3 Eylül 2019 Salı

Su zengini topraklarda “Kuru Dere”… Fevziye Kanyonu, Alaçam Yaylası…



Doğa gezilerimizde dün (1 Eylül 2019 Pazar) İnegöl’e bağlı Fevziye ve Elmaçayırı köyü civarında suyu büyük ölçüde borulara alındığı için kurumuş derelerde ve kanyonda yürüdük; ormanlarda, yaylalarda dolaştık.
Uludağ’ın eteklerindeki bu toprakların yakın zamana kadar hayli hareketli olduğunu, özellikle yayla ve meralardaki meyve ağaçlarının çokluğundan ve eski çeşmelerden anlayabiliyoruz.

Ancak artık ortalıkta ne yaylaya çıkan sürüler ne de insanlar görebiliyorsunuz.  Galiba artık ormanın kerestesi ile ilgilenen ormancılar dışında buraları herkes terk etmiş görünüyor.
Koza Dağcılık kulübünün organizasyonu ile Ankara yoluna düşen minibüslerimiz, 50’ye yakın doğaseverle İnegöl’e vardıktan sonra, Fevziye köyüne ulaştı ve köyün biraz
yukarısından yürümeye başladık. Rehberimiz İnegöl’den doğasever Saadettin Aladağ oldu
Fevziye köyünde traktör yolunda başlayan yürüyüşümüzde bir süre sonra “Kuru Dere” de denilen Fevziye Kanyonu’na girdik.
Kanyonlar genelde bol sulu, kayalık derelerdir. Ancak burada kanyon resmen kurumuş.

Esrarengiz kaynak suyu..


Ancak bölge rehberimiz ilginç öyküler anlatıyor.  Örneğin yanından geçtiğimiz bir yerde derenin kurumuş olduğu/bir süre önce buranın su altında olduğu görülüyor. Rehberimiz, “Buranın altından çok gür bir su çıkıyor, kaynak suyu. En kaliteli içme sularına beş basar, bir sürü hastalığa iyi geliyor. Buz gibi sudur. Ancak fazla sürmüyor, birkaç ay sonra su böyle kesiliyor”.. Diye konuşuyor.
Çok ilginç, hayatımda ilk kez böyle bir olayla karşılaşıyorum…
Belim kadar kalınlığında kaynak suyu birkaç ay akıyor, sonra birden  kuruyor!
Fevziye Kanyonu’na su yok. Yani kuru. Kayaların üzerine basa basa yürüyoruz.


Kurudere yanında çelik su boruları!

Buraya köylüler “Kurudere” diyormuş. 
Demek ki bu kanyon oldum olası kuru diye düşünüyorsunuz…
Ama buralar hiç de susuz bir yere benzemiyor. Ve karşımıza kanyonun çevresinde kalın çelik su boruları çıkıyor…
Tek bir boru da değil.
Anlaşılan su büyük ölçüde borulara alınmış. Daha sonra yol boyunca başka başka, irili ufaklı su boruları göreceğiz. Ve de suların toplandığı loger gibi küçük kapalı  havuzcuklar.  
Eee şair boşuna dememiş “Velhasıl Bursa sudan ibaret” diye.

 Burada borularla toplanan su nereye gidiyor diye sondaj yaptığımda Coca Cola firmasının adı ifade edildi.  Şirket bölgede maden suyu çıkarıyormuş. Ayrıca bölgede iki adet HES (Hidroelektrik santralı)var. Bu iki HES de yine borularla toplanan suyla çalışıyor. 
Ve birkaç alabalık tesisi…
Yakınlarda bir de “Acısu” varmış,
meşhur bir yermiş, ama biz gitmedik.
Neyse, biz kanyona doğru gittikçe rakım yükseliyor. Yüksek kotlarda derelerden su aktığını görmeye başlıyoruz.  
Tabi ayağınızın altındaki, tertemiz su…
Eğil, derede akan suyu iç yani…
Tongul Deresi, Kaldırak Deresi

Kuşburnu, böğürtlen…


Bu “Kaldırak” galiba bizim “Galdirik”, ya da “Balik Otu” olarak bildiğimiz şey. Anlaşılan yöredeki köylüler bu derenin kıyısından hayli kaldırak toplarmış..
Kaldırak Deresi’ni solumuzda bırakıp devam ediyoruz.  Ama bu dereler, yollar bizi de aç bırakmıyor!
Yol boyu, özellikle de traktör yollarını iki yanında böğürtlen, kuşburnu bolluğu var. Olgunlaşmış böğürtlenlerden birer ikişer kapıyoruz. Çok da lezzetli.

Her taraf bu yaban meyveleriyle dolu.
“Ya bu köylüler niye buradaki kuşburnu ve böğürtlenleri toplamaz” diye düşünüyorum.
Bölge rehberimizin yanıtı, “Kim toplayacak ya. Köyde herkes yaşlı, emekli..” oluyor.

Ama doğada hiç bir şey boşa gitmiyor..
Bunu yol boyunca önümüze çıkan “koca oğlan”, namı diğer ayı, boklarından anlıyoruz


Buz gibi yayla suyu içmek…

Alaçam Yaylası’na doğru çıktıkça müthiş çam ormanları görüyoruz, sağlı sollu.. Belki 20 metre uzunluğunda kerestelik, düzgün çam ağaçları… Keza Alaçam Yaylası civarında daha ziyade gürgenler..
Alaçam Yaylası’nda harika suyu olan bir çeşme görüyoruz. Artık öğle molasının zamanı geldi.
Hem yorulduk, acıktık, hem de burası yayla, havadar, çayır çimen…

Ama yaylada hiç kimse yok.
Yaylacısız yayla!
Aslında traktörle falan çıkılıyor, bir toprak yol var.  Ancak sadece yaylacılar değil, piknikçiler de uğramamış anlaşılan.

Acıkalma ağaçları yıkılıyor!


Yaylada bolca yaban elması var. Birkaç tane de çörtük ve alıç. Küçük, ekşi elmalar… ve yine kuşburnu, böğürtlen…
Elmalar tam olgunlaşmamış, ekşi cins.. Bizim köyde bunlara “acıkalma” derdik. Sonbaharda toplar samanlığa atardık. Kışın samanın içinden çıkardığında o ekşilikten eser kalmaz, çok lezzetli mayhoş bir tadı olurdu.
Şeker hastalığına iyi geldiği söylenir.

Yaylada, sırt çantasını çayırın üstüne uzatıp, çantadan çıkardığım yiyecekleri çantanın üzerinde yerken, bir anda çocukluğuma, yayla günlerime gittim…
Burası aslında tamamen de ıssız değil. Sanki birkaç hafta önce bir sürü gelmiş gibi. Yerdeki kokulardan hissediyorum. Koyunları yatmış çayıra…
Biraz önümüzde bir çoban barakası ve çevirme var. Koyunların boku çok fazla kurumamış.
Ama otlar da kocaman… Tamamen yabani kalmış yayla. Bazı yerlerde yürümek bile zor, ot ve dikenler yüzünden.
Ya buraya gelen sürü çok küçük…
Ya da kısa süreliğine gelip gitmişler gibi.

Bağcıkları sıkma zamanı..

Öğle molasından sonra, buraya kadar traktör yolları ve patikalardan sürekli dik ve yan yollardan çıkan biz, artık adeta inişe geçtik… Rehberimiz Harun hoca uyarıyor, “Arkadaşlar… Rotamız iniş ağırlıklı. Lütfen ayakkabılarınızın bağcıklarını sıkın…  Sakatlanma olmasın...”  Sahiden de bağcıklar sıkı bağlanınca, ayak parmak uçları sıkışmıyor. Parmaklara baskı azalıyor… Bir keresinde dik bir inişte bağcıklara hiç dikkat etmedim, akşam baktım, sol ayak serçe parmağım resmen morarmış!

Genelde iniş eğimli toprak yollardan yürüyerek, Elmalı köyüne indik. Doğal olarak köye yaklaştıkça traktör yolları genişledi, yaban meyvelerinin yerini irili ufaklı bahçelerdeki meyveler aldı.
Yolumuza ilk çıkan kişi, rehberimizle tanış çıkan Elmaçayırlı ormanın içindeki bir bahçeye basit bir bina yapmış, adeta cennet gibi yeşilin içinde yaşıyor…
Merak ediyorum: “Tapunuz var mı?”

Evet”  diyor orta yaştaki vatandaş. Ve ekliyor, “Valla ben orman işletmesinin yerinde olsam buraya tapu vardirmezdim, ama sağolsunlar verdiler..” !
Tokat’ta, dedemizden kalma, çocukluğumun geçtiği tarlalara Orman İşletmesi’nin hala tapu verdirmiyor olması geliyor..
Devlet aynı devlet, kanun aynı kanun…
Anlaşılan burada, İnegöl merkez veya Bursa’da yaşayıp da yazları gelen, kısmen orada tarlaya bahçeye bakan insanlar da var.
Fevziye köyü bir Kafkas köyü… Yani Gürcüler Kafkasya’daki yaşam tarzlarını  büyük ölçüde buraya getirmişler.

Elmaçayırı ile Fevziye yakın köyler. İkisinde de ilkokul yol. Nüfus Fevziye’de  150, Elmaçayırı’da 140 civarında.  Köylerde hızlı nüfus kaybı gözle görülüyor. Harabeye dönmüş pek çok ev var. Keza terk edilmiş tarlalar, bahçeler…
Elmaçayırı’ndan minibüslere bindik ve akşam yorgunluk çayı için Cerrah’a geldik.


Büyük şehrin kenar mahallesi: Cerrah

Cerrah, yakın zamana kadar belediyesi olan 4 binden fazla nüfusa sahip bir beldeydi. Yani kasaba.  Cerrah’a gelince bir anda mesela, üstten, dağdan Çalı’ya inmiş falan gibi oluyorsunuz. Tabi Çalı plansız sanayileşme, yapılaşmanın sonuçları olarak bir kargaşa yaşıyor.  Çalı hem köy, mahalle, hem kasaba, hem büyükşehir… ne ararsan..

O zaman, hiç fabrika falan olmayan Cerrah’ı şirin bir Anadolu kasabası olarak görmek istersiniz değil mi, ister istemez..
Havanızı alırsınız!…
Maalesef  sabahtan beri 18 kilometreye yakın yol teptikten sonra geldiğiniz Cerrah sanki büyük şehrin kenar mahallesi…
Kasabanın orta yerinde kurulan tezgaha yaklaşıyorum.
“- Bu sebzeleri sen mi ürettin, senin tarlandan mı?
-      Evet. Sadece kırmızı yağlık biber Yenişehir malı.
-      Domatesin kaç lira?
-      4 lira.

-       Eee üreticisin. Bu fiyata ben Altınşehir pazarında, esnaftan da alıyorum. Onlar malı Hal’den alan esnaf. Sen üreticisin. Bu fiyata gelip buradan almanın bir çekici yanı yok.
-       Ama siz domatesin nasıl yetiştirildiğini bilmiyorsunuz. Çok zahmetli, pahalı.  Hem buradan taze alıyorsun.”
Hani madem satın alıyoruz, paramız üreticiye gitsin, üreten, alın teri döken, emek veren kazansın diyoruz ya…

Üretici cephesinde bu meseleye farklı bir “duygusallıkla!” yaklaşma eğilimi var.  Salçalık domatesi fabrikaya 30 kuruşa satmakta zorlanan çiftçi, sana kilosu 1 liradan (100 kuruş)  aşağı vermiyor. Keza tüccarın kilosu 2 liradan aldığı taze fasulyeyi sen tüketici olarak 5 liradan aşağı alamıyorsun.

Yürümeye, dereleri, dağları, köyleri, yaylaları, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam..




1 yorum:

  1. Güzel günümüzü tekrar anımsattığınız için teşekkür ederiz. Çok güzel olmuş.

    YanıtlaSil