14 Ocak 2020 Salı

İSVİÇRE NOTLARI: 3 Sistem rantiyeyi değil, üretimi destekliyor!


Saatçilik en köklü zanaatlardan. Bern'de bir anıt.

İSVİÇRE NOTLARI: 3


Sistem rantiyeyi değil,  üretimi destekliyor!


Türkiye ekonomisinin zaaflarla boğuşmasına tanık olagelen bir gazeteci olarak, en çok merak ettiğim şey şuydu: İsviçre nasıl başarıyor?
Bizden daha mı çok çalışıyorlar? 
Daha mı zekiler? 
Doğa daha mı cömert onlara?
Yoook!
Alp dağları.. Vahşi doğa. Uçaktan..

Dünyanın en yüksek refah seviyesini yakalayan Avrupa haftalık çalışma süresini 40 saatten 35 saate düşürmeyi tartışıyor (Finlandiya haftada 4 gün 6 saat, toplamda 24 saate hazırlanıyor). Oysa biz Türkiye’de resmi yerlerin çoğunda bile fiilen süreyi  45 saate çıkardık. Fiilen çoğumuz 50 saatten fazla çalışıyoruz.
Yani onlardan daha çok çalışırken, neden biz bir türlü iki yakamızı bir araya getiremiyoruz?
Herzogenbouchsee ve çevresinde yürürken, kafamdaki sorulara yanıt aradım.  
Adeta gözüme gözüme sokulan ilk şey, kaynakların verimli kullanılması; rant yerine üretimin teşvik edilmesi oldu.
Bizimkisi resmen kaynak, enerji  israfıymış!
Nasıl mı?
Buyurun…

ÇOK KATLI APARTMAN, ‘REZİDANS’ YOK

Herkes hayvanını telle çevrili yerinde  otlatıyor. 
İsviçre zengin ülke. Bütün evler rezidans gibidir, herkesin altında Mercedes, Ferrari vardır” diyorsanız, sahiden çaktınız!
Yakup Kadri Karaosmanoğlu büyükelçilik yaptığı dönemi anlattığı “Zoraki Diplomat”da  İsviçreli için en iyi araba, en az yakan arabadır” diye yazmıştı.  Durum aynen devam ediyor...  Burada  lüks otomobil çok seyrek görüyorsunuz, onların da “Türklere ve Araplara ait olduğu” söyleniyor. Vatandaş genelde “C” sınıfı ve “station” modelleri kullanıyor. Küçük,  az yakıt tüketen, bagajı daha büyük araçlar revaçta.
Küçük, az yakan arabalar revaçta. 

Garaj” denen yerlerde ikinci el otomobil satılıyor. Fiyatları Türkiye’dekinin çok altında. Modele değil kilometreye  bakıyor alıcı.  Zira otomobil bir statü değil, kulanım aracı!
Gittiğim yerlerde konutlar en fazla 3-4 katlı. Konutların büyük çoğunluğu dışardan tek katlı gibi görünen, dik çatılı, iki katlı ahşap evler. Hepsinde “villa” havası var. Hatta içinde sığır, domuz, koyun beslenen ahırlar bile uzaktan villayı andırıyor.
Düşük katlı evlerin deprem avantajından  söz etmeyeceğim.
Tabi bu “Villa” tarzı konutlar, aslında çok fazla yağmur ve kar alan dağlık yerlere özgü, dik meyilli geleneksel altı taş, üst katı ahşap yapılar.
İnşaatın iskelesine dikkat..
Burada çatıların genişliği, hem evin çevresinde kuru alana sahip olma, hem de büyük aile, zenginlik, soyluluk  göstergesiymiş.
İsviçre’de özellikle yeni inşaatlar arasında, dışarıdan dikdörtgen, düz çatı gibi görünen, geniş pencereli, alüminyum, cam vs. cephe kaplamalı yeni binalar var. Bunların çoğu işyeri.  Ayrıca burada devlet geleneksel konut mimarisini korumak için özel teşvikler veriyormuş ev sahiplerine. 
Birden, bizim köylerde terk edilen, yıkılan, yerine beton evler yapılan geleneksel evler geliyor aklıma..
Geleneksel mimari tarihi eser gibi korunuyor. 

Burada geleneksel mimariyi yansıtan ahşap evleri yıkıp yerine beton ev yapmak yasak! Bizdeki tarihi eserlere getirilen koruma  gibi bir uygulama varmış. Yani restore edebilirsin, modernize edebilirsin, ama yıkıp yerine beton bina yapamazsın.  Bu yüzden bazı evlere yıkım izni alabilmek için kasıtlı yangın çıkarıldığı konuşuluyor.

KONUT, AVM DEĞİL FABRİKA VS. İNŞAATI…

Burada inşaat sektörü konut değil işyerine çalışıyor.  Çok katlı yapıların tamamı işyeri. Örneğin Basel yakınlarında bizdeki “tower” tipi
15-20 katlı bir yapıyı görünce şaşırmıştım. Meğer burası İsviçre’nin dünya ilaç devi Roch’un yeni merkezi olacakmış.
Çevrede kule vinçler görüyorum. Tamamı işyeri yapımı için çalışıyor. Sadece birisinde iki kat betonu atılmış bir konut inşaatı görüyorum. İnşaatın dış cephesine kurulan iskele tam bir sanat harikası...  Bu inşaatta çalışan işçilerin yere düşme şansı bile yok!

İMAR PLANLARI DELİNMİYOR!

İsviçre devleti bütün kantonlarda uzun vadeli imar planları yapmış.  Örneğin, 60 sene, 100 sene sonrası nasıl bir şehir hedefleniyorsa
adımlar ona göre atılıyormuş.  Yani nerede tarım, nerede sanayi olacağı vs. gayet net.  Türkiye’de de bildiğim kadarıyla Nazım İmar Planı olmayan bir şehir kalmadı. Ama nereye gitseniz, Belediye Meclisi toplantılarında diyelim 20 gündem maddesi varsa, bunun en az yarısında “… numaralı parselin İmar Tadilatına ilişkin İmar Komisyonu raporu” ifadesi vardır.  
Yani imar planlarını uygulama şansı neredeyse sıfırdır.
İsviçre’de  vatandaş gidip devletten orman satın alabiliyor, ya da kiralayabiliyor. Fiyatı da çok yüksek değilmiş. Bir dostumun söylediğine göre, örneğin Avusturya’da metrekaresi 2,5 Euro’ya devletten orman alabiliyormuşsunuz. Ama
Arazinin kenarında ahşap yürüyüş yolu.
tapuya sahip olmanız size orada ormanı mahvetme, yapılaşma vs. hakkı vermiyor. Ormana bakıyorsunuz (bu bakımın nasıl olacağı size dikte ediliyormuş) devlet de size destek veriyor. Gereken bakımı yapmazsan, ya da araziyi ekip dikmezsen, sistemle şapkaları değişiyorsunuz!
Çevrede ekip diken, hayvan yetiştiren Türk kökenli vatandaşlar da varmış.
Ormanlık alanlarda ya da arazilerin olduğu yerde bazen bomboş ama sınırları belli, oldukça da bakımlı yerler görüyorsunuz. Buralar devletin, ileride konut, işyeri vs. yapımı için rezerve ettiği yerlermiş. Kimse  dokunamıyor.
Yapılaşma izni bir verilse inşaatçılar buraları beton yığınına döndürür” deniyor.
Tipik bir çiftlik..Önde dükkan, silo, arkada ahır..

İsviçre’de, sistemin gündeminde “inşaat sektörü” ile kalkınma falan yok. Zorunlu ihtiyaç olmadıkça yeni konuta sıcak bakılmıyor. Bunu bir evde (binada) birkaç akrabanın yaşamasından, ayrıca arsa ve ev fiyatlarının aşırı yüksekliğinden anlıyorsunuz.  Bu küçük kasabada bile vasat evin fiyatı 400-500 bin Frank. (Frank dolar ile Euro arasında değerli İsviçre parası, 1 Frank 6,2 TL)
Oysa diğer Avrupa ülkeleri gibi tarımsal arazi ve ormanların fiyatı çok ucuzmuş. Yıllar önce arsa fiyatlarından şikayet eden Bursalı bir sanayicimizden “Almanya’nın Köln kentinde altyapısı tamam arsaların metrekaresi 25 dolar, DOSAB’da 450 dolar diye isyan ettiğini hatırladım.

Yani şeftali tarlasını satın alıp soğuk hava vs. tarımsal tesis ruhsatı ile oraya fabrika yapıp, sonra da orayı “Organize Sanayi Bölgesi” ilan etme yokmuş!
Ez cümle, sistem rantı değil, üretimi, çalışmayı özendiriyormuş!

“BAKKAL AMCA” YOK!
İsviçre’de kaldığım süre içinde “bakkal” diye bildiğimiz, çeşitli tüketim malları satan küçük bir yere rastlamadım. Köyler dâhil. Vatandaş ihtiyaçlarını “yerel market zinciri” diyebileceğimiz Migros, Coop, Radikal vs. adlı yerlerden karşılıyor. Bunların dışında parfümeri,
fotoğrafçı, eczane, kafe, restoran, pizzacı, kuaför, kiosk türü işyerleri var. Pazar günü, ya da akşam belli saatten sonra marketler kapalı, sadece akaryakıt istasyonlarında nöbetçi “Coop” şubesi vardı.

ARAZİNİN HER KARIŞI DEĞERLENDİRİLİYOR

Köy ile kent ayrı olur. Şehirde tarım mı olurmuş”, deriz ya…  Mahalle statüsüne geçen köylerde belediyenin ilk işi “Köy çeşmesinde hayvan sulamak yasaktır” olmuştu. “Herkes ahırları ana cadde ve sokaklardan kaldıracak” çağrıları çıkarılmıştı ya… Hayvanları ne
Ata binmek hayli yaygın köylerde.. 
yapacaklarına ilişkin herhangi bir çözüm de getirmeden…
Oysa, işte…
Tarım ve şehircilik bal gibi de bir arada olurmuş!
Burada tarım kent hayatı ile bütünleşmiş. Ücra denecek noktalar bile modern bir altyapıya sahip.  
Herkes normal alışverişini marketlerde yapıyor, ama çiftliklerde süt, peynir vs. bir alternatif var. Kentlerin hemen kenarındaki arazilerin bitişiğinde hayvan barınakları var. 
Arazinin neredeyse tamamı, kış mevsiminde bile yemyeşil.Tarımın yeşilliği, kentlerin çevresinde sanki devasa park/yeşil alan varmış gibi hissettiriyor, güzellik katıyor.
Böyle uzun çam kozalağını ilk kez orada gördüm.

Arazide buğday, arpa vs. yerine büyük ölçüde ot, silajlık mısır gibi yem bitkisi yetiştirildiği anlaşılıyor.  Parsellerin çoğu 20-30 dönüm civarında.  İklim bizdeki gibi çeşitli sebze meyve üretmeye uygun değilmiş. Anladığım kadarıyla bu arazide yazın ot yetiştirilip kış için depolanıyor. Biçildikten sonra da sıralaşmalı olarak hayvan salınıyor.  Çiftliklerin tamamında naylonla kaplı ağır silaj balyaları var.
Arazi yollarının asfalt olduğuna ilk kez tanık oldum.
Çiftçilerin kullandığı traktörler dörtçeker, güçlü traktörler.
Birkaç tarlada hardal ekili olduğunu görünce şaşırmıştım. Meğer bunu da hayvanlara vermek
Vatandaş demir atıklardan metal eser yapmış.
için yapıyorlarmış. 
Burada ne tarlalar, ne yollarla tarlalar, ne de tarla ile orman arasında kalın dikenli teller, duvarlar yok. Demek ki, kimse kimsenin yerine girmiyor, zarar vermiyor.
Arazi yollarında kaliteli asfalt var, ama hız sınırı 60 km.
Tarlalara bakarak, bölgede tarımın özellikle hayvancılığa dayalı olduğunu anlıyorsunuz. 

ÇİFTLİKLERDE ‘SELF SERVİS’ SATIŞ YERİ…

Ülkenin başka yerlerinde büyük çiftlikler var mı, eti, sütü nasıl satarlar bilmiyorum. Benim gördüğüm  çiftliklerde en fazla hayvan sayısı 40-50 falandır.  Burada tipik bir hayvancılık işletmesi, küçük ölçekli, asfalt yola cephe, dışarıdan dik çatılı villa havası veren bir yer.  Ahşap ev ile bitişiğinde ahır, sacdan yem siloları, traktör, zirai  ekipmanlar  vs. görülüyor.


Çiftliklerdeki "self servis" satış yerleri...
Hayvan gübreleri bizdeki gibi açık alana depolanmıyor.  Kazılan havuzlara dökülüp su ekleniyor ve burada sıvı gübre elde ediliyor. Bazı ahırların köşesinde, bizde belediyenin kanalizasyon tıkanmalarını açmak kullandığı 100’lük hortumlu arazözlere benzeyen tanklar gördüm. Anlaşılan gübre sıvı olarak tarlaya döküyor. Bu yöntemin “burunla hissedilen” bir yanı var; çevrede yoğun hayvan gübresi, metan kokusu yok. Gübrenin de böylece daha kaliteli olduğu muhakkak, zira her türlü yaban otundan ayıklanmış oluyor.
Ve ön cephede bir satış yeri…
Bölge insanı, hangi çiftlikte ne üretilip satıldığını biliyor. 

Bakkal”  benzeri  bir yer.   İçeride kimse yok.  Satılık ürünler raflarda ya da masanın üzerinde duruyor. Fiyatları üzerinde yazıyor.  Giriyorsunuz içeri, istediğinizi alıp, parasını ödüyorsunuz.  Para kutusunda ihtiyaç olur diye bozuk paralar da var.  Sadece yumurta, ekmek, patates, soğan değil, kek, kruasan türü değişik yiyecek maddeleri, meyveler var. Süt, peynir, tereyağı satılıyormuş, ama ben denk gelmedim. Buralardan süt alıp evde yoğurt yapan birisi  “Sütleri çok güzel, el kalınlığında sarı kaymağı oluyor” dedi. Bazı “dükkân”larda çiftçinin el becerilerini yansıtan ahşap oyma, işleme vs. eşyalar da bulabiliyorsunuz. Hatta yılbaşı öncesi süsleme için çam ağacı dalları, süslü yılbaşı ağaçları satılıyordu.
çiftçilerin kullandıkları traktörler dörtçeker.

Süt üreticisi, en azından burada, sütünü doğrudan kendisi satıyor.  Aracı yok. Böyle olunca süt için ödenen para doğrudan üretime gidiyor. Üretici satışın yanı sıra, ona yakın miktarda devletten de üretim teşviki alıyormuş.
Son birkaç yıldır devletin et ve sütte desteği azalttığı, bu yüzden çiftliklerde hayvan sayısının azaldığı yolunda sözler de duydum.
Market raflarından İsviçre’de süt içiminin hayli yayın olduğu izlenimine kapıldım. Sütün litresi UHT kaplarda 1, günlük sütlerde 1,5  Frank civarında. Hatırlatayım,  bu fiyat bir litre şişesuyu fiyatı ile neredeyse aynı. Etin kilo fiyatı ise 15 franktan başlıyor.  Yani et ve süt ürünleri  buranın vatandaşı için çok ucuz sayılabilir. Peynir reyonlarında çok çeşitli ürünler var. Ama bizdeki gibi beyaz peynir görmedim. Beyaz peynir, telemenin öylece değerlendirilmesi ile yapılıyor. Oysa buradakiler kaşar tarzı, telemenin hayli işlemden geçirilmiş halleri...
Bizde “Üreteni üretemez, tüketeni  tüketemez hale getiren..” diye tanımladığım çark burada yok. Burada hem üreten kazanıyor, hem de tüketen…
Kaynakların verimli kullanımı dedim ya… 
Bu sadece sağlanan huzur ve güven ortamı sayesinde yüzbinlerce “güvenlik” görevlisi, alet edevat masrafından tasarruf etmekten ibaret değil. Üretici ile tüketici arasındaki “aracı” tabaka da olabildiği kadar azalmış.

 (Devam edecek…)



2 yorum:

  1. Sevgili Dursun,güzel bir gezi yazısı olmuş. 3 bölümü de merakla okudum. Ellerine sağlık. Devamını bekliyorum...

    YanıtlaSil