Dünyaya gözlerimi açmamdan tam üç hafta
sonra 27 Mayıs 1960 darbesi olmuş. Kundakta
hiçbir şey hissetmedim...
12 Mart 1972 döneminde ilkokulu
yeni bitirmiştim. Hatırladıklarım köyde büyüklerin haber saatlerinde radyonun
sesini iyice açmaları, çaşırtı ve
cızırtılar arasında duyduğum “anarşiler”, “İsmet Paşa”, “Başbakan Ferit Melen”
ile polis, jandarma, Deniz Gezmiş,
Mahir Çayan laflarıydı. Kaçma, yakalama, kan, silah, vahşet, ölüm…
12 Eylül 1980 sabahı artık büyümüştüm. Ankara’da ODTÜ’nün karşısındaki DSİ
lojmanlarının inşaatında işçi olarak çalışıyor, birkaç hafta içinde üniversiteye
kaydolma heyecanını yaşıyordum. Darbeyi
sabah erkenden, elimde çaydanlık çeşmeye su almaya giderken, namluyu üzerime
doğru çeviren siyah bereli tankçı askerden öğrenmiştim.
12 Eylül, 50 kişinin idam
edilmesi, hapishanelerde yatacak yer kalmaması, yüzbinlerce kişinin gözaltına
alınması, işkenceler, sakatlıklar, mahrumiyet, kim vurduya gitme, bütün hayatının polisin iki dudağı arasında olması,
okuduğun kitap gazete nedeniyle sorgusuz sualsiz yıllarca hapis yapmak, iki
satır yazıyla okuldan kovulmak, işsiz kalıp sefalete mahrum olmak, sağlığını
yitirmek, canını yurt dışına atma derdine
düşme… gibi ağır bir durumdu.
Tabi 12 Eylül’e tanıklık ettikten
sonra 28 Şubat’a darbe denmesi bana komik gelmişti! Evet,
seçilmiş hükumet istifaya zorlanmıştı, tehdit vardı, ama kimse canından
olmamıştı işte.
15 Temmuz için tek söyleyeceğim şu: “İyi ki başarısız oldu!”…
Dostlar, askeri darbelerin nedeni
konusunda pek çok şey konuşulabilir. Hatta NATO ve soğuk savaş sonrası TSK
yapılanmasını bundan sorumlu tutanlar da olabilir.
Ama ekonomi gazetecisi olmamdan kaynaklı olsa gerek, darbelerin
arkasında mutlaka ekonomik bir şeyler olduğuna inanırım. Yani ekonomide bir tıkanma vardır, bu işin normal hukuksal, yasal, demokratik yollarla devam edemeyeceği görülür; bir tür ihtiyaçtır, zorunlu haldir;
şiddetle bir neşter atarsınız, sorun
çözülür, sistem yoluna devam eder...
12 Mart’ın ekonomik nedenleri elbette vardı; ama o zaman daha ziyade siyasi gerekçeleri duyduk. Dönemin en ünlü sözü,
Demirel’in “Bu Anayasa (1961 Anayasası)
millete bol gelmiştir” cümlesiydi. Tırmanan
öğrenci olayları, gençlik arasındaki sol örgütlenmeyi, radikalleşen muhalefeti frenlemek gerekiyordu
ve tırpan sola vuruldu.
12 Eylül Darbesi’nin de siyasal
gerekçeleri vardı. Ama bana sorarsanız asıl neden 24 Ocak Kararları’ydı. 24 Ocak Kararları'nın ana hatlarını
hatırlayalım:
- - Türk Lirası yüzde 32,7 devalüe edilip günlük kur
uygulaması başladı.
- - Devletin
ekonomideki payını küçülten önlemler alındı, KİT'lere ve tarıma destekler
kısıldı.
- - Gübre,
enerji ve ulaştırma dışında devlet sübvansiyonları kaldırıldı.
- - Dış
ticaret serbestleştirildi, yabancı sermaye yatırımları teşvik edildi, kâr
transferinin önü açıldı.
-
- Yurtdışı
müteahhitlik hizmetleri başladı.
- - İthalat kademeli olarak liberalize edildi, ihracat;
vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük
muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi getirildi.
Politikanın merkezinde de
1976’larda zirve yapan ücret düzeyinin
düşürülmesi, emeğin hızla ucuzlatılması, devletin elindeki kuruluşların özel
şirketlere aktarılması vardı.
Ama bunları güçlü sendikal
hareketin olduğu, işçilerin fabrikaları işgal edebildiği, örgütlü toplumsal muhalefetin bulunduğu bir
ortamda yapabilmek olanaksızdı!
Ankara, İstanbul gibi büyük
kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen sonuç alınamayınca, bir gecede asker yönetimi ele almış, meclis,
hükumet lağvedilmiş; 24 Ocak Kararları da, mimarlarından
birisi olan Turgut Özal’ın kuracağı
hükumetler eliyle sorunsuz uygulanmıştı.
15 Temmuz cunta girişimini, iktidar gücünü kullanan kesimlerin kendi
arasındaki bilek güreşi olarak değerlendirmek tam doğru mudur, bilmiyorum. Ancak TBMM’nin savaş uçaklarıyla vurulması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsının hedef
alınması ve ona bağlı görünen polis birliklerine özellikle saldırılması düşünülürse, bu
girişimin yaşadığımız bütün darbelerden farklı bir şey olduğu ortaya çıkıyor.
Darbelerle yönetim tarzı bir zorunluluk/Başka çareleri yok!!!
Olayın siyasi boyutlarını siyasetçilere
bırakıyorum.
Dikkatinizi çekmek istediğim
şudur: Türkiye ekonomisinin 2016’da geldiği yerde, muktedirlerin açıkladığı
ekonomik hedeflere olağan demokratik yöntemlerle ulaşma şansı yok!
Adına “darbe” demesek de bir
tokat, sertlik, demokratik teamülleri, mesela TBMM’yi, sandıkla gelip gitmeyi rafa
kaldıran bir şey var, kapıda, olacak gibi zaten hissediyordum! Bunu yapmaya sanki
iktidarın kendisi talip gibi.
Bu kaygıların ilk işaret Gezi’den gelmişti. İstanbul’un en nadide arsasına yapılmak istenen AVM’ye gösterilen tepki,
ekonomi politikaları açısından doğrudan bir tehditti… Mutlaka bastırılması
gerekiyordu! Arkası da geldi, geliyor,
gelecek...
Sorun şu: Artık Türkiye ekonomisi
kendi dinamikleriyle yoluna devam edebilme, uluslararası rekabeti yürütme noktasından tamamen uzaklaştı. Dışarı kaynak aktarımına dayanan bir tür cari açık ekonomisi kuruldu. Kökleşti. Yıllık 60-70 milyar dolar cari
açığı “savuşturmanın” tek yolu ülkeye yabancı sermaye, sıcak para girişi! Son aylarda açığın 30
milyar dolara düşüşü tamamen piyasanın bitikliği ile ilgili. Çarklar dönmeye
başladı mı açık patlayacaktır, yapısaldır, kaçarın yok!
Yabancı sermaye de has yüzümüze
gelmiyor. Kazancın en yükseğini istiyor.
Artık irili ufaklı neredeyse bütün projeler dış borçlarla yapılıyor. Kimisi
“alım garantisi”, kimisi “geçiş garantisi” istiyor. Artık köprü geçişleri bile dolarla
hesaplanıyor. Fatura senin benim
sırtıma… Elektrik, doğalgaz, sigorta, iletişim şirketleri yabancıların kontrolüne geçti, süper yetkilerle
donandı. Kelle kesen kör hasan oldular, sıkıysa itiraz et… Vatandaşın sarılacağı Tüketici Hakları'na hak getire... Kaymakamlıklardaki Tüketici Hakem Heyetleri kalmıştı, marko paşa gibi, onlar hızla tasfiye sürecinde.
Türkiye, ileri teknoloji üretmeyi, buna dayalı verimliliği gerçekleştiremedi. Fabrikalar neredeyse tamamen yabancı makine,
teknoloji ve hammaddelerle çalışıyor.
Düşünün ihracatınız 150,
ithalatınız 250 milyar dolar. Turizm vs. aradaki farkın yarısını bile
karşılamıyor.
Velhasıl, milyar dolarlık “mega projeler” yapılır, bankalar kar rekorları kırar, sermaye gelirleri katlanırken; bizler daha çok çalışacağız, daha az ücret
alacağız; emekliliklerimiz zorlaşacak,
pek çok kazanılmış hak tarih olacak, fakirleşeceğiz.
Ama vatandaş “kazanılmış hakkım”, “parkım”,
“toprağım”, “ovam”, “derem”, "sendikam" vs. diye yürümeye kalkarsa, yandı ki ne yandı!
Gelelim sadede…
FETÖ cuntası şükür ki, savuşturuldu, halk sokaklarda canını
siper etti, kendi oylarıyla seçtiği
siyasal iktidarın zorla alaşağı edilmesini
engelledi. Bir ilki yaşadık.
Peki şimdi, siyasi iktidar, çıkıp vatandaşa,
"Aziz milletim, madem siz demokrasi, milli irade diye bize sahip
çıktınız, kendinizi tankların önüne attınız, biz de size sahip çıkacağız!
Cari
açık ekonomisini bitireceğiz. Demokratik hak ve özgürlükleri
genişleteceğiz, parkınızı, ovanızı
koruyacağız, şehirleri, rant merkezi olmaktan çıkarıp hepinizi rahat
ettireceğiz.
Hiç birinizi işsiz, aç açık bırakmayacağız.
Herkes dilinde,
dininde, inancından, siyasal görüşünde özgür olacak, önceliğimiz artık rantçılar, okyanus ötesi
değil, siz olacaksınız!…”
Diyecek
mi, demeyecek mi?
Püf nokta burada.
Diyebilirse, yaşadık; darbelerin
tarih olduğundan emin olabilirsiniz.
Ama diyemezse, emin olun, darbe ha geldi ha gelecektir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder