29 Temmuz 2013 Pazartesi

Birlik bütünlük’ de, el ele vereni linç et!


  Bu yazı 29 Temmuz 2013, Pazartesi 15:16:43 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
CHP Milletvekili Sena Kaleli’nin, Bursa’da, “kadın” ve “barış” temalı bir gösteride BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel ile el ele tutuşup birlik beraberliğe vurgu yapması bazı çevreleri rahatsız etti. Değişik görüş ve etnik kökene sahip insanların yan yana olmasından çıkarları icabı rahatsızlık duyanlara diyeceğim yok. 

CHP Milletvekili Sena Kaleli’nin, Bursa’da, “kadın” ve “barış” temalı bir gösteride BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel ile el ele tutuşup birlik beraberliğe vurgu yapması bazı çevreleri rahatsız etti. Değişik görüş ve etnik kökene sahip insanların yan yana olmasından çıkarları icabı rahatsızlık duyanlara diyeceğim yok. Onlar Türk-Kürt, Alevi-Sünni diye vatandaşı birbirine karşı fişeklemeye devam etsinler... Ancak, hem “ülkenin bölünmez bütünlüğü”, “barış, huzur, demokrasi” gibi bir kaygısı olup, hem de bu fotoğraf için Kaleli’yi siyasi lince kalkanları ağzım açık izliyorum!
Öncelikle belirteyim, amacım Sayın Kaleli’yi savunmak değil. Zaten kendisinin buna ihtiyacı olduğunu sanmam. Bakmayın zarif ve mütevazı görüntüsüne; Kaleli, şehirlerarası otobüs terminali gibi tamamen “erkek egemen”, hatta "kabadayı" bir çevrede gayet başarılı bir yöneticilik çıkarmış bir iş kadınıdır; kuru gürültüye pabuç bırakmaz.
Ancak BDP’li vekil ile el ele çekilmiş resmine bakarak bunu “siyasi intihar” sayanların,  “CHP’nin kuruluş felsefesine aykırı” bulanların, bunlar üzerinden de “bölünmez bütünlük”kaygısı dillendirenlerin, ülkenin yönetim tarzı ve siyasal gelişmelerden bihaber, tam bir kafa karışıklığı içinde olduklarını üzülerek görüyorum.
Burada, farklı etnik köken veya dine mensup vatandaşların anadili, din-ibadet,  yerel yönetim özerkliği gibi taleplerini yerine getirmenin normal demokratik bir memlekette, devletin görevi olduğundan bahsetmeyeceğim. Bu tür talepler zaten batılı ülkelerde karşılanıyor.
Peki insanların Kürtçe konuştu, şarkı dinledi diye hapse atılmasının mantıkla bağdaşmadığını ben düşünüyorum da, devleti yönetenler düşünemiyor muydu?
Hiç şüpheniz olmasın, düşünürler, bilirler…
Sorun şu ki, “soğuk savaş”la birlikte ülkeyi “yasak”lar, “iş tehdit”,  “iç düşman”lar ve bunun üzerine kurulu gerginliklerle yönetme gibi bir devlet idare tarzı edindik.
Üstelik soğuk savaş bitti, biz hala yakayı kurtaramıyoruz!
Komünizm gelir” korkusu ile onlarca yıldır demokrasi askıya alındı.
Milliyetçiliğimiz”, tamamen solcu, alevi, emek, sendika düşmanlığı temeline oturtuldu.
Amerikan 6. Filosunu” emperyalist diye protesto eden Türk gençleri, karşılarında “Türk Milliyetçileri”ni buldular!
Sağ-sol, alevi-sünni kavgası demokrasiyi güdük bıraktı.
Ve, 12 Eylül’ün dizginsiz şiddeti nur topu gibi bir bela verdi memlekete: PKK.
Polis, Jandarma yeniden yapılandı, güçlendi, özel savaş birlikleri oluştu.
Ya, bu adamlar ne istiyorlar, niye dağa çıkıyorlar” diye kimse kafa yormadı.
Normal siyaset alanı kapalı tutuldu. 
Sistem, şiddetten başka bir seçeneğe şans vermedi.
Devlet otoritesi” dipçikle, mermiyle, zorla sağlanacaktı. “Ya susturacağız ya kan kusturacağız”dı slogan.
Olay “terörü önleme” değil, bir yönetim tarzı olarak ele alındığı için “kurunun yanında yaşlar da yandı”, hem de cayır cayır…
30 sene, onbinlerce can, trilyon dolar para… 
Sonuçta devlet, attığı her adımın dağa çıkanları çoğalttığını, düşmanlık ve bölünmeye yaradığını fark etti. Ayağının altındaki halı kaymaya başlamıştı. Politika duvara tosladı. Artık “dağın” istediğini vekil, belediye başkanı seçtirecek oy gücü olduğu sır değildi.
Ve, dur demek için “diyalog”, “müzakere”… Şiddet dışında bir çözüm arayışı başladı.
Hala anlamadınız mı? Bu “süreç”, AKP değil, devlet politikası!
Etnik, dinsel vs. sorunların şiddetle, dize getirmeyle çözülemeyeceğini, sağ muhafazakar bir hükümet bile kabul etmişken, kendisine solcu, ilerici, devrimci, sosyal demokrat, cumhuriyetçi, hatta Atatürkçü, diyen insanların kavramaması, hala eski statüko retoriğine sarılmaları şaşkınlık verici...  
Ulusalcı” dostlar, artık “Ülkenin bölünmez bütünlüğü”, Cumhuriyet lafları ve PKK karşıtlığı üzerinden geliştirilen nefret sadece Kürt düşmanlığını besliyor ve bununla gidilecek yer kalmadı.
Teröre kaşıyım” diyerek, birilerinin kellesini istemek, hep daha fazla kin, kan, terör ve terörist üretti.
 “Beni seçin, iki ayda temizlerim” diye sıkan eski paşalar, şimdi şapkayı çıkarıp “Ben orada ne yaptım da vatandaşı devlete düşman ettim” diye düşünmek zorunda.
Ezberler bozuluyor
Gezi ruhu” dolaşıyor artık…
Her siyasi görüş, inanç ve etnik kökenden insanlar, demokrasi paydasında yan yana…  
Artık silah ve şiddet değil, fikir, empati, dostluk ve el ele verme zamanı.
Kadına Şiddete Hayır” gösterisini organize eden Barış İçin Bursa Kadın Girişimi adına Ayla Yıldırım’ı, katılıp ele ele verebilen milletvekilleri, Kaleli ve Tuncel’i alkışlamak gerektiğine inanıyorum.
Türkiye’de huzur, birlik beraberlik, içinde ve özgürce el ele vereceğimiz günler dileğiyle…
İyi pazarlar.

 

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Halk arasındaki kavgadan demokrasi çıkmaz…


  Bu yazı 22 Temmuz 2013, Pazartesi 11:48:22 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Toplumsal mücadeleler tarihinin bize öğrettiği en yalın şeylerden birisi şu: Demokrasi, insanların daha özgür, daha saygın, çağdaş, rahat ve mutlu yaşamaları için bilinen en iyi model. “Demokrasi”, adı üzerinde “halkın söz sahibi olduğu” rejim, yönetim… Demokrasi tarihi de, yönetenle yönetilenler arasındaki mücadelelerin tarihi… 
Yönetilenlerin kendi arasındaki kavganın değil!
Halk arasındaki kavgadan demokrasi çıkmaz…
Her ileri adım, “Yönetenler” ile “yönetilenler” arasındaki mücadelelerin sonunda atılabilmiş…
Örneğin,  günlük çalışma saatlerinin 8'e inebilmesi için şu yalan dünyada kaç kişinin, patronların kiralık katilleri veya idarenin kolluk kuvvetlerinin, polisin, jandarmanın kurşunlarıyla can verdiği araştırmaya değer…
Meşruiyet, ilerleme; yönetenlerle, yönetilenler arasındaki mücadele…
Yönetilenlerin, halkın, vatandaşların birbirini boğazlamasıyla tarihte kaydedilmiş, zırnık kadar bir ilerleme yoktur!
Vatandaş, günlük yaşamını kolaylaştırmak için, kendisi, kenti, çolu çocuğu için vs. vs. hükümetlere, yerel yönetimlere “şunu yap”, “şunu yapma”, “şunu istiyoruz”, “şunu istemiyoruz”, diyecek, isteyecek…
Yönetim de, madem bu memlekette demokrasi var deniyorsa, “milli irade” deniyorsa; vatandaşın sesine kulak verecek; uygulama gözden geçirilecek. Ya halkı ikna edecek şekilde bir orta yol bulacaksınız, ya da vatandaşın dediğini yapacaksınız…
Yönetim, seçilmiş siyasi iktidar, bunun yerine işi inada bindirip, vatandaşı dinlemeyi kibir meselesi yapıp, dikine gider, karşı çıkanı vatan haini ilan edip  üzerine de polis sürmeye kalkarsa…
Üstelik de bunu siyasi bir kriz haline getirmeye, halkın kendisine oy veren bir bölümünü, diğerleri üzerine kışkırtmaya kalkarsa…
Vatandaş da birbirine düşerse..
İşte bu noktada “demokrasi” oyunu bitmiştir!
Buradan demokrasi adına zerre kadar güzel bir şey çıkmaz…
Ya iktidarın polisi ve kendine inanan halk kesimi, meşru demokratik hakkını kullanan diğer bir halk kesimini hunharca ezecek…
Ya da demokratik bir talep peşinde koşmaktan başka bir amacı olmaması gereken halkın bir kesimi, siyasi iktidarın gözden düşürecek, kumpasla darbe düşleri kuracak…
Al birini vur ötekine…
Öğrencilik yıllarımda yazları işçi olarak çalıştığımız yerlerde, ücret, sigorta, çalışma şartları veya ücretlerin ödenmesiyle ilgili olarak işçiler kendi arasında homurdanıp birlik olmaya, patrona “pazarlık” etmeye kalktığı günlerde, birileri gelir “siz gomonistmisiniz lan” diye saldırırdı.
“Soğuk savaş” yılları…
Nedense komplo teorileri, “dış mihrak” lafları ile canı yananlar hep ya kapı komşumuz olurdu, ya da köylümüz, hemşehrimiz!
Soğuk savaşın bu mücize keşfi, maalesef bugün de işe birilerini cezbedebiliyor.
AKP ile CHP, CHP ile BDP, MHP ile BDP veya AKP ile BDP vs. tabanları arasındaki düşmanlıklara, kavgaya umut bağlayan ne de çok “demokrat”ımız, “devrimci”miz,  “milliyetçi”miz, “muhafazakar”mız var… Türk-Kürt, Alevi –Sünni düşmanlığını müslümanlık, vatanseverlik sananlar gibi.
Sermayesi kardeş kavgası olan bir siyaset!
Açıkçası, Gezi sürecinde birkaç sopalı, palalı tipi bir yana bırakırsak, halkı birbirine karşı kışkırtanlar hayal kırıklığına uğradı…
Sokaklarda, elinde çakı bıçağı bile olmayan göstericilere sopalarla öldüresiye saldıran coplu, gaz maskeli; “vatandaş tepkisi” gibi sunulan girişimlerin de sivil elbiseli polisler olduğu yolunda yangın bir kanı var.
Demek ki, halkımız siyasi iktidardan sağduyulu çıktı…
Ancak, iktidar partisi taraftarları, özellikle yazan, aydın geçinen kesiminde ciddi bir kafa karışıklığı var.
Olaylarda esnafın maddi kaybı, kırılan otobüs durağı camlarını dile getirirken, yaşamını yitiren gencecik insanlara adeta “oh olsun” denebilmesi kaygı verici.
İstanbul Okmeydanı’nda, tek suçu bakkaldan ekmek almak için o gün sokağa çıkmak olan 12 yaşındakiBerkin Elvan, polisin gaz fişeğiyle kafasından vuruldu, hastanede haftalardır can çekişiyor.
Bu çocuk gösterici bile değildi. Ama ne İstanbul Valisi ne de hükümetten tek bir kişi arayıp geçmiş olsun dememiş… Babasının maddi durumu iyi değilmiş. Annenin sağlık sorunları varmış. Aile aylardır oturduğu evin kirasını ödeyemiyormuş.  Şimdi bu fakir ailenin boynuna evlat acısı ekleniyor… Buna bir de hastane haczi eklenirse şaşırmamak lazım. 
Müslümanlığı kimseye vermeyen Başbakanın, mübarek Ramazan gününde bile vicdanının harekete geçmesine engel olan bu ruh halini nasıl anlamalı, bilmiyorum…
Hadi o bir başbakan, devleti idare ediyor, algı kodları farklıdır.
Peki sizler, bu partiye oy vermiş insanlar, siz nerdesiniz?
Vatandaşın kederde tasada bir olması değil midir, aslolan?
İyi pazarlar…

 

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Başkent sokaklarında korkuyla yürümek…

 

  Bu yazı 15 Temmuz 2013, Pazartesi 12:59:23 eklenmiştir. 
 
Başkentin meydanları, sokakları ve parkları başka bir hareketli… Bir yanıyla, insanlar hiç olmadığı kadar barışçı, aralarında hiçbir etnik, din, ideoloji farkı gözetmeden bir araya geliyor, daha fazla demokrasi talep ediyor. Bir yanıyla da insan, iktidar dili, hukukun işlememesi, güvenlik güçlerinin “oransız şiddet”i, sokak aralarına öldüresiye adam dövme, terör estirmeler, gece yarısı ev baskınlarını düşününce, memleketin bir arpa boyu ilerleyemediğini düşünüyor.
 
 
Ankara’da Temmuz sıcağı bu yıl çok farklı… Kente serinlik verecek  “Gölbaşı” dışında yer yok. Onun adı da zaten “Gölbaşı”, yani ortada öyle büyük bir göl yok. Gazetelerdeki “Gölbaşı’nı gören tepe manzaralı” konut ilanlarına şaşıran yok. 
Dağı, denizi yok; ama akşam serinliğinde balkonda, park ve bahçelerde, sokaklarda yapılan sohbeti de, her yerde bulamazsınız. Zira burada nem yok.
Ancak bugünlerde özellikle Kızılay, Kurtuluş, Bakanlıklar, Kuğulu ve Dikmen civarı tekin olmamaya başladı. Gaz ve tazyikli su, alışkanlık, bağışıklık yapmak üzere…
Akşamları Gezi Direnişi kapsamında parklarda “forum”lar yapılıyor.
Bu “forum”lar, başkentin 15-20 parkında var. Yanından geçtiğiniz bir parkta bir anda kümelenmiş 50-100 kişilik bir grubu görebiliyorsunuz. Genç-yaşlı, kadın-erkek, ayaklarına terlik, ev kıyafetiyle mahalle sakinleri… 
İlk defa insanlar bu kadar yaygın bir şekilde, sorunlarını tartışıyor, memleketin gidişatına ve çarelere kafa yoruyor.
Beni heyecanlandıran şu ki, baştan “Tayyip istifa”, hükümete, daha çok da polis şiddetine tepki, suçluların yargılanmamasına öfke ile bir araya gelen insanlar, birkaç akşam sonra sokağının, mahallesinin sorunlarını tartışmaya başlıyor.
Başkent “yerel duyarlılık” ve “yerel inisiyatif”lerle tanışıyor!
Platformlar” oluşuyor…
Meğer ne büyük eksiklikmiş…
Taksimlilerin Gezi Parkı yıkılmasın, diye başlattıkları direnişin başkentte neden anlaşılmadığını fark ediyorum…
Anlatmaya çalıştığında, burada, durum durup “Bunlar hangi grup, hangi parti, kimi destekliyor” diye sorarlar.
Çünkü burada hükümet, devlet var… Ya onların isteği ile bir şey yapılır, ya da onlara karşı bir şey yapılır… Her kıpırtının altında bir art niyet, ille de siyaset arama yaygın. Bu yüzden de siyasi iktidarın başı zora girince, zalimden mazlum çıkarmada çok kullanışlı olan “komplo teorileri”ne sığınması, bu algının üzerine, usta terzinin elinden çıkmış gibi oturuyor… 
Mesela, Ankaralıların çoğu Ankara Valisi’nin adını bile bilmez… Çünkü valilik gündelik yaşamda hissedilmez. Burada borusu öten, hükümet ve bakanlardır… Diyelim ki, metro yokken istasyonların rant yeri edilmesinden şikayetçiysen, arabanı koyacak park yeri bulamıyorsan, kapısını çalacağın yer belediye değildir; burada metroyu Ulaştırma Bakanlığı yapar. 
Gazetecilerin burada izlediği “Meclis Toplantısı” sadece TBMM’deki toplantılardır.
Örneğin Bursa’da “Mahvel”, “Cargill”, “Bursa Cezaevi”; hatta işte Yenişehir’e Çimento Fabrikası olmasın, Nilüfer kirlenmesin, Uluabat Gölü kıyısında yapılaşma olmasın gibi kaygılarla onca mücadele verildi.
Gayet iyi hatırlarım, çoğuna esnaf ve iş dünyası, iktidar partisine oy verenler de destek verdi. Zira “Nilüfer Çayı temiz kalsın” diye gösteri yapan insanların hangi partiye oy verdiğinin ne önemi olabilir?
Doğa ve çevre sadece muhalif siyasi görüşte olanlara mı lazım?
AKP’ye oy veren insanlar Gezi Parkı’na neden sahip çıkmadı?
Ben, Gezi Parkı direnişi, özel yaşama saygı ve polis şiddetini protesto gösterilerine iktidar partisine oy vermiş insanların katılmamasını, en büyük talihsizlik olarak not ediyorum!
Memlekette 40-50 yılda olanlara tanık sayılırım…
Nice yoksunluklardan geldik…
Ama iş demokrasiye gelince, bir arpa boyu gidememişiz…
Meşru yollarla sesini duyurmak isteyenlere, 70’li yıllarda ne yapıldıysa, 2013’de de aynı şey yapıldı… 12 Eylül rejimi dahil!
Halk yine, “bunlar, onlar”, “dış mihrak”, “cami-kuran”, “anarşist, çapulcu, sermaye düşmanı”, “büyük oyunun figüranları”… Şimdi de “darbeci” sıfatı eklendi.
Yine gençleri sokak aralarında sıkıştırıp Allah yarattı demeden dövme, yine adalet ve hukuktan uzaklık, yine failleri “meçhul” edip katilleri yüreklendirme…
Demokrasi, sadece hükümetin sandıkla değişmesi değildir.
Demokrasi, halkın yönetimde söz sahibi olması, sesini duyurabilmesidir.
Bir parkı kurtarma, semte, Taksim'e sahip çıkma çabasını, seçilmiş siyasi iktidarı kumpasla yerinden etme anlama/öyle gösterip bastırma yolunu seçip, müthiş bir fırsatı krize çevirdik ya...
İşte ibretlik tablomuz bu...
Daha önce de değişik versiyonlarını çokça izlediğimiz filmin yeni versiyonu!
Mum ışığında adalet arayışı…
Yenilik, sadece bibergazı, plastik mermi ve TOMA…
Akşamları Başkentin cadde ve sokaklarda, başıma ne gelir diye kaygılanmadan dolaşacağımız günler dileğiyle, iyi pazarlar…

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Doğru at, gözümden vur!


  Bu yazı 08 Temmuz 2013, Pazartesi 12:50:45 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Başkentin orta yeri Kızılay’da “Gezi Parkı” gösterilerini izlerken maruz kaldığım envai çeşit gaz ve farklı içeriklerde, adam deviren TOMA suyunun etkisiyle midir bilmem, siyasi iktidarın çok fazla tahammülsüz ve herkesi dize getirmek isteyen bir haleti ruhiye içine girdiğini düşünür oldum. İş “hükumeti eleştiren” gazetecilerin teker teker işsiz kalmasından çıktı; artık kendi bireysel özgürlük alanı olarak kabul ettiğimiz twitter ve facebook’a yazılanlar da kapının önüne konulma gerekçesi oldu.

Artık Mısır’da olanlar bile benim güzel ülkem Türkiye’de atmosferi germeye yetiyor…
Memleketin her yerinde protesto gösterilerine katılan her yaştan vatandaş, onlara hukuki yardımda bulunan avukatlar, yaralarını saran doktorlar… Yüzlerce kişi, gecenin bir saatinde evinden “kışkırtıcı” iddiasıyla gözaltına alınıyor.
En tuhaf ve kabul edilemez gelişmelerden birisi de Bursa’da birlikte uzun seneler gazetecilik yaptığımız arkadaşlarım Berhan Soner, İhsan Bölük ve Cihat Özkan’ın kişisel hesaplarından yazdıkları twitter notları nedeniyle işlerinden olmasıydı. Cihat Özkan, TRT Bursa Temsilciği’nden kendi isteği ile ayrıldığını açıklasa da, Gazeteciler Cemiyeti her üç arkadaşın ayrılmasının altında bu “twitter” notlarının olduğunu bildirdi. 
Tahammülsüzlüğün de bir sınırı olması gerekmez mi?
Daha da vahimi…
Bu kritik dönemde, tam tersini yapmak, gündemi daha ayrıntılı takip etmek, daha çok, farklı haber ve yorumları kamuoyuna taşımak, halkın ve yönetimin daha sağlıklı ve sağduyulu kararlar vermesine katkı sağlamak gerekmez miydi?
Özellikle “ana akım medya” denilen büyük televizyon kanalları ve gazeteler, hızla hükümletin “halkla ilişkiler” ve propaganda aygıtı olmaya başladı. 
Haber bültenleri sadece Başbakanın, bakanların konuşma ve icraatlarından ibaret olmaya başladı.
Her şey, iktidarın penceresinden görülüyor.
Televizyonlara bakarsanız, gençler ortalığı yakıp yıkıyor, kafayı yemiş, molotof atıyor… Meydanlara toplanan kalabalık darbe hazırlıyor, marjinal, dış komploların maşası… Kimine göre bunların hepsi PKK’lı…  Hain!…
Evinden sokağa çıkıp tencere sesi çıkarmayı "suç" sayan, bunu yapan ev kadınlarına para cezası verenler, silahla uluorta cinayet işleyen bir polis memuruna özel koruma tahsis edebildi. İkide bir maddi hasarlardan söz edenlerde nasıl bir vicdan varsa, öldürülen, sakat bırakılan, şu anda hastanelerde can çekişen onca insan için tek bir söz sözlemiyor, gören gözleri kör, duyan kulakları sağır oluyor... 
Eee İstanbul sokaklarında polisin, göstericilerin üzerine “Allah Allah” nidalarıyla gittiğini de gördük ya, pes!
Hepimizin güvenliğinden sorumlu “güvenlik güçleri”nin ruh halini gerçekten psikologlara analiz ettirmek lazım.
Neyse ki insanımız müthiş sağduyulu…  Kışkırtmalara gelmiyor.
Herkes eline al yıldızlı bayrağımızı aldı, siyasi görüşüne, etnik kökenine, yaşına, cinsiyetine, dini inancına bakmadan, yan yana yürüyebilmenin erdemini gösterdiler. Yanındaki kişiyi tanımıyordun, ama biliyordun ki, o da senin gibi “hükümet sesime kulak ver” demek için oradaydı…
Başından beri, büyük ölçüde Başbakanın kişisel kibri nedeniyle tırmanan ve türlü komplo teorileriyle beslenen gerginlik, Mısır’daki “darbe” ile daha farklı bir tona evrildi…
Mısır'deki askeri darbeyi kınayanlar, Mısır ordusunun devrik Mursi'nin taraftarlarına yaptığını, polis aracılığı ile meydanları dolduran halka layık görmekte bir sakınca görmedi... 
Türkiye’de ordunun darbe falan yapmayacağını, herhalde hükumet hepimizden iyi bilir.
O zaman bu “darbe korkusu” niye?
Türkiyeyi yönetenlere naçizane tavsiyem şu: Siz,  75 milyonun hükumeti olduğunuzu unutmayın… İsteklerini meşru yoldan dile getiren vatandaşla, hak bildiğini yazan gazeteciyle uğraşmak iktidara yakışmaz. Bence tam tersini yapın, meydanlara ve eleştiren gazetecilere kulak verin. Unutmayın ki, çoğu iktidarın sonunu getiren, sırf şahsi menfaati, mevki makamı için her gün hokkabazlık yapan “yalaka dostları” olmuştur.
Bir atasözümüz vardır: Doğru at, gözümden vur!
İyi pazarlar

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Komplo teorileri bir yönetim tarzı mı?


  01 Temmuz 2013, 

Komplo teorileri bana hep askeri rejim ve sıkıyönetim dönemlerini hatırlatır. Elinizde okuduğunuz bir kitap, yazdığınız bir şiir, hatta kıyafetiniz nedeniyle kendinizi bir anda hakimin/polisin karşısında buluverirdiniz ve size öyle suçlar isnat edilir ki “Vay bee.. Bunları ben mi yaptım” diye şaşkınlıktan küçük dilinizi yutardınız. 

Şu Gezi Parkı’nın yıkımına karşı başlayan ve ülke çapında  “Tayyip istifa” şeklinde yürüyen gösteriler, vatandaşın siyasi iktidara sesini duyurma çabası değil de,  meğer ne “büyük bir küresel komplo”ymuş!
Meğer Türkiye’nin son 10 yılda kaydettiği parlak başarılara kastetmişiz!
Sandıkta sonuç alamadığımız için milli iradeye şantaja kalkmışız!
Hükümet cephesinden neler dendi:
Gezi'nin ardındaki küresel komplo…”, “Yerli-yabancı büyük bir koalisyonun çirkin oyunu…”, “Para baronları, faiz lobisi…”, “Reklam tekellerinden Türk medyasına reklam sopası”, “Büyük firmalar kamyonlarla eylemcilere yiyecek-içecek taşıdı...”, “CIA destekli OTPOR örgütü…”
TOMA’lara karşı cesur Türk kadını denen kadın Amerikalı çıktı”…
Öldürülen E. Sarısülük’le ilgili şok fotoğraf “(Terör kampında çekildi dendi, asker hatırası çıktı).
Cami’de içki içildi”, “Bayrak yaktılar”!
Medya aracılığı ile yürüyen psikolojik harp....
Haftanın son günü Diyarbakır Lice’de karakol binası yapılmaması için gösteri yapan köylülere silahla müdahale ve ölüm haberi geldi…
Lice olayı büyük oyunun başlangıcı, açılım sabote ediliyor” açıklamaları…
Hangi olayın arkasında hangi şer güçler, yabancı devletler var bilmemem, varsa devlet araştırır, gerekeni yapar.
Bu olmadığına göre…
Bütün bu komplo teorilerinin, isteklerini silahsız, meşru yöntemlerle dile getirmek isteyen vatandaşları ezme, susturma yöntemi/bahanesi olduğunu düşünmeye başladım!
"Güvenlik görevlileri"nin, İstanbul'un göbeğinde her yaştan ve görüşten insanın yeraldığı barışçı bir gösteriye "Allah Allah" nidalarıyla saldırmasına şahit olduk!... 
Yiten canlar, gözünü kaybedenler, sakat kalanlar oldu. 
Bu komplo teorileri olmasa, toplumun vicdanı bu kadar kör sağır olabilir miydi? 
Başbakan "Polis tarih yazdı" dediğinde tek bir alkış alabilir miydi?
Yıldönümü nedeniyle hatırlayalım... Sivas Madımak'ta onlarca kişinin, meydanları dolduran kalabalığın tekbir sesleri arasında diri diri yakılmasını yaşadık... 
Meydanı doldurmuş bunca insanın beyni yıkanmamış olsa, kafasına oteldekilerin "öteki", "şeytan" olduğuna ilişkin, gözleri kör kulakları sağır eden o yargılar sokulmasaydı, bu mümkün olabilir miydi? 
İnsanlar alevler içinde can çekişirken, büyük bir huşu ile dua okuyup, bu yangını çıkardığı için Allah'ın kendisini cennetine alacağına inanabildiler! 

Kuşkusuz, siyasi iktidar veya yerel yönetimler vatandaşın oyunu alarak gelmişlerdir ve kendi programlarını uygulayacaklardır. 
Ancak vatandaşın bazı projelere gösterdiği tepkiye demokratik olgunluğa yakışır şekilde karşılık vermek, dinlemek, projeyi yeniden gözden geçirmek, gerekirse iptal etmek de sağlıklı bir demokrasinin vazgeçilmezi sayılmalı…
Başbakan, parkına, çevresine sahip çıkmak isteyen gençlerin isteklerini dikkate almayı  “zafiyet” sayıp biber gazı ve TOMA’larla dağıtmayı tercih edince iş büyüdü, hükümet karşıtı gösteriler hale geldi…
Muhtemeldir, Lice’de “Savaş değil barış istiyoruz” pankartı ile karakol inşaatını protesto eden köylünün sesine de kimse kulak vermeyecek,  göstericiye kurşun atan jandarma kahraman ilan edilecektir…
Nasılsa göstericiler falanca komplonun parçasıdırlar, "öteki"dirler!

Ve maalesef normalleşme ve toplumsal barış yerine gerginlik ve şiddet tarafında kalmaya devam edeceğiz, gibi görünüyor.
Bu tutum, “süreç” açısından da hiç hayra alamet değil.
Gezi şehidi” diye uğurlanan Ethem Sarısülük’ün ailesini ziyaret edenler arasındaydık.
Meğer Ethem’in babası Özal dönemi mağduru bir öğretmenmiş… Baba Muzaffer Sarısülük’ün,  Başbakan Turgut Özal’a yazdığı bir mektup yüzünden hayatı kararmış. Sonunda akıl sağlığını kaybetmiş adamcağız, köyünde sokakta yaşamaya başlamış… 
Öyküsü insanın yüreğini acıtıyor… 
Baba oğul, iki nesil, ceberut devletin mağduru olmuş
ABD ve AB’nin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “Gelişen Ekonomi”leri istikrarsızlığa sürüklemek için bu tür “Barışçıl Gösterileri” kışkırttığı senaryosu da var.  
Bursa’da bir arkadaşım, olayların arkasında “OTPOR” diye bir örgüt olduğuna inanmış, bana bu kesimin düsturu sayılan Amerikalı Gene Sharp’ın “Diktatörlükten Demokrsiye/Kurtuluş için teorik bir çerçeve” adlı kitabını göndermiş. Merakla okudum.
Kitap, bir “Diktatör ”ün demokratik, tamamen barışçıl gösterilerle nasıl koltuğundan edileceğini anlatıyor…
Şimdi İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da somut bazı taleplerle başlayıp yönetime tepkiye dönüşen bu gösterilerin arkasında CIA destekli esrarengiz örgüt bağlantıları keşfetmek bana aşırı kurgu geliyor…
Zira, insanlar Türkiye’de “diktatörü yıkmak” için sokağa çıkmadı; meşru somut istekler için çıktı; ama iktidar bunları kale almayıp “diktatörleşti”… 
Bu yüzden ne “Türk baharı” yorumları gerçekçi, ne de “OTPOR Tezgâhı”…
Ve ekonomi…
Evet Türkiye’de ekonomi çok iyi görünüyor, adaletsiz de olsa büyüme var. Fakat gözden kaçırılmak istenen başka bir şey var: 
Dış borçlanmaya ve ithalata dayanan bu çark uzun vadede sürdürülebilir değil…
Yılın ilk 5 ayında ihracat 62 milyar dolarda kalmış, ithalat 104 milyar doları geçmiş…
Yapısal cari açıkları kapatmak adına memlekette para eden ne varsa satışa çıkarıldı.
Her ciddi proje dış kredi ile yapıldığından borç kartopu gibi çoğalıyor.
İş Gezi Parkı gibi, insanların ortak yaşam alanlarına kadar dayandıysa, bir yerden nasıl olsa patlayacaktı…

İyi pazarlar…