30 Aralık 2013 Pazartesi

Krizi yine ‘yabancı’ mı çözecek?

Ekonomi iyi görünürken, ne oldu da birden AKP hükümetinin sonunu getirebilecek bir kriz patladı? Belki de ilk kez, iktidarın “yoğurt yeme tarzı”ndan kaynaklanan bir krizle karşı karşıyayız. Ama şekil farklı da olsa, bu bir krizdir, çözümü de gayet “ekonomik” olacak. Soru şu: Krizi kim çözecek?

Ekonomide her kriz bir “tıkanma” anıdır. Çıkışın şekli de, ekonominin gelecekteki yönünü belirler.
Hatırlayalım krizleri...
1929 krizi, diğerlerinden hem nedeni hem de sonuçları itibariyle tamamen farklıdır.
Kriz, “dışarıdaki” kapitalist dünyada çıkmıştır.
Çözüm olarak da Türkiye ekonomisi adeta sınırları kapatmış, devlet eliyle “milli sanayileşme” planları yapılmış, “korumacılık”,“devletçilik” ön plana çıkmış. Türkiye sadece krizden kurtulmakla kalmamış, 1930’lu yıllarda dev bir sanayi hamlesi gerçekleştirmiştir. Örneğin Bursa’daki Merinos, SunğipekKaracabey TİGEM ve birçok ilde şeker fabrikaları vs. bu dönemin eseri. Yani Türkiye krizi bir kalkınma hamlesine dönüştürmüş…
Ancak 1948 krizinde işin rengi değişti. Savaş sonrası dünya Kapitalist ve Sosyalist olarak iki kampa ayrılmıştı. Türkiye her ne kadar iki tarafa mesafeli görünse de, alttan alta kapitalist kampa yaklaşmıştı. Kriz de ilk kez batının formülleri ile halledildi:  Tarım ürünlerine düşük fiyat politikası, varsıl azınlıklara yüklenen “Varlık Vergisi”, Hububat Vergisi… derken ilk kez devalüasyonla tanıştık ve para iki kat değer kaybederek dolar 2,8 TL oldu.
1954 krizi, Kore Savaşı’nın bütçeyi zayıflatması ve artan dış borçlardı. Kriz, dışarıdan “sermaye ithali”ne ayarlanmış “serbestleşme” ile aşıldı.
Artık ekonomi kapitalist kampın hizmetine hazırdı!
Ve “Dış ticaret açığı” ile tanıştık.
Bu sancılarla 1958 krizi geldi. Artık dolar ve devalüasyon her an kriz kaynağıydı.
Çözüm, siyasette 27 Mayıs, ekonomide “ithal ikamesi”ydi, iç pazara dönük…
Yani batının mallarını satın alacak tüketici bir toplum yaratılacaktı.
Yabancı lisanslarla yerli üretim devri başladı.
Ve IMF Programı’nı ilk kez 1969’da yedik!
Dış kredi, ithalat…
Ekonomi günden güne hem sanayi üretimi hem de finansal bakımdan batılı firmaların kontrolüne giriyordu.
Yerli Malı” haftaları; “ulusal sanayi”, “planlı kalkınma”, “karma ekonomi” düşleri taşıyan“Kemalist” ve “laik” kesimlerin son çırpınışları oldu.
“Döviz krizi”…artık iktidarların korkulu rüyasıydı.
Ve 1974 Petrol krizi dış açığı büyüttü.
Anadolu’da esnaf, sanatkâr kesimi hareketlendi, irili ufaklı işyeri sayısında patlama oldu. Çoğu iç tüketime dönük işletmeler mantar gibi çoğaldı. Bunlar bir anlamda, Ecevit’in de etkisiyle, krizi, yoklukları yerli üretimle aşma çabalarının meyveleriydi.
Ancak siyasi muhalefetin, özellikle de çalışan kesimlerin sendikalarıyla sosyal adalet, pastadan daha fazla pay alma çabaları… 1979 krizi ve çözüm olarak, 12 Eylül… 
Ünlü 24 Ocak Kararları, kapitalist entegrasyonda en önemli halkaydı.
Askerin çözümü, pastanın pay edileceği masaya silahı koymak oldu.
Artık ekonominin tamamen batıyla entegre olması, buna direnen kesimlerin susturulması gerekiyordu.
1986 ve 1991 krizi, bankacılık sisteminin entegrasyonuyla sonuçlandı.
1994 krizi örneğin, tekstil, otomotiv gibi belli başlı sektörlerde küçük çaplı yerli firmaların kapanmasıyla sonuçlandı. Sadece yabancı markalarla ortaklık vs. yapanlar ayakta kalabildi. Ve bu “Küresel oyuncu” olmanın zeminini oluşturdu.
Dikkatinizi çekerim, bütün krizlerin siyasal sonuçları oldu.
Hepsinde hükümetler gitti, geldi…
Bakmayın siz siyasetteki kayıkçı kavgasına… Perde arkasında ipler hep patronların elinde  oldu.
En son 2001 krizi, iktidar partisinin sandığa gömülmesiyle sonuçlanmıştı.
Kriz, “tek kutuplu” hale gelen dünyada, “neo-liberlizm” denilen vahşi kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir yapılanmanın gecikmesiydi…
Ulusalcı-milliyetçi-milli sanayici” koalisyonun içindeki itişmeleri, yasaları vs. “ayakbağı” sayan küresel güçler, “gerekli bütün yapısal programı acilen başlatacak, şöyle, koalisyonsuz, her dediklerini şak şak yapacak bir hükümet” arıyorlardı.
Dizaynı AKP oldu!
Erdoğan hükümetleri, 2002’den beri AB ve ABD yönetimlerinin bir dediğini iki etmediği için ayakta kalabildi.
Sistem, krizleri, tıkanma noktalarını, kendi yöntemleriyle, sorunsuz çözebildi.
Ama bu sefer, hükümet başındaki çorabı kendisi ördü. Bu kafayla da içinden çıkamayacak.
Asıl kriz mi?
Cari açığı değil normal, kayıt dışı ticaret ve kara parayla bile çevirmek zorlaştı…
Şimdi sorun şu:
Bu krizi yine küresel güçler mi çözecek; kendi çıkarına göre,
Yoksa biz mi çözeceğiz; memleket yararına!
İyi pazarlar…

23 Aralık 2013 Pazartesi

İktidarın aşil topuğu...

Başkentte ortalık toz duman. Senaryo üstüne senaryo üretiliyor. Bunlar sadece Başbakan’ın, milyarlarca dolar yolsuzluk, kaçakçılık, kara para suçu işleyenleri değil, onları gözaltına alan polis ve savcıları suçlaması, olayı “kendilerini seçimle deviremeyenlerin, dış mihraklı, çirkin operasyonu” olarak nitelendirmesinden ibaret değil.


Türkiye yolsuzluk, vurgun, kamu kaynaklarının yağmalanması, devlet eliyle zenginleşmeden çok çekmişti.
Genelde, siyasi iktidarla ilişkileri bozulanların dışında, bu “hortumculara” hiçbir şey olmamış, yapanın yanına kalmıştı.
Adalet  ve Kalkınma Partisi  “Adalet”, “Kalkınma” gibi isabetli sözcükleri kullanıp Yolsuzluk, Yoksunluk ve Yasakla mücadele edeceğini söyleyince hakikaten “Ak” olduğuna toplumu ikna etmiş, ardı ardına seçilmişti.
AKP iktidarının ilk dönemi, kamu bürokrasisinde, devlet kurumlarında, hatta özel sektörde “el değiştirme” dönemi sayılabilir. Bunun da “masum” görünen bir yanı vardı.
Hatta kamu harcamalarındaki artış, altyapı yatırımları vs. ile bu dönem gerçekten, bana sorarsanız,“başarılı” oldu. En azından uzun dönemdir özlenen istikrar, birçok sorunun hasarsız atlatılmasını sağladı.
Ancak hem yerel yönetimlerde hem de merkezi iktidarda oyu artırıp, “seçimi garanti” sayılmaya başlandıkça, iktidarın “adalet” ve “kalkınma”yı parti tabelasında bırakmaya başladığına şahit olduk.
11 yılda artık “hükümet = devlet” durumu netleşti.
Bu muhafazakar yapı, Batıdan, TÜSİAD gibi sermaye temsilcilerinden tam destek görür oldu.
“Laikliğin bekçisi” sayılan ordu da iktidarla, “Ergenekon” operasyonlarını yapacak düzeyde hemhal oldu.
Artık astığı astık, kestiği kestik,  kendisine itiraz eden herkesi cezalandırabilen; istediğini işinden eden, iflas ettiren, kapıya bıraktıran;  istediğini en kıyak işleri verip kısa zamanda zengin edebilen bir başbakanımız olmuştu...
Tabii bu “otoriterlik” sadece halkın, siyaseten de muhalif olanların üzerine polis zoruyla, gazla, copla, TOMA’yla gitmekle sınırlı kalmadı.
Kendisini destekleyenler de teker teker bu otoritenin hışmına uğradı.
Son operasyonların ardında, başından beri “iktidar ortağı” ve destekçisi olan bir grubun olduğunda herkes hemfikir.
***
Senaryo çok dedim ya…
Örneğin, medya çevrelerinde ve başkent kulislerinde hayli benimsenen bir senaryoya göre, bakan çocukları, Ali Ağaoğlu gibi dönemin en zengin müteahhidinin gözaltına alınması ile başlayan operasyonun ardında Gülen cemaati var.
Ama işin esrarengiz yanı Gülen grubunun salt bir inanç grubu olarak kabul edilmiyor olması. İddia sahiplerine bakarsanız, Gülen doğrudan ABD ve CIA, hatta MOSSAD ile işbirliği içinde. “Devlet”teki, polis ve diğer birimlerdeki etkinliğinin altında da bu yapılanma var. Ve hükumet de bu durumu bildiği için Gülen cemaatine toptan bir “tasfiye”yi göze alamıyormuş!
Emniyet istihbaratı gibi en kritik birimlerin bu grubun kontrolünde olduğu dillendiriliyor. Örneğin Başbakan’ın telefonlarının dinlenmesi ve ortaya çıkan “böcek”ler de böyle açıklanıyor.
Bu satırlar yazılırken 4 bakanın istifa dilekçesini verdiği haberleri çoktan çıkmıştı. Ama her nasılsa bu bakanlar Erdoğan’ın çevresinde dolaşmaya devam ediyordu.
“Fidan’ı yedirtmeyen” Başbakan, anlaşılan bakanlarına sahip çıkmaya son ana kadar devam edecek.
Nereye varır bilinmez…
Ancak ortada bir bilek güreşi olduğu ve kazanacak şeyin “güç” olacağı ortada.
Belki Başbakan 4 bakanı kurban verip, “Bakın yolsuzluluğa bulaşanları atıyoruz” iddiası ile yeniden yıldızını parlatmayı deneyecek.
Ya da, yolsuzluğa bulaşmış bakanlarıyla kader birliğini seçip “Bakanımı yedirtmem” ısrarıyla, rakibine karşı hem kamuda hem de özel sektörde yaygın operasyonlara girişecek… Hakimi, savcıyı, soruşturmayı yürüten polisleri suçlayıp elini kolunu bağlayacak...Yolsuzluğa bulaşmış bakanları, diğer yöneticileri vs. ile kader birliği etmeyi tercih edecek...
Ama bunu yapmak da o kadar kolay değil.
Zira, rakip güreşçi diğer bakanlar gibi Başbakan’ı da aşil topuğundan (oğullarının vakıf ve gemi şirketlerinden), ha yakaladı ha yakalayacak…
Bu kavgada zafer kimin olur?
Bilemem…
Doğrusu, ipler dışarıda olacaksa, kimin kazanmış olacağı hiç de ilgimi çekmez.
***
Artık bir “Temiz Eller Operasyonu” ile memleketin bağırsaklarını temizleyeceği; haramilerin, zavallı halkın, onca yetimin, garibin gasp edilen paralarını kusacaklarını düşünecek kadar da “hayalci”olamıyorum…
Olsun, yine de bunu hayal etmenin ne sakıncası var?
“Milli iradeye saygısızlık” etmiş sayılmam değil mi?
Aman aman...
İyi pazarlar…

16 Aralık 2013 Pazartesi

Atçalı Kel Mehmet boşuna mı can verdi?

Başkent sokaklarında dolaşırken, tezgâhtaki bir kitap ilgimi çekti: Atçalı Kel Mehmet İsyanı
Atçalı Kel Mehmet” diye bir şey duymuştum; ama “Kelle Kesen Kör Hasan” gibi soyut bir isim sanırdım. Meğer o da Anadolu’da merkezi yönetimin baskılarına dayanamayıp silaha sarılan onlarca isyancıdan, efeden, zeybekten birisiymiş…
Düşünüyorum da… Bu topraklar, coğrafyamız isyancı, ayaklanmacı yetiştirmekte ne de çok mümbit, bereketli!
Bir değil, beş değil… Sadece Cumhuriyet değil, Osmanlının en parlak dönemlerine kadar uzanan büyük bir geleneğe sahip bir başkaldırı kültürü!
Anadolu’da devlete başkaldırı olayları ve kahramanları o kadar çok ki…
Pir Sultan, Köroğlu, Dadaloğlu, Atçalı Kel Mehmet, Baba Zünnun, Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, Babanzade Ahmet Paşa, Celali isyanları, Kalender Çelebi, Mir Muhammed İsyanı, Şahkulu İsyanı, Şeyh Bedreddin isyanı, Deli Hasan, Abaze Mehmet Paşa, Katırcıoğlu, Karayazıcı, Börklüceli, Düzmece Mustafa İsyanı, Yörük Ali Efe, Demirci Mehmet vs…
Sonra Cumhuriyet döneminde Şeyh Sait, Dersim vs. bir yığın isyan.
Tarih, son yaşadığımıza da “Kürt Apo İsyanı” mı diyecek, bilmiyorum…
Vardığım sonuç şu: Demek ki, bizde padişahlar değişmiş, hatta imparatorluk yerini cumhuriyete bırakmış, iktidarlar değişmiş, değişmiş… Ama devletin vatandaşa karşı bakışında çok da fazla bir şey değişmemiş…
Devlet ile vatandaş arasında “gönül bağı”nı bir türlü kuramamışız.
“Devlet hakimiyetinin tesisi”ni adalette, iyi yönetimde, insanların kalplerinde değil,  hep asker, polis gücünde aramışız. İtiraz eden, eleştirenlerin üzerine de hep ordu gönderilmiş, düşman sayılmış, darağaçlarında sallandırılmışlar.
Bakınız, kitabın adı: Atçalı Kel Mehmet İsyanı (Afyon İhtilali 1829-1830)). Yazarı Ali Haydar Avcı.Barış Kitap’tan çıkmış. Kitabın sonunda yerli yabancı bir yığın zengin kaynakça gösterilmesi dikkat çekiyor.
Atçalı Kel Mehmet, Aydın Atçalı köyünde çocukken babasını kaybetmiş, anası boğaz tokluğuna toprak sahiplerine çalışan bir ırgattır. Genç yaşta köyün zengini Şerif Hüseyin’in kızına aşık olur. Fakirliği yüzünden kız verilmeyip aşağılanır, hatta saldırıya uğrar. Bunun üzerine kendisini, sonra ailesini koruma için kavga etmek zorunda kalır, dağa çıkar. 
Kızı zorla kaçırır, alır, evlenir. Artık devlet güçleri peşindedir. Bölgede vatandaşın devlete, özellikle de yüksek vergiler yüzünden duyduğu tepkilerden destek alarak bir çete kurar. Halk, Osmanlı'nın ağır vergi ve zulmünden inim inim inlemektedir. Zenginlerden alır fakirlere, kimsesizlere dağıtırlar. "Fakir babası" olmuştur. Adalet isteyen onlara başvurur… 
Derken, bütün Aydın civarında fiilen hâkimiyet kurar. Aydın, Manisa, Denizli, İzmir, hatta Kütahya civarı...
Artık mesele çoktan bir aşk meselesi olmaktan çıkmış “halk isyanı” lideri oluvermiştir.
Osmanlı devleti üzerine askerler gönderse de bir süre askerleri bozguna uğratır ve İstanbul hükümetine “müzakere” önerir!
Bakınız, Atçalı Kel Mehmet, 1829’da, Osmanlı yönetiminden neler istemiş. 
Tam 6 madde, açık, net: 
  1. 1.Tüm emeği ve tarlaları, bahçeleri, hayvanları çeşitli yollarla ele geçirilen köylülerin üzerindeki baskıların dizginlenmesi,
  2. 2. Ağa, bey ve tefeci kapılarında karın tokluğuna ırgat, yarıcı haline getirilen halkın durumun düzeltilmesi ya da en azından iyileştirilmesi,
  3. 3. Serbest ticaretin ve tarımın korunması,
  4. 4. Güvenlik ortamının yaratılması, seyahat özgürlüğünün (bir vilayetten diğerine gitme) sağlanması, dirlik ve düzenin sağlam temellere oturtulması,
  5. 5. Adaletsizliğe yol açan kanunların düzeltilerek daha eşitlikçi kanunların çıkarılması,
  6. 6. Yıllarca sürerek insanları bitirip tüketen –ki bu süre en az on yıldır- üretimden koparan, ocakları söndüren, halkın başının belası olmuş askerlik angaryasının yeni esaslara bağlanması.

Atçalı Kel Mehmet Efe, Padişahın kendisini muhatap alıp, bu dileklerini yerine getirmesini, yöre halkının sevinmesini beklerken, Aydın'a bindirilmiş askeri birlikler nakledilir. 
7-8 bin silahlı adamı vardır. Tepecik köyü civarında askerlerce kuşatılıp öldürülür (10 Haziran 1830).
Kitabı okurken farkettim ki, Sultan 2. Mahmut, Kel Mehmet'e nasıl davranmışsa, iki asır sonra hala devlet yönetiminde, iktidarların muhaliflere bakışı neredeyse aynı:
"Eşkiyadır, dinsizdir, tez kellesi alına..."
Kel Mehmet'in niye isyan ettiği yukarıda madde madde yazılıyor...
Aydın halkının feryadını ifade eden bu listede bugün anormal bir şey görebiliyor musunuz?
Ama devletin, buna kılıçla, mermiyle müdahalesi değil; yardım elini, şefkatini uzatmasının bugün bile çoğumuza garip, “anormal” gelebildiğini hissediyorum.
Yine de boşuna can vermemiş bizim  Kel Mehmet Efe..
İyi pazarlar.

9 Aralık 2013 Pazartesi

‘Yarınlar’a inancın simgesi: Mandela

Dursun EROĞLU
Afrika’da “siyahi”lerin en güçlü özgürlük sembolü Mandela, 95 yıllık sıra dışı bir yaşama veda etti. Mandela, yıllarca sıradan bir isyancı, asi,  yoksul siyah halkı beyaz azınlık yönetimine karşı mücadeleye örgütleyen bir “bozguncu” olarak hapishanelerde süründükten sonra, devlet başkanlığı koltuğuna oturmuş, düşlerini gerçekleştirmiş bir liderdi.
Başarısının kaynağı da galiba yılgınlık ve yorgunluğa düşmeden,“yarınlara inanması” oldu.
 Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı ve Afrika Ulusal Kongresi Başkanı sıfatıyla dünya siyasetinde farklı bir yere sahip olan Nelson Mandela (Hamba Kahle Tata Madiba,1918 – 2013) sahiden bir efsaneydi…
Örneğin 30-40 yıl önce, fıkır fıkır delikanlıyken gazetelerde ona yapılan kötü muamelelerle ilgili haberler okurduk. Hapishanelerde açlığa, dayağa, işkenceye direnmeler… “Boyun eğmeme”ler…
Gözümüzde bir kahramandı.
Sonradan on binlerce insanın canına malolan ABD destekli ırkçı beyaz Apartheid rejimi “zenci açılımı” gibi bir şey yapmak durumunda kaldı ve zencilerin beyazlarla eşit yurttaşlığını kabul etti. Tabi bu karar da Mandela’yı devlet başkanı yaptı. Zira nüfus, ondan yanaydı.
Açıkçası Güney Afrika’yı gidip görmediğim için Mandela döneminde bu ülkede neler olduğunu bilmiyorum.
Ama, anlaşılan Mandela  ABD destekli “beyaz” kesimlerle uyumlu bir yönetim sergilemeyi başardı…
Ölümünden sonra internetten tıkladım. Mandela’nın en çok Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü reddetmesi hatırlanıyor.
Baktım ki, Kenan Evren’e, NATO Genel Sekreterine, Japon prensine verilen bu ödülü, 1992’de hangi koşullarda almadığını bilmiyoruz. Ama kişisel olarak Mandela’nın Atatürk adına sempati beslemiş olacağından eminim!
Neyse, Mandela’dan geriye hatırası kaldı.
Hatıra derken, örneğin bir kitabı: Un Long Chemin Vers la Liberté/Özgürlüğe Giden Uzun Bir Yol.
Umarım Türkçeye çevrilip basılır. Bence özellikle siyasilerin buna ihtiyacı var.
Bakın Mandela kendisi için ne diyor:
Yaşamım boyunca kendimi Afrika halkına adadım. Beyazların ve de siyahların baskıcı yönetimlerine karşı mücadele ettim. En pahalı düşüm, herkesin eşit şanslara sahip olarak uyum içinde yaşadığı özgür ve demokratik bir toplum oldu.  Umarım bunu görecek kadar yaşarım. Fakat bu, gerektiğinde bu uğurda ölmeye hazır olduğum bir düştür.”
Kitaptan en çok alıntı yapılan ve Mandela’nın yaşam deneyimlerinden süzülen bazı cümleler ise şöyle:
- “Bazı şeyler, biz yapıp bitirene kadar imkansız gibidir.”
- “Şunu öğrendim ki, korkunun içinde yer almadığı bir cesaret yok. Fakat iş, o korkuyu yenebilmekte.”
- “Özgür olmak, sadece kişinin kendi zincirlerinden boşanması değil; başkalarının özgürlüğünü destekleyen ve ona saygı duyan bir yaşam tarzına sahip olmasıdır.”
- “Politika müzikle desteklenip güçlenmiş olabilir, fakat müziğin politikaya meydan okuyan bir gücü vardır.”
- “Büyük riskler alan insanlar, sık sık bunların ağır sonuçlarını göğüslemeyi  de beklemek zorundadırlar.”
- “Bir gökkuşağı ulusu (Mandela’nın ulus tanımı bu. Bütün farklı ırk ve renkleri bir arada tutan bir ulusu, toplumu kastediyor) kendi içinde ve dünya ile barışıktır.”
- “Özgürlük ne saygın bir şey… Zira güneş asla insanlığın en gösterişli zaferleri üzerinde batmıyor…”
- “Eğitim, dünyayı değiştirmek için en güçlü silahınızdır.”
- “İyi bir kalp ve iyi bir ruh her zaman harika bir uyumdur.”
- “Para başarıyı yaratmayacak. Onu yapacak olan özgürlüktür.”
- “Cesur insanlar barış adına özür dilemekten korkmazlar.”
- “Ben Mesih falan değil, olağanüstü koşulların lider yaptığı sıradan bir adamım.”

Koşullar ne olursa olsun, ideal, hayal ve düşlerin yuvası “güzel yarınlar” bir gün mutlaka gelecek!
İşareti de Mandela, değil mi?
İyi pazarlar.

2 Aralık 2013 Pazartesi

IMF’den bir ‘aferin’ daha aldık!

Dursun EROĞLU
Türkiye’nin, IMF’ye borçları “sıfırlamış” olmasını, IMF’nin ipinde oynamaya son verme anlamına geldiğini düşünenler fena halde yanılıyor. IMF’nin geçtiğimiz hafta açıkladığı “Gözden Geçirme Raporu” da bunun kanıtı.

Sevgili okurum, bu IMF konusu çok netameli…
Zira dünyanın pek çok yerinde, özelikle de “üçüncü dünya” ülkelerinde, sol, sosyalist veya yeni bağımsız ülkelerde IMF, “emperyalizmin temsilcisi” olarak görülür. Onlara göre, IMF aslında devletleri Amerikan ve batılı büyük finans merkezlerinin çıkarları doğrultusunda biçimlendirme aracıdır, bir tür boyunduruktur. 
Nitekim, başta Güney Amerika ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede uygulanan “IMF Reçeteleri” ekonomik kriz, işsizlik, pahalılık ve adaletsizlikten başka bir şey vermedi.
Fikirlerine çok değer verdiğim ekonomi hocalarından birisi, bir söyleşi sırasında, IMF’ye tepkilerle  bir anlam veremediğini söyleyip,  “Yav IMF dediğin bir doktordur. Ona hastalandığın zaman gidersin. Memlekette her şey normal gidiyorsa, kimse zaten IMF’ye gitmez. Krizdeysen, can çekişiyorsan,  gidip kapısını çalarsın, hatta yalvarırsın, sana verdiği o acı ilacı da içmek zorundasın” demişti.
Gerçekten de kronik sorunlarını çözemeyen Türkiye ekonomisi, düzenli olarak 3-5 yılda bir krize giriyor, kriz genellikle döviz kıtlığı ve yüksek devalüasyonla patlıyordu.
Çare de gidip IMF kapısında kredi dilenmek oluyordu.
IMF de bu krediyi vermek için genelde kamu harcamalarını kısıcı “reçeteler”  şart koşardı.
Acı ilaç” bizde IMF denince akla ilk gelen sözlerde birisidir. Zira, “IMF Reçeteleri” öteden beri hep çalışanları; işçiyi, memuru, küçük esnafı ve tarım kesimini vurdu. Protesto gösterilerinde, pankartların üzerine en çok yazılan ifadelerden birisi IMF'dir. 
IMF reçeteleriyle sendikalar çökertildi, işyerlerinde taşeronlaşma hızlandı, esnek çalışma diye çalışanın işyerine aidiyeti ortadan kaldırıldı, reel ücretler sürekli düşürüldü.
Bugün ekonomide "başarı"nın sırrı da buradadır, bunda da IMF'nin katkısı, yönlendirmesi vardır!
Ama siz IMF reçeteleri, "kemer sıkmalar" için “bunlar geçmişteydi” diyorsanız, henüz buharı üzerinde son IMF Raporu’na bakmanızı öneriyorum.
27 Kasım’da açıklanan 4. Madde Gözden Geçirme Raporu’unda, özetle Türkiye’ye “Aferin doğru yoldasınız” deniyor.
Türkiye ekonomisi 2012 yılında dengesizlikleri büyük ölçüde giderdi. 2013’de yüzde 3,8 büyüme bekleniyor…”
Bankacılık sistemine övgüler dizildikten sonra ekonomi yönetimi uyarılıyor: “Kişisel harcamalar ve kamu yatırımları büyümeyi sağlayan en önemli etkenler olarak öne çıkıyor. İç talebin gücüne bağlı büyümeye dönüş, cari açığın artmasına büyümeye ve enflasyonun hedefin üzerinde kalmasına sebep oluyor.
Yani “Vatandaşın tüketim harcamalarını frenleyin”, diyor…
Hükumet ne yaptı, aynı gün?
Kredi kartlarında vadeleri kısalttı. Konut, araba, elektronik eşyada vatandaşın harcamalarını frenlemeye dönük kararlar açıkladı.
Diyeceksiniz ki ne var bunda!…
Evet, insanlar elindeki kartlarla, kazanmadıkları parayı harcıyor.
Bankalar topladıkları mevduatın üzerinde kredi vermeye başladılar (Mevduat/kredi oranı yüzde 113 olmuş. Bu bir rekor)…
Evet, borçlanmayı frenlemek masum görünüyor. .
Ama arkasında IMF Raporu olduğunu düşününce işkileniyorsun.
Neden mi?
Malum bizde büyüme iç talebe bağlı…
Vatandaş kredi kartları ile gırtlağına kadar borçlanacak…
Üretim de ithalata bağlı olduğu için, memleketin ithalatı patlayacak…
Bu cari açık demektir.
IMF cari açık ekonomisinin asıl mimarıdır.
Çünkü “cari açık” memlekette gözü kara bir özelleştirme, rant/talan alanı, dışarıya borçlanma, her projeyi dış krediyle –tabi Hazne garantili- yapmayı zorunlu hale getirir! Bunlar daha fazla vergi, daha az sosyal devlet vs. demektir.
Peki IMF cari açığı neden bir risk olarak görür?
Hani halk arasında bir söz vardır; “Sağılan inek kesilmez” …
Bakınız, on on iki senede yabancıya ana para ve faiz olarak tam 500 milyar doların üzerinde para ödemişiz!
Hangi IMF böyle bir ülkeyi riske atmak ister?
Bunun için hem “Aslansın Mehmet sen bu yolda devam et” diyor.
Hem de “reçete” yazmaya devam ediyor.
Örneğin IMF Raporundaki  “…işgücü piyasasını iyileştirecek her türlü eylem önemli olacak” ifadesi…
İşgücü piyasasını iyileştirme”nin ne anlama geldiğini, ekranlara yansıyan çalışanlara gazlı, coplu“müdahale” görüntülerinden öğreniyoruz…
Reçeteyi severim. Ama IMF Direktörlerinin değil, hekimlerin yazdığı reçeteyi.
İyi pazarlar.