24 Mart 2013 Pazar

Memleket ele çalışıyor: 10 yılda yarım trilyon dolar!

Fotoğrafım    

Dursun EROĞLU

Türkiye’nin yurt dışına “borç” olarak ödediği paralar son 10 yılda neredeyse 4 kat artmış. Küresel kriz sonrasında dışarı ödediğimiz para yarım trilyon doları buluyor. Vatandaş işsizlik ve pahalılıktan şikâyet ederken, ekonominin “dışarıdan” neden tozpembe göründüğü şimdi daha iyi anlaşılıyor. Meğer memleket komple ele, dışarıya, çalışıyormuş!

Sevgili okurum, “haber”in “köşe yazısı” olarak kullanılmasına hep karşıyımdır. Ama bu haberi gazete sütunlarında göremeyince, buraya yazmak farz oldu… Geçtiğimiz hafta TCMB’nın açıkladığı “Dış Borç Servisi” verileri, ekonominin durumunu gözler önüne seriyor.

Piyasadaki sıkıntılara rağmen makro ekonomik verilerin “düzgün” görünmesi, “siyasi istikrar” ve ülkenin “yurt dışındaki itibarı”, küresel krizin “teğet geçmesi”, hükümetin ekonomideki “başarısı” vs. aslında bu rakamlarda gizli diye düşünüyorum.

Merkez”in verilerinden hazırladığımız tabloda, yıllara göre Türkiye’nin ödediği dış borç miktarları yer alıyor.

 “Hükümet” sütunu, TCMB ile hükumetin harcama kalemleri, IMF geri ödemeleri ve tahvil ihracı ile sağlanan kredilerin geri ödemesini de içeriyor.
“Özel sektör” sütununda ise ticari kuruluşlar, bankalar ve Türkiye’deki yabancı sermayeli şirketlerin geri ödemeleri dahil… Rakamlar (milyon dolar) şöyle:

Yıl       Dış Borç         Hükümet         Özel sektör
            Ödeme

1998        16.503             9.078               7.425  
1999        18.315             8.192               10.123
2000        21.939             8.578               13.61
2001        24.623             10.852             13.771
2002        28.852             15.850             13.002
2003        27.811             13.872             13.939
2004        30.488             17.127             13.361
2005        36.803             19.861             16.942
2006        40.070             18.752             21.318
2007        48.685             17.674             31.011
2008        53.832             14.095             39.737
2009        58.917             10.280             48.637
2010        55.833             11.396             44.437
2011        50.657             11.501             39.156
2012        52.281             11.396             40.885

Toplam: 536.475        181.369           355.108


Dikkatinizi çekmek istediğim noktalar:

-          Demek ki, Türkiye son on yılda yarım trilyon dolar dış borç ödemiş. Mevcut dış borç stoku da bu civarda. Bu iki kalem toplanınca ülkenin milli gelirini aşıyor…

-          Artık dış borç devletten değil, özel sektörden geliyor. 2001 küresel krizi öncesi kamu ve özel borçlar yarı yarıya iken, artık özel sektör devletin 4 katı borçlanır olmuş. Şimdi hükümetin “IMF’ye borcu kapattık” sözü daha iyi anlaşılıyor… Kamusal projeler dahil artık bütün işler dış kredi ve yerli yabancı özel sektör eliyle oluyor. Tabi hazine garantisi altında…

-          Merkez Bankası artık dış borçlanma yapmıyor. 2001 öncesi yılda 6-7 milyar dolar dış borç ödeyen Merkez, artık sıcak para akışını güvence altına almak için piyasadan döviz topluyor, rezerv tutuyor.

Bir de, dış borç ödemelerinde hafif bir aksama olunca nedense içeride siyasi gündem allak bullak oluyor, siyasi istikrara gölge düşüyor galiba!... Rakamlardan öyle bir şey de hissettim… Ne dersiniz?

Bu yüzden, aman, derim... Sakın ola bir aksama olmasın! Daha çok borç alıp faiz ödeyelim, gönüllerini hoş edelim… Biz çalışalım, paraları onlara verelim. 

Yoksa istikrar bozulur, tövbe!

İyi pazarlar…





Artık şekil böyle galiba... Tek bir kolun eksikliği ne kadar da önemliymiş. Sol el  tek başına...

18 Mart 2013 Pazartesi

Çin, ‘C919’ ile yolcu uçaklarında iddialı…


  Bu yazı 18 Mart 2013, Pazartesi 11:18:36 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Çin, dünyanın en rekabetçi ekonomisine sahip olmaya devam ediyor. İğneden ipliğe her alana el atan Çinliler, artık gökyüzünde COMAC’ın C919’u ile Boeing ve Airbus gibi batılı devlerin tahtını sallamanın hesaplarını yapıyor. Batılı firmalar, “COMAC”ı bir tehdit unsuru olarak görmüyorlar. Ama, “şimdilik”!…



Çin’in uçak üreticisi COMAC’ı, itiraf edeyim hiç bilmiyordum. İlk kez adını CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Çin ziyareti sırasında gezmesi nedeniyle duymuştum. Her alanda batılılarla rekabet eden Çin’in demiryolu alanında çok güçlü bir rakip olduğu, Türkiye’deki ihalelerde bile öne çıkmasından belliydi. İş makineleriyle toprak yolu açtıktan sonra hem traversleri, hem rayları birlikte döşeyip giden devasa tren yolu plentini de videodan izleyip hayran kalmıştım… Bir tür demiryolu canavarıydı… Bu makine takır takır gidiyor; toprak yol,o geçtikten sonra her şeyi ile hazır demiryoluna dönüşüyordu.
Ancak doğrusu hava taşıma araçları konusundaki iddialarından haberdar değildim.
Geçenlerde, haftalık Fransız Courrier International dergisinde yayımlanan “Çinli Comac Airbus’u tehdit etmekten uzak” başlıklı bir araştırma yayımlaması dikkatimi çekti.
Derginin yazısına göre, Çin ticari hava taşımacılık şirketi (COMAC),  C919 tipi bir yolcu uçağını geliştirerek, batılı devlerle rekabete girmeyi planlıyor.
Önce belirtelim ki, diğer bütün mallarda olduğu gibi bu uçakta da Çin’in silahı, fiyat... 
Şaka değil, Fransız Airbus, Amerikan Boeing firmalarının uçakları 200 milyon doların üzerinde satılırken, bu C919’un öngörülen fiyatı 70-80 milyon dolar aralığında…
Firma yeni model uçağın deneme üretim ve uçuşlarını 2014’te gerçekleştirmeyi hedefliyor. Plan başarıya çalışırsa, Çin’in yeni harikası 2016’da semalara kalkacak ve müşterilerin siparişleri tek tek yerine getirilecek.
Sipariş deyince… COMAC daha şimdiden 300 civarında sipariş almış bile.
Çinli firma doludizgin geliyor...
Geliyor, gelmesine de... yazıya bakarsan aslında batılı devler, yazının başlığında da görüleceği gibi, bu COMAC’ı çok fazla da ciddiye alıyor sayılmazlar!
Yazıyı kaleme alan Xin Shiji Zhaoukan, COMAC’dan ismini açıklamak istemeyen bir yetkilinin, kendisine C919 için verilen siparişlerle ilgili bir sır verdiğini açıklıyor. Bu yetkili demiş ki, “C919 için verilen siparişlerin pek çoğu Çin içinden ve bunların önemli bölümü de siyasi nedenlerle verildi. Uçağın fiyat veya kalite olarak Airbus uçaklarından daha iyi olmasından ziyade, bu siparişler ‘milli bir görev’ olarak algılanıyor.”.
Bu açıklama ve haber, Boeing ve Airbus’un içinin ne kadar rahatlatır bilemeyiz ama, bu yazıyı okuduktan sonra internetten biraz tıkladım ki, meğer COMAC firması Türkiye pazarına girmek için çoktan kolları sıvamış.
COMAC yetkilileri, Türkiye’ye gelmiş, halen Çinli otomotiv markası Chery’nin
distribütörlüğünü de yürüten Mermerler Şirketler Grubu ile distribütörlük anlaşması yapmışlar. Uçak satışı için Atlasjet ve THY yetkilileri ile görüşmeler yapmışlar.
 Hatta,  COMAC Müşteri Hizmetleri Merkezi Başkan Yardımcısı David Lui, çoğunluk hissesi devlete ait olan COMAC'ın 2008'de kurulmasına rağmen Çin'in uçak üretiminde 60 yıldan fazla tecrübesi olduğunu söylemiş,
Batılı markaların en büyük pazarının Çin olduğunu hatırlatıp, bir anlamda “Gelin batı markalarına etek etek dökmeyin, uçakları bizden alın” demeye getirmiş.
COMAC bu proje için başlangıçta 5,8 milyar Euro yatırıma gitmiş. Hedef işlevsel, en son teknolojileri içeren, ekonomik ve konforlu” bir uçak…
Çin uçaklarına ne zaman bineceğiz bilmiyorum. Ama yolcu uçağı fiyatlarında düşüş olacağını hisseder gibiyim. 


Not: Bu yazının yayımlandığı gün, THY'nin Airbus firmasından tam 117 uçak alımı için anlaşma yaptığı açıklandı. İçimden, bu kadar büyük bir alım için çok acele edildiği gibi bir duygu var. Umarım arkasında, ekonomi dışı hesaplar yoktur!

İyi pazarlar.

 

11 Mart 2013 Pazartesi

Bu dünyadan bir Chavez geçti!


  Bu yazı 11 Mart 2013, Pazartesi 12:30:28 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
“Tarihin tekerleği asla geri geri gitmez” diye inanırım. Teker hep ileri gidiyor. Ama bazen hızlı, bazen yavaş… Bu hızı da galiba liderler belirliyor… Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez de tarihin tekerleğini hızlandıran liderlerden birisiydi. Chavez, “şeytan” dediği Amerikan emperyalizmine değil, kansere yenik düştü. Umarım ülkesinde yoksulluğu, adaletsizliği ortadan kaldırmak için başlattığı çabalar kesintiye uğramaz. 


Latin Amerika, toplumsal tarih açısından sanırım dünyanın en renkli bölgesi. Dünyanın neresine gitseniz görebileceğiniz birkaç politik simgeden birisi herhalde “Che”dir. Yine Fidel Castro’nun ünü Küba’dan kat be kat fazladır. Simon Bolivar da öyle.
Tabi bu ün, nedensiz de değil. Zira bütün dünyada hak ve adalet isteyenlerin karşısındaki en büyük güç, engel durumundaki ABD’nin burnunun dibinde, ona kafa tutabilen devrimcilerden sözediyoruz!
İşte Chavez de onlardan biriydi.
Fransız Le Monde gazetesi, 8 Mart günü neredeyse sayfalarının yarısını Chavez’e ayırdı.
Le Monde’daki yazılardan çıkan sonuç şu ki, Chavez ülkesinde boşuna üst üste başkan seçilmemiş. Düşünsenize, Venezüella halkı adamı, kansere yakalandığı, günleri sayılı olduğu halde yine devlet başkanı seçti…
Le Monde’daki yazıları okuyunca, yüzölçümü Türkiye’den fazla olmasına rağmen nüfusu 30 milyon civarında olan bu Latin Amerika ülkesinde Chavez’in neden bu kadar sevildiği anlaşılıyor.
Bu sevgi halktan beliyor… Yoksul,  orta gelirli insanlardan.  Çünkü Chavez, hayatını bu kesimin kalkınmasına ve ülkesinde adaleti sağlamaya adamış!
Chavez döneminde (1999’den beri) Venezüella’da olanlarla ilgili birkaç veri şöyle:
-      Kişi başına milli gelir: 3 bin 800 dolardan 12 bin dolara yükselmiş.
-       Ülkede yoksulların oranı yüzde 49’dan yüzde 27’ye düşmüş.
-       Çocuk ölümleri 21’den, 12’ye düşmüş (her bin doğumda).
-       Gelir adaletsizliği ölçülerinden olan ünlü “Gini indeksi” 0,49’dan 0,30’a gerilemiş.
Popülarite işte buralardan geliyor.
Chavez’in en önemli gücü hiç kuşkusuz petrol…
Anlaşılan ABD’lilere kendi ülkesindeki petrolden zırnık koklatmamış…
Bu yüzden Pentagon’la yıldızları bir türlü barışmamış. Chavez, askeri okulda okumuş, subay olmuş, subay olarak devlet başkanı Perez’i devirmeye kalkışmış; başarısız olup hapse düşmüş, sonrada da seçimde başkanlığa aday olmuş, sıra dışı bir isim. O, ideolojik açıdan da sıra dışı ve kendisini “21. yüzyıl sosyalisti” olarak tanımlıyor.
Olmazsa olmazı “antiemperyalizm”…
Emperyalizmin temsilcisi saydığı IMF’nin ülkesinin ekonomisine, maliyesine el atmasına tepki olarak, onlarla ilişkiyi kesip “Güney Bankası” diye özel bir banka kurmuş. Özellikle komşu ülkeleri de kuzeydeki “emperyelist şeytan”dan kurtarmaya çalışmış.
Le Monde diyor ki, “Venezüella eskiden de bir petrol ülkesiydi. Ancak petrol parası sadece onu işleten şirketlerin kasasına girer, devlet de vergisini alırdı. Ancak Chavez, petrol gelirlerini yoksullara harcamaya başladı...”
Chavez, devlet bütçesinin yüzde 43’ünü, “sosyal politikalara” ayırmış. “Sosyal politika” demek vatandaşa ucuz konut, ucuz petrol, ucuz gıda, bedava eğitim ve bedava sağlık hizmeti demek…
Gözünü budaktan, lafını kimseden sakınmayan Chavez’in cenazesinde bütün komşu ülke liderlerinin gözyaşı dönmesi bile tek başına ne kadar sevildiğinin kanıtı sayılmaz mı?
Siz, cenazesinde Yunanistan, Bulgaristan, Iran, Irak, Rusya, Suriye liderlerini ağlatacak bir Türkiye lideri düşünebiliyor musunuz?
Kuşkusuz Chavez döneminde de ters giden bir şeyler olmuş.
Örneğin, ulusal petrol şirketi PDVSA eskiden 23 bin işçi ile günde 3,1 milyon varil petrol çıkarırken, onun döneminde 120 bin işçi ile 2,4 milyon varil petrol çıkarır hale gelmiş.
Yine ülkede her soruna koşmuş, ancak bu kadar lider baskın bir sistemde hukuk, kurumlar güdük kalmış ve rüşvet, usulsüzlük patlamış. Dile kolay, 2012’de ülkede 16 bin cinayet olmuş ve ülke en güvensiz ülkelerinden birisi ilan edilmiş.
Ama dedik ya, teker mutlaka ileri gidecektir!
İyi pazarlar
.

5 Mart 2013 Salı

Çankaya’da koyunlar ne olacak?




Lütfen yanlış anlaşılma olmasın! Ben gerçek, dört ayaklı koyunlardan sözediyorum… Başkentin en gözde ilçesi Çankaya’da kurbanlık koyun yetiştirilen Yakupabdal Mahallesi’nde gezerken, çağdaş kentleşme açısından nasıl büyük açmazlar içinde olduğumuzu düşündüm. Bütün “başarı”sını rant üzerine kuran yerel yönetimler, modern kentleşmenin adeta canına okuyor…

Sevgili okurum, bugün dikkatlerinizi başkent Ankara’da Çankaya ilçesine bağlı, yaklaşık 13 bin nüfusu olan Yakupabdal Mahallesi’ne çekmek istiyorum. Muradım, birileri belki başkentin burnunun dibindeki Yakupabdal için harekete geçer de memleketimdeki binlerce Yakupabdal’ın önüne yeni bir yol açılır.
Önce Yakupabdal’a, bakalım.
Yakupabdal, Ankara’nın en eski köylerinden birisi ve rivayete göre Yakup Abdal adı burada yaşayan bir dervişten geliyor.
Muhtar Satılmış Kıvrak’ın verdiği bilgiye göre, burası, Ankara Büyükşehir Belediyesi sınırlarına katılıncaya kadar, tarım ve hayvancılıkla geçinen bir yermiş. Elmadağ yolu üzerindeki Yakupabdal’da buğday ve arpa ekilir, hayvan beslenirmiş. Şimdilerde mahallede tarım ve hayvancılıkla geçinen aile sayısı yaklaşık 60’a düşmüş. İçlerinde bin dönümden fazla araziye sahip olanlar var.  Mahallede yaklaşık 4 bin koyun, bin 500 civarında da sığır besleniyor.
Tahmin edileceği gibi insanların büyük bölümü işçi, memur vs. Anadolu’nun değişik illerinden gelen insanların yaşadığı bu semt bir işçi mahallesi görünümünde. İnsanlar genelde gecekondu, kaçakyapı görünümlü, tek kat, bahçeli evler yapmışlar. Bir ilköğretim okulu, bir de lise var. Ama anlaşılan öğrencilerin büyük bölümü kent merkezinde okuyor ve sabahları nüfusun önemli bir bölümü mahalleden otobüs ve minibüslerle kente dağılıyor.
Örneğin bir memur baba, çocuğunu her sabah mahalledeki okula değil, Kızılay’da çalıştığı işyerine yakın bir okula götürüp getiriyor.
Çankaya ve Büyükşehir Belediyeleri aslında bölgeye vasat da olsa asfalt bir yol yapmış. Su, elektrikleri var. Doğal olarak da oldukça havadar, serin bir yer.
Ancak sadece bu kadar…
Başkentin burnunun dibindeki bu semtin bir kilometre yakınına İKEA’nın da bulunduğu dev bir AVM kurulmuş.
Civardaki “hazine arazileri”nde -eski köy meraları- TOKİ mahalleleri oluşmuş.
Ama bölgede hala bir imar planı yok….
Belediyeler vatandaşa tarım hayvanla uğraşmayın diyor, ama arazilerin ne olacağı konusunda tam bir belirsizlik var.
Doğrusu halk da zaten tarla ekmek, hayvan beklemekten çok memnun değiller.
Şimdilerde bir imar tartışmasıdır gidiyor.
Bölgenin, bırakın 1/1000 ölçekli uygulama imar planını, 1/5000 ölçekli imar planı bile yok.
Tartışma, kat yükseklikleri üzerine….
Belediye “zemin artı 2 kat verelim” demiş… Ama mahalledeki beklenti “en az 8-10 kat”!
Madem çevrede 15-20 katlı TOKİ binaları var, mahallede de olsun” deniyor.
Tabi konu rant…
Örneğin 200 metrekare arsa üzerinde tek katlı bir evi olan vatandaş, evini bu haliyle ancak 40-50 bin liraya satabiliyor.
Oysa istenen kat yükseklikleri verilirse, her biri 150-200 bin lira eden iki daire alma şansı var…
Kargaşa mahalleyi yaşanmaz hale getiriyor… Örneğin, Kızılay’da dükkanları bulunan Ali Yılmaz, “dubleks”, bahçeli güzel bir ev yapmış. Ama şimdilerde evine giderken hiç mutlu değil. Zira, bitişik arsanın sahibi, buraya bir ahır yapmış ve Ali bey, bahçesindeki barbekünün başında akşamları işten çıktıktan sonra nefis Yakupabdal havası yerine hayvan pisliği koklamak zorunda kalmaktan rahatsız…
Düşünüyorum da, memleketin her yeri artık Yakupabdal’larla dolu…
Özellikle yeni Büyükşehir yasası ile tarım ve hayvancılık yapılan yerlerde insanların önüne konulan tek seçenek var: Bırak tarımı, hayvanı, git kendine iş bul…
Tarlan için de iyi bir müteahhit ara, kat karşılığı vermek için!
Tarladan bahçeden geçen ahali, domates biber almak için mahalleyi terk edip merkeze gelmek zorunda. Çünkü burada pazar yeri bile yok.
Tabi et de öyle… Peki ana cadde üzerinde sağlı sollu ağıllardaki koyunlar ne için?
Sadece kurbanda satılıyorlarmış!



3 Mart 2013 Pazar

Sinop’ta linç edilmek istenen neydi?


  Bu yazı 25 Subat 2013, Pazartesi 10:53:15 eklenmiştir.


Güzel ülkemde geçtiğimiz haftaya damgasını vuran yine “şiddet” oldu. Darbecileri yargılamaktan demokrasi isteyenleri yargılama mahkemesine dönen Silivri’de yine duruşma için gelenlere cop ve gazlarla saldırıldı. Ama bundan daha vahimi, Sinop’ta, “halk tepkisi” görüntüsü altında bir grup milletvekilini Sivas “Madımakvari” linç girişimi oldu. 

Sevgili okurum, Sinop olayı konusunda yazacaklarımın hoşuna gitmeyeceğini biliyorum. Sinop’ta Öğretmenevi’nde kıstırılan, 9 saat can kaygısına düşen milletvekilleri için “oh olsun onlara” diye yazsam çok beğenecektiniz… Ama ben onu yapmayacağım… Tek bir isteğim var: Olayı tarafsız, objektif bir şekilde anlamak; vicdanı yitirip, enseyi karartmamak. Zira toplum bu şekilde birbirini anlamamaya, yaratılmış önyargılarla hareket etmeye devam ederse, bizi çok daha büyük acılar bekliyor.

Öncelikle, Sinop’ta neler oldu?
Medya “PKK’nın Karadeniz’e açılması” diyerek daha baştan hepimizi yanılttı, kışkırttı!
Oysa oraya giden milletvekilleri kimdi?
Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel ve Sebahat Tuncelbaşkanlığında bir grup.
Hangi örgütü temsil ediyorlardı?
Halkların Demokratik Kongresi’ni (HDK).
Nedir bu HDK?
EMEP, SDP, ESP, yeşilller vs. vs. irili ufaklı toplam 40 sol siyasi parti ve sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu bir siyasi yapı. Kuşkusuz, HDK içindeki en büyük kuruluş BDP. Ama bu nedenle HDK için “bunlar BDP’liler, dolayısıyla da PKK’lılar” demek çok zorlama doğrusu… Ne gerçekçi, ne de adil!
HDK, 12 Haziran 2011 genel seçimlerine “Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku” olarak girmiş ve 36 milletvekilliği kazanmıştı.
Sinop’a giden 4 vekil, HDK Yürütme Kurulu üyesi ve kendilerini daha ziyade bu yönüyle tanımlayan isimler. Sabahat Tuncel dışında hiçbirisi Kürt değil.
HDK kendisini “halkların özgürlük hareketi, ezilenlerin koalisyonu” olarak tanımlıyor.
Bu biraz, 1980 öncesinde Türk ve Kürt sol hareketleri arasındaki havayı taşıyor.
Hedef: “Türk, Kürt ve diğer etnik kesimlerden herkesin özgürce yaşayacağı, eşit yurttaşlığa dayalı, barış içinde bir Türkiye…Demokratik, özyönetimci, özgürlükçü bir Türkiye..”
Ezberlerin bozulduğu bir süreç yaşıyoruz.
İçimize sinsin, sinmesin, hükümet/devlet Öcalan üzerinden PKK ile bir tür müzakere içinde…
Çıplak gerçek bu…
Görüştü, müzakere yaptı diye Ak Parti’ye yüklenmenin bir anlamı da yok.
Başbakan Erdoğan değil de Kılıçdaroğlu veya Bahçeli olsaydı da sonuç değişmeyecek, bu görüşmeler olacaktı!.. “Ben bebek katiliyle görüşmem” diye kimse kendini kandırmasın. Çünkü, olayın bir asayiş, terör olayı olmaktan çoktan çıktığı “Kürt milliyetçiliğine” dönüştüğünün ve bildik askeri yöntemlerle bu işin üstesinden gelinemediğinin herkes farkında.
Peki bu HDK temsilcisi milletvekillerinin Sinop’ta ne işi vardı?
Milletvekilleri gezi öncesinde basın toplantısı düzenledi ve bunu gayet net açıkladılar.
Çözüm İçin Müzakere Barış için Eşitlik” sloganı ile hükümetin sözünü ettiği “Çözüm süreci”ni, 17 Şubat’taki Çorum toplantısından itibaren Sinop, Samsun ve sonra bütün Karadeniz yöresinde anlatılacaktı.  
Barışa bütün Türk ve Kürt halkı ihtiyaç duyuyordu.
Görüşme ve müzakere süreci anlatılacak, halkların eşit yurttaşlık temelinde birliği ve kardeşliği işlenecekti
Karadeniz’de HES’ler için doğayı koruma mücadelesi verenler ziyaret edilecekti…
İşten atılan işçiler ziyaret edilecek, işçi sınıfının birliği hedeflenecekti…
Kadınların mücadelesine destek verilecekti...
Türkiye’nin bölünme değil, tam tersine doğusu, batısı kuzeyi ve güneyi, Türk, Kürt, Laz Çerkez bir arada yaşayacağı demokratik bir kültür yaratılmaya çalışılacaktı… Toplum katmanları arasında aşınan köprüler onarılacaktı.
Karadeniz turu tamamlanınca, Ege’ye, Akteniz’e, İç Anadolu’ya gidilecekti.
Belki de “bölücü” diye tanımlananlar, tam tersini düşündüklerini kanıtlama fırsatı bulacaktı.
Kongre hareketinin en büyük gücü BDP de artık bölge değil, Türkiye partisi olacaktı…
Gezi öncesinde Ertuğrul Kürkçü, “Devlet yapmadıkça provokasyon olmaz. Bugüne kadar Türkiye böyle bir şeye tanık olmadı” demişti.
Olan oldu.
Başbakan provokasyonu kınadı. İçişleri Bakanı “hesabını soracağım” dedi.
Ama Sinop’ta kameralar önünde araçları darmadağın eden, kamu binalarının camını kıran, terör estirenlerden hiç birisi henüz gözaltına alınmadı!