29 Ocak 2020 Çarşamba

İSVİÇRE NOTLARI: 6 (SON)


Ülkenin en yüksek yönetim yeri: Helvetika Konfederasyonu

ZENGİNLİĞİ DEMOKRASİ ÜRETMİŞ! 



Amacım kimseye İsviçre’yi anlatmak, tanıtmak, öğretmek değil. Zira bu satırları okuyanlar arasında bu ülkeyi benden çok daha iyi tanıyan, bilenler olduğundan eminim. Benim muradım, “Euro bölgesinin en pahalı”, ekonomisi  en dinamik ve de coğrafya açısından Türkiye için en “öğretici” olan Avrupa ülkesi İsviçre’nin nasıl  başardığını
Bu "saray"bir okul.Edebiyat Fakültesi gibi 
anlamak; bizi yönetenlerin, yönetmeye talip olanların ya da memleketin kalkınması, ilerlemesine kafa yoranların kulağına kar suyu kaçırabilmek!
Evet, İsviçre, zengin bir ülke.  Bu sadece kişi başına gelirin 86 bin dolar, yani bizim on katımız olması ile açıklanacak bir şey değil. Bu ülke, sarp Alp dağlarında yapılmış yüksek
En yüksek devlet kurumunun önünde buz pateni yapılıyor
korunaklı “kasaları” ile dünyadaki bütün aşırı zenginlerin parasını çeken bir yer. Hitler rejiminden parasını kurtarmak isteyen Yahudiler için geliştirilen bu sistem, sonrasında diktatörlerin, legal/illegal pek çok yolla elde edilen milyarlarca dolarının emanet edildiği, bir çeşit kara para kasası olmuş. İsviçre, 2.Dünya savaşı sonrasında ABD’nin girişimi ile iade edilen bir miktar dışında savaşta hayatını kaybedenler ile iktidar/ticaret kavgasını canıyla ödeyen pek çok despotun/haramzadenin parasına da konmuş görünüyor.
Belediyeye parasal katkı yap, adını parke taşına yazdır.

Gizli saklı paraları, altınları çekmek, ülkeye sıra dışı bir güç kazandırmış. Arap şeyhlerinin bankalardaki paraları sayesinde İsviçre’nin petrolü, doğal gazı “uygun fiyata aldıkları” bile konuşulabiliyor.
Bu kasalarda kimin ne kadar parası olduğu tam bir devlet sırrı!  Doğrusu, Türkiye’den kimlerin burada ne kadar parası var, öğrenmek isterdim.

ZENGİNLİK DEMOKRASİ SAYESİNDE GELMİŞ!

Parlamentonun duvarında özgür kadın figürü 

“Demokrasi” ile “zenginlik” yumurta tavuk ilişkisi gibi izah edilir.
Türkiye’de yönetimi elinde bulunduranlar, Avrupa’nın demokrasideki seviyesini yadsımaz, demokrasiye cepheden “hayır” demez, belki alttan alta hayrandır da…
Ama toplumdaki demokrasi talebine yaklaşım şudur: “Avrupa’da demokrasi var, çünkü zenginler. Önce zengin olalım, sonra demokrasi bizde de olur”…
İşte, bu tam bir kuyruklu yalan!
Zira Avrupa’nın zenginliği, bugün kıtadaki medeniyetin düzeyi ile ilgili bildiğimiz ne varsa, onların “30 Altın yıl” dediği, 1945-1975 arasında (Avrupa’nın yarısını kontrol altına alan
sosyalist/komünist sistemin yarattığı tehditle sermaye  kesiminin onayladığı “sol, sosyaldemokratiktidarlar döneminde) elde edilmiş.
Yani İsviçre, zenginliğe despotlukla değil, demokrasi ile ulaşmış.

FARKLILIK ZENGİNLİK!

Bakınız, İsviçre’in trafik simgesi CH, yani Confederationis Helveticae, yani Helvet Konfederasyonu… (Helvetika, o coğrafyayı ifade ediyor). Almanca, Fransızca ve İtalyanca üç ayrı resmi dil.
Bern'de geleneksel konutlar.
İsviçre “ulus devlet” değil, bir “konfederasyon”...
Tepe yönetiminde 7 kişilik Federal Konsey’in ve Federal Meclis’in başında bulunan Konfederasyon Başkanı var. Mevcut başkan, geçen sene seçilen Ueli Maurer. Adam, Bern’deki “Federal Saray”ın patronu görünüyor ama, anlatılanlara bakılırsa, burada kimse başkan olmak için yarışmıyor, hatta “yalvar yakar” bu görevi kabul ediyorlarmış. Çünkü “başkanlık” yüksek maaşı, şatafatı, büyük yetkileri olan bir pozisyon değilmiş. Sistem 1848’lerden beri de pek değişmemiş.
Bern, bildiğimiz başkentlerden birisi değil. Bu ülkede Başbakanlık, bakanlık diye bir şey yok.

Sistemin adına “doğrudan demokrasi” diyorlar. Vatandaş diyelim bir kanunu, devletin bir uygulamasını sevmiyor, kaldırılmasını istiyorsa, 50 bin kişinin imzasını toplayıp referanduma gidebiliyor.
Tam 26 kanton varmış. Bunların 20’sinde ayrı meclis varmış. Her kantonda farklı kanunlar olabiliyor, bir referandumda her kantonda farklı sonuç çıkabiliyormuş. Örneğin geçtiğimiz senelerde “Camilere minare yapılsın mı yapılmasın mı” gibi bir referandum yapılmış. Kantonların
Devletin en tepesinin mekanı herkese açık
çoğunda “Minare istemiyoruz, hoparlörün ezan sesinden rahatsızız” gibi bir sonuç çıkmış ve camilerde minare, hoparlör sistemi yok. Hoca ezanı, camide kendi sesiyle okuyormuş. Ama Cenevre’de minare kabul edilmiş. Çünkü Cenevre’de Arap zenginlerini çekmek için hayli lüks turistik tesis vs. varmış.
Burada Cenevre ve Davos’un kantonlar arasında özel yeri var.  Mesela Alplerde kış turizmi, kayak mütevazı tesislerle yapılırken, Davos’ta geceliği 10 bin dolar olan lüks otellerden söz ediliyor.
 Yerel meclis, dünyanın jet sosyetesini çekmeyi planlamış, bunu da başarıyor.
Zürih kültür, sanat, eğitim vs. ile ayrı bir kanton olarak dikkat çekiyor.
Bern, İsviçre’nin başkenti olarak biliniyor. Konfederasyon Meclisi ve “saray” burada.  Yakın yerlerde bazı bakanlıkların binasını gördüm. Ama bizdeki gibi örneğin ülkenin kamu kurumlarının merkezi falan değilmiş burası. Çünkü sağlık, eğitim, ulaşım, iletişim vs. kamusal  işler her kantonda ayrı örgütlenmiş.
Federal Meclis binasını terası...

BELEDİYELER ÇOK GÜÇLÜ

Belediyeler burada, bildiğin kral!
Şehirde, köylerde, ormanda, gölde, dağda.. herşey belediyeden soruluyor. Trafik, emniyet, sağlık, eğitim… Mükellefler vergisinin yarısını merkezi hükümete, yarısını da doğrudan belediyeye ödüyormuş.
Yani belediyeler, merkezi hükümete el açmıyor,  bir şey beklemiyor, kendi kararlarını da kendisi veriyormuş.
“Valilik”, “Kaymakamlık” gibi bir kurum galiba yok.

İsviçre’de ücretler galiba Avrupa’nın zirvesinde. Ama fiyatlar da öyle…
Örneğin İsviçre’de pek çok kişinin kış dönemi tatilleri için Mısır’a; evdeki haftalık/aylık alışveriş için Almanya’ya gittiğini duyuyorum.
Kayak merkezlerine gitme şansım olmadı. Ancak İsviçreliler bu işi çok ciddiye alırmış. Mesela 2-10 Şubat tarihleri arasında her yıl “Spor tatili” varmış.
Yakın tarihe kadar “kurt adam” efsaneleriyle bilinen vahşi doğa memleketine  “medeniyet” bizden hayli geç gelmiş… “Cadı yakma” en çok buradaymış. Son cadı 1731’de yakılmış.

Kadınlara seçme hakkı 1971’de, seçilme hakkı da 1990’da kabul edilmiş. Ama bugün kadınların askerlik dışında erkeklerden farkı yok. Pek çok işin kadınlar tarafından yapıldığını görüyorsunuz.



Sonuç: 


Hepimiz Türkiye’nin kalkınmasını, güçlenmesini; insanların can ve mal korkusu olmadan, yarınlarından endişe etmeden, sağlıklı, karnı tok sırtı pek olarak, kimseye el açmadan, özgürce yaşamasını istiyoruz.
İsviçre pek çok temel sorunu halletmiş, pek çok konuda bizden hayli ileride.
Bern'de parlamento binasından Aera nehri manzarallı yer
Sizlerle, naçizane, başarıya giden yolun nereden geçtiğine ilişkin gözlemlerimi paylaşmak istedim.
Daha demokratik, daha zengin, müreffeh; kimsenin yarınından endişe etmediği, işsiz dolaşmadığı, sokaklarında dilenci olmayan, daha özgür ve bağımsız bir Türkiye dileğiyle, selamlar saygılar…


(SON)  













27 Ocak 2020 Pazartesi

İSVİÇRE NOTLARI: 5 ZENGİNLİĞİN YOLU YERLİ, ÖZGÜN ÜRETİM VE MARKALAR…



Burada dünyanın en kaliteli koyun kırkma makinesi üretiyor.
Onlarca dünya markasından birisi.. 

ZEGİNLİĞİN YOLU YERLİ, ÖZGÜN ÜRETİM VE MARKALAR…  


  
İsviçre gözlemlerimi okuyan dostların pek çoğunun “İsviçre’ye hayran kalmış, övüp duruyor”, “Türkiye’yi kötülüyor”, “Eee tabi İsviçre zengin bir ülke,  onlar kadar zengin olsak, bizde de her şey  düzgün olur”, “Türkiye ile İsviçre aynı mı kardeşim, bizim her yanımız ateş çemberi, terör, savaş, darbeler, göç..” gibi mevcut durumu “olağan” görüp kabullenme eğiliminde olduğunu hissediyorum.

Bazen de bu “geri kalmış”lığın sorumluluğunu dine, yöneticilerin “çiğ süt emmesine”, siyasete bağlayanlar, “Layık olduğumuz gibi yönetiliyoruz”, “Bizden adam olmaz” yargısına kapılanları görüyorum.
Sevgili arkadaşlar, dostlar…
Bunların hepsi palavra!  
Kendimize haksızlık!
En nazik ifade ile hepsi birer  “öğretilmiş çaresizlik”!
Eski deyimle “Ruhiyeti müstemleke”!
Türkiye bal gibi de yapabilir, hatta çok daha ötesine gidebilir; zira coğrafyamız, doğamız İsviçre’ye beş basar.
Gelin bu bölümde buna kafa yoralım.

Bakınız işin temeli ekonomi…

İSVİÇRE NE KADAR ZENGİN?

2018 yılı verilerine göre 8,6 milyon nüfuslu İsviçre’de GSYİH (milli gelir) 741 milyar 688 milyon dolar.
Kişi başına milli gelir tam 86 bin 835 bin dolar
Türkiye’de kişi başına milli gelir 2019’un ilk çeyreğinde 8 bin 811 dolardı.
8 milyonluk İsviçre, 80 milyonluk Türkiye kadar değer üretmiş!
Trabzon hurması ithal. kilosu 60 liraya yakın...
Enflasyon yüzde 0,5, İşsizlik oranı yüzde 3,2…
Ve sıkı durun bu 8 milyonluk küçük ülkenin ihracatı 442 milyar dolar.
Hemen hatırlatayım, Türkiye’nin 2019 yılı ihracatı 180 milyar dolar (Bunun da büyük bölümü Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı sermayeli firmalara ait)
Kritik nokta şu: İsviçre yurt dışına bir yılda 442 milyar dolar tutarında mal satarken, 368 milyar dolar tutarında mal satın almış. Dış ticareti 2018’de 74 milyar dolar fazla vermiş.
Türkiye ise 2019’da 210 milyar dolar tutarında yabancı mal alırken, sadece 180 milyar dolar mal satmış. Dış ticaretimiz 45 milyar dolar açık vermiş.

2019’un kriz senesi olması, dolayısıyla “çarkların yavaşlaması” yüzünden ithalatın azalmasını da ekleyelim. Normal dönemde bizde örneğin 150 milyar dolar ihracat varsa, 250 milyar dolar ithalat olur. Dış ticaret açığı da 100 milyar dolardır, kabaca. Turizm vs. döviz gelirleri de hesaba katıldığında toplam döviz gelirleri ile döviz giderleri arasındaki fark, yani  cari açık”, 60 ila 80 milyar arasında değişir.
Bizde cari açık kroniktir, 1950 sonrasında hiç istisnasız her yıl cari açık vardır.

İSVİÇRE NEDEN ZENGİN?
 
Tren çok yaygın. hem yük hem yolcunun büyük bölümü raylarda.
Gördüğüm en çarpıcı şey şu: İsviçre ekonomisi ulusal, yerel kaynaklara dayanıyor ve insanlar, şirketler yabancılara çalışmıyor!
İsviçre kendi ürettiği şeylere kendisi sahip çıkıyor!  Bizdeki gibi düşük katma değere, fasona, yabancı lisanslara  vs.  çalışmıyor.
Bunun en önemli araçlarından birisi: MARKA!
İsviçre’de galiba fason ya da lisanslar yolu ile yabancı şirketlere, ülkelere çalışan bir şirket yok, en azından, duymadım!
Alışveriş için marketlere gidiyoruz. Bursa’da Carrefour’a, Migros’a, Metro’ya, BİM’e, A 101’e, büyük bölümü yabancı markaların satış mağazalarından oluşan AVM’lere gidiyoruz. Hepsi yabancı sermayeli yerler. Ama orada
gördüğüm marketlerin hepsi de oranın kendi markasıydı: Coop, Manor, Demner, Radikal, Landi…
Biz yabancı sermayeli pek çok yeri yerli sanırız. Örneğin ben, yıllardır ekonomi gazetecisi olduğum halde, Migros’u Koç Holding bünyesinde kurulan bir Türk perakende şirketi sanıyordum. Meğer Migros bir İsviçre şirketiymiş ve Koç Grubu sadece Türkiye’deki mağazaların ortağı imiş!
Migros İsviçre’de akaryakıt istasyonları, bankası, restoranları vs. olan kocaman bir holding gibi.
Köylerde bizdeki KSS görüntüsü. 
Birkaç büyük kent dışında Shell, Total, BP gibi yabacı akaryakıt markaları görmüyorsunuz. İstasyonlarda Avia, Coop, Agrola, Migros vs. yazıyor.

EN DEĞERLİ İSVİÇRE MARKALARI

Biz Türkiye’de markanın ne anlama geldiğini anlamadık. Ya da sistem kasıtlı olarak marka yaratmaya fırsat vermeyecek şekilde dizayn edildi, bilmiyorum.

Oysa marka sadece isim, hava, ün, caka değil.
Marka para demek!
Hem de hiç çalışmadan, ter dökmeden, adınızla elde ettiğiniz bir para, zenginlik.
İsviçre’de açıklanan en değerli 50 markanın piyasa değeri toplam 156 milyar İsviçre Frangı (CHF).
İlk 10 marka, ana faaliyet sektörü, marka değeri (milyar CHF olarak) ve son bir yıldaki değer artışı şöyle:
Nestlé (gıda) 19,050, +0.8% , UBS (bankacıllık) 10,285,  +19.8% , ABB (mühendislik, inşaat) 8,156 , +1.6%, Zurich (sigortacılık)  7,970 , +14.0%, Rolex (saatçilik) 7,804, +25.8%, Credit Suisse (bankacılık) 7,267, +11.8%, Roche (ilaç) 6,705, +7.2%, Swisscom (telekomünikasyon) Telecoms 5,801 , -4.1%, Nescafé (içecek)  5,763, +11.2%, Swiss Re (sigortacılık)  5,291, +18.8%.


NESTLE: EN BÜYÜK MARKA

İsviçre’nin en değerli markası Nestlé’nin yıllık cirosu yaklaşık 100 milyar dolarmış!
Nestlé bir dünya markası. Pek çok ülkede üretimi, satışı var. Ve dünya kadar da alt markaları var.
Bir de Nestle’nin bünyesindeki markalara bakalım:
Çikolata ve şekerlemede Chokella, Crunch, Damak, Deliriums, Kit Kat, Nesquik, Nestlé Gofret, Nestlé Tablet, Polo, Toto; dondurmada Mövenpick, evcil hayvan mamalarında Cat Chow, Dog Chow, Gourmet Gold, Gourmet Perle, Pro Plan; yiyecek içeceklerde  Maggi,
El yapımı çikolata... (The best :) for me)
Nescafé, Nestlé Çikolata, Nestlé Sıcak Çikolata, Nesquik, Nestlé; kahvede Coffee-mate, Nescafé 3ü1 Arada, Nescafé Cappuccino, Nescafé Classic, Nescafé Gold, Nescafé Falcı, Nescafé MyCafe, Nescafé Xpress, Nespresso; gevrekte Nesfit, Nesquik; medical beslenmede Nestle Health Science; içmesuyunda Nestle Waters
Günlük yaşamın neredeyse her anına dokunan bir marka yaratmışlar.
Ve 100 milyar dolar gibi, Türkiye’de belki yerli özel sektörün tamamından fazla ciro, işte bu devasa markalar sayesinde elde ediliyor.
Nestle gibi “dünya markaları”nın kazancı sadece kendi ülkelerindeki faaliyetlerden oluşmuyor.
Merak ediyorum, Nestle’nin 100 milyar dolarlık cirosunda Bursa’nın payı nedir?
Malum Nesle’nin burada iki büyük tesisi var. Birisi Karacabey’deki çikolata fabrikası, diğeri Kestel’deki su tesisi. Cirosu, kazancı nedir bilmiyorum ama Uludağ civarında en fazla içme suyu kaynağına sahip olan,
Türkiye'nin en büyük içme suyu markası Erikli’nin sahibi olan Nestle Waters’ın kazancının İsviçre merkeze aktarılmasında şaşılacak bir şey yok.
2019’un en değerli markalarına devam edelim…
Omega (saat) , Adecco (ticaret), Glencore (madencilik), Novartis (ilaç), Swiss Life (sigortacılık), Holcim (mühendislik, inşaat) , TE (Teknoloji), Kuehne + Nagel (lojistik),  ST (teknoloji), Swatch (saat) , SGS (servis), Schindler (mühendislik, elektrik), TAG Heuer (saat), Dufry (perakende), Barry Callebaut (gıda),  Lindt (gıda), Helvetia (sigorta),
 Zürcher Kantonalbank (bankacılık), Basler (sigortacılık), Tissot (saat) ,  Geberit (mühendislik, inşaat), Julius Baer (bankacılık), Syngenta (kimya), Emmi (gıda), Sunrise (iletişim), Longines (saat), Sika (inşaat),  sonova (sağlık), Jaeger-LeCoultre (takı, giysi), Swiss Airlines (havayolu), Lindor (gıda),  Logitech (teknoloji), Swiss Exchange (finans) , Clariant (kimya), Lonza (kimya),  Piaget (giysi, takı),  Straumann (kişisel bakım),  Luxoft (Teknoloji). Tobleron (çikolata)
Sektör dağılımı şöyle:  gıda yüzde  17,3, bankacılık yüzde 13,7, sigortacılık yüzde 13,3, saat takı yüzde 13, mühendislik inşaat yüzde 10,1, İlaç, kimya yüzde 6,9, diğerleri yüzde 25.


TEKSTİL, GİYİM VE AYAKKABI MARKALARI

Türkiye ciddi bir tekstil üreticisi. Ama galiba bu işte bile para kazanmaya gelince İsviçre’nin yanına yaklaşamıyoruz.
Tekstil, giyim, ayakkabı markalarını duyunca buna hak vereceksiniz:
Adidas, Barutti, Boggi,Braun, Calvin Klein, Cream,Diesel, DC Shoes, FALKE, Gr7, Garcia, Hallhuber, Hunkemöller, iheart, Jack and Jones, Lacoste, L’erbolario, Mammut, Miriade, Masterhand, Norrona, Oakley, Park Two, Qucksilver, Rossignol, Salomon, Skechers, Sunglasses, TEFAL, Vans, Zimmerli, YAYA, WMF…

MARKA SADECE MARKA DEĞİL!

Türkiye ekonomisinin en zayıf yanı, fabrikaların yabancılara çalışıyor olması.
Bizim köyde, büyük şehirlere amele olarak gidip, “işçi çavuşları” tarafından istismar edilen insanlardan sıkça duyduğumuz  bir tekerleme vardı: “Biz çalıştık, Hamdullahın şiş kafa yedi!”…
yöresel bir banka
Türkiye’de bebek ve çocuk hazır giyimi hariç tekstil, konfeksiyon neredeyse tamamen yabancı markalara fason iş yapar halde…
Keza otomotiv sektöründe durum daha vahim. Otomotivde ana sanayi kuruluşlarının neredeyse tamamı Fiat, Renault, Ford gidi yabancı şirketlerin kontrolünde. Durum yan sanayide de farklı görünmüyor. 
Bunun anlamı belli: İş ya Türklere ait şirketlerde ya da Türkiye’de bizim işçilerimiz ve ara mallarımızla yapılıyor, buna yerli üretim deyip şişiniyoruz; ama parayı yabancı ortaklar, lisansörler götürüyor!
Vatandaş olarak ailenizden yabancı firmalara her ay kaç lira ödediğinizi hesaplayın bakalım…
Mesela doğalgaz, cep telefonu ve internetten tutun da kullandığınız sabun, şampuan, elbise ve ayakkabıya… Takınıza, kedi köpek mamanıza… Hatta üzerinden geçtiğiniz otoyola, köprü ve metrolara…
Bana  kimse “efendim küresel dünya, elbette yabancı sermaye olacak, onlar bizim malımızı, biz de onların malını kullanacağız, onlar burada, biz de orada para kazanacağız ” gibi büyük “liberal” ağızlar yapmasın!…
Yukarıdaki İsviçre markalı ürünlerden kullanmayan olduğunu sanmam. 
İsviçre’deki marketlerde hangi  Türk malları  satılıyor diye merak ettim. Sadece bir markette Marmarabirlik’in zeytini ile konserve türü gıdaları olan bir başka markanın ürününü  görebildim raflarda… 
Türkiye'den giden insanlara ait işletmeler ise sadece birkaç “kebap, pizzacı” dükkanı, o kadar.
Kapitalistlikte bir gıdım adalet de mi olmaz!
RAZ dedikleri yaşlı bakım merkezi. her yerde varmış. 

RANT DEĞİL KALİTELİ ÜRETİM

İsviçre’de benim gördüğüm farklardan birisi kendi değerlerine, kaynaklarına sahip çıkmak.  Örneğin bizde başta bankacılık, sigortacılık, iletişim olmak üzere pek çok sektör tamamen dışa bağımlı. 
Siz hiç burada “Bursa Bankası”, “Ankara Bankası”, İstanbul Bankası”gibi bir şey gördünüz mü?
Yıllar önce başlayıp “Milliyetçi, muhafazakar hükümetler!” tarafından çoktan izleri silinen girişimlerden söz etmiyorum… Ama orada bankalar böyle. Yöresel, kantonal vs. Yabancı banka varsa da ben görmedim.

Diğer önemli fark ise kaynaklar verimli kullanılıyor.  Diyelim ki Bursa’da veya diğer şehirlerde köyler artık tamamen yaşlı ve emekli insanlara kaldı.  Belli büyük ovalar dışında, özellikle kırsal kesimde arazinin en az yarısı işlenmiyor. 
Mahalle”lerde, arazi sahiplerinin derdi ekip dikmek değil, “tarlasını villa fiyatına satmak”.
İsviçre’de boş bırakılmış tek bir tarla ya da şehir kıyılarında “müşteri bekleyen arsa” görmedim.
Büyük kazançlar hayaliyle yapılmış, yıllardır alıcı bekleyen apartman daireleri de…
Zorunlu ihtiyaç olmadıkça yeni konut yapılmıyor.  
Dolayısıyla “inşaat” diye bir kalkınma (!) modelini henüz keşfetmemişler!
Arazide, coğrafyaya, iklime  uygun olmayan bir şey yetiştirilmeye çalışılmamış. Bakmışlar ki, bol yağış alıyor, mevsimin sadece birkaç ayı yaz;
domates, karpuz yetiştirmeye çalışmamışlar. Her taraf çayır, yem bitkisi ve geçer akçe hayvancılık… Gelsin süt, peynir markaları…
İnsanlar galiba çalışmayı, işini çok seviyor. Nesilden nesile devam eden işler, işletmeler…
Yerel zanaatlar deyince ilk akla saatçilik ve “İsviçre çakısı” geliyor. Her biri dünya markası olan saatler, çakılar var.  Bu çakıların “tirbuşon” dışında bütün parçaları orada üretiliyormuş.  Kalitede çok iddialılar. Bir çakı almak istedim, etiketteki 112 CHF yazısını görünce cesaretim kırıldı.
Ama sadece bunlar değil. Çok farklı ve iddialı markaları var. Örneğin dünyanın en kaliteli koyun kırkma makinesi
Herzogenbouchsee’daki  Heiniger fabrikasında üretiliyor. Avusturalya, Yeni Zelanda dahil dünya piyasası onlardan soruluyor.  Çinliler taklit etmek istemiş, ama o kaliteye yaklaşamamışlar.
İşletme sahipleri bizdeki gibi “ticaret”den gelmemiş. “Ticaret erbabı” değil, zanaatkarmış adamlar. Kimse şirketini satıp, kat yat almayı, “krallar gibi yaşamayı” tercih etmemiş.
Orada, neredeyse “dilenci kılığında yaşayan”, hayat ve tek mutluluk kaynağı çalışmak, en iyisini yapmak olan girişimci öyküleri dinliyorsunuz. Bazı fabrika sahiplerinin dolaştığım köylerde yaşadıklarını duydum.



(Devam edecek…)

Not: 5. Bölümü ekonomideki en kritik konu olarak gördüğüm noktalara ayırdım. 6 ve son bölümde, genel görüntü, demokrasi anlayışı, özellikle kantonal yapının sanılanın aksine “birleştirici” olduğuna ilişkin gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.


21 Ocak 2020 Salı

İSVİÇRE NOTLARI: 4 EVDE SİLAHLI ASKER OLMAK!

Parlamento binası. Ülkenin adına dikkat: Helvet Konfederasyonu


İSVİÇRE NOTLARI: 4

EVDE SİLAHLI ASKER OLMAK!



Herzogenbouchsee’nin çevresinde dolaşırken, tamamen farklı bir toplum, yaşam ve alışkanlıklarla karşı karşıya olduğumu hissediyorum.
Einstein'in evi
Hani “Şeytan ayrıntıda gizlidir” denir ya…
Örneğin, sokakta, kenar mahallelerde, arazide, ormanda, hatta markette karşılaştığınız insanlar size mutlaka selam veriyor. 
Yönünü size dönüyor, yüzünüze bakıyor, gülümsüyor ve  “Gretziii”!
Ben de onlara karşılık veriyorum:  “Gretziii”.
Kadın, erkek, genç, ihtiyar, zengin, fakir fark etmiyor… 
Tanımadığınız insanların size güler yüzle bakıp selam vermesi, “merhaba” demesi harika bir duyguymuş. 
Bu gezide galiba ezberlediğim tek ve en güzel Almanca sözcük “Gretzi-Merhaba” oldu (Böyle söyleniyor, ama nasıl yazıldığını bilmiyorum).
Siz hiç Türkiye’de, ormandan yağmur suları yolu aşındırmasın diye, suyun yola değil, araziye akmasını sağlayan küçücük ark gördünüz mü? Ya da bir Tatlısu gölünün neresinde yüzüleceği,
Parlamento binasının duvarında bir figür 
neresinde balık tutulacağı, neresinde piknik yapılacağını, neresinde iskele sefası olacağını gösteren kurallara, levhalara rastladınız mı? 

Ya da karı koca bir ailenin Pazar günü iki çocuğunun eline poşet vererek ormanda çöp toplatmaya çıkarmasına tanık oldunuz mu?

EVLERDE OTOMATİK TÜFEK!

Kenar mahalle”lerin birinde dolaşırken,  üzerinde çimler olan, ilginç toprak yığınları görüyorum. 
Evet, evet burası bir atış alanı... 
Hayli geniş bir alanda kurulmuş. Çevrede askeri birlik, karakol falan yok; ama kocaman atış alanı neyin nesi diye merak ediyorum.
Böyle düzenli bir atış alanı bizim
Atış alanı. Her kasabada varmış. 
alaylarda bile yok! 

Düşünsenize, 10 metre, 30 metre tabanca; 100 metre, 150 metre tüfek atış alanı kaç birlikte var? 
Üstelik hepsi de aynı yerde.
Girişteki binanın duvarında, ağzından alevler fışkıran bir kaplan figürü var.
Kapı ve duvardaki ilan panoları hedef tahtası gibi düzenlenmiş, askerde gördüğümüz “Üç köşe” şekilleri falan.
Meğer İsviçre’de çok farklı bir askerlik sistemi varmış. 
Burada zorunlu askerlik var. 
Ama bizimki gibi askerler kışlalarda falan değil. 
18 yaşına gelen her erkek zorunlu askerliğe tabi olarak silah altına alınıyor; en yakın askeri birlikte 21 gün temel askerlik eğitimi veriliyormuş.  
Belediyenin altyapısına katkı yap, adını taşlara yazdır.
Silah kullanma vs. öğretilen bu eğitimden sonra askerler “usta birlikleri”ne gitme yerine, doğru evlerine gönderiliyormuş!

Üstelik de elindeki ordu silahı ile birlikte! 
Ne yani, şimdi herkesin evinde otomatik tüfek, mesela G-3, MP-5, MG-3 falan mı var, diye düşünüyorum. 
Evet, tam da öyleymiş!
Buradaki atış alanında da o silahlarla atış yapılıyormuş.  
Posta kutusu. Zarf, kargo vs. göndermek için
İsviçre’de 21 günlük temel eğitimden sonra askerler, sivil olarak normal mesleklerini yapıyor; ama 34 yaşına kadar her sene bir hafta yine en yakın tabura uğruyorlarmış. Askerlik görevi sadece askeri birlikte değil, genellikle kamusal işler, belediye vs. yapılırmış. Örneğin bir sokakta elinde faraşla temizlik yapan bir asker görebiliyormuşsunuz.
İşte, elinde silahla bu atış alanına gelip atış yapanlar bu asker kişilermiş.
Dolayısıyla bu atış alanında atış yapmak için asker ve de dolayısıyla İsviçre vatandaşı olman gerekiyor. 
Postanenin  duvarında heykel
Vatandaşlar arasında Türk kökenliler de varmış. Vatandaş olmayanların atış alanına gelmesi yasak. 

Neyse ki, çevrede kimse yoktu, fotoğraf çekip uzaklaştım!

BAS PARAYI ‘VİCDANİ REDÇİ’ OL!

Burada askerlik çağına gelmiş vatandaşın “vicdani retçi” hakkı varmış… 
Yani vicdani retçi başvurusunda bulunuyorsun, askerlik yapmıyorsun. Ancak bunun için para ödemen gerekiyor. 
Bunları öğrenince, bizim Türkiye’de  “vicdani retçi”lere vatan haini gözüyle bakan, ama parayı basıp askerlik yapmayanlar geliyor aklıma…
Zorunlu askerlik için referandum yapılmış, yüzde 36, kalsın demiş, öyle kalmış. Askerin çok azı profesyonelmiş.
Kadınlar ise gönüllü olarak asker olabiliyormuş.

SIRA DIŞI BİR GAZETECİ, POLİTİKACI ANITI!

Kasabanın çevresinde dolaşırken, çevresi “lükstürüm” diye bildiğiz çalılarla çevrilmiş iki ağaç gördüm. Belli ki, yaz aylarında gölgesinde oturması hayli zevkli olur. 
Ağaçların önünde bir bank var. Önce özel mülkiyet, kapalı bir yer sandım. Kapısı olmadığını fark edince, beton basamaklarla çıktım,
gittim baktım ki, bahçede bir dikili taş var.  Taşın üzerinde bir kitabe. Almanca bir yazı ve altında “Ulrich Dürrenmatt, 1849-1908” yazısı.
Meğer bu adam bölgenin kalkınmasında, siyasetinde önemli işler yapan bir gazeteciymiş. 
Türkiye’de bir gazeteci için böyle bir anma yeri yapıldığını hiç duymadım. 
Adı kayaya yazılan Ulrich Durrenmatt, Buchsizeitung  (Bouchsee gazetesi. Kasabanın adı Herzogenbouchsee,  ama insanlar kısaca Buchsi –Buksi-diyor )  gazetesinin kurucusu, redaktörüymüş.
Ama salt gazetecilik yapmamış. Orijinal fikirleriyle de ünlüymüş. Gazetesi,
Einstein ile yan yana oturmak da varmış!
muhafazakârlığı ile tanınıyor, ama bu adam “Mülkiyet hırsızlıktır gibi sosyalistlerin ağzından çıkabilecek bir siyasal görüşü yüksek sesle dillendirerek,  toplumsal adalete katkıda bulunmuş. Bern Halk Partisi diye bir partiden milletvekili olmuş. Adeta zenginliği temsil eden Yahudi’lerin para hırslarına tepki göstermiş, adı Yahudi düşmanına çıkmış.
Tarım arazilerinin içinde bir köşede mütevazı anıt mezarı olan bu adamı torunlarından birisi şöyle tanımlamış:
Garip, yalnız ve dik başlı bir isyancı: Kısa, dağınık sakallı, gözlüklü, keskin bakışlı, kendi gazetesini yayınlayan bir Bernli. Özgürlükten, sosyalizmden ve Yahudilerden nefret eden; modern bir sanayileşmiş ülke isteği ile hiçbir Hristiyan kilisesinin uymadığı ve Hristiyan, federal, köylü bir İsviçre için savaşan bir cesur insan…”

BEDAVA ŞEHİR GAZETESİ: ‘20 MINUTE’

Sokakta yürürken, üzerinde “20 minute” yazan ve içinde gazete dolu olan bir plastik dolap görüyoruz.  Bu bir bölge gazetesiymiş, bedava dağıtılıyormuş. Baya da ciddi çalışıyorlar. Yılbaşı akşamı kasabanın kilisesinde yangın çıkmıştı. Sabahleyin en taze haberleri ve fotoğrafları bu “20 minute”de gördük.

OTO-FOTO?

Türk girişimciler yeniliği sever, Avrupa’da her gördüğünü alıp getirirdi, ama Solothourn’daki bir yeraltı çarşısında gördüğüm, adına “Oto-Foto” mu, yoksa “Foto-matik” mi denir anlamadığım bir cihaz gördüm. Kulübenin kapısını açıp, sandalyeye oturuyor, poz veriyorsun. Nasıl, kaç tane fotoğraf istediğini yazıyorsun ekrana. Makine senden para istiyor, para yatırma yerine parayı koyuyorsun ve anında biyometrik vesikalık fotoğrafın önüne düşüyor!

BERN’İN SEMBOLÜ AYI İMİŞ!  

Bern’in simgesinin ayı olması çok ilginç geldi bana. 
Bern’de turistik açıdan her halde en gözde mekânlar, parlamento binasının bulunduğu bölge ile İstanbul’daki İstiklal Caddesi’ni andıran ama hem uzunluk hem görkem açısından çok daha büyük olan bir cadde olmalı.
Bakanlık girişi. Kapının üstünde ayıya dikkat!
Dolaşırken, büyük bir Katolik kilisesinin karşısında bakanlık binalarını görüyoruz.  
Bakanlığın kapısının üstünde ayı kabartması! 
İsviçre bayrağının renkleri ile çerçevelenmiş bir ayı figürü…
 Ve Aare nehrinin kenarında “Ayı parkı” diyebileceğimiz bir yer. 
Küçük bir hayvanat bahçesi, birkaç ayı barındıracak bir alan. Ama ayı yok. Bu parkın bir yanında şişirilmiş ayılar var, çocukların ilgisini hayli çekiyor.

ÇOCUK YİYEN ADAM…

Bern’de, İstiklal Caddesi’ne
benzettiğim caddede pek çok sokak heykeli, çeşmesi var. Bunlardan birisi de “Çocuk yiyen adam”… 
Bir torbaya doldurduğu çocuklardan birisini eliyle tutmuş, kafasını ağzına sokuyor! Diğer çocuklarda bir korku, bir can telaşı, acı…
 “Çocuk yiyen adam”ın İsviçre tarihinde bir yeri olduğu, mit, efsane ve rivayetlerde yaşayan bir olay olduğu anlaşılıyor. Doğrusu 500 sene önceki bir rivayete dayandığı ifade edilen bu konunun nereden kaynaklandığını öğrenemedim. Ama insanlar “Yaramaz çocukları yiyen adam” gözüyle bakıyor, bunun da çocukları uslu durmaya özendirdiği  söyleniyor.
İsviçre hakkında okuduğum bir tek Fransızca kitap vardı, orada İsviçre halkının sarp Alp dağlarında yarı vahşi bir hayat sürdüğü, “kurt adam” olarak ünlendikleri, tarih boyu
Avrupa’nın hakimleri olan ne Roma’ya ne de Alman ve Fransız imparatorlarına teslim oldukları anlatılıyordu.  Hani İsviçre’de  “kurt adam” anıtı falan görsem hiç  şaşırmayacaktım, ama ayı simgesi ve “çocuk yiyen adam” figürü hayli ilginç geldi.

TATLI BİR SÜRPRİZ…

İsviçre’de kaldığımız süre boyunca, tahmin edeceğiniz gibi kızımızın ve damadımızın misafiriydik.  Sadece onlarla ve ortak tanıdığımız Türk dostlarla zaman geçirdik, ziyaretler oldu. 
Burada yöresel bir Almanca konuşuluyor. Mesela hiç Almanca konuşan bir aileye misafir olmadık. 
Mareike ve Aysel 
Ama hoş bir gelişme oldu; birkaç yıldır sosyal medyadan tanıştığım, Avusturya’da yaşayan bir dostumuz kilometrelerce uzaktan gelip bizi ziyaret ettiler… Bu gezinin en hoş sürprizlerinden birisi sevgili arkadaşım Mehmet Yeğit bey ve Alman eşi Mareike hanımla ailece tanışma, karşılaşma oldu. Mareike hanımın çok güzel Türkçe konuşması, hepimizi mutlu etti.


yeraltı sığınağı
(Devam edecek…)


NOT:  Gelecek sayıda, İsviçre’nin ekonomideki başarısının sırrı nedir sorusuna yanıt aramaya çalışacağız. Gözlerinize inanamayacaksınız… Doğru bildiğimiz şeylerin ne kadar yanlış, kof olduğunu hep birlikte göreceğiz. İsviçre’nin başarısını, zenginliğini irdelerken, bizim başarısızlıklarımıza da ayna tutmaya çalışacağız..
Tamamen elektrikle çalışan bir panelvan araba.