27 Haziran 2011 Pazartesi

Eşek sırtında uçak yapmak!


Başbakan Erdoğan, seçim öncesinde “Türkiye kendi uçağını, kendi tankını, kendi otomobilini… yapan bir ülke olacak” diye konuşurken, çoğumuz bunların hayal olarak kalacağını düşündük. Bir sürü haklı gerekçelerimiz de var.  
Ama ibretlik soru şu: Bunları geçmişte yapabilen Türkiye neden şimdi yapamasın?


İkinci ve de galiba asıl soru da şu:  “Usta”, bu sözünün arkasında duracak bir “delikanlılık” gösterebilecek mi?
Zira Türkiye, bunları yapamadığı için ithal etmiyor, siyasi irade ve devlet politikası olarak tercih edilmediği, istenmediği için üretmiyor, ithal ediyor….

Sevgili okurlar, vatandaş tam destek verdiğine göre, şimdi top Başbakan’da ve ne olacağını göreceğiz. Ancak bugün beni çok duygulandıran bir metni sizlerle paylaşmak istiyorum. 
27 Mayıs yönetiminin yaptırdığı ancak sahip çıkmadığı Devrim Otomobili konusu hayli işlendi, filmi bile yapıldı. 
Cumhuriyet döneminin yerli uçak, tank üretimi öyküsü  ise hep sis perdesi ardında kaldı.  
Geçen hafta, tanınmış ekonomist Prof. Dr. Bilsay Kuruç’un, İÜ İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti’nin çıkardığı “İktisat Dergisi’ndeki yazısında, çok heyecanlandığım bir bölüm vardı.
Bir kısa mektup, bir manifesto, bir isyan, bir sitem, bir canlı tarih, bir sanayileş(me)me öyküsü…
Mektubu yazan kişi Türkiye’nin ilk metalürji mühendisi, MKEK eski Genel Müdürlerinden Selahattin Şenbaşıoğlu
88 yaşında bir trafik kazasında yaşamını yitiren bu isimsiz kahraman, yaşadıklarını anlatıyor. 

İşte o satırlar:

İnsanlar belleğe muhtaçlar bazen, özellikle değerli basın mensuplarının da ilgisini çekebilir… 
1932’de Kırıkkale’de askeri fabrikalar dışında sadece 13 ev vardı. Meyhane,  kahvehane ve kasap dükkânı aynı yerdeydi... 
Yol yoktu. Haftada iki tren geçerdi, gazete gelmezdi. İşçi tamamen oranın köylüsüydü. 2-3 saatte köyünden eşekle veya yaya gelirlerdi. Fabrikada eşeklere ayrı yer vardı. 
Başlangıçta hepimiz acemiydik. Kırıkkale Askeri Fabrikaları… Sonra Makine Kimya oldu, biliyorsunuz. Doğru dürüst kitle halinde öğretim yapamıyorduk. Harlas isminde bir ustabaşı vardı, Skoda firmasından geldi, yurtdışından. Çelik imalatında adamın çok büyük yardımı ve tesiri oldu. Ray imalatını ondan öğrendik. İlk defa ray, 1932 yılının 4 Haziran günü Kırıkkale Çelik Fabrikası’nda yapıldı. Sonra bizimkiler Alman raylarından 4 kat daha dayanıklı çıktı. Ray imalatı 1940 yılına kadar Kırıkkale ‘de devam etti. Sonra Karabük’e geçti. 
1938 yılında tanksavar toplarının yapımı başladı. Bu üstün teknik bilgi isteyen bir şeydir. Lisans alınamadı, top ebadı bilerek, takriben yapıldı. Savaş başlayınca dışarıdan atık bir şey gelmedi.
Umum Müdür Eyüp Paşa krom nikelli çelik gerektiren ileri top namlusu istedi. Guleman’dan kromu getirdim,  paşa, Maliye Bakanlığı’nın nikelli bozuk paralarına da el koyuyorum dedi. Böylece 1939-1945 arasında önce 3,7’lik, sonra 5,7’lik tanksavar topu için 500 namluluk çelik çıkardık. 
1946’da kendi girişimimizde tank yaptık. Bunun sadece Ford motoru dışarıdan geldi, dizaynı bizimkilerindir. Tipi kendimize mahsustur.  Kamil, Necati filan yaptılar. Zırh levhası, topu, paleti, aktarma organları, hepsi bizim üretimimizdir. Tank 1946 Cumhuriyet Bayramı töreninde geçti, ancak sipariş gelmedi ve tek tank tek bir tank olarak kaldı, Amerikan yardımından ötürü. 
Dizaynı bize ait olan kesik kanatlı uğur tipi talim uçaklarının imalatı da böyledir. Motoru İngiliz Hawilland’dır. Motor gövdesi gelir, Çiftlik’teki uçak motor fabrikasında işlenir, uçağın montajı Etimesgut ‘te yapılırdı. Uçuş tecrübeleri iyi sonuç verdi.
Bu fabrika 1951 ‘de Makine Kimya’ya intikal etti. Orada 54 uçak yaptık, motorlarını işledik.  Dördünü törenle Türk pilotlarıyla uçurarak,  1954’te Ürdün’e gönderdik. Gerisini Milli Savunma’ya verdik. Sonra Milli Savuma Bakanlığı’nın siparişleri kesildi. 
Uçağı artık Amerikan askeri yardımından alacaklarını söylediler.
Böylece uçaktan vazgeçerek, bu tesislerde kuluçka makinesi yapmaya başladık.”

Dikkatinizi çekmek isterim… “4 kat daha dayanıklı” çelik ray yaptıkları ülke, dönemin en ileri sanayisine sahip, buna güvenerek dünyayı fethetmeye kalkan Almanya’dır…
54 adet uçak yapılmış. Üstelik “benzin yokluğundan yolda kalmamış”, Ürdün’e gidip gelmiş.. 
Üretilen tank, güzel bir tankmış ki, bayram töreninde gösteriye katılmış…
Türkiye ve insanımız, çok zor, iptidai koşullarda dişiyle tırnağıyla, yetenekleri ve alın teriyle bunları yapabilmiş.
Bugün sanayiin geldiği noktada, teknik olarak otomobil, uçak yapmak çocuk oyuncağı kuşkusuz…
Ama şu feleğin işine bak…
Dün, ABD’nin NATO kuyruğuna katılan yönetim, 1954’de, kendi uçağını değil, Amerikan uçaklarını tercih etmiş. 
Bugün aynı damardan, aynı siyasi gelenekten beslendiğini gururla söyleyen, resmini Menderes ve Özal’ın resimleri arasına koyan Başbakan yerli uçaktan tanktan söz ediyor…

Dün insanımız eşek sırtında işe gidip uçak yapmış.
Bugün düşünü kurmak bile zor.
Rüya görmüyoruz değil mi?

İyi pazarlar…



26 Haziran 2011

20 Haziran 2011 Pazartesi

Komşuda pişene dikkat!

Bu güzel yaz gününde, üstelik de pazar pazar, size hoş magazin yazıları yazmak, plajlardan, sosyete dedikodularından söz etmek isterdim. Galiba bunu beceremiyorum. “Sıcak” deyince aklım nedense “sıcak gelişmelere”, ana baba gününe dönen sınırlara, “devrim” isteyen Yunan sokaklarına kayıyor!


Size Amerikalı film yıldızı,  “iyi niyet elçisi” Angelina Jolie’nin CIA organizasyonu ile devlet başkanı gibi, özel timli, zırhlı araçlarla geldiği Hatay Yayladağı’ndaki çadır gezisinden de söz etmeyeceğim. 
Devlet kurumları ve basın, Simav’da aylardır çadırlarda yaşayan 25 bin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını görmezden gelirken Suriyeliler’e gösterilen bu hüsnükabulü de içten içe kıskanıyorum biraz.
Dikkatinizi çekmek istediğim konu, Yunanistan’ın içine düştüğü acılı durum.
Tabi bundan muradım da ibret almak... Zira; Türkiye’nin de benzer bir durumun kenarında dolaşıp durduğunu düşünüyorum...
Yunanistan’da her şey 2010 sonbaharına kadar normal görünüyordu. Ama bütçe açıklarının, GSYİH’nın yüzde 13’üne ulaştığının açıklanması ile alarm çanları çalmaya başladı. 
11 milyon nüfus ve 300 milyar dolar GSYİH’sı olan komşuda dış borçların 600 milyar dolara dayandığı ifade ediliyor...
 Kişi başına milli gelirin 30 bin dolara çıktığını açıklamak elbette Yunanlı yöneticilerin göğsünü kabartmıştır. Ancak, ciddi her hangi bir sanayisi olmayan; turizm, zeytin, üzüm, şarap üzerine kurulu bir ekonomide şişirilmiş mali pozisyonlarla bulunan kredilerin ve yaratılan refahın, bir gün patlayacağını kestirmek hiç zor değildi.
Başkasının parası ile kurulan cennetin sonu esarettir!
Yunanlılar elbette Almanlar, Fransızlar gibi rahat yaşamak ister, bu anlaşılabilir bir tutumdur. Ayrıca Yunanistan’ın NATO içinde nüfusuna göre en fazla askeri harcama yapan ülke olduğunu biliyoruz ve uzun yıllardır bu “şampiyonluğu” sürdürüyor. Bu konuda en yakın rakibi ise –maalesef- Türkiye oldu.
Ülke, bütçenin yüzde 13’üne varan açıklarını kapatabilmek, zamanı gelen iç ve dış borçları, hatta maaşları ödeyebilmek için ylardır tırmalıyor.
Avrupa Merkez Bankası’nın kapısını en çok aşındıran ülke oldu ve yaklaşık 60 milyar Euro civarında bir krediyi kopardı.
Kuşkusuz Yunanistan şu anda AB’nin en çok başını ağrıtan ülke. Ortada 110 Milyar Euro’luk bir “kurtarma paketi”nden söz ediliyor. 
Birincisi, AB’nin patronu Almanya ve Fransa bu parayı vermeye yanaşmıyor. Zaten hukuki olarak, Avrupa Merkez Bankası’nın “devlet kurtarma” gibi bir görevi yok, mevzuata uymuyor. Bu sefer işin içine IMF de sokuluyor ve ünlü Troyka (Yunanistan, AB Merkez Bankası ve IMF) reçete üstüne reçete yazıyor.  
Reçetelerin özü şu: 
Ey Yunanistan, artık devletin gelirlerini borç ödemeye ayıracaksın. Çalışanların, emeklilerin maaşlarını kuşa çevireceksin, sosyal devlete veda diyeceksin. Kemerleri son deliğe kadar sıkacaksın. Yetmez, ülkede satılabilir neyin varsa satacaksın.  Limanların, adaların, şirketlerin… 
Yunanistan’da potansiyel olarak 300 milyar dolarlık “özelleştirilebilir” mal var, deniyor. Ama 2015’e kadar ancak 50 milyar doların tahsil edileceği hesap ediliyor.  Kabine değişikliğinden medet arayan iktidara “Çözüm devrimdir” diye pankart açılan bir ülkede, özelleştirmenin nasıl yapılacağı ayrıca soru işareti.
Bu satırları yazarken, kameraların karşına birlikte çıkan Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy, “Hızlı çözüm” dedi, Euro’nun ve AB’nin istikrarına dikkat çektiler.  Ancak bana biraz “iyi polis, kötü polis” oyunu gibi geldi. Sarkozy, “troyka”nın yeni bir yardım paketi hazırlaması gereğine işaret ederken, Merkel, kredide özel sektörün, bankaların yardımlarına dikkat çekti ve doğal olarak bunun da“gönüllülük” üzerine olacağını söyledi. Le Monde gazetesi da anında manşeti attı: “Merkel geri çekildi”...
CIA, ülkede iç savaş tahminleri açıklarken, AB’nin patronları, iflasın eşiğine gelmiş bir topluluk üyesine yardım etmek durumunda. Ancak perde arkasında, galiba herkes mevcut alacağını nasıl tahsil edeceğini düşünüyor. Le Figaro gazetesinde yayımlanan bir listeye göre, Almanya vadesi gelmiş 25, Fransa 15 milyar doları kurtarmaya çalışıyor.
Komşuda fitili ateşleyen rakam, dev bütçe açıklarıydı.
Bizde cari açık GSYİH’nın yüzde 8’i civarında... Şimdilik devran, kayıtdışı piyasa ve döviz akışı ile dönüyor.  AKP, yüzde 50 oy desteğinin de rüzgarı ile mutlu mesut…
Hükümet, cari açık konusunun bir saatli bomba olduğunun farkında ve seçim öncesi/sonrasında bir dizi önlemler aldı.
Elbette, bankaların kredileri sıkılaması piyasada talebi baskılar; kredi kartında taksitlerin bir yılla sınırlanması alışverişi belli oranda frenler ve bütün bunlar toplamda ekonomideki “hararet”i hafiften söndürür.  Elektrik kullanmazsanız, dışarıya doğalgaz borcunuz azalır; ithal mal almazsanız döviz dengeniz düzelir… Yani bulunan reçete, daha az tüketim, daha az harcama, kemer sıkma, fakirlik…
Çözümü fakirlik ve kemer sıkma olan bir ekonomi modeli!
Bence yeni hükümetin masasındaki ilk konu bu olmalı…
İyi pazarlar.


19 Haziran 2011 

16 Haziran 2011 Perşembe

Sandık ve ‘Usta’ya verilen işler

 Seçim ve “Oy kullanmak”, demokratik ülkelerde vatandaşa tanınan bir fırsattır. 3-5 senede bir önünüze seçenekler konulur ve siz, “Memleketimi şu partinin yönetmesini istiyorum” dersiniz. Oyun layıkıyla oynanırsa, sahiden de ülkenin kaderini, sandıkta vereceğiniz tek bir oy belirleyecektir. Bu yüzden, basit bir iş gibi görülen oy vermek, vatandaşın yapabileceği en ciddi eylemlerden birisidir! 


12 Haziran’da oy kullandık. Bu seçimin en önemli yanı, büyük bir ekonomik krizin hemen ardından yapılıyor olmamasıydı. Hatırlanacaktır, epeydir genel seçimler kriz dönemlerinin arkasından ve normal takvimden önce yapılırdı. Ekonomik kriz genelde toplumsal sorunları artırır ve siyasette de yeni çalkantılar yaratır. Örneğin en son, ekonomide parlak geçen 2000 yılının ardından gelen 2001 krizi, sadece bir ekonomik kriz olarak kalmamıştı.  Kriz sonrası için gerekli “düzeltme”ler 28 Şubat sürecine, iktidardaki partilerin sandığa gömülmesine kadar uzanmış ve AKP yeni dönemin aktörü olarak dizayn edilmişti.
Acaba 2001 ekonomik krizi olmasaydı, 28 Şubat girişimi olur muydu? Bana sorarsanız, olmazdı. Aynı şekilde AKP iktidarlarını da muhtemelen görmeyecektik.  
Sistemin tamamen havlu atması ve Ecevit’in Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’i getirip, ekonomiyi teslim etmesi ile yeni bir süreç başladı, ana hatları ile bu süreç bugün de devam ediyor.
AKP, uluslararası konjonktürün büyük katkısı, tek parti iktidarı avantajı ve geleneksel merkez sağ güçlerin geniş desteği ile ekonomide başarılı oldu. İki dönem üst üste iktidar olmasının sırrı buydu.
Ekonomi iyi gidiyorsa, iktidar partisi seçimde daima avantajlıdır. AKP’nin bir istisna olmayacağını, 2009’daki küresel kriz ortamında yapılan yerel seçimlerde oylarının düşmesi ile görmedik mi?
Vatandaş, işsizse, mutsuzsa, sistem tıkanmışsa faturayı iktidara mutlaka kesecektir!
2008-9 krizinin geçtiği ve işler “normal” göründüğü için Pazar günü sandığa giderken hepimiz, kamuoyu yoklamalarının da katkısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın 3. Dönem Başbakan olacağını hissediyorduk!
Peki, şimdi ne olacak?
Erdoğan, 3. ve “ustalık” dönemine başlarken kucağında bekleyen yakıcı sorunlar için somut adımlar atmak zorunda. Buralarda çözümü daha fazla geciktirme şansının olduğunu düşünmüyorum. Ama bu iş hiç de kolay olmayacak.
İşte birkaç satır başı:  
·         AKP, kaldığı yerden devam edecek.  İstanbul’a 2. boğaz ile büyük kentler için açıklanan parlak, “çılgın” projeler, ekonomi için rant ve  büyüme projeleri”dir.  Ama yabancı sermaye girişi ve ithalata dayalı olacak bu tür “büyümeler”, cari açık için kısa vadede olumlu, uzun vadede olumsuzluğu aynı ölçüde büyütecektir. Bu, vücuda daha çok hormon almak gibidir.
·         CHP’nin “Aile Sigortası”, MHP’nin “Hilal Kart”ı hükümetin, adı ne olursa olsun, bir şekilde gündemine almak durumunda kalacağı uygulamalar. 12 milyon yoksul, muhtaç insan bekliyor… Kamu harcamalarını artırmanız gerekir. Buna karşılık, askerlik süresinin ve asker sayısının azaltılması (sonuçta TSK’nın mali yükünün azaltılması) gündeme gelebilir. Hem askeri harcamayı artırıp, hem sosyal devlet olacağım derseniz, Yunanistan gibi iflas bayrağını çekersiniz.
·         Yeni bir Anayasa artık zorunluluk. Genelde Kürt’leri rahatlatacak, “Türk”ifadesinin kaldırılıp, her etnik kesimden, dini inançtan vatandaşın kendini bulacağı, anayasal vatandaşlık üzerine; AB’ye, kişi hak ve özgürlüklerine dönük bir Anayasa beklentisi var. İç barış açısından da elzem. Ancak bu noktada kafalar karışık. İktidar partisinin, seçim hesaplarıyla geliştirdiği ifade edilen “Türk milliyetçisi” söylem ve “Habur sonrası” hükümetin çark etmesi ile yaşananlara bakılırsa, iş zor. Ortalığa kimseyi tatmin etmeyen, “AKP Anayasası” gibi bir şey çıkarsa kimse şaşırmasın. Ama Erdoğan’ın “balkon konuşması” bu konuda umut verici görünüyor. Tehlike, seçim zaferleri ile “devlet benim” deyip, geleneksel “statüko” ve paradigmalara saplanmakta.   
·         Kürt sorunu” kendisini daha bir yakıcı hissettirecek. Seçimin en önemli sonucu BDP öncülüğündeki Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun yüzde 10 barajını aşıp 36 milletvekili ile meclise girmesi. BDP’liler ve Türksolunun önemli isimleri TBMM’de renkli, hararetli tartışmalar yaratacak. CHP’nin AB Yerel Yönetim Şartı’nı uygulayacağını açıklaması olumlu bir gelişme olmakla birlikte devletin bu konuda kolay adımlar atmasını beklemiyorum.  Örneğin, “açılım”ın arkasını getirmeye niyetlenen bir yönetimin 10 milyar dolara 200 tane savaş helikopteri ihalesi açmasını, yeniden bölgede profesyonel asker, timler kurmaya kalkmasını çelişki olarak düşünüyorum. Ayrıca Kürtlerin hükümeti, devleti beklemeden “kendi iradeleriyle”, yerel özerklik ve dil uygulamasında fiili durumlar yaratma potansiyeline de dikkat çekmek istiyorum.   
·         CHP, MHP,  AKP yıllık yüzde 7’nin üzerinde kalkınmalar vadettiler. Ancak hiç birisi, bu işin, bu cari açıklarla nasıl “sürdürülebilir” olacağını söylemedi. Daha dün, Mart rakamları açıklanınca yine uykularımız kaçtı.“Eyvah kriz mi geliyor” dedik. Şaka değil, 60 milyar dolar açık… Şükür atlatıldı, dolar yine inişte. Ama iki ay sonrasının hiçbir garantisi yok. 
Siyasilerin, hiç değilse seçim vaadi olarak “cari açıkla büyüme” politikasını terk edeceklerini açıklamamaları çok ilginç… Biliyoruz, bu modeli çok sevenler var. Özellikle uluslararası sermaye çevreleri Türkiye’nin ithalat cenneti olmasından çok memnunlar. Ama bu yapı, hükümetlerin, “sosyal devlet” olma; yoksulluk, yolsuzluk ve usulsüzlüğü ortadan kaldırma, bölgeler arası dengeyi, iç barışı sağlama, kırsal kesim ve tarımın kalkınması, yeraltı ve yerüstü kaynakları değerlendirme gibi ulusal politikalarına engeldir.
Mesela “Türk otomobili” bu yapı içinde hayaldir!
…sosyal devlet olup açlık ve yoksulluğu yenmeiç barışı sağlama,sürdürülebilir bir kalkınma… hayaldlir...
Çözümü “ustalık” isteyen bir yığın sorundan sadece birkaçı…
Türkiye’nin “Usta”ya verdiği iş bu…
Halk yetkisini verdi.
Şimdi top Usta’da!



14 Haziran 2011

13 Haziran 2011 Pazartesi

Sandık ve bekleyen hayaller…


Bugün sandık başına gidiyoruz. “Oy kullanmak”,  demokratik ülkelerde vatandaşa verilmiş en büyük fırsattır.  3-5 senede bir önünüze seçenekler konulur ve siz, “Memleketimi şu partinin yönetmesini istiyorum” dersiniz. Oyun layıkıyla oynanırsa, sahiden de ülkenin kaderini, sandıkta vereceğiniz bir oy belirleyecektir.  Bu yüzden, basit bir iş gibi görülen oy vermek, vatandaşın yapabileceği en büyük eylemdir!


12 Haziran seçiminin en önemli yanı, büyük bir ekonomik krizin hemen ardından yapılıyor olmaması. Hatırlanacaktır, epeydir genel seçimler kriz dönemlerinin arkasından ve normal takvimden önce yapılırdı. Ekonomik kriz genelde toplumsal sorunları artırır ve siyasette de yeni çalkantılar yaşatır. 
Örneğin en son ekonomide parlak geçen 2000 yılının ardından gelen 2001 krizi, sadece bir ekonomik kriz olarak kalmamıştı.  Kriz sonrası için gerekli “düzeltme”ler 28 Şubat sürecine, iktidardaki partilerin sandığa gömülmesine kadar uzanmış ve AKP yeni dönemin aktörü olarak dizayn edilmişti.
2001 ekonomik krizi olmasaydı, 28 Şubat girişimi olur muydu? Bana sorarsanız olmazdı. Aynı şekilde AKP iktidarlarını da muhtemelen görmezdik. 
Sistemin tamamen havlu atması ve Ecevit’in Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’i getirip, ekonomiyi emanet etmesi ile yeni bir süreç başladı, ana hatları ile bugün de sürüyor.
AKP, uluslararası konjonktürün büyük katkısı ve tek parti iktidarı avantajı ile ekonomide başarılı oldu ve iki dönem üst üste iktidar olmasının sırrı buydu.
Bugün yine krizsiz bir ekonomi ile sandığa giderken, kamuoyu yoklamaları Erdoğan’ın bir rekor kırarak 3. Dönem Başbakan olacağını gösteriyor. 
Peki bunlar, yarından itibaren her şeyin aynen devam edeceğini mi gösteriyor? Bence hayır.
Ve yeni hükümet, kucağında bulacağı yakıcı sorunlar için adımlar atmak zorunda. Bu da hiç kolay olmayacak.
İşte dikkatinizi çekmek istediğim birkaç satır başı:  
·       Seçim meydanlarında dile getirilen vaatlere bakılırsa, AKP seçildiğinde, kaldığı yerden devam edecek.  İstanbul’a yeni boğaz ile büyük kentler için açıklanan parlak projeler ekonomi için rant ve  büyüme projeleri”dir. Ama yabancı sermaye girişi ve ithalata dayalı olacak bu tür “büyümeler”, cari açık için kısa vadece olumlu, uzun vadede olumsuzluğu aynı ölçüde büyütecektir. Bu, vücuda daha çok hormon almak gibidir.
·       CHP’nin “Aile Sigortası”, askerlik süresinin ve asker sayısının azaltılması (sonuçta TSK’nın mali yükünün azaltılması), yerel yönetimlerin güçlendirilmesi,  MHP’nin “Hilal Kart”ı, hangi partiden olursa olsun, yeni hükümetin bir şekilde gündemine almak durumunda kalacağı uygulamalardır. Hem askeri harcamayı artırıp, hem sosyal devlet olacağım derseniz, Yunanistan gibi iflas bayrağını çekersiniz.
·       Yeni Anayasa artık zorunluluk. Ancak genelde Kürt’leri rahatlatacak, “Türk”ifadesinin kaldırılıp, her etnik kesimden vatandaşın kendini bulacağı, anayasal vatandaşlık üzerine bir Anayasa beklentisi hakim.  İç barış açısından da elzem. İşte bu noktada kafalar karışık. İktidar partisinin, seçim döneminde siyasi hesaplarla geliştirdiği ifade edilen “Türk milliyetçisi” söylem ve “Habur sonrası” hükümetin çark etmesi ile yaşananlara bakılırsa, iş zor. Ortalığa kimseyi tatmin etmeyen, “AKP Anayasası” gibi bir şey çıkarsa kimse şaşırmasın.
·       Kürt sorunu” yarından itibaren kendisini daha bir yakıcı hissettirecek. Bağımsız adaylıkla yüzde 10 barajını delmeyi başaranBDP’liler ve Türk solunun önemli isimleriTBMM’de renkli tartışmalar yaratmaya aday. CHP’nin AB Yerel Yönetim Şartı’nı uygulayacağını açıklaması olumlu bir gelişme olmakla birlikte devletin bu konuda kolay adımlar atmasını beklemiyorum.  Örneğin, “açılım”ın arkasını getirmeye niyetlenen bir yönetimin 10 milyar dolara 200 tane savaş helikopteri ihalesi açmasını, yeniden bölgede profesyonel asker, timler kurmaya kalkmasını çelişki olarak düşünüyorum. Ayrıca Kürtlerin hükümeti, devleti beklemeden “kendi iradeleriyle”, yerel özerklik ve dil uygulamasında fiili durumlar yaratma potansiyeline de dikkat çekmek istiyorum.   
·       CHP, MHP,  AKP yıllık yüzde 7’nin üzerinde kalkınmalar vadettiler. Ancak hiç birisi, bu işin, bu cari açıklarla nasıl “sürdürülebilir” olacağını söylemedi. Daha dün, Mart rakamları açıklanınca yine uykularımız kaçtı. “Eyvah kriz mi geliyor” dedik. Şaka değil, 60 milyar dolar açık… Şükür atlatıldı, dolar yine inişte. Ama iki ay sonra bir krizin patlamayacağının hiçbir garantisi yok. Siyasilerin, hiç değilse seçim vaadi olarak “cari açıkla büyüme” politikasını terk edeceklerini açıklamamaları çok ilginç… Biliyoruz, bu modeli çok sevenler var. Özellikle uluslararası sermaye çevreleri Türkiye’nin ithalat cenneti olmasından çok memnunlar. Ama bu yapı, yeni hükümetlerin, “sosyal devlet” olma, yoksulluk, yolsuzluk ve usulsüzlüğü ortadan kaldırma, bölgeler arası dengeyi, iç barışı sağlama, kırsal kesim ve tarımın kalkınması, yeraltı ve yerüstü kaynakları değerlendirme gibi ulusal politikalarına engeldir. Mesela “Türk otomobili” bu yapı içinde hayaldir.

Yeni hükümet, eski sorunlarla nasıl boğuşacak…
Yarın yeni bir gün başlıyor.
İyi pazarlar.

12 Haziran 2011

6 Haziran 2011 Pazartesi

Su pompası ile devrim olur mu?


Bu hafta beni en çok heyecanlandıran olay NTV’deki “Bir Fikrin mi Var” yarışmasında finale kalan projelerdi. Ahmet Nazif Zorlu, Hüsnü Özyeğin, Ali Sabancı, Serpil Timuray gibi iş dünyasının önde gelen isimlerinin jüri olduğu yarışma finalinde, özellikle ilk iki dereceye giren projeler gerçekten birer devrim yapmaya adaydı. 


Bursa’dan Ömer Kızıl’ın da yer aldığı jürinin en yüksek oyunu alan (jüri iki projeye de eşit oy vermişti,  sıralama SMS oyları ile belirlendi) “Su Gücü Pompası” gerçekten umut verici bir çalışma. Su Gücü Pompası’nın mucidi Şahin Bekişoğlu, kısıtlı imkanları ile Kayseri’de bazı denemeler yapmış ve başarılı olmuş. 
Örneğin 2010 yılında Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Yaylacı köyünde, Sarız Çayı’ndan aldığı suyu 50 metre yüksekliğe basmayı başarmış.  Kurduğu “Su Gücü Pompası”, elektrik, benzin, mazot gibi her hangi bir yakıt kullanmıyor. Sistem, deredeki suyun 4-5 metreden düşürülmesi ile elde edilen kinetik güçle çalışıyor. Suyu, 4-5 metreden bu “pompa”ya düşürüyorsunuz ve pompa aldığı suyu 50 metre yükseklikte arazide kurulan empreinte havuza basıyor.  Sarız’daki pompa saniyede 400 litre su pompalıyor, 300 dekar arazi buradan sulanıyor.
Çiftçilerin elektrikli pompalarla bastığı suyu artık Şahin Bekişoğlu’nun geliştirdiği pompa basıyor. Köylüler şimdi aylık 5 bin lira elektrik faturası ödemekten kurtulmuşlar. Jürideki işadamlarının en çok ilgisini çeken projelerden birisi buydu. Son yıllarda enerji sektöründe hızlı büyümesini sürdüren, özelleştirme ile hidroelektrik santrallarının sahibi olan Zorlu Grubu’ndan Ahmet Nazif Zorlu, “Bu proje geliştirilebilir, hiç enerji kullanmadan suyu 50-100 metre yükseğe çıkarabilirse gerçekten bir devrim olur. İşte sonsuz enerji budur” derken, aklından bununla bir elektrik santralı kurulabilir mi diye geçirdiğini hisseder gibi oldum...
Neden olmasın? Enerji, sadece Türkiye değil, bütün dünyanın en önemli konusu. Bir hidroelektrik santralı yapabilmek için, derelerin,  ırmakların önüne büyük setler, barajlar yapılıyor. Sırf suyu belli yükseklikten akıtarak jeneratörü çevirmek için.
Hükümet son yıllarda yüzlerce hidroelektrik santralı planladı, yerli yabancı firmalar şu anda harıl harıl Anadolu’da santral yapma derdinde.  Dereler dev iş makinelerinin sesleriyle yankılanıyor. Ortalık toz duman. Tabi Anadolu insanı derelerden sularının çekilmesi tehlikesi ile karşı karşıya.
Hatırlatalım, bugünlerde, sesini duyurmak için Ankara’nın yolunu tutan, ancak polisin Ankara’ya sokmadığı,  Gölbaşı’nda çadır kuran insanların haberlerini sıkça duyuyoruz TV haberlerinde.  Barajlar sadece Hasankeyf gibi tarihi zenginliklerin sulara gömülmesine neden olmuyor;  aynı zamanda,  örneğin, Karadeniz’in o doğa harikası derelerini, dereler çevresinde oluşan doğal güzellikleri de tahrip ediyor. Yöre insanı isyanlarda.  Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerde artık büyük mitinglerin hepsinde “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” pankartını, arkasında kemençeli grupları görüyoruz.  Bunlar, yaşadıkları toprakları terke zorlandığını düşünen sahi “çevreciler.”
Enerji lazım da, nükleer santral özellikle Çernobil ve Japonya facialarından sonra toplumun kabusu olmaya devam ediyor.
Doğalgaz santralı deseniz, zaten yüksek doğalgaz fiyatları ve maliyetler nedeniyle, “en pahalı elektrik kullanan ülke” olmanın bir numaralı mazereti durumunda.
Ülkeler sadece yeraltı ve yerüstü kaynakları sayesinde zengin olmazlar.  Böyle olsa örneğin Fransa her halde mum ışığında yaşamaya devam ederdi… Zira ne petrolü, doğalgazı, ne hidroelektrik santralı kuracak yüksek debili, meyilli akarsuları, hatta ne de termik santral yakacak kömür madenleri var.  Ama Fransız vatandaşları elektriği bizden çok daha ucuza kullanıyor.
Şahin Bekişoğlu’nun icadını düşünüyorum da….  “Sugücü pompası”nı geliştirdiniz, barajlarda jeneratörü çalıştıracak kadar suyu çıkardınız 50 metre, 100 metre yüksekliğe…  Koyun altına bir jeneratör… Alın size bir hidroelektrik santralı.
Santraldan çıkar suyu alın, bir supompası daha,  yanına yeni bir santral daha kurun… Bir daha, bir daha… Elinizi tutan mı var!
İşte size sonsuz ve bedava enerji. ..
Su pompası ile devrim olur mu?
Olur mu, olur!
Bekişoğlu diyor ki, “Tamamen bedava çalışır. Masraf da istemez. Arada dişlileri gresle yağlayıp bakımını yapmak yeterli”…
Memleketin enerjiye ödediği 40-50 milyarlı fatura, saatli bomba gibi duran cari açıklar...
Fatura korkusu nedeniyle evde elektrikli aletleri kullanmaktan çekinen insanlar, kadınlarımız…
Yarışmanın birincisi Elazığ’dan makine teknisyeni Hikmet Koşar’ın “Çelebi” adını verdiği ve araçlarda yakıt tüketimini 10 kat düşüren bir hareket sistemiydi. SMS oylarıyla birincilik ödülünü kazandı.  Keşke araba üreticileri bu sistemi ürettikleri araçlara bir şekilde yerleştirebilseler de akaryakıt giderlerimiz azalsa.
NTV, sadece bunların hayalini kurdurduğu için bile büyük bir alkışı hak ediyor.
Demek ki insanımızın zekası müthiş.
Yeter ki, devlet, siyasiler, girişimci, sanayici olarak; elinde maddi gücü olanlar bu mucitlere elini uzatsın, hayallerini gerçekleştirme fırsatı versin.
Medeniyetin, kalkınmanın, zenginliğin, büyük ve rekabetçi ekonomiye sahip olmanın yolu bu.
İyi pazarlar.

 

6 Haziran 2011