30 Ekim 2019 Çarşamba

MURAT DAĞI ALTIN HAYALİNE KURBAN MI OLUYOR?


Doğa gezilerimizde 26-27 Ekim 2019 tarihlerinde değişik bir yol tuttuk; Kütahya’nın Gediz ilçesinde altın madeni işleme hazırlığı yapılan Murat Dağı’na gittik. “Karpuz çatlatan” buz gibi suları, ılıca ve kaplıcaları, yaylaları, ormanları ile bölgenin en önemli doğal zenginliği olan Murat Dağı’nın zirvelerinde dolaştık.  
Türklerin Anadolu’ya gelişte ilk yerleştikleri yörelerden birisi olan bu dağ, yakın zamana
kadar Eskişehir’den, Muş’a, Manisa’ya uzanan geniş bir alanda Yörük göçerlerin koyun keçi sürüleri otlattığı bir yer iken şimdilerde farklı bir akıbete yelken açıyor.  
Kütahya’nın kendine has kıraç ve kireçli toprağına tezat gibi duran bu zümrüt yeşili dağlarda güzelim çam ağaçları, yüksek kotlarda kayak merkezi yapımı; aşağılarda yabancı şirketlerin altın madeni çıkarması için birer birer yok ediliyor.
Ekip biçmekten, hayvancılık yapmaktan eli
yanan yöre halkı olup bitenlere ses çıkaracak takatten çoktan düşmüş. Büyük ölçüde boşalan köylerdeki yaşlı ve emekli nüfus çaresiz; bekliyor, hükümetin, “yetkililerin” yaydığı umutlara, vaatlere “inanmak” istiyor.
Koza Dağcılık’ın siyanürle altın işletmenin ortaya çıkaracağı olumsuzluklara dikkat çekmeyi hedefleyen yürüyüşü için Bursa’dan 30 doğasever ile kalkan otobüsümüz İnegöl, Bozüyük, İnönü üzerinden Kütahya’ya, Çavdarhisar’a ve Gediz’e, oradan 15 km uzaklıktaki Murat Dağı’nda Gediz Belediyesi’ne ait kaplıca tesislerine ulaştı.
MURAT DAĞI KAPLICALARI…
Çevresi çam ormanlarıyla kaplı dere yatağındaki 5 ayrı (Çamaşırlık, Sarıkız, Karakazan, Traverten ve Çamurluk) kaynaktan çıkan sıcak sular “Ilıca” olarak biliniyor.  Sıcaklığı 80 ila 100 derece arasında olan bu sular Orman işletmesi’ne ait konaklama tesislerinde kullanılıyormuş.  Bizim kaldığımız Gediz Belediyesi’ne ait tesis, “Bungalov” tarzı ahşap bağımsız bölümlerden oluşuyordu. Her birinde mutfak vs. var, 3-5 kişi kalabiliyor. Yatak kapasitesi toplamda 120 imiş.
Gediz’de kaplıca suları var, yöre turizme açılsın türünden haberler alırdık. 1987’de bölgede “Termal ve Turizm Merkezi” kurmak için Bakanlar Kurulu kararı da vardı, ama ortada pek bir şey yoktu. Son senelerde 1450 metre kotlarındaki bölgeye belediye tarafından kaplıca tesisleri kurulduğunu öğrendik. Buradaki doğal suların sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum,  bromür ve sülfatça zengin olduğu, romatizma, deri, kadın hastalıkları, sinir ve kas hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Su sıcaklığı 37-43 derece.
Doğrusu ilk gün yerleşme, çevreyi keşfetme ile geçti. Bungalovlardaki açık mutfakta kombi görünce doğalgaz var sanmıştım, meğer bunlar elektrikle çalışan kombiymiş… İlk kez burada gördüm. İçerisi sıcaktı, kombi çalışıyordu.  Tesis yaz kış açıkmış.

BUNGALOV TARZI DAĞ-KIŞ TURİZMİ MODELİ…

Dağda kayak ve turizm deyince ister istemez aklınıza Uludağ geliyor. Mukayese yapıyorsunuz…
Murat Dağı’nda, Uludağ’daki gibi lüks turistik otel yok.
Kayak pistleri tam devreye girip talep yoğunlaşınca buraya da lüks
oteller yapılır mı, bilemiyoruz.
Bence buraya hiç öyle lüks otel, SPA merkezleri falan yapılmamalı. Sıcacık ve dört mevsim kullanılabilecek bungalovlar hem doğaya, hem de insanımızın cüzdanlarına daha uygun. Bungalov tarzı turizm burada farklı bir dağ turizmi modeli ortaya çıkarabilir. 
Hani hatırlarsanız, Bursa Büyükşehir Belediyesi de bir dönem, Alaçam bölgesinde yöre halkının pansiyon vs. tarzı işletmelerle katılabileceği “İsviçre tarzı” kış turizm merkezi planları yapmış, ama arkası gelmemişti. Malum Uludağ’daki mevcut lüks otelli “kış turizmi”,
otelleri sadece senenin 2-3 ayına mahkûm olması gibi bir durumla sonuçlanıyor.

HAMAM SEFASI

Akşamları tesiste yemek çıkıyormuş,  ama bizim grup kendi arasında mangal yakıp köfte-salata partisini tercih etti. Bizim dışımızda İzmir yöresinden gelen bir doğasever grubu daha vardı.
Kaplıca hamamlar burada kadın-erkek olarak ayrı çalışıyor.
Kaplıcanın kokusunu alınca gözlüğümü, mayo ve bonemi hazırlamıştım..
Keyifli ve bol gürültülü hamamdan sonra “pancar” gibi bir yüzle şöminenin karşısında kekik çayı içmek çok iyi geliyormuş!

KAYAK PİSTİ İÇİN AĞAÇLAR SÖKÜLÜYOR..

Pazar sabahı erkenden kahvaltımızı yapıp yola koyuluyoruz.
Hedef, Murat Dağının zirvesi. Sürekli yokuş çıkıyoruz.
Piknik alanlarından sonra iş makineleriyle daha yeni açılmış gibi duran toprak yoldan ilerliyoruz.
Kışları kar suyuyla oluşup Mayıs aylarından itibaren kuruyan doğal bir göl...
Çam ormanında sağlı sollu düzgün kerestelik ağaçlar...
Ve biraz yükselince karşımızda kocaman bir inşaat...
Kayak merkezi yapılıyormuş.
Telesiyej yapımında kaba inşaat bitmiş, demir direkler dikilmiş. Biniş, bilet kesme kabinleri…
Yeraltına döşenerek getirilmiş elektrik kabloları...
Kayak pisti yapmak için kökünden sökülen çam ağaçları…
Ağaçları sökmek, pisti düzeltmek için orada olan buldozerler…
Kayak pistleri ile ilgili proje  Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 15 Temmuz 2017 tarihinde onaylanmış.  Türkiye Kayak Fderasyonu beğenmiş, toplam 7 bin 700 metre pist uzunluğu tespit etmişler…
Eeee de, şeytan sor diyor:
Murat Dağı’na kayak pisti yapmak için illa bu canım ormanı dozerle altüst etmeniz mi gerekiyordu?!
Biraz daha üst kotlara çıksanız orada ağaç olmayan çok geniş alanlar vardı…
İnsan hiç değilse Uludağ’daki pistlere bakar...  Uludağ’da kayak pisti için ağaç kesildiğini duydunuz mu?
Yükseklerde yaylalar, meralar varken, ormanın içine kayak pisti yapmak nasıl bir kafadır ya!
Murat Dağı’nda kar kalınlığı 4 metreye kadar yükselebiliyormuş.
Bazı kuzey yamaçlarda temmuzun ortasında bile kar olabiliyormuş.
Zirvenin yüksekliği 2.300 metre olduğu düşünülürse Murat Dağı, Uludağ’ı andırıyor.

YAYLALAR, KÖYLER…

Murat Dağı zirvelerinden Kazıkbatmaz’da “Murat Dağıma Dokunma” yazılı pankartımızı açtık. Grubun lideri Ayhan Kazancı özellikle siyanürlü altın faaliyetinin doğaya vereceği zararlara dikkat çeken kısa konuşma yaptıktan sonra inişe geçtik.
Murat Dağının zirvesinden, güneşli havalarda Uludağ’a kadar geniş bir alan görülebiliyormuş. Ama bugün  hava parçalı bulutlu, pek berrak değil, göremiyoruz.
Yine de bir yanda Gediz, diğer yanda Muş ovasını, köylerini görebiliyorsunuz.
Sandıklı ve  Gümüle sulama göletleri….
Köyler…
Gediz’e bağlı Uğurluca, Göynük, Sumaklı, Çukurören, Karaağaç…
Muş Banaz’a bağlı Ayrancı, Çamyuva…
Yaylalar…
Tepelere, yamaçlara, kayalara, oba yerlerine bakınca fark ettiğin, ama ıssız…
Adları bile unutulmaya başlanan yaylalar…
Murat Dağı’nı bize gezdiren 50’li yaşlardaki yerel rehberimizden öğreniyoruz isimlerini:
Kıçıroğlu Yaylası, Dokuzçam Yaylası,  Belediye Yaylası, Gökoluk Yaylası, Fikirsiz Yaylası, Ocakoğlu Yaylası, Ekizci Yaylası, Sögalan Yayla, Sarıçiçek Yaylası…

GÖÇERLERİN YURDU…

“Buralar, ta 1300’ten beri Türklerin” diyen rehberimiz, “Ta Manisa Salihli’den, Kula’dan yakın zamana kadar sürüler gelirdi.  Buranın kekiği eşsizdir. Hem karpuz çatlatan soğuk su, hem kaplıca… Dünyada böyle yerler sadece 4 tane varmış” diyor, övgüyle tanıtıyor bölgeyi.
Rehberimiz Murat Dağı’ndaki canlılığa çocukluk döneminde tanık olmuş. 
Erkeçe (kısırlaştırılmış erkek keçi, seyis)” arama tutkusu bundan olmalı.
Keçi ve özellikle de seyislerin eti köylerde eskiden çok tutulurdu.
Bursa’da yaşamaya başladığımda keçi etinin kasaplarda satılmaması bana çok tuhaf gelmişti. Bugün de Bursa’da hala da keçi eti pek sevilmez.
Gedizli rehberimiz, “Murat Dağındaki bu tesiste bile kebap (kebap dediği, ateşte, közde çevirme..) olur. Burada halk keçi etini sever. Gediz’de kasaplarda keçi eti bulunur. Tabi kuzu etini 60, keçi oğlak etini 50 liradan alabilirsiniz. Fakat Cuma pazarında tanesi bin 600 liraya satılan erkeçeyi ben yörük köylerine gidip 800-900 liradan alır, keserim.  Kasaptan kilo ile et almam” diyor ve çocukluğunun damak tadını unutamadığını belli ediyor.


BİLMEK/ARAŞTIRMAK/ÖĞRENMEK YERİNE ‘İNANMAK’!

Rehberle sohbet ederken, aşağıda, Karaağaç köyü civarındaki altın madeni işletme konusunu soruyorum.
Biz  Siyanürle altın işleme burada hem ormanı, hem aşağıdaki ovayı mahvedecek, doğa ve yaşam alanımız zehirlenecek, altınları da yabancılar alıp götürecekler” diyoruz.
Peki orada yaşayanlar ne diyordu? Dinliyor, lafa giriyorum:
Altın madeni yeri Murat Dağından yaklaşık 15-20 km uzakta. Karaağaç köyünde. Murat Dağı ile alakası yok.  Tamam, siyanür olayı var. Ama kuyular yapılıyor. Bu kuyularda siyanürle ayrıştırma yapılacak, ortya çıkacak su devir daimle hep kullanılacak. Atılmayacak. Kesinlikle temiz suya, bir şeye bu siyanürün  geçmesi olmayacak. Yani siyanürlü suların yeraltı sularına derelere bulaşması söz konusu değil.
-          Diyorlar!...
-          Tabi, biz öyle duyuyoruz. Mühendisler de onu söylüyor. Haa, biz de tepki gösteriyoruz. Burada ağaçların katli söz konusu. Ağaçların kesilmesini biz de istemiyoruz.  Fakat yeraltı zenginlikleri… Bugün (a) hükümeti var, yarın (b) hükümeti gelecek. Bunlar yapmazsa onlar yapacak aynı şeyi.
-          ..De, altınları Türk şirketleri değil, yabanı şirketler alıp götürecek…
-          Yabancı derken, Katarlı…
-          Yok batılı, Kanadalı, Amerikalı falan…
-          Tabi yabancılar çıkarıyor, yüzde 30’unu Türkiye’ye veriyorlar.”
….
Evet evet…  Önceki gece kaplıca muhabbetleri arasında da birkaç, kelli felli Gedizliliden “Altın madenlerinin yabancı şirketlere verilmesine karşı çıkmak çok saçma. Altın işletmeciliğini Türkiye yapamaz. Dünyada bunu yapan birkaç şirket var. Biz de onlara veriyoruz. Mantıklı olan bu..” şeklinde gayet ciddi, ilmi (!) sözler dinlemiştim.
“Türkler kendi altınını çıkaramaz  sonucuna varan “entel”, süslü sözlerin sahipleri ile “Ulan Ak parti  vermezse diğer kara partiler verecek
yabancılara. Varsın bunlar versin diyen” köylü arasındaki uyum dikkat çekiciydi.
Peki Gediz’de bu “algı” nasıl üretiliyordu.

ALTINCILAR BOŞ DURMUYOR

Belli ki, “altıncı”lar boş durmamışlar.
İktidar çevrelerini hayli etkilemişler.

Kütahya Ak Parti Milletvekili Ahmet Tan, Gediz Belediye Başkanı Muharrem
Akçadurak, ilçe başkanı Mesut Yörük 7 Haziran 2019’daki basın toplantısında özetle şu açıklamayı yapıyor:
Anadolu Export Maden Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin İR.85899 nolu ruhsatı  aldığı ile ÇED Raporu’nun iptali ve yürütmenin durdurulması için 2017’de dava açılmıştır. Davacılar bölgede kış turizmi, Murat Dağı termal ve kayak merkezi projeleri, termal su kaynakları, göçer ve yörüklerin konaklama alanları, meral nadide kuşlar, endemik bitkiler için zarar göreceğini ileri sürmektedirler.
Fizibilite raporu (Altıncı şirketin hazırladığı) incelendiğinde, altın madeni alanının turizm alanı dışında olduğu, 9 yıl sürecek üretimden sonra sahanın tekrar ağaçlandırılacağı, altın çıkarma tekniklerine uyulacağı, siyanürün ifade edildi gibi derelere salınmayacağı, tesislerdeki havuzlarda muhafaza edileceği, devirdaimle anı suyun kullanılacağı, sahaya salınmayacağı, çevreye zararı önleyecek her türlü tedbirin alınacağı anlaşılmaktadır…”
Özetle, altıncılara kefil oluyorlar…
Vatandaş da bu sözlere “inanıyor”
Mesela Bergama’da, Kaz Dağları’nda, Artvin’de vs. altın çıkarırken acaba neler oldu? Doğa felaketi yaşandı mı? Çıkarılan altını Türkiye’de mi kaldı, çıkarılıp götürüldü mü?” diye sorgulama görülmüyor.
Siyasilerin topluma neden “bilme”, araştırma, sorgulama, öğrenme yerine sorgusuz sualsiz kabul etmeyi, “inanma”yı, inancı, empoze etme gayreti içinde olduklarını şimdi daha iyi anlar gibi oluyorum. Demek ki, bir yandan köylerin nerdeyse tamamında okullar kapatılırken, adım başı cami, kuran kursu açılması boşuna değil…

GEDİZ’DE ZENGİN TARİH…

Yürüyüşün sona ermesinden sonra, yöresel rehberimizle kucaklaşıp ayrılıyoruz. Dağın eteklerindeki Karaağaç köyü yakınlarından geçerken yol kenarında baraj inşaatına benzer faaliyetler görüyoruz. Bunlar altın madeni için siyanür havuzlarının inşaatı olabilirmiş. Ama sadece fotoğrafını çekip devam ediyoruz. Çevrede bilgi alınacak kimse yok
Gediz Frigyalılara uzanan zengin bir tarihe sahip.    
Gediz’den Kütahya’ya giderken Çavdarhisar’daki ünlü Aizanoi Antik Kenti’ni ziyaret ediyoruz.
Çavdarhisar merkezde sayılacak  Aizanoi Antik Kenti Kütahya’ya 50 km uzaklıktadır. Penkalas (Kocaçay) Irmağının yukarı kesiminde. Aizanoi Frigya’ya bağlı Aizanitis’lerin ana yerleşim merkeziymiş.  Zeus tapınağının çevresinde yapılan kazılarda, MÖ 3 bin yıllarına ait yerleşim izlerine rastlanmış.
Bursa’nın en eski yerleşim merkezi Tophane civarındaki Bithynia var ya…
Bithynia bir yeraltı sarayıydı. Oysa Aizanoi kocaman taş sütunları ile devasa bir yerüstü sarayı…
Selçuklular döneminde “Çavdar Tatarları” tarafından teslim alındığı için buraya Çavdarhisar adı verilmiş.
Açık hava müzesi olarak gezdiğimiz antik kentte kazıların henüz tamamlanmadığı anlaşılıyor.
Ortaya çıkan pek çok tarihi eser, mermer heykeller, sütunlar vs. de öylece yan yana konulmuş durumda.
Roma döneminde yaklaşık 80 bin kişinin yaşadığı, Anadolu’daki en iyi korunmuş Zeus Tapınağı, 15.000 kişilik tiyatro, 13.500 kişilik stadyum, iki hamam, dünyanın ilk ticaret borsa binası, iki agora, gymnasium, nekropol, su yolları vs. düşünülürse buranın turizm açısından tanıtıma ihtiyacı olduğu açık…

Yürümeye, dağları, köyleri, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam…




22 Ekim 2019 Salı

Dereyörük-Hayriye-Köprühisar: Göksu Çayı zehir saçıyor…


Göksu Çayı.. 

Dereyörük-Hayriye-Köprühisar:

Sağlık, bereket yerine zehir saçan Göksu Çayı…




Doğa yürüyüşlerimizde 20 Ekim 2019 Pazar günü Bilecik’in Osmaneli ilçesine bağlı Belenalan ve Dereyörük köyleri ile Bursa’nın Yenişehir ilçesine bağlı Hayriye ve Köprühisar köyleri arasında ormanda ve Göksu Çayı kenarında yaklaşık 20 kilometre yürüdük.
Nice yıllara, yaşlara... 

Yüksek kayalıklarla çevrili çam ve meşe ormanlarında,  traktör yollarından indiğimiz Göksu Çayı, çevresindeki yemyeşil, muhteşem doğaya tezat, kirlilikten kapkara akıyordu. 
Bereket fışkıran ovaların, İnegöl civarındaki atıklarla kirlenmiş suyla sulanıyor olmasına tanıklık etmek insanda farklı duygular uyandırıyor.
Bu mu”, diyorsunuz... 
“Para hırsı bu kadar mı insanın gözünü kör eder!…”
Teknoloji her türlü atığı arıtabilecek düzeyde. Bu suları tertemiz hale
getirme  şansı varken, sırf “masraf olmasın”, şirketler daha çok kazansın diye tarım arazilerini evsel ve sanayi atıklarıyla kirlenmiş  suyla sulamaya devam etmek…

Üstelik de kanser dahil pek çok ölümcül hastalığın neredeyse her eve girdiğini göre göre…


Koza Dağcılık rehberliğinde 5 minibüsü dolduran doğasever grubuyla Yenişehir yolunu tuttuk. İlçeyi çıkıp Bilecik yolunda ilerleyince Köprühisar, Hayriye, Dereyörük’ten sonra Belenalan köyüne vardık ve orada araçlardan inip sabah çayı içtikten sonra yürümeye başladık.
Belenalan Bilecik’in Osmaneli ilçesine bağlı bir köy. Büyükşehirlerde malum,
bütün “köy”ler “mahale” ilan edildi.. Yasal sıfatı değişti, ama yaşam eski akışıyla devam ettiği için buralara “köy” demeye devam etmeyi tercih ediyorum, hatırlatayım.

BELENALAN

Belenalan’da 2007 de 270 olan nüfus 2018 de 180’e düşmüş. Köyde çok sayıda terk edilmiş, yıkılıp viraneye dönmüş ev görüyorsunuz.  
Caminin minaresine asılmış kocaman bir bayrak. Keza kerpiç evlerin bazılarına da bayrak asılı.
Ama ortalıkta kimseyi göremeden ilerliyor, köyden çıkıyoruz. 
Sadece evinin önünde merakla bakan birkaç kadın görebiliyoruz.
Bahçelere bakarsan, burası meyvecilik için oldukça uygun bir yer. Ayva ağaçlarında dallar ayvaları zor taşıyor. Ama  düzenli bir meyve bahçesi göremiyoruz. İnsanlar sadece kendi yiyecekleri kadar kıyı köşeye ceviz, incir, elma ağacı dikmiş. 
Yaprakları sararmış asmalarda hasat çoktan bitmiş.
Köyden biraz yukarı çıktıktan sonra aynı traktör yoluyla yaklaşık 7-8 kilometre sürecek bir inişe başlıyoruz. Yolun sağında solundaki tarlaların en az yarısında ekim dikim olmamış.

Yoncalığın kenarında sadece ağaçları kalmış sayfana bakarsan, insanlar keyfine düşkün!
Tarlanın birisinde de, biçilen otun yığılıp üzerinin naylonla kapatıldığını görüyoruz. 
Samanlıktan tasarruf, akıllıca...
Bilecik’in yalçın bir doğası var. Kent merkezine yakın birlikte askerlik yaparken soğuktan kulak memelerinde ve burun uçlarında donmaya bağlı
yaralanmalar olurdu (Sonradan usta birliği Kırkağaç’ta onu da mumla aradık ya neyse)

Kayalıkların arasından ilerleyen vadiler…

GÖKSU’NUN SESİ…

Orman öyle kerestelik değil. “Bozuk baltalık” denen türden.
Her türlü ağaç var.
Ancak ağaçların çoğunda hastalık gözleniyor. Adeta orman kaderine terk edilmiş, bakım sıfır…

Ağaçlar daha büyümeden kuruyor.
Mera hayvancılığı da tükendiği için her yanı otlar,  dikenler kaplamış, patika dışına çıktığınızda yürümek hayli zor.
Yalçın kayaların arasında yürürken önce Göksu’nun yamaçlardan yankılanan coşkun sesini duyuyorsunuz…
Denizden yükseklik artık 700 metreden 200 metrelere düşmüş.

Bir zamanlar kağnıların, at, katırların  kullandığı yollar, sığırların, koyun ve keçilerin gide gele oluşturduğu patikalar artık kaybolmaya yüz tutmuş. 
Bazen bir ağaç devrilmiş üzerine, bazen de yolun ortasına düşen kozalak koca bir ağaca dönüşmüş! 
Bazen karşı yamaçlarda kayaların arasında kocaman mağaralar görüyoruz.
Ve ilerledikçe, coşkun sesini duyduğumuz Göksu çayı yanı başımızda görünüyor…
Ama rengi tuhaf, kapkara!
Kirli suda balık avlayan köylü

Ve yaklaştıkça burnunuza pis bir koku geliyor.
Şaşkınlığım birden artıyor.

BU İYİ HALİYMİŞ!
Birisi omzuna av tüfeği asmış, diğeri boynuna bir bez torba asmış, elinde de bir balık ağı iki köylü çıkıyor karşımıza.
Torbada balık varmış.  Dereden tuttum, eti çok  güzel” deyince, “Elinde tut da bir fotoğraf çekeyim” deyince,  torbadaki 2-3 balığı ayağının dibine bırakıyor..
Beni şaşırtan şu: Bu kapkara derede balık nasıl yaşıyor!
“Bu ekonomik krizden fabrikalar kapandı galiba. Eskiden bu dere çok daha kirliydi. Bu çok temiz hali” diyor.
Balık sazana benziyor, ama değilmiş. Eti çok lezzetliymiş.
Bir süre sonra, oltalarını atıp çayda balık avlamaya çalışan 3-4 kişi görüyoruz.
Göksu Çayı’nın kenarındaki Dereyörük köyünde mola veriyoruz.
Bahçesinde mola verdiğimi kapalı ilkokul.. 
40 nüfuslu, boşalmış denebilecek Dereyörük köyünün girişinde, kapalı olan ilkokulun bahçesinde dinleniyor, sırt çantamızdakileri çıkarıp yiyoruz.

NİCE YAŞLARA AYHAN…


Burada tatlı (baklavası da olan) bir sürpriz var. Yürüyüşlerimizin emektarı Gönül hocam (Günez) sevgili liderimiz Ayhan’ın (Kazancı) doğum gününü anons ediyor…
Koza Dağcılık Kulübü derneğinin başkanı Erkan Sevindik, yerden topladığı kuru çınar yapraklarını konfeti yaparak döküyor Ayhan’ın başından aşağı! 
Alkışlar, alkışlar…
Nice yıllara,  yaşlara Ayhan…  İyi ki doğmuşsun…
Doğayı, ormanları, dağları,  ovaları velhasıl bu toprakları insanlara sevdirmek için gidilecek daha çok yolumuz var..
Aramızda pek çok öğretmen var. Eğitimci dostlarımız öğrencisi ve öğretmeni olmayan bu okulun bahçesindeki ağacın altında otururken neler hissettiler bilmem, ama benim dikkatimi karşı dağlarda zeytine benzettiğim ağaçlar çekti. Emin değilim, köyde kimseyi görüp soramadım da… Ama eğer tahminim doğruysa, yakın zamana kadar keçi sürüleriyle cıvıl cıvıl olan bu köyün terk edilmesi sahiden yazık olmuş.
Göksu’nun öte yakasında, kale gibi duran bir kayanın tepesine bayrak dikilmiş.
Mola sonrası bu “kale”nin karşısında hatıra fotoğrafı çekiyoruz.
Aşağıda, suyu kapkara akan ve yaklaşınca kirliliği burnunuzla koklayabildiğiniz Göksu’nun kenarında devasa genişlikte bir ağaç…

Göksu’nun üzerinden, en fazla 30 tonluk araçların geçebileceği levhası olan bir köprü.
Göksu’nun sesini dinleyerek ilerlemeye devam ediyoruz.
Sağda solda bahçeler…

Şeffaf villa” diye takıldığımız iki katlı ve içinde masa, yastık, minder, mangal vs. eşyaları görünen bir sayfan…
Bahçelerin, tarlaların çoğu atıl. Boz. Üzerinde yaban otları, dikenler bitmiş…

HAYRİYE…
ÇİFTLİKLER, SİLAJ DEPOLARI..


Hayriye’ye doğru yaklaştıkça çiftlik, hayvan gübresi kokuları yoğunlaşıyor.
Fark ediyorum ki, kokuların çoğu silaj depolarından geliyor.
Dümdüz toprağın üzerine öylece yığılan silajın üzeri naylonla kapatılmış, ama zeminden su aldığı için silaj bozulmuş, kokuyor.
Silaj hazırlığı güzel, ama zemin yine sorunlu..
Çok basit bir eksiklik bütün emeği mahvediyor. 
Osmaneli’ye bağlı Dereyörük’ten sonra Göksu Çayı boyunca yürürken ulaştığımız Hayriye köyü Bursa’nın Yenişehir ilçesine bağlı.
Burada, köylerde alışık olmadığımız büyüklükte sığır çiftlikleri görüyoruz.
Hayriye de nüfus kaybeden köylerden
Hamidiye'de alışık olmadığımız büyük sığır çiftliği 
birisi. Nüfus 2013’de 345 iken 2018 de 312 ye düşmüş.
Tek tük “Hobi bahçesi” var. 
Aslında bu köylerin tamamında “Hobi bahçesi” için özel bir çabaya gerek yok ki!
Bütün tarlalar zaten miras hukuku nedeniyle bölüne bölüne hepsi küçücük “hobi bahçesi”ne dönüşmüş!


Hayriye esaslı köylerden birisiymiş, belli.
Geleneksel evler, kocaman kanatlı kapısı sokağa açılan, evi, ahırı her şeyi bu kapıdan çalışan, kendi içinde bir dünya… 
İki kanatlı kapıların bazıları aralanmış, içerisi görünüyor.
Eskisi gibi içeride kuzu, dana, tavuk görmüyorsunuz.
Kanatların çoğu çivili. Anlaşılan ev boş, içeride kimse yok. 
Boş olmayanların da içinde de otomobil, pikap ya da traktör görünüyor.
Rengarenk çocuk oyun alanında, salıncağın dibindeki otlara bakılırsa, bu salıncaklarda en azından son bir yılda hiç çocuk oynamamış!

Evlerin bakımsız yoksul hali ile fiyatı 200 bin lirayı bulan çiftçeker traktör ve kanatlı kapıların arasından görünen otomobiller tezat gibi…

LAHANA VE KARNABAHAR HASAT ZAMANI

Karnabahar'lar şehre gidecek... 

Evlerin çevresindeki o görkemli taş tuğla duvarların çoğu harabe haline gelmiş, antik eserleri andırıyor.
Hayriye verimli arazilere sahip.
Tam lahana ve karnabahar hasat zamanı…
Köylüler tarlalardan traktörle topladıkları karnabaharları kamyona yüklüyor.
“-Karnabaharın tanesini kaça satıyorsunuz?”
“-2 lira.”
Üst kat insan, alt kat hayvanlara kış hazırlığı 

Bursa’daki semt pazarlarında tanesini 8-10 liradan satın aldığımız bir karnabahar için üretici sadece 2 lira alıyormuş.
Gerisi aracının.
Yürüdükçe Göksu’nun kenarındaki tarlalar çoğalıyor, genişliyor.
Lahana, karnabahar ve biber tarlaları…
Tarlasının kıyısına kocaman seleleri yığmış biber toplayan karı-kocaya soruyoruz:
“-Biberi kaç liradan satıyorsunuz?”
“-Birkaç hafta önce 3 liraydı. Şu anda 1  lira..”
Ve şeytan dürtüyor:
“Bu tarlayı şu kapkara akan Göksu çayından mı suluyor sunuz yaaa?”
Anladı derdimi. Ama ne dese ki… 
Bu konuda çok dertli olduğu görülüyor.
Atıklarla kirlenmiş Göksu'dan su alan pompalardan birisi 
Neyse tesellisi var… 
Burası çaya birkaç yüz metre uzakta. Karşı tarafta, ötede, DSİ’nin beton sulama kanalları görünüyor.
Yok yok. Bakın şurada DSİ’nin kanalı var. Oradan alıyoruz suyu”..
Peki DSİ’nin kanalına su nereden geliyor?
“-…)


TARLALAR O KİRLİ SUYLA SULANIYOR

Göksu boyunca ilerlerken dereden su çeken çok sayıda büyük elektrikli pompa görüyoruz. Dereden siyah borulara alınan su tarlaları, bahçeleri suluyor. 
En yaygın ekilen ürün mısır, silajlık mısır, lahana, biber, karnabahar…

Tarlaların kiminde “damla”, kiminde “yağmurlama” sulama sistemi…
Üretici kirli suyla tarla sulamaktan dertli mi dertli.
Pek çok girişim olmuş, ama sonuç alınamamış.
Sadece atık kalıntılarının meyve sebzeye geçmesi değil, kirlilik o kadar ileri boyutlara varmış ki, tarlanın
sulanmasından sonra tarlada resmen ürünün toptan “kuruduğu” durumlar yaşanmış.

KÖPRÜHİSAR

Göksu Çayı boyunca 10 kilometreden fazla yürüdükten sonra artık su sesi duymuyor, dereyi görmüyoruz. Köprühisar’a  yaklaştıkça kendinizi resmen ovada hissediyorsunuz.
Köprühisar köyünde nüfus 2013’te 356 iken 2018’de 310’a inmiş…
Yaklaşınca kocaman bir yalak, çeşme ve otlayan koyun sürüsü, “Mera Islah Alanı” tabelası ile güzel bir köy görüyorsunuz.

Yürüyüşümüz Köprühisar’da sona erecek. Köy meydanında kahvehanede oturup dinleniyor, yorgunluk çayı içiyoruz. Eee 20 kilometre yürüdükten  sonra dinlenmeyi hak ettik…
Köprühisar, tarihi çok eski, verimli arazileri olan bir köy.
Surları andıran tarihi kalıntılar görüyorum.
Köprühisar'da  tarihi kalıntılar

Köylülerden birisi “Recep Altepe (Bursa Büyükşehir Belediyesi eski başkanı) bizi kandırdı. Burada hazine var dedi, kazdı, kazdı. Ne çıktı, ne aldılarsa, kayboldular…” diye nükte yapıyor.
Bu köyü Osmanlı devletinin kurucularından Osmangazi 1299’da ele geçirmiş.


GÖKSU’DA AMAÇ NEYDİ, NE OLDU…
Göksu Çayı, Uludağ'ın doğu yamaçlarında doğup, İnegöl, Yenişehir topraklarından geçen, Osmaneli ilçe sınırlarında Sakarya Nehri'ne, sonra da Karasu mevkinde Karadeniz’e dökülen bir akarsu.
Çok verimli arazilerden, ovalardan geçiyor. İnegöl’den itibaren Ayaz, Söylemiş, Subaşı, Akdere, Papatya, Çamönü, Köprühisar, Hayriye, Dereyörük, Camicedit…
Göksu’nun geçtiği İnegöl ve Yenişehir ovalarının sulanması için yıllar önce İnegöl’de Boğazköy Barajı yapılmıştı.
Sarp yamaçlarda düzenli sıralarla ağaçlar.Zeytin mi?

Türkiye’nin en büyük sulama barajlarından birisi olan Boğazköy Barajı, maalesef yıllardır bölgenin sanayi ve evsel atıkları ile kirleniyor. Defalarca büyük çaplı balık ölümleri yaşandı.

BAŞKANA AÇIK ÇAĞRIMIZ!

Göksu Çayı adeta zehir  

Göksu’nun kilometrelerce uzakta sarp, ıssız kayaların arasında kapkara akışına bakarak, buradan şu çağrıyı yapmak istiyorum:
“Bursa Büyükşehir Belediyemizin değerli başkanı…
İnegöl’de 3 dönem belediye başkanlığı yapmış birisi olarak Boğazköy Barajı’nın hangi güzel hayallerle, emeklerle yapıldığını, nasıl kirlendiğini, o kirli sularla ne kadar geniş bir arazinin
Göksu'dan sulanan biber tarlaları 
sulandığını ve her sene ne kadar insanımızın bu kimyasal atık dolu sularla sulanmış meyve sebzeleri yediğini çok iyi bilirsiniz.


Artık Büyükşehir Belediye Başkanımızsınız ve her türlü yetkiye sahipsiniz.
Lütfen bu coşkun suların temiz akmasını sağlayın…
Her şeyi belediyenin kasasından karşılamak zorunda da değilsiniz… Kimsenin çevreyi kirletmeye, halkın sağlığı ile oynamaya hakkı yok. Belediyenin önderliğinde yeterli kapasitede arıtma tesisleri yapılıp, mevcut arıtma tesislerinin çalıştırılmasını çok kolayca sağlayabilirsiniz. Kirleten, bedelini de ödemeli…
Mesele görüntü, manzara değil, bizzat gıdamız, sağlığımız, hayatımız…
Yurt içinde ve dışında satılan meyve sebzenin temiz suyla yetiştirilmesi en büyük hedef olmalı..

Örneğin uzman kuruluşumuz BUSKİ’yi bu konuda görevlendirebilirsiniz.”
Şairin “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” dediği kentimizin temiz suya hasret kalması kader olamaz…
Köprühisar merkezde büyük bir caminin yakındaki kahvehanenin önünde bankta otururken, tepemizdeki çınar ağacında onlarca kuş yuvasının olduğunu fark ettim.

Kim bilir, bunlar belki de göçmen kuştu ve uzak diyarların yolunu tutmuşlardı. Belki de yuvalarından çıkmış, yakın ağaçların, çatıların üstünden bizi seyrediyorlardı.
Köyde berber dükkanını ilk defa burada gördüm.
İki kız çocuğu bisiklet sürüyor..
Sokakta çöp konteynırları...
Bakkal dükkanının önündeki, hayvan geçmeyen sokağa sandalye atmalar..
“İşporta” tipinde, bahçesinden topladığı üzümleri sokak köşesinde satmalar..
Kapı önlerinde otomobiller..
Işıklı belediye otobüs durağı levhaları..
Kahvehaneleri dolduran yaşlı ve emekliler…
Kuş yuvaları..

Tarlada çalışan kimseyi göremedik.
Eee buralar sahiden “mahalle”, bunlar da “şehirli” mi olmuş ne!

Yürümeye, dağları, ovaları, köyleri, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam.