne söylerseniz söyleyin. Herkes herşeyi biliyor” dedi ve ekonominin canlanması için özellikle durgunluktan etkilenen KOBİ'lerin, yeni kurulan Türkiye Varlık Fonu aracılığı ile finanse edilmesini önerdi. Öneri, KOBİ'lerin bankalardan kullanacağı kredilerin faizlerinin bu fondan sübvanse edilmesini içeriyor. Bu, toplamda 5-10 milyar dolar eder ve Türkiye bunu yaparsa ciddi bir ivme yakalar. Prof. Dr. Tatlıoğlu sorularımızı şöyle yanıtladı:

- 15 Temmuz girişimi sonrasında hükumet önceliği mega projelere ve yabancı sermayeye güven vermeye vermiş görünüyor. Yeni teşvik yasaları hazırlanıyor, varlık fonu kuruluyor, yurtdışı gezileri artırılıyor. Siz gelişmeleri genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Dünya ekonomisi özellikle 2008 krizinden itibaren bir daralma içinde. Gelişmiş ülkeler bu krizi, ekonomileri fonlayarak aşma derdinde. Özellike dünyada önemli bir talep teşkil eden Çin ekonomisinde de büyümenin yüzde 7'ye düşmesi bu daralmayı daha kalıcı hale getirdi. İlaveten Türkiye açısından baktığımızda, maalesef Türkiye'nin dış politika sorunları daralmanın etkisini artırdı. Yani kendi coğrafyasında da siyaseten bir sorunla karşılaştı. Özellikle Ortadoğu ve Rusya anlamında.
Aslında Türkiye için bir avantaj vardı. Yani dünya ekonomisi daralırken Türkiye ekonomisi normal seyrinde gitse gelişmiş ülkeler ile arasındaki farkı biraz daha kapatabilirdi. Dünya krizinden potizitif yararlanabilirdi. Ama bunu dış politika tercihleri nedeniyle tıkadı.
Tabi 15 Temmuz başka birşey. İçerideki ve dışarıdaki sermayenin algısı farklı olur. Ki, Türkiye zaten 15 Temmuz öncesinde de önemli projelere uluslararası kuruluşlardan kredi bulamadı. Mesela 3. Havaalanı projesi. Devletin garantisiyle bulundu. 15 Temmuz piyasada öngörülebilirlik süresini kısalttı. Bu yatırım iştahını kapatan, yatırımları durduran ve tüketim arzusunu da beklentiye alan bir süreçtir. Siyasal belirsizlik. Yani siyasal risklerin arttığını görmek lazım. Biz belki bunu içeride kabullemeyebiliriz, ama dışarıdakinin böyle görmesini de anlamak lazım. Değerlendirme kuruluşları puan düşürmeseler bile negatife çevirdiler görünümü, bütün çabalara rağmen.

VARLIK FONUNDAN KOBİLERE FİNANSMAN...

Yani herşey söylemle olmuyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan açıklamalar yapabilir, bu söylemler ayrı şeyler. İnsanlar bunu dinlerler, ama insanlar paralarını riske atmazlar. Yapılması gereken şey şu: Türkiye Varlık Fonu'nun kuruluşunu hızlandırmak. Önemli projelere ortaklığı söz konusu olabilir. Ama asıl iç talepte ciddi bir daralma var. 15 Temmuz'dan sonra içerideki firmaların finansman ihtiyaçları oldu. Özel sektörün ciddi bir dış finansman ihtiyacı var. Dış borcu var. Yaklaşık yıllık ödeme 200 milyar dolar civarında bir hareketlilik gerektiriyor ve gelişmeler bunun daha da zorlaştığını gösteriyor. Türkiye, içerideki talebi artıracak bir hamle yapmalı. Enflasyona ciddi bir etki yapmadan talebi artırmalı. İkincisi, bilançoları iyi olan ama sıcak para sıkıntısı çeken, finans kurumlarına borcu olan çok sayıda KOBİ var. RasyolarI fena olmayan, net aktifleri, öz sermayeleri fena olmayan, fakat hazır değerleri, nakitleri yetersiz olan firmalar. İşletme sermayesi yetersiz olan firmalar. Piyasadaki talep yetersizliği özellikle bu firmaları işletme sermayesi açısından vurur ve Türkiye'de KOBİ'lere ciddi bir finansal ve ardından ekonomik sürüklenmeye götürür.
Bence Türkiye Varlık Fonu ile KOBİ'lere kredi imkânının yaratılması gerekiyor. Genel durumu iyi, işletme sermaye ihtiyacı olan firmalara kredilerini döndürebilmek amacıyla verilecek desteklerdir ve kesinlikle boşa gitmez. Türkiye'nin birinci derecede önceliği, toplam talepteki düşüşü engellemek, ikincisi, finansal daralmadan olumsuz etkilenen, sıkıntı çeken KOBİ'lere orta vadeli kredi sağlanmalı. Böyle bir sorun var. Bu sadece Türkiye Varlık Fonu gibi bir girişimle çözülebilir ve aciliyeti çok önemli.
Yoksa hükümetin, bakanlıkların, ticaret odalarının yaldızlı laflarındansa... Biz bunları son dönemlerde duyuyoruz... Efendim çok iyiyiz! Ya sizin iyi olup olmadığınızı onlar biliyorlar. Siz ne söylerseniz söyleyin. Biz de başkalarının ne olduğunu biliyoruz. Bugün artık herşey ortada, herkes birbirini görüyor. Esas olan bugün böyle bir fonu oluşturmak ve KOBİ'leri, özellikle de ihracatçı KOBİ'leri ayakta tutabilecek bir fonlama müessesesi oluşturmak

- Türkiye Varlık Fonu'nun KOBİ'lerden ziyade yabancı yatırımcılara güven vermeyi hedeflediği imajı yaratıldı.

- Bunlar 1960-70'lerin modeli. Bunlar ciddi bir özel teşebbüs yokken, yurtdışı finans imkanları yokken yararlanılacak şeylerdi, bunlar geçti. Aslında bu fon bugünün modeli değil. Bugün böyle bir fonu, destekleme amacıyla kullanmak lazım ve tam zamanıdır. Yabancı yatırımcılara güven vermekten de ziyade onlarla iş yapabilecek bir sermaye teşekkülü oluşturmak istiyorlar. Bu fena fikir değil, ama günümüzün fikri değil. Kamuyu bu alandan çekerken böyle bir fonla yeniden girmesi...

- Fonlar ilgili KOBİ'lerden hiç söz edilmedi...

- Ama Türkiye ekonomisinin durumu çok açık. KOBİ'leri çekerseniz... Diyorum ki, yanlış. Hep yanlışları yaparak geliyoruz zaten. Bugün ekonomide iki temel sorun var. Birisi iç talep. Dış talep bizim dışımızda zaten. İkincisi de talep daralması nedeniyle işletme sermayesi sıkıntısı çeken KOBİ'ler. Bu firmaları bankalar da kendileri için risk görüyor. Sayın Cumhurbaşkanı bankalara sesleniyor, ama bu iş seslenmekle olmaz... Merkez Bankası'nın da rehberlik edeceği, diyelim 10 milyar dolarlık bir fon oluşturup, onunla bankaların kredilerini subvanse etmek lazım. Bu 10 milyar, belki 100 milyar dolarlık kredinin uygun vade ve faizle kullanımını sağlar. Bir tür sübvansiyon işlevi görür. Diyelim bir KOBİ'nin net öz sermayesi 50 milyon lira. Ama 6 milyon lira borcu var ve nakti olmadığı için tıkanmaya gidiyor. Bunları çözmek lazım. Bu Türkiye'ye büyük yara yapar. Büyük projeler deveri değil. Derin bir yara var piyasada, herkes görüyor, susuyor, çözüme yönelik birşey yapmıyor.

- Mega projelerin öne çıkarılması dışarıya güven vermek açısından işe yarar mı?

- Mega proje... Mesela 3. Köprü'de kredi bulunamadı. Bu Türkiye'nin imajı bakımından iyi olmuyor. Türkiye boğaz köprüsünü 40 sene önce, üstelik kendi kamu kaynakları ile yapmış. 3. Köprü zamanı mıydı? Özellikle belirtmek istiyorum, devlet dolarizasyona, yabancı para kullanımına liderlik etmemeli. Köprü geçiş fiyatlarının dolar üzerinden belirlenmesi çok yanlış. O zaman milli paranın ayıplı sayılmasına doğru gider, yanlıştır.
Türkiye'nin bir potansiyeli var. Bu potansiyel ekonomik olarak çalışır. Defoları da var. 15 Temmuz da bir defodur. Ekonomik yansımaları var. Kamu bunları ortadan kaldırmalı. Hükümet nasıl güvenliği, siyaseti olumsuz etkileyecek şeylere karşı bir hamle yapıyorsa, ekonomiyi olumsuz etkileyecek şeylere karşı da bir hamle yapmalı. Nasıl bürokrasi hamlesi sözle değil, eylemle oluyorsa ekonomide de öyle olmalı. (Bize güvenin) demekle güven olmaz. Bize zaten belli bir güven var. Ekonomi derinliklidir, sorunları çözer. Ama maliyetleri yükseltmemek lazım. KOBİ'lerin ciddi sıcak paraya ihtiyaçları var. Bankalar genişletici mali politikalar uygulayamıyor, kendilerince haklılar. 5-10 milyar dolar bu işe yeter ve boşuna heba edilmiş bir para olmaz. Orta vadede geri toplanacak bir paradır.

'SERMAYENİN YERLİSİ YABANCISI OLMAZ'

- FETÖ soruşturmaları çerçevesinde kayyum atanan, el konulan şirketlerin durumu piyasayı nasıl etkiler?

- Olağanüstü bir durumdan geçiyoruz. Etkileri olacaktır. Önemli olan mülkiyet hakkının güvencede olması. Bu çok önemli. OHAL'ın kısa sürede bitmesi lazım. 3 aydan daha fazla uzarsa, mülkiyet hakkı gibi bir tartışma olur.

- Bunlar yabancı sermayeyi nasıl etkiler?

- Sermayenin yerlisi yabancısı yok artık. Hangi sermaye yerli, hangisi yabancı bilemiyoruz. İşin doğrusu son 5-10 yıldır, Türkiye çok büyük istihdam yaratacak bir dış yatırım almadı. Özellikle de finansal anlamda... Türkiye'nin toplam borçlarında küçülme yok, büyüme var. Sadece borçlar yer değiştiriyor, devletten özel sektöre geçmiş. Liberalize olmuş. Sermaye piyasasının piyasa kurallarına göre gidiyor. Bunu bozacak bir politikaya da girmemek lazım. Hükümet liberal bir politika uyguladı, dünya konjonktüründen de kopmadı. Sermayenin sınırı, rengi, dini yok. Sermayeni tedirgin edici pozisyonları kaldırmamız lazım.

- Ekonomi yönetimine öneriniz nedir?


- 15 Temmuz'un ekonmiye olumsuz etkisini ortadan kaldırmak için özellikle talep daralmasını da dikkate alarak, mali tablolarında sıkıntı olmayan, ancak hazır değerleri, nakti açısından sıkıntıda olan, sıcak para ve işletme sermayesi açısından sıkıntısı olan; varlığı olan, ama nakdi az olan, özellikle de ihracatçı firmaları orta vadeli rahatlatacak bir finansman yaratılması lazım. Bu fonlardan kredi verilsin, demiyorum... Finansal kuruluşların verdiği kredi buradan sübvanse edilsin. Ona da 5 milyar dolarlık bir fonun yeteceğini düşünüyorum. Aksi takdirde o KOBİ'leri kalıcı olarak kaybedebiliriz, böyle de bir risk var.  


Not: Bu röportaj Ekohaber Gazetesi'nde Ağustos 2016 yayımlandı.