27 Temmuz 2012 Cuma

Patronlar ‘kıdem tazminatı’ na bayram edecek, ama…



Milyonlarca çalışanın en büyük hayali olan kıdem tazminatı ile ilgili yasa taslağı galiba netleşti. En azından niyet ortaya çıktı. Kıdem tazminatında bir “budama” bekliyordum, ama bu işi özel fon şirketlerine havale edilip “buharlaştırma” olasılığı hiç aklıma gelmemişti. Bayram edecek taraf sadece işverenler. Ama derim ki onlar da fazla sevinmesin!


Kıdem tazminatı konusu uzun süredir kangren halinde. İşçiler kıdem tazminatını alamamaktan veya verilen miktarın yetersizliğinden yakınıyor. İşverenler ise yüksek kıdem tazminatı nedeniyle istediği işçiyi işten çıkaramamaktan veya toplu çıkarmalar nedeniyle oluşacak miktarların şirketi iflasa sürüklemesinden şikâyetçi.
Sonuçta tablo şu: Düzgün, formel çalışan, ciddi kurumlarda işçiler emekli olduklarında hatırı sayılır miktarda kıdem tazminat alıyor.  Bir yığın işçinin, çalışırken sahip olamadığı bir konuta, ancak emekli olduğunda aldığı tazminatı ile sahip olduğunu biliyoruz.
Ancak, patrondan kıdem tazminatı alanların sayısının yıldan yıla azaldığı da bir gerçek.  Öyle ki, en son gördüğüm bir istatistikte işçilerin sadece yüzde 10’unun, işten ayrılınca patronundan kıdem tazminatı alabildiğini gösteriyor.
Demek ki yüzde 90 kitle, zaten bir şekilde tazminat falan alamıyor.
Çünkü, yasada “kendi isteği ile ayrılan”a para verilmemesinin kapısı mevzuatla açılmış…
Patronlar da işçileri istifaya zorlamak için elinden geleni yapıyor…
Ayrıca tazminat için asgari şu kadar süre çalışıyor olma zorunluluğu var ya...
Patronlar sürekli girdi çıktı işlemi yaparak tazminat ödememenin kılıfını hazırlıyor.
Şimdi hükmet, "Kıdem Tazminatının İşçinin Bireysel Hesabına Yatırılması Hakkında Kanun Taslağı" hazırlamış.
Buna göre Kıdem Tazminatı Fonu kuruluyor. Fonu iki işçi,  iki işveren bir de bakanlık temsilcisi yönetiyor, ipler bakanlık temsilcisinin elinde olacak (Başkan, o).
Taslak yasalaşırsa, işçi açısından bardağın dolu tarafında şu var: İşten kendi isteği ile ayrıldı diye kıdem tazminatı hakkı kaybolmayacak, birkaç ay bile çalışsa bu hakka sahip olacak, ayrıca emekli olmadan da isterse kıdem tazminatını alabilecek (ev almak vs. için).
Ayrıca, patron iflas etse bile işçi kıdem tazminatını alacak.
Kuşkusuz bunların hepsi de çok önemli…
Ancak diğer yandan, çalışanlar zararda.
Öncelikle, işçi eskiden aldığı standart kıdem tazminatının yarısını bile alamayacak. İşverenden kesilecek prim yüzde 4. Aylık ücretten yüzde 2,5 işsizlik fonu kesintisi yapılıyordu. Şimdi bu kesinti yüzde 0,5’e indirildiği için, yeni sistem ile işverenden kesilecek net miktar, sadece aylık ücretin yüzde 2,5’i kadar olacak. 12 ay için topladığınızda, işçinin bir yıl için alacağı tazminat, aylık ücretinin tamamı değil, yaklaşık yüzde 40’ına düşüyor.
Sadece bu değil.
Tazminat alabilmeniz için en az 10 yıl, adınıza prim ödenmesi gerekiyor.
Kıdem tazminatına hak kazanılan haller dışında, işçinin fon ile ilişkisinin herhangi bir nedenle sona ermesi halinde o ana kadar işverenden kesilen kıdem tazminatı fonu primleri iade edilmez “ (Md. 13). Yani 10 yılı doldurmazsanız, tazminatınız yandı.
İşverenler ise bayram edecek. Artık patronlar istediği işçiyi anında sokağa atabilecek.  Kıdem tazminatı ödeme korkusu kalmayacak.  Ayrıca işçiye ödeyeceği tazminatı gider olarak gösterebilecek.
İşçi işten çıkarıldığında tazminat almak için 5 yıl beklemek zorunda.  Yeni bir iş bulamazsa, sefillik kapıda...
Ayrıca, ben asıl çıngarın işverenin işçi adına ödeyeceği kıdem tazminatı fonu priminin değerlendirilmesinde çıkacağını tahmin ediyorum. Para “Emeklilik Gözetim Merkezi” diye bir birime yatacak. Oradan fon şirketlerine devredilip çalıştırılacakmış. Primi hangi şirkete yatıracağını da işveren belirleyecekmiş… Çalışanların tek umudu olan tazminatların, “devlet güvencesi”nden çıkarılmasının yeni mağduriyetler yaratması /yeni zenginler doğurmasından) kuşku duyarım.
Yasa çıkınca, patronlar bayram edecek. Bu kesin. Fakat derim ki, fazla sevinmesinler… Eğer maliyet düşürmek, rekabet etmek için tek bildikleri çalışanın boğazına sarılmaksa, bu iş sorunludur.
İyi pazarlar

15 Temmuz 2012
.

Öz CHP’, ‘Yeni CHP’ ve umut…



CHP’nin 34. Olağan Kurultayı, iktidar için partinin önünde uzun ve çetin bir yol olduğunu gösterdi. Kılıçdaroğlu’nu altı ok ile vurmaya kalkan muhalefet, Kılıçdaroğlu’nun karşısına aday çıkaramayacak hale gelmenin ezikliğini, Parti Meclisinde etkili olmaya çalışarak giderdi. Şimdi CHP, ya sola açılacak, geniş bir yelpazede toplumsal muhalefeti örgütleyecek ve iktidara alternatif olduğunu gösterecek; ya da geleneksel çizgisini koruma adına iktidar hedefinden uzaklaşacak, daralacak. 

Yaklaşık 20 bin kişinin katıldığı Ankara Arena’daki Kurultay,  aslında liderin etrafında yekvücut olma görüntüsü açısından en başarılı kurultaydı.  Kemal Kılıçdaroğlu tek aday olarak seçime girdi ve herkesin desteğini aldı.  Ama muhalefet de,  boş durmadı. 
Muhalefet, Baykal dönemi vekillerinden geliyor.  Bu kesim,  Kılıçdaroğlu yönetimini  “Atatürk ilkelerinden uzaklaşmak”, “AKP’nin açılım kuyruğuna takılmak”, “Laiklik hassasiyetini yitirmek” ile suçluyor. Bir anlamda Kılıçdaroğlu’nu altı okla vuruyorlar.  Hatta, partinin bir kadın üyesi, bu konuda yönlendirilip, “tabanın sesi” görüntüsü verilerek, televizyon programlarına çıkartıldı, Kılıçdaroğlu için, “Ya Anayasa Masasını terket ya da Atatürk’ün partisini” dedirtildi. Kılıçdaroğlu’nun ne Amerikancılığı kaldı, ne Sorosculuğu, ne “açılımcılığı”, ne “Atatürk’ün partisine ihanet” etmediği kaldı… Utanmasalar terörist ilan edecekler…
Kılıçdaroğlu, kurultayda bunları küstürmemeye özen gösterdi, hatta “Yeni CHP”den hiç söz etmedi. .
Benim üzerinde durmak istediğim iki konu var: 
1.       CHP iktidarı hedefliyorsa mutlaka toplumsal muhalefetin olabildiğince geniş bir kesiminin desteğini almak zorunda.  Nasıl ki, iktidar partisi AKP içinde şeriatçısından, uluslararası finans uzmanlarına, ANAP ve DYP’liden, solcu, liberal, milliyetçi varsa, CHP içinde de farklı “kanatlar” olacaktır. Her kanat, CHP’nin uçmasına ayrı bir güç verecektir.  Kendisini Atatürkçü, Laik hisseden de, milliyetçi hisseden de, solcu, sosyal demokrat, sosyalist hisseden de,  Kürt veya Alevi hisseden de bu partide olacaktır. En tehlikeli şey, partide birilerine “öteki” muamelesi yapmaktır.  Örneğin Kurultay’da, “parti elden gidiyor”  muhabbetleri, Sezgin Tanrıkulu aleyhinde dağıtılan el ilanları hiç yakışmadı. 
2.       Her türlü “yeni”ye tepki duyan, “Öz CHP’lilerin” sorunu şu: CHP Atatürk’ün partisidir. Ama Atatürkçü olmak, günün koşullarına göre, çözüm üretmekten geçer.  1990’lara kadar, bizim bir “Güneydoğu sorunu”muz vardı. Olayı geri kalmışlık, fakirlik, feodal yapı olarak tanımlardık; daha çok devlet yatırımı, okul talep ederdik.  “Türk” deyince Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i katardık, sorun çıkmazdı. CHP de seçimlerde en fazla oyu alırdı. Ama, şimdi fabrika, yol, su, elektrik falan kesmiyor.  Şimdi insanlar “Ben Kürdüm” diyor,  ısrar ediyor, anadilini konuşmak, o dilde okula gitmek istiyor. “Ayrı bir ulusum, tarihim, kültürüm var” diyor. Bunun için 30 senedir bir savaş sürüyor,  1 trilyon doların, 50 bin insanın gitmiş. 1990 öncesinde feodaliteyi tasfiye etmek, bölgeyi kalkındırmak için kılını kıpırdatmayan devlet şimdi yepyeni taleplerle karşı kaşıya. Sen silahsız, siyasi bir çözüme gözünü kapatamazsın.  Keza,  çocukluk, gençlik arkadaşlarımın bazılarının “alevi” olduğunu, son 20 yılda öğrendim. Eskiden bunlar konuşulmazdı. Kah korkudan, kah asimilasyondan, ne derseniz deyin. Ama şimdi arkadaşım, “Ben Aleviyim” diyor, “cami değil, cemevi istiyorum” diyor. Eee o zaman devletin laiklik politikasını da gözden geçirmesi gerekiyor. 100 bin kişilik imam ordusuyla Diyanet İşleri Başkanlığını kurup, sadece Sünni mezhebine yatırım yapmanın laiklik falan olmadığını görmek gerekiyor.  İş görüntü, kıyafetle olmuyor. Devlet memuru din görevlisi hangi laik ülkede var? Ya da imama maaş veriyorsan dedeye de, papaza da vereceksin... Bunları yapmıyorsan, “laiklik elden gidiyor” diye feryat etmeye hakkın yok!
  Demokrasi tek ayaklı yürümez. Sağın merkez partisi olan AKP’ye alternatif ve umut olacak bir CHP, bir an önce, en azından kendi iç hesaplarını görmüş olmalı, diye düşünüyorum.
İyi pazarlar

 
22 Temmuz 2012

3 Temmuz 2012 Salı

Volkswagen Bursa’ya Fabrika kuracakmış, bekle!



Bakan Nihat Ergün, 'Volkswagen ve Man'dan yatırım bekliyoruz' demiş. Umarız bu beklenti gerçek olur, adresi de Bursa olur. Ancak, Alman otomotiv devlerinin, küresel rekabet koşullarına karşı konumlanışı, bu beklentiyi gerçekçi kılmıyor. 

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, geçtiğimiz hafta bir söyleşisinde, otomotiv sektörüne özel bir ağırlık verdi, “Türk otomobili”  hedefinin gerçekçiliği üzerinde durdu, açıklanan yeni yatırım teşvik paketi ile Volkswagen, Ford ve Opel gibi markaların fabrika kurmasını beklediklerini açıkladı.

Küresel krizin Avrupa’da etkili olması, otomobil pazarının en canlı olduğu Avrupa’nın Pazar olarak durumunu yerlere serdi… Bu, her ay düşen otomobil ihracat rakamları ile de ortada. Avrupa, uzun süredir üretim için değil, satış için cazip bir kıta haline gelmişti. Gerçekten de ücretlerin yüksek olduğu, kişi başına milli gelir ve harcama düzeyinin yüksek olduğu Avrupa kıtası, iğneden ipliğe bütün satıcıların rüyalarını süslüyordu. Ancak fabrikaların, üretimin hızla kaçtığı yaşlı kıta, bu durumunu ilelebet sürdüremezdi ve son kriz bu gerçeği netleştirdi.

Şimdi, Bakan Ergün’ün fabrika kurmasını beklediği Volkswagen’e bakalım…

Volkswagen grubunun Almanya’da 7 fabrikası bulunuyor. Bunun dışında Belçika, Slovakya, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Polonya, İspanya, Macaristan, Güney Afrika, Tayvan, Çin, Brezilya, Endonezya’da fabrikaları var.

Almanya ve Avrupa’daki fabrikaları bir yana bırakalım, özellikle Almanya’daki fabrikalar eski fabrikalar. Ancak, VW grubunu uluslar arası rekabette, “ucuzluk yarışında”  rahatlatan fabrikalar, anlaşılabileceği gibi Çin, Tayvan, İndonezya, Meksika gibi, üretim maliyetlerinin düşük olduğu ülkelerdeki fabrikalar…

Bu yüzden, Türkiye’deki araç pazarında çok büyük paya sahip olmalarına rağmen (satılan her 10 araçtan birisi bu markayı taşıyor), grup, Türkiye’de fabrika kurma konusunda istekli olmadı.

Hatırlanacaktır, özellikle Mustafakemalpaşa OSB’de, grubun fabrika kuracağı yönünde 5 yıl kadar önce söylentiler yayılmıştı. Söylentiler, tabi ki, VW grubunun resmi açıklamaları veya somut bilgilere değil,  ithal otomobil satan bayilerin yaydığı bilgilere dayanıyordu. Belki de, “Bakın, VW otomobil alın, ileride burada fabrikaları da kurulacak, arabanız değerlenecek” izlenimi vermek istiyorlardı.

Tabi,  OSB’ler de bu söylentilerin gerçek olmasına az dua etmediler…

Yine hatırlanacaktır, sadece VW değil, Volvo’nun Bursa’da fabrika kuracağı yolunda ikide bir söylenti çıkardı... OSB yönetimleri bunu prestij, biraz da bölgedeki arsaların değerlenmesi açısından önemli görüyorlardı.

Kuşku yok ki, bu fabrikalar kurulsaydı, Bursa’da otomotiv sektörü büyüyecek,  on binlerce yeni insan sektörde iş bulabilecekti.

Şimdi, VW’in fabrika kurması yönündeki haberin kaynağı Bakan Ergün olduğuna göre, umarız ki,  bakanın açıklamadığı girişimler vardır ve bu “beklentisi” gerçek olur.

Bekleyip göreceğiz.

Ancak ben, VW’in Bursa’da (veya Türkiye’nin başka bir kentinde) fabrika kurmasını beklemiyorum. Zira, firmalar yeni yatırımlarını fiyat rekabetinin gereklerine uygun olarak yapıyor. Mustafakemalpaşa OSB yönetimi veya hükümet bedava arsa verse bile, enerji, altyapı, ulaşım ve işçilik ücreti diyelim ki, Çin, Tayvan, Venezüella ile rekabet edemeyecektir.

Ve kabul edelim ki, artık dünyanın “gelişen pazarları” buralar… Bu “emerging market”ler artık sadece mal üretme yeri değil, aynı zamanda yıldan yıla güçlenen yeni pazarlar… Çünkü bu ülkeler büyüme rekorları kırmaya devam ediyor  ve vatandaşın alım gücü yükseldikçe, çekici birer Pazar haline dönüşüyorlar.

Hükümet, iddialı bir yatırım teşvik paketi açıkladı. Madem otomotiv öncelikli düşünülüyorsa, neden şu “Türk otomobili” için “start” düğmesine basılmasın?

Bakan Ergün, yerli markanın tasarımı ve AR-GE’si için 100 milyon lira bütçe ve iki yıl süreden söz ediyor. Bunun 60 milyonunu devlet hibe olarak ödeyecekmiş.

Hadi, buyurun… Proje de teşvik de var…

İyi pazarlar.


15 Haziran 2012


Akaryakıt ucuzluyor, keyfini çıkarın!

Son haftalarda akaryakıt fiyatlarındaki gerileme mutlaka dikkatinizi çekiyordur. Benzin ve mazot ile birlikte araçlarına LPG dönüşümü yaptıranların yakıta ödediği fatura da azalıyor. Arabama iki ay önce 2,30 liradan LPG aldığım istasyonda, önceki gün 1,87 rakamını görünce şaşırdım, ilk anda şaka yapıyorlar sandım, inanamadım. Meğer benzin ve mazot fiyatlarında da benzer indirimler olmuş. 5 liraya dayanan benzin 4,2 liraya düşmüş... 



Benzin fiyatlarının bugün 5 kuruş indirilip, yarın 25 kuruş zam yapılmasına alışmıştık.  Bitmek bilmeyen zamlarla da en pahalı akaryakıt tüketen ülke olma şampiyonluğuna devam edip gidiyoruz.  

Ancak, bu seferki fiyat düşüşleri farklı…

Türkiye’de akaryakıt fiyatlarının düşmesinin temel nedeni, dış piyasada petrol fiyatlarında yaşanan düşüş. Ham petrolün varil fiyatı 130 dolarlardan 80 dolar seviyelerine kadar indi.

Peki, petrol fiyatları neden düşüyor? Bunun nedeni her ne kadar, medyada ABD’nin Iran veya Ortadoğu politikalarına, savaş çığlıklarının azalmış olmasına, örneğin Suriye’ye saldırma olasılığının zayıflığına dayandırılsa da, aslında durum daha derinlerde…

Sevgili okurum, petrol fiyatlarındaki düşüşün asıl nedeni, ”küresel resesyon korkusu”! Anlaşılan, ABD ve Avrupa’da süren kemer sıkma politikaları ve tüketimin kısılması,  akaryakıt talebine de yansıyor ve bu da petrolcüleri kaygılandırıyor, satışların devamı için,  onları fiyat düşüşüne zorluyor.

Fiyat düşüşlerinin nedeni “küresel resesyon korkusu” olunca, son haftalarda emtia fiyatlarındaki düşüş de dikkat çekiyor.  

En son ABD ve Çin ekonomisindeki büyüme rakamları, temel emtia fiyatlarındaki düşüşün kısa vadede süreceği yönünde değerlendiriliyor. Bakır, alüminyum, platinden tutun da, sanayide kullanılan bütün temel emtia kalemlerindeki fiyat düşüşü, dünyanın en büyük metal borsası durumundakiLondra Metal Borsası verilerinden izlemek mümkün. Gerek Londra Metal Borsası, gerek de ABD’de S&P’un bu alandaki spot indekslerine göre, emtia fiyatları son 19 ayın en düşük seviyesine inmiş durumda.

Son bir haftada, hem İMKB’de, hem de dış borsalardaki işlemlerde yaşanan gelişmeler de, borsacılarca “küresel resesyon beklentilerinin satın alınması” olarak yorumlanıyor. Borsacılar yine hepimizden uyanık, cin gibiler…

Peki bunlar ne anlama geliyor?

Kuşkusuz, petrol fiyatlarındaki düşüş sevindirici… Hem vatandaş olarak daha az akaryakıt parası ödeyeceğiz, hem de devlet bu yakıtın nerdeyse tamamını ithal ettiği için, düşüş, dış ticaret ve cari hesaplara olumlu yansıyacak, meşhur “cari açık” azalacak –ki, son veriler bunu doğruluyor-.

Petrol fiyatları ile birlikte, emtia fiyatlarındaki düşüş de, sanayiin bütün sektörlerinde, her türlü hammadde ve ara malını ithal eden ve fabrikalarına büyük ölçüde ithal malzeme kullanan bir ülke olarak Türkiye’nin mutlaka işine gelecektir. İthalat  maliyetinin azalması,  dolar fiyatlarındaki artışı da frenliyor; Dolar düşüyor, cari açık azılıyor…

Bunun dış ticaretteki anlamı şu: Artık ihracata yönelik üretim yapan firmalar, yönlerini, durgunluk içindeki Avrupa pazarı dışına çevirecekler.  Son fiyat düşüşlerine rağmen petrol üreticisi  ülkeler artık en paralı müşteri… Ortadoğu ülkeleri, komşular, Kuzey Afrika, Rusya… Ve tabi Çin, Meksika, Hindistan…

Avrupa’daki son seçimler, hükümetlerin ekonomik krize karşı tutumlarını da etkileyecek. AB ‘nin patronu sağcı Alman Merkel, “kemer sıkma”da ısrar ededursun, ikinci büyük ortağı Fransız sosyalist Hollande “ekonomik büyüme” diye tutturdu ve yaşlı kıtanın krizi ancak büyüme politikaları ile aşabileceğini savunuyor.

Bu durumda, gelişmeleri şöyle özetlemek mümkün:

Petrol ve emtia fiyatlarındaki düşüş, hayra alamet şeyler olmasa da, Türkiye ekonomisine olumlu yansıyacaktır.

Ancak, bu durumun ne kadar devam edeceğini kimse bilmez…

Su akarken, testiyi olduracaksın!

İyi pazarlar

24 Haziran 2012



Sam Amca savaş kurbanı sevmez!





Geçenlerde The Washington Post gazetesinde Amerikan yönetiminin savaş kurbanlarına kaşı tutumunu gündeme getiren güzel bir yazı yayımlandı. 

Amerika’nın askeri müdahalede bulunduğu ülkelerde sivil halka yaklaşımının, müdahalelerin meşruiyetini ortadan kaldırdığına dikkat çeken yazıyı kaleme alan kişi, Massachusetts Teknoloji  Enstitüsü (MIT)  Uluslararası Etüt Merkezi’nin İcra Direktörü John Tirman.  “Amerikan savaşlarında sivillerin kaderi: Başka ölümler” kitabının yazarı olan Tirman, yazısına çarpıcı bir girişle başlıyor: “Başkan Barack Obama, Irak ile savaşın resmen sona erdiği 14 Aralık 2011 günü Kuzey Carolina’da müthiş bir konuşma yaptı.  Askerlerimizi, ‘vatanseverlikleri ve yerine getirdikleri kutsal görev’ için göklere çıkardı, yaşamını yitiren yaklaşık 4 bin 500 Amerikan askeri için derin üzüntülerini dile getirdi. Ama, Irak halkının kurbanları için tek bir laf bile etmedi.”


Hatırlayalım, Irak’a, özgürlük getireceği sloganı ile girmişlerdi!

Tirman, bu durumun yeni olmadığını, Amerikan yönetiminin Kore ve Vietnam dahil, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında girdiği her ülkede, sivilleri görmezden geldiğini, hatta düşman saydığını belirtiyor.

Sivil halka karşı tutumun bir “Amerikan geleneği” haline geldiğini kaydederken, Tirman, “Biz Amerikalılar, çok yardımsever, vicdanı olan, merhametli bir halk olarak biliniriz, çoğu zaman da öyleyizdir, ancak ülke dışında çarpışmaya gittiğimizde, bizim bütün ilgimiz Amerikan askeri kayıpları ile sınırlanıyor, yerli halk ile empati yapamıyoruz” diyor.

Irak’ın işgali sırasında general Davit  Petraeus ’un sivil halka karşı tutumunun çok sert olması nedeniyle göklere çıkarıldığını, madalyalara boğulduğunu hatırlarken de bu durumun aslında “Irak’a özgürlük Operasyonu”nun temel mantığını ortadan kaldırdığını vurgulamaktan çekinmiyor.

Savaşlarda en önemli sorunlardan birisi, can veren insanların gerçek sayısının bilinememesi.  Ordular isim isim, hangi birlikten kimin öldüğünü, yaralandığını bilir, bunun listesini tutar. Ancak sivil halkın gerçek kayıpları çoğu zaman tam bir muammadır.  Bu yüzden Tirman, sivil kayıplara ilişkin resmi makamlardan yapılan, güvenilir de olsa “tahmini” rakamlara yer veriyor.

Bakınız, ABD’nin tek başına veya NATO adı altında saldırdığı, işgal ettiği ülkelerde yerli halktan ölü sayıları şöyle:

Vietnam: 3,8 milyon.

Laos: 1 milyon.

Kamboçya: 800 bin.

Afganistan: 100 bin.

Irak: 650 bin.

3 milyon ölü ile Kore’yi de eklerseniz, 10 milyon can…  Yaralanan, sakatlanan, hayatı altüst olan, öksüz, dul kalan, ruh sağlığını yitiren kurbanların sayısı kuşkusuz bunun en az 3-5 katıdır. Demek ki, dünyada Amerikan savaşlarının sivil kurbanı en az 50 milyon…  

Şimdi, sandalyeye yaslanıp düşünelim. Amerika süper bir güç.  Çoğumuzun hayallerini süslüyor. Herkes eğitimi, işi; hatta siyasi geleceği için Amerika’nın kapısını çalmak istiyor. Hatta bizim gazetecilik mesleğinde yükselmek, yüksek mevki, makam, servet, ün sahibi olmak istiyorsanız yolunuz Amerika’dan geçmek zorundadır. Baksanıza Gülen tarikatı bile Amerika’ya gittikten sonra patladı!

Peki, hepimizin ağzını sulandıran Amerika’nın insanı nasıl oluyor da fakir ülkelerin zavallı insanlarının fare gibi öldürülmesini zevkle izliyor, bunu yapan iktidarlara oy veriyor.   Amerikalıların hiç vicdanı, insanlığı yok mudur? Bunlar çıkarı için babasını kesen canavarlar mıdır? Kızılderili lider Cerenimo ile Bin Ladin’i aynı rahatlıkla boğazlayan şey, nasıl bir ruh halidir?

Tirman buna da kafa yormuş. ABD’nin “Hür ve adil bir dünya” mesajı vermesine dikkat çekiyor ve saldırganlığın kökenlerine giderken şunları yazıyor:

“Bizim yerli halka karşı ilgisizlik, hatta düşmanlığımızın kökleri belki de bizim iyi-kötü kavramımıza dayanıyor. Akıl ve düzenle oluşacak ‘adil bir dünya’ teorisi, otuz yıldan fazladır psikolojik olarak hazırlanıyor. Ancak bu ‘adil dünya’ bozulduğu, arıza çıktığında, durumu bir sapkınlık olarak algılıyoruz. Örneğin, sokakta bir dilenci görünce genelde ilgisiz davranıyoruz, hatta dilenciye öfkeleniyoruz. Zira, sanıyoruz ki, Amerika’da normalde herkes aç karnını doyurabilir…”

Demek ki, sokaktaki dilenciye öfkelenen Amerikalı, sorunlu gördüğü ve işgal ettiği ülkelerin insanına da acımıyor, hatta öfke duyuyor…

Yani, Sam Amca kendi savaşı da olsa, kurbanları hiç sevmiyor.  Bu yüzden gözlerine gireceğiz diye, komşularla boğazlaşmak boşuna!

İyi pazarlar…


1 Temmuz 2012