Dursun
EROĞLU
Bir
şehirden bir başka şehre, uzun otobüs yolculularında, yol boyunca en çok
dikkatimi çeken şey güneş olurdu. Gideceğim yere varıncaya kadar büyük bir
merakla otobüsün camından çevreyi seyrederdim. İş, okul gibi zorunlu gidiş-gelişler
dışında yolculuk diye bir şeyim olmadığından, belki de bu benim için en büyük
turizm faaliyetiydi… Yol kenarında hiçbir şeyi kaçırmamacasına, merakla çevreyi
gözlerken, gökyüzünde parlayan güneş, bazen sağda solda Anadolu’nun eşsiz
güzelliğini gösterir, bir süre sonra kaybolur ve her şey yavaş yavaş zifiri
karanlığa teslim olur; bazen de kâh nimbusa çalan bulutların arkasından, kâh
bir tepenin üzerinden, ya da bir vadinin derinliklerinden sabah güneşinin yavaş yavaş doğuşunu izlerdim.
Saatler
süren yolculuğun sonunda da aklımda kalan en önemli şey, ilgimi çeken doğal
manzaralardan başka, güneşin nasıl doğduğu veya nasıl battığı olurdu. Zira, yolumuz
çoğunlukla güneşin doğduğu veya battığı tarafa yönelirdi. Ya eğitim veya
çalışma için doğudan batıya, Bursa, Ankara ve İstanbul’a; ya da bu şehirlerden doğduğum
topraklara, Tokat’a. Yani batıdan doğuya…
Yani her
seferinde bir “güneşe doğru gitme” durumu yaşardım. Yolculuklarda sıkça yaşadığım bu durumdan da,
çocukça bir zevk alırdım.
Sabahları
ufka doğru yol alırken, içimden “Baksana,
güneş karşıdaki dağın arkasında… Bulutları kızartmaya başladı. Hızlı gidersek,
yükselmeden yetişiriz” diye düşünürdüm.
Güneşin
battığı yöne doğru giderken ise içimden şoföre, “Hadi şoför, bas gaza… Güneş karşıdaki tepenin arkasına düşmeden, şu
vadiyi de geçip yetişelim” demek gelirdi.
Sanki güneş
orada bir kayanın üzerinde, kıpkırmızı ateşten bir toptu, hızlı gidince ona
ulaşabilirdim!
***
O gün
İstanbul’daydım, Tokat’a giden otobüslerden birisi için bilet aldım. Hava
güneşli ve güzeldi. Yalnız koskoca şehirde egzoz dumanı, toz ve sigara
kokusundan, ortamın gürültüsünden bir türlü kurtulamıyor; ne havanın güneşli,
ne de gökyüzünün bulutsuz olduğunu hissedebiliyordum. Sıcaklık, nem ve toz
gürültüyle birleşince can sıkıcı bir hal alıyordu.
İnsanların ve
de araçların, arı kovanındaki arılar gibi, sürekli hareket halinde, bir yerden bir
yerlere koşuşturduğu Otogar’da, dışarıdan, boş koltukları görünce, üzerinde “Reşadiye Turizm”
yazan bu otobüsün fazla dolu olmadığını ve sakin bir yolculuk geçireceğimi
sanmıştım. Oysa daha kapıdan içeri girmek için adımımı atarken, üst üste
konulmuş birkaç çuvalın üzerine basarak ilerlemek zorunda kalınca, hayallerim
suya iniverdi.
Otobüs
değil, sanki kamyondu mübarek! Bagaja sığmadığı için otobüsün içine, konulduğu anlaşılan
çuvallar, poşetler, paketler, valizler, hatta kafesler, koltukların altına,
koridora serpiştirilmişti. Eşyalara basmadan ilerlemek mümkün görünmüyordu.
Elimdeki
bilette yazan numaraya bakıp, oturacağım koltuğu aradığımı fark eden mavi
kravatlı muavini görünce, ona koltuğun numarasını söyledim. Muavin, hiç
numarayla ilgilenmeyen bir tavırla, “Hemşerim,
şu boş koltukların birisine oturuver. Senin koltuğuna Fatma teyze
oturmuş” dedi.
Saçını
düzeltmeye çalışan muavinin uykusuzluktan bitkin olduğu besbelliydi. Ama işini
büyük bir ciddiyetle yapmaya çalışıyordu. Ben, koltuğuma oturan Fatma teyzeyi
hiç tanımıyordum.
Neyse ilk
bulduğum boş bir koltuğa oturdum.
Konuşmaları
ve giyinişleri birbirine benzeyen yolcuların çoğunun aynı yöreden; aynı köyden,
hatta akraba, tanıdık olduğunu anlamam zor olmadı.
İlk göze
çarpan ortaklık, dildi, konuşma şekilleriydi.
Bu ülkede
herkes Türkçe konuşuyordu konuşmasına da… Ankaralılar, İstanbullular,
Çorumlular, Tokatlılar… Her bir bölgenin insanı farklı farklı konuşurdu
Türkçeyi. Konuşma, insanın nereli olduğunu ele verirdi. Hatta iki komşu köy
arasında bile bu tür telaffuz farklılıkları fark edilebiliyordu. Gerçi
İstanbul’a, büyük şehirlere gidip gelenler, lise ve üniversite okuyanlar hızla
bu farklılıkları unutuyorlardı; ama köye kapanıp kalanlar, kırk yılın sırtı
sırf zorunlu akraba ziyareti için büyük şehirlere gidenler, yakayı ele
veriyor, konuşmasından nereli olduğu
anlaşılabiliyordu. İki laf ettin mi, köylüler senin nereli olduğunu tam anlamasa
bile, en azından kendi köyünden veya yakın köylerden birisinden olup olmadığını
kesin bilirdi.
Tabi bu
konuda otobüsteki yolculardan bir avantajım vardı, köy dışında büyüğüm,
mektepli olduğum için benim konuşmamdan tam nereli olduğumu çıkaramadılar, sordular.
Ama sanki onları iyi tanıyan bir yabancı gibiydim!
Örneğin
otobüse binerken, basamağı çıkmakta zorlanan bir yaşlı kadının, yanındaki
kadına “Çıkamıyom gız agam...” demesi
onun Gölgeli köyünden olduğunu anlamama yetmişti… Ayağındaki uzun ve siyah çorap
ise adeta beni doğrulayan kesin kanıt gibiydi.
***
Kısa saçı
ile askerden yeni gelmişe benzeyen 25-30 yaşlarındaki Hakkı, kucağındaki çocuğu
koltuğa indirip, kendisine en çok benzeyen yolcuya yöneldi:
“Süleyman, sana güveniyorum. Bak, vallahi
imansız toptancı parasını peşin aldı. Kazakların hepsini satın köyde. Mehmet
ağa da yardım etsin. Sudan ucuz. Reşadiye’de de, köyde de bu fiyattan aşağı kimse bu kazağı
satamaz. Tabii, biz de yolumuzu bulalım.
Ticaret ayıp değil. Anlasın Mehmet ağa artık şunu, kafasına soksun.
Ticaretin neresi günahmış… ”
Otobüse
binerken üzerine bastığım çuvallardan bir kısmı meğer kazakla doluymuş. Adı
Hakkı olan bu genç, “kafası çalışan” birisiymiş. Ara sıra İstanbul’da ucuz,
Reşadiye’de pahalı olan malları akrabalarıyla memlekete gönderir, buradaki ailesine
sattırırmış.
Ama köydekilere
bu işi kabul ettirmesi çok zor olmuş. Sohbet buradaki zorluklar üstüneydi. Hakkı’ya
uzun süre ailesi, “Bırak şu
çerçiciliği... Elimize bir bohça tutuşturup bizi kapı kapı dolaştırma, yakışmıyor”
demiş.
Konuşmalardan
anladığım şu ki, Hakkı’nın babası Mehmet ağa, işin zorluğundan kaçmazmış. Zira
çok daha zor işleri tarlada, bahçede, ahırda yaparken hiç sızlanmazmış bile.
Çok çalışkan, becerikli biriymiş. Ama ticaret ona göre değilmiş! Ticaret nedir,
hiç bilmezmiş.
300 liraya
satın aldığı bir malı 500-600 liraya sattığında, “İyi oldu, ne güzel, iyi para
kazandım” diye sevineceğine, içini
bir suçluluk duygusu kaplarmış!
Kazak
başına aldığı 200-300 lira farkı, bir kazanç olarak içine sindirememiş. O
parayı ceketinin ayrı bir cebinde saklar, sokakta mal sattığı adamları her
gördüğünde, bu parayı geri isteyecekleri duygusuna kapılırmış. Hatta içinden “Şu fazladan aldığım 300 lirayı geri
isteseler de çıkarıp versem, bu vicdan azabından kurtulsam” diye dua
edermiş sanki…
Beyninin ta
içindeki bir yerlerde, bu parayı hak
etmediği, bu paranın kendisine ait olmadığı gibi bir yargı varmış. Kendi
kendine, “Akşama kadar tarlada tırpan
sallayan bir adam ancak hak eder bu 300 lirayı… El kadar kazağı köy içine
götürmekle, çuvala koyup birkaç sokak taşımakla nasıl 300 lira hak etmiş
oluyorum ben” dermiş. Cami imamı ticaretin mubah olduğunu söylese de, o bu
paranın kendisine haram olduğuna inanırmış.
Öyle ki,
onun bu durumunu karısı da fark etmiş. Yaşlı kadın, “Benim de rüyama giriyor herif, sanki onun bunun hakkını, rızkını
yiyormuşuz gibi geliyor bana. Bu yaşa kadar elimizin terini, anamızın ak sütü
gibi helal yedik içtik. Muhannete muhtaç olmadık. Şükür. Bu saatten sonra Allahın
gönlüne güçlük gelmesin, vazgeç bu sevdadan…” demiş.
Ancak zaman
içinde bir şey olmuş. Komşuların, kazak satın alanların kendisine, “Çıkar şu bizden aşırdıklarını, haram
paraları, çaldıklarını…” demesini bekleyen yaşlı adam, “Son sattığın ala kazaklar çok iyiydi. Kışın fırın gibi oluyor. Bir
daha gelirse bana üç dört tane ayır, çok işe yaradı” sözleri ile
karşılaştıkça, içindeki suçluluk duygusunu yenmiş, hafiflemiş, vicdanı
rahatlamış.
Hakkı da
İstanbul’dan düşürdükçe, mevsimine göre, kimi zaman elbise, kimi zaman kol
saati, ayakkabı, hatta okul defteri gönderiyormuş kolilerle, çuvallarla. Kazanç babasının, anapara da kendisinin
oluyormuş.
Vasıfsız
işçi olarak ağır ve pis işlerde çalıştıktan sonra, alma satma işine başlayan
Hakkı, artık para kazanmanın yolunu
öğrenmiş! Eski arkadaş ve tanıdıklarına bile biraz kibirle, “Bırakın enayiliği oğlum. Fabrikatörler,
milyarderler bile ticarete soyundu. İşçilikte, üretmekte, hayat yok”
diyormuş.
***
“- Ankara, Çorum, Amasya, Tokat,
Merzifon abi... Gidiyor, hemen gidiyooorrrr! Kalkıyoooorr. Yolcu kalmasın abiii
Herkes yerineee!..”
Arabanın
takozunu, arka tekerin altından alıp içeri atan ve hızla otobüse girip kapıyı
kapatan bizim muavinin bu anonsundan sonra otobüsümüz işportacıların bağırışları,
ıslık ve motor sesleri arasında İstanbul trafiğini aralamaya başladı.
Otobüs uzun
bir araç konvoyu ile boğaza yönelince, yol kenarındaki binaları ve çoğu batı
dillerinde yazıldığı için okuyup anlam veremediği reklam tabelalarını seyreden
Kara Ahmet’in bütün dikkati, önceden sadece ününü duyduğu, televizyonda gördüğü
Boğaz Köprüsü’ndeydi. Köprüye hayranlıkla bakıyordu. Bu kadar büyük bir köprüyü
düşünde bile göremezdi, muhteşemdi!
İki
oğlundan birisi evlenip İstanbul’da ev kiralayan Kara Ahmet, arada sırada
oğlunu ziyaret için İstanbul’a gelirmiş. Oğlu Ali’yi, gelini ve torunu Tuncay’ı
ziyaret eder, onlara köyden mevsimine göre reçel, pekmez, un, bulgur, tarhana,
turşu vesair getirirmiş.
Üzerinden
geçmeyi pek merak ettiği Boğaz Köprüsü birazdan tamamen ayaklarının altında
olacaktı işte!
Aslında
İstanbul’a üç defa gelmişti ve her seferinde, mutlaka bu köprünün üzerinden
geçmiş olmalıydı. Ama her nasıl olduysa, önceki yolculuklarında köprüden geçişi
uykulu anına denk gelmişti herhalde, köprüyü gün gözüyle görememişti. Ya da
otobüsün içinde giderken, Boğaz Köprüsü’nün üzerinden geçtiğini hiç anlamamıştı…
Ama bu sefer
gün ışığında Boğaz Köprüsü’nün üzerinden geçecekti. Kartpostallara, kitaplara
geçen bu köprüye yaklaştıkça heyecanlandı Kara Ahmet. Otobüs, köprünün ayak direklerine yaklaştıkça,
heyecanı, merakı artıyor; yüzü,
bakışları, hareketleri canlanıyor, hareketleniyordu. Otobüs tam ayak
direklerinin hizasından ilerlerken, koskoca
otobüs geçiyorken köprünün mutlaka sallanacağını sanıyormuş! Sallanma anını
çok merak ediyordu. Çünkü bu köprü uzaktan, asma köprü gibi görünüyordu. Ve
hani, koskoca otobüs geçerken mutlaka o halatlar sallanacaktı! Üstelik sadece kendi altlarındaki otobüs
değil, yolda bir sürü araba vardı… Dingil dingil bir sallanma, direkleri
silkeleyen bir yaylanma olmalıydı bu!
Otobüsün
iki yanından, camdan dışarı bakınca, aşağıda boğazın mavi sularını, suyun üzerindeki irili ufaklı, yerli yabancı
gemileri gördü.
İşte bak, denizin üzerinde gidiyordu!
Kara Ahmet
işte suyun, denizin üzerinde gidiyor! Koskoca otobüsün içinde!
Ama bu köprü
niye sallanmıyordu?
Değil
sallanma, sanki normal yer üstünde, asfalt yolda gidiyormuş gibi gidiyordu
otobüs…
***
Hızı
gittikçe yavaşlayan araç konvoyu, 3-4 ayrı sıra oluşturup, teker teker bir “Nizamiyenin” önünde durmaya başlayınca, köprüden geçme işinin
tamamlandığını anladı.
Kara Ahmet,
köprünün sallanmasını, otobüsle birlikte
sallanan köprüden çocuklar gibi eğlenerek geçmeyi beklerken, araba “şehir içinde gider gibi” köprüden
geçivermişti...
Tam otobüs
durunca bir şey fark etti. O da ne? “Nizamiye”
dediği bu kulübede, köprü gişesinde oturan kravatlı memurlar, her gelen
arabadan para alıyor!
Araba
şoförleri önceden elinde hazırladığı parayı memura arabanın canımdan uzatıyor,
tekrar basıyor gaza! Şaşkına döndü…
Paralar… Paralar…
Kuyruklarda
bekleyen arabalar… Arabalar… Paralar…
Akan
İstanbul trafiği…
Koskoca İstanbul
para verme kuyruğuna girmiş!
“Ne para beee!” diye geçirdi içinden Kara Ahmet ve
çevresindekilere işaret ederek,
“Uşak, şu gişelere bakın. Her yoldan
geçenden para alıyorlar. Hepsinden de neredeyse bir işçi yevmiyesi kadar para.
Bakın, hiç itiraz yok, pazarlık yok, gık yok, tık para!… Vay anam vay!”
“Bu gişelerden birisi sadece bir
günlüğüne bizim köye çalışsa ne olur acaba?” dedi.”
Arada yine iki dudağını dişleriyle
sıkıştırdı:
“Vay anasını bee! Paraya bak parayaaa!”
Çevresinde
oturan yolcular, bu köprüden geçenlerden
alınan paranın miktarını, ne kadar bir
yer kaplayacağını, kaç çuval dolduracağını hayal etmeye başlarken, Kara Ahmet
düşüncelere dalıp gitti:
“Bu köprünün sahibi olacak şahsın cebine,
acaba günde kaç para giriyordur?
Peki böyle bir köprüyü yapmak için acaba kaç
lira harcamış olabilir?
Bir insan bu kadar parayı nasıl
bulur ki?
Hem nerden akıl etmiş denizin
ortasına köprü yapmayı? Biz bir Yeşilırmak’ta bile karşıdan karşıya geçmeyi,
köprü yapmayı beceremiyoruz. Bütün emeklerimiz ırmağın suyuna karışıyor.
Irmağın üstüne sadece ağaçtan köprü yapabiliyoruz. Her seferinde üzerinden
geçerken, sırat köprüsünden geçer gibi ecel terleri döküyoruz. Keçiler tek sıra
olup ancak geçiyorlar karşıya, sallana sallana…
Aşk olsun bu köprüyü yapana! Kazandığı parada da vallahi billahi gözümüz
yok!… “
***
Otobüste
kadın ve çocuklar hariç herkes sigara içiyor. Birisi sönmeden diğeri yakılan
Maltepe sigaraları, ortalığı dumana katmıştı. Tavandaki havalandırma kapağının açık
olması bazen yeterli olmuyordu. Sigara kullanmadığımdan, başım ön tarafından başlayarak ağırlaşmaya başladı…
Böyle
durumlarda hemen aklıma, derisi için yapılan zavallı porsuklar gelirdi.
Porsuklar
çok güzel hayvanlardır. Köyde çocukken çok seyrek de olsa, pelit çalılarının, sonbaharda gazelin arasında gördüğümüz
olurdu. Rengarenk harika bir derisi vardır. Ama bu güzellik onların en büyük
düşmanı olmuştur; çünkü o güzelim derileri için vahşice öldürülürler. Sırf derisi
için… Porsuk eti yiyeni görmedim, duymadım.
Porsuk
neredeyse yere değen gövdesiyle o kadar güzel bir hayvandı ki, görünce, hani
mümkün olsa da canlı yakalayıp sevsen, yumoş yumoş derisi, yumuşacık
tüyleri…
Ama öyle
bir dünya yoktu!
Dünyalar
güzeli küçük porsuk, insanlardan kurtulmak
için can havliyle kaçar, kocaman bir köstebek deliğine benzeyen inine girer,
gözden kaybolurdu. Ama sen misin inine
saklanan… Porsuk avcıları bu duruma
bayram ederdi. Avcılar porsuğun girdiği inin girişine çalı çırpıdan bol dumanlı
bir ateş yakardı. Dumanı da inin içine doğru savururlardı.
Zavallı
hayvan dumandan boğulmamak için kendini can havliyle dışarı attığında da, inin
önünde pusu kuran avcılar hızlı bir refleksle porsuğun üzerine çullanır,
sopayla öldürürlerdi. Rakamı hatırlamıyorum, ama derileri ilçeye götürüp iyi
paraya satılıyordu. Zenginlere kürk yapılıyor denirdi.
Kuru kuru
öksürmeye başlayan çocuklar, eşarbıyla burnunu kapatan kadınlar da benim gibi
dumandan rahatsız olmuştu.
***
İstanbul
geride kaldıkça arabada sessizlik artıyor, sigara dumanlarının yükselişi, bu yolcuların
bu koca şehirden ayrılırken oldukça kederli, düşünceli olduklarını düşündürüyordu.
Sessizliği
6-7 yaşındaki bir çocuğun meraklı sorusu bozdu:
“- Ana bak, Şaban amcamın çalıştığı
fabrika şurada… Bak bak!
-
Yok oğlum. O değil. Onun çalıştığı
fabrika Boğazın ötegeçesinde…
-
Yalancı, baksana, gök mavisi
işlikleri var. Şaban amcamın ve arkadaşlarının da mavi işlikleri vardı. Aynısından.
Bak bak!
-
Elbiseleri benziyor ama amcanın
çalıştığı fabrika bu değil.
-
Yani elbiselerini bu amcalara mı
vermişler? Amcamın elbisesini mi giymiş bunlar?”
Annesinin
sözlerini inandırıcı bulmayan çocuk, kadının desenli beyaz eşarbını
çekiştirmeye ve hırçınlaşmaya başlamıştı ki, anne eliyle, bahçesinde büyük kamyonlar
bulunan bir başka fabrikayı gösterdi:
-
“Bak, şimdi anladın mı? Oradaki
adamlar da mavi işlik giymiş. Burada fabrika işçileri hep mavi işlik giyermiş.
Elbisesi aynı ama birbirlerini tanımazlar bile. “
Çocuk
annesinin bu söylediklerini mantıklı bulmuştu ve bir öneri getirdi:
“Ana, tarlada çalışanlar da amcam
gibi mavi işlik giyse olmaz mı?”
Otobüsteki
4-5 çocuktan birisi, en küçük olanı kucakta. Otobüsün arka tarafında bir beşik
var. Annesi uyuyunca çocuğu o beşiğe yatıracakmış. Diğer çocuklar bir yandan
merakla otobüsün camından dışarıyı seyrediyor, bir yandan da altı eşyalarla
doldurularak düzlenmiş koltuklara yayılmış, poğaça, simit, bisküvi falan
yiyorlar.
Çocuklar otobüsün
camından çerçeveyi seyrederken, kimi zaman bir çocuk parkı dikkatlerini çekiyor,
kimi zaman spor bir otomobili oyuncak olarak düşlüyor, kimi zaman da bu kadar
arabanın nasıl olup da bir yolda, birbirine çarpmadan gidebildiğine kafa
yoruyorlardı. Çocuklardan birisi de Tuzla’dan geçerken yol kenarında gördüğü bir
grup askerlerin içinde ağabeyini aramış, ama bulamamıştı. Ağabeyi askerdeymiş,
altı ayı kalmış teskeresini almaya.
Polis
elbisesi ve arabalarına merak eden ve her pazara çıktığında babasından oyuncak
polis otomobili isteyen küçük Murat bir ara yolun sağındaki kalabalığa yöneldi.
Ön tarafı
çiçekler, kocaman çelenklerle süslenmiş
bir petrol ofisinin girişinde çok sayıda beyaz şapkalı, beyaz eldivenli polis
dolaşıyordu. Yanlarında iki tane mavi-kırmızı ışıkları yanıp sönen polis
arabası vardı. Kafaları kasklı bir başka polis grubu ise yol kenarında tek sıra
olmuş bekliyordu. Polis arabalarının önünde ise siyah bir Mercedes araba
duruyordu. Herhalde devlet büyükleri gelmiş, petrol istasyonunun açılışı için
düzenlenen törene katılmıştı.
Gıcır
gıcır, yepyeni; cam ve metallerinden güneş ışığını insanın
gözüne yansıtan arabalar kalabalığın çevresine park edilmiş; şık elbiseler giymiş zengin kadın ve erkekler
uzun, beyaz örtülü bir masanın çevresinde ayakta bir şeyler yiyip
içiyorlar, yüksek sesli yabancı müziğin
eşliğinde şakalaşıp, gülüşüyor, cıvıldaşıyorlardı. Polisler ise çevrede olağan bir koruma
görevindeydiler anlaşılan. Televizyonda
izlediği film ve diziler nedeniyle polisleri hep kötü adamlara ateş ediyor
zanneden Murat, ışıklı arabayı ve ellerindeki silahları görmese bunların polis
olmadıklarını düşünecekti.
***
İyice ufka
yaklaşan bir bulut kümesi güneşi gizleyince, bu sefer güneşin batışını
seyredemeyeceğim, manzarayı kaçıracağım
diye hayıflanmaya başladım. Hem güneş arkamızda kalmıştı, hem de İstanbul’un
üzerinden yükselen bulut, yaz aylarında bile insanları rahat bırakmayan hava
kirliliği, günbatımını izleme hevesimi kursağımda bırakacağa benziyordu.
Gebze’den
Tavşancık’a yöneldiğimizde önümüzdeki gölgelerin büyüyerek kaybolduğunu fark
ettim. Hereke’ye geldiğimizde, bulutların üzerindeki kızıllık yavaş yavaş
kayboldu. Tepeler, çevredeki fabrikalar, yeşil olmakla birlikte her hangi bir
tarımsal faaliyet olmayan boş araziler, köyler, en uzağından başlayarak teker
teker karanlığa bürünüyor, artık bize görünmez oluyordu.
Otobüstekiler
konuşmamaya, herkes susmaya başladı. Konuşacak konuları bitmiş gibiydi. Çoğu, bakışlarını
uzaklara bir yerlere dikmiş düşünüyordu. Bir süredir otobüsün camından tepeleri
seyreden 50-60 yaşlarındaki Munise teyze, ortalık kararınca başını önüne eğmiş,
gözlerini oğlunun hediye ettiği elbiseye dikmişti.
Üzerindeki
elbiseye dalan Munise teyze, cebinden bir mendili acele acele çıkarıp burnuna
yetiştirdi… Silindi. Meğer gözyaşını
siliyormuş.
Munise
teyze “Ben ağlamayayım da kimler ağlasın”
diye düşünüyordu sanki. Yakın koltukta
oturanlarla konuşuyor. Çaktırmadan dinliyorum.
Munise
teyzenin kocası da babası da fakirmiş. Hem de köyün en fakiri… Bir tarafına inek
ve danaları bağladığı bir evde, uzun seneler iki çocuğu ile baş başa yaşamış. Kocası,
“çalışmaya gidiyorum” diye köyü terk
etmiş, İstanbul’a gitmiş. Aylarca ne para ne yiyecek gönderirmiş. Kadıncağız,
çocuklarına sıcak bir çorba içirebilmek için onun bunun tarlasında çalışır, soğuk
kış gecelerinde çocuklarını ısıtabilmek için onları kendi elbiselerine dolar,
nefesini çocuğun yanaklarına verirmiş. Yakacak iki sırt yükü odun bulduğunda da,
nar gibi kızaran teneke sobayla önleri kızarır; sırtları sedirin, kapı ve
pencere aralarından esen yelle üşürmüş.
En basit yaşama
gereçlerinden bile mahrum olan bir kadının iki çocuğu yetiştirebilmek için
gösterebileceği fedakârlıkları söze dökebilen birisi varsa, beri gelsin!
Anlamaya
çalışıyorum. Şimdi eşi yaşlanmış, köydeymiş. Ama kızı ve oğlu İstanbul’daymış. Çocuklarını bugüne getirmiş olmak, evlenip
mürüvvetlerini görmek onun en büyük gururuydu. Bir yandan hayatını adadığı bu
iki varlık… Diğer yanda kardeşleri, anası ve babasının mezarları, doğup
büyüdüğü topraklar… Emek verip büyüttüğü elma ağaçları, kiraz, asma…
Her şeyini
paylaştığı komşuları ve de köyünden artık ayrılmayı düşünmeyen, “İstanbul mu, dünyada gitmem artık. İnsan
içmeye su bulamıyor, havası bile solunmuyor” diye direten, iyi kötü bir
ömür geçirdiği kocası…
Kadının
yüreği adeta iki parçaya bölünmüştü.
Köyde iken
sürekli İstanbul’daki evlatlarını düşünüyor; İstanbul’a gelince de bir an önce köyüne
dönmek istiyordu. Anlayacağınız artık ne köy, ne de İstanbul ona huzur
veriyordu. Kendisini ne oraya ne buraya ait hissediyordu.
“Gurbet” ve “hasret”, hiç bitmiyordu onun
için.
Yaşlandıkça
bu hasrete bir de korku eklenmişti: Çocuklarından veya kocasından uzaklarda son
nefesini verme korkusu!
Bu korku,
içinde yıldan yıla büyüyordu. Çileyle geçen yaşamında elindeki tek varlık,
yapabildiği tek şeyi, kazandığı servet,
eşi ve çocuklarıydı, köyündeki insanların dostluğuydu. Mutlaka onların da
bulunduğu bir ortamda ölmek, gözlerini son kapatışında bu serveti yanında hissetmek istiyordu. Onların sevgisi ve hayır duası
ile ölemezse, gözleri açık gideceğini, öbür dünyada da çile çekmeye devam
edeceğini düşünüyordu!
İnsan
gözlerini kapatınca, bazen kaybettiklerini seyredermiş!
Munise teyze
otobüs şoförünün yanındaki teypte dönen memleket türküsü ile daha bir
hüzünlendi. Küçük hıçkırıkları kaval, bağlama ve kemanın uyumu ile yayılan
Reşadiye türküsüne karıştı:
“Kel tepenin taşlarını
koyun mu sandın?
Sevip sevip almamayı
oyun mu sandın?
Varamıyom sevdiceğim
yolumuz uzak.
Yolumuza koymuşlar da
demirden tuzak.”
Türkü
içeridekilerin hepsini etkilemişti. Uzun süredir ilk kez insanların müzikten bu
kadar etkilendiklerini ve müziğin bu kadar insanın gözlerini yaşarttığını
izlemiştim. Benim gözlerimi dolduran da, müziğin kendisi değil, işte bu etkileşim
oldu.
Caddede,
işyerlerinde, pazar yerlerinde çoğu zaman burun kıvırdığımız; ütüden geçtik,
özenli, temiz, düzgün bir elbiseyi ancak bayramdan bayrama giyebilen; çoğu
zaman itinasız, bütün makyajı pırıl pırıl çeşme suyuyla yüzünü yıkamak, saçını
taramaktan ibaret olan; çoğu zaman hoyrat, kaba-dobra konuşan, durmadan bir
şeylerin peşinde koşan, tarlada rençber, evde aşçı, anne, baba olan, ter kokan,
yarışır gibi yemek yiyen, şimdi bir ayağı köyde bir ayağı büyük şehirlerde olan
bu insanlarda meğer ne cevherler varmış…
İçten
gelen gözyaşı; insan yüreğinden süzülen, arınan, dünyanın en temiz suyu, en
yalansız, çıkarsız, en yalın, doğrudan şeyi değil midir?
Hiçbir
güzel şeye kolay ulaşamayan, aile ile ekmek kapısı yapan elleri arasındaki yolda
bir çok engelle karşılaşan bu insanların her birisine, türküde sevdiğine giden
yoldaki engele söylenen “demirden
tuzak” nağmesi, kim bilir daha neleri
düşündürüyordu…
Burnuma
keskin bir ayak kokusu geldi. Herhalde yolculardan birisi ayakkabısını çıkarmış
olmalıydı. Köylüler artık eski lastik ayakkabıları genelde terk etmişti, ama el
örmesi yünlü çorap ayakta terledikçe ağır bir koku yayıyordu. İçerisi, ayak kokusu, nefes ve ter kokusuyla
iyice kirlenince “Bu kadar iyi yürekli
insanlar nasıl oluyor da ayağını leş gibi kokutuyor” diye düşünmeden
edemedim ve çaktırmadan oturduğum koltuktan otobüsün havalandırma kapağını
hafifçe kaldırdım.
***
Radyonun
“Ve sayın dinleyiciler, şimdi haberler!…”
diye başladığı bir sırada önümde oturan iki kişinin konuşmalarına gayri
ihtiyari kulak misafiri oluyorum.
“-Kapat şu radyoyu!
-
Haber saati geldi. Haberleri bir
dinleyelim bakalım, sonra kapatırım.
-
Boşver yav, çok meraklıysan ben sana
söyleyeyim haberleri... Valla hepsini ezberledim…
-
…? (Radyo sustu)
-
Dinle! Cumhurbaşkanı şöyle dedi, başbakan
böyle dedi. Ana muhalefetin partisinin başkanı demeç verdi, açıklaması oldu. Verdi veriştirdiler birbirlerine! Sayın
dinleyenler, Güneydoğuda güvenlik kuvvetlerinin dur ihtarına ateşle karşılık
veren 23 hain öldürüldü. Üç erimiz şehit oldu. Trafik kazasında 12 kişi
hayatını kaybetti. Ve vatandaşlarımızın dikkatine, şekere zam, tüpe zam, çaya
zam, sigaraya zam… Zam zam..
-
Sende ne haberler varmış be abi!”
Dinleyen, dalgasını
geçiyordu aslında; ama, adam çok da haksız değildi, haberler üç aşağı beş
yukarı öyleydi. Sahiden de haber bültenlerinde aynı şeyleri dinlemekten gına
gelmişti. Haberlerde sadece ölü rakamları değişiyormuş.
“Canlı yayın yaptın, valla billa sen abi… Peki o zaman muavine
söyleyelim de televizyona kaset koysun, film seyredelim.”
“Televizyon” deyince adamın sanki damarına basar
gibi oldu ve başladı anlatmaya:
“Televizyon mu? Bırak bırak. Tam bir
yalan deryası. Bak, evdekiler yalvarınca, danayı sattım, eve bir televizyon
aldım. Bir süre sabah kalkınca televizyonun karşısına oturdu, akşam uykuları
gelene kadar seyrettiler. Çol çocuk cümbür cemaat… Ben de ahırdan terekten
fırsat oldukça öyle bakıp durdum. Ta gece İstiklal Marşı ile televizyon yayını
kapanana kadar... Sonra usandım.
Yav kardeşim, hep güzel, bahçe
içinde saray gibi evler, arabalar, yemekler, içkiler… Hiçbir filmde inek sağan
yok, çapa yapan yok, tırpan sallayan yok, orak çeken yok, koyun güden yok… Hatta
ve hatta, diyelim bunlar bizim köylü işlerini beğenmiyorlarsa, televizyonda
devlet memurluğu yapan, fabrikada çalışan da yok!… Ye, iç, kadınlarla düşüp kalk,
öpüş, alt üst, ooohhh! Neredeymiş bunlar yav?
Televizyona kansak, sabah kalkınca gördüğümüz ilk kadına kıza niyeti
bozacağız, tövbe tövbe!
Sonra karate filmleri, savaş
filmleri… Yav kardeşim, adam çıkmış, elinde silah takır takır adam öldürüyor… Zannedersin
memlekette savaş var. Kardeşim bizim köyde değil öyle silah çekmek, adam
öldürme falan, en ufak bir şeyde jandarma tepende. Hem adam namus meselesi
olmadıkça bir komşuyu öldürür mü yav? Zaten
çoğu bu memleketin adamı değil. Başka devletten. Çoğunun adı gavurca. Coni,
Casper, Mariya, Delon, melon… Bizim yerli artistler de onları taklit ediyor.
‘Aman Tanrım’mış! Yav bunlar nere bitmiş büyümüşler böyle!”
Konferans
devam ediyor. Konuşma, yerli yabancı filmlerin karşılaştırılmasından, “laf laf laf…” dediği tartışma
programlarına doğru yöneldi. Sonra devletleri dost devletler, düşman
devletler, Türkiye’yi sevenler
sevmeyenler diye ayırmaya başladığında sol yanda oturan komşusu esnemeye
başladı. Ama arkadaşının uyuduğunu fark edemeyen konuşmacı, konferansını horlama
sesi yükselinceye kadar sürdürdü.
***
Geceleri
şehirlerarası yolların tenha olduğu söylenir. Hâlbuki gerçek farklıydı. Üstelik
geceleri yoldaki araçların çoğu kamyon ve otobüs gibi büyük arabalardı. İnsan değil yük taşınıyordu geceleri… Bizim
şoför, karşıdan uzun far yakarak yaklaşanlara, söylenerek yoluna devam ediyordu. Onların “çaylak”
ve saygısız olduğunu söylüyordu. Bu
sözleri söylerken, kendine olan güvenini tazeliyor, rahat görünüyordu.
Öyle derin
bir uykuya dalmıştım ki, horozun sesini duyunca, iyiden rüya görüyorum sandım.
Yatakta sağa sola yuvarlanmayı beklerken, başım birden yanımdaki boş koltuğa
sarktı, boynum kırılacak gibi olunca,
acıyla gözlerimi açtım.
Otobüs yol
boyunca Ankara garajına uğramış, Çorum Sungurlu’da “yemek ve ihtiyaç molası”
vermiş olmalıydı. Demek ki yolda dekliksiz uyumuş, hiç uyanamamıştım.
Boynumu
düzeltip kendime geldiğim bir sırada, arkamdaki koltuğun yanında bir yerlerde
öten ve beni uyandıran horoz bir daha, bir daha öttü.
“-Üü- urüüü- rüü üüüüüü!”
Horozun
sahibine yönelen bir yolcu,
“Ramazan senin horoz uyanmış. Karnı
da acıkmıştır zavallının. İyi sabırlıymış.
Şimdi onu nasıl yemleyeceksin bakalım…”
Meğer
Ramazan, hava delikleri açtığı bir mukavva kutuya dört tavukla bir horoz
yerleştirmiş. Otobüse binmeden önce hayvanları iyice yemlemiş, karınlarını
doyurmuş, onun için yol boynunca hiç birinin gıkı çıkmamış.
Bakışlarından
tebessüm pek eksik olmayan Kara Ahmet takılıyor:
-
“Ulan Ramazan, şu koskoca Tokat’ta
tavuklara kıran mı girdi de taa İstanbul’tan tavuk götürüyorsun köye?
-
Yok Ahmet amca, bunlar öyle senin
köyündeki tavuklara benzemiyor. Senin tavuk günde kaç yumurta yumurtlar? İki günde
bir tane. Onu da yemini eksik etmezsen… Ama bu tavuk öyle değil. Bu tavuklar
her gün yumurtluyor, üstelik bazen çift yumurtluyor.
-
Topal Osman’ın keçisine benzemesin
sonra… Duymuşsundur belki… O da senin gibi tamah etti, İstanbul’dan otobüsle köye
iki keçi ile bir teke getirdi. Keçiler şöyle sütlü, böyle sütlü diyordu. Günde 5-6 litre süt verecekti her birisi. Ama
nerdeee? O keçiler köyde olmadı, bir litre bile süt alamadılar, hayvanlar
soğuldu gitti.
-
İyi baksalardı, öyle olmazdı…
-
…..”
Suluova’dan
Turhal Ovası’na doğru ilerlerken, gökyüzünde sadece Çobanyıldızı parlıyordu.
Samanyolu yıldızları iyice seçilemez hale gelmiş, mavi gökyüzü karanlığın
içinden yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı.
Yaşasııınn!
İşte yine güneşe doğru gidiyordum…
Dışarıda
çiftçiler ya traktörlerin üzerinde ya da yürüyerek yollara düşmüştü. Anlaşılan
herkes tarlanın, bahçenin yolunu tutmuştu. Kirli yün balyasına benzeyen birkaç
bulutun altındaki Turhal Ovası, sessiz ve dingin görünüyordu. Kimi yerlerde
anız, kimi yerlerde sabah esintisi ile hafifçe eğilen buğday başaklarıyla
tarlaların toprağın nemine karışmış kokusunu hissediyordum.
Birkaç
çiftçi sağ yanımızda orak ve tırpanını omuzlamış hasada giderken, biraz ötede
bir köylü elinde bir çapa, pancar tarlasındaki su arkının başında uykulu uykulu
bekliyor, sırasıyla arklara su bağlıyordu.
Bir grup
kadın işçi, bir kamyonetin üzerinde işe giderken, vagonun arkasında ayrıkotu
gibi duran bir erkek, sigarasını tüttürerek uykusunu açmaya çalışır gibiydi.
Güneşin
doğacağı yeri, ufkun ateş gibi kızarmasından iyice işaretlemiştim. Ancak otobüs
ilerledikçe, ufuk çizgisindeki bu kızıllık, bazen ovanın derinliklerine, bazen
de bir dağın üzerine düşüyordu. İşte tam da ufkun kızıllığı karşı dağın üzerine
düştüğünde, önümüzdeki tali yolun kavşağında, bir askeri aracın durduğunu fark
ettim.
Otobüs,
askeri araca yaklaşırken, yavaşladı. Otobüsün yavaşlamasıyla uyanan birkaç yolcunun dikkati, kenardaki
askeri arabaya yöneldi. Yolcuların çoğu koltuklara rastgele yayılmış uyumaya
devam ediyordu.
Tali yolun
200 metre ilerisinde bir kalabalık vardı. Kalabalığın ortasında bir başka
askeri araç duruyordu. Köylülerin arasında askeri aracın ancak çatısı
görünüyordu.
Otobüs
kavşakta durunca, bizim şoför yüksek sesle askerlere doğru bağırdı:
-
“Hayrola askerağa, kaza mı oldu?
-
Keşke kaza olsaydı… Şehit var.
Güneydoğu’dan. Cenazelerden birisi geldi, diğeri için ayak sürüyoruz burada.
Bekliyoruz, gelecek. “
Üzerimizden
geçen bir karganın gaklamasının saymazsak, ortalıkta derin bir sessizlik vardı.
Çıt yoktu.
Bizim
otobüsün kavşakta durduğunu fark eden bir kadın, uzaktaki kalabalığın arasından
sıyrıldı ve “Oğlummmmmmm!” çığlığı
ile bize doğru koşmaya başladı.
Ardından
kalabalık teker teker sökün etti bize doğru. Uzaktaki askeri arabanın
çevresindeki kalabalık bize doğru hareket edip dağılınca, üzeri açık olan bir
askeri aracın arkasında bir tabut göründü. Üç kişi tabutun üzerine kapanmıştı..
Bizim otobüse
doğru koşan kadının çığlıkları Turhal Ovası’na doğru dalga dalga yayılıyor, yol
kenarındaki kavak ağaçları, çevredeki elma ağaçları bu sesin önünü kesemiyordu.
Bize yakın
olan askeri araçtaki çavuş, kadınlı erkekli bize doğru gelen kalabalığa dönerek,
“Duruuuun! Cenaze yok! Bu yolcu otobüsü,
cenaze daha gelmedi”, diye bağırdı.
Çavuşun
sesini duyan kalabalık, birden yavaşladı ve olduğu yerde adeta donakaldı.
Bize doğru
koşanların bazılar geri döndü. Bazıları ise olduğu yerde çömelerek beklemeye
koyuldu.
“Oğlummm” diye bağıran beyaz başörtülü kadının
ise koluna bir erkek ile bir kadın girdi.
Koşarken bağı
çözülüp arkaya düşen eşarp, kadının altın sarısı saçlarını ve pırıl pırıl alnını
ortaya çıkarmıştı. Orta yaşlı, orta boylu, kumral kadın, attığı çığlıkları
durdurmak için kendini zorluyor, parmaklarını yumruk yapıyor, ağzını kapatıp
dudaklarını sıkıyor, gözlerini kapatıyordu. Ama ne gözyaşlarına ne de bağırarak
ağlamasına engel olabiliyordu.
Kalabalık
sessiz bir bekleyişe geçerken, uzakta tabutun başında bir başka kadının ağıtları
yükseldi:
“Oğul oğul... Sabahları erken
kaldırmaya kıyamazdım ben seni. Nasıl kıydılar kınalı kuzum. Kuzuuumm. 9 ay
karnımda 19 sene sırtımda taşıdım ben. Kime ne ettim. Ne günah işledim de seni
bana çok gördü Allahım. Sen karıncayı bile incitmezdin. Elleri kırılsın sana kıyanın… “
Ağıtlar
sanki ovayı deliyor, insanların yüreğini derin acılara sürüklüyor, herkesin
içine ateş düşürüyordu.
İki
kadından birisi otobüse 50, diğeri 150-200 metrede, aynı durumdaydı. 20 yaşına
getirdiği evladının, askerden cenazesini beklemek, bu kadınların yaşama umudunu
belki tamamen söndürmese de fizik olarak bitirmiş, yıkmış, çökertmişti. Bize
yakın olanı ayakta dururken gözleri kararıp olduğu yere yığılırken, galiba
eşiydi, bir erkek ona var gücüyle sarıldı, düşmesini engelledi.
Otobüsümüz
kalabalığın yanında fazla beklemeden yoluna devam etti. Ancak bir yaz günü,
hasat mevsiminde bu insanların, sabahın köründeki bu perişanlığı ve Turhal
Ovası’na yayılan feryatları, otobüstekilerin uykusunu, hatta uyuklu hallerini
bıçak gibi kesmişti.
Dışarıdaki
çığlıkları duyunca ağlamaya başlayan çocuklar,
gencecik askerin ölüsünü bekleyen insanların yarattığı derin üzüntüyle
boğazları düğümlenen, dokunsan ağlayacak hale gelen anneler tarafından teskin
edilmeye çalışılıyordu.
İstanbul’dan
çıkıştan beri sevinç yerine hüznün hakim olduğu bu otobüste, herkesin neşesi iyiden
kaçmıştı.
Tokat
garajına varıncaya kadar galiba herkes, Turhal Ovası’nda tanık olduğu bu manzaranın
etkisinde kaldı, kimsenin ağzını bıçak açmadı. Memleket savaşta değildi, bir
şey değildi. Ama ne oluyordu da birer ikişer asker polis cenazesi geliyordu. İnsanlar,
ne bu acıları niye çektiklerine ilişkin bir fikir sahibi, ne de bu işin sonunun
nereye varacağına dair kendince bir çıkış yolu bulabiliyordu. “Oğlunuz şehit oldu. Başınız sağolsun!” demek
öyle bir laftı ki, akla gelecek bütün soruları, açılacak bütün defterleri beyhude
hale getiriyordu! Neden öldü, kim öldürdü soruları boşa düşüyor, bu canların hesabını
kimin vereceği sorusu havada kalıyordu. Hayatın baharında biricik oğlunun
tabutu, bir sabah önüne alın yazısı gibi konuluveriyordu. Bu nasıl bir kaderdi
böyle!
Tokat
garajında otobüsten indiğimizde, en çetin soru, köye gitmek için uygun aracı
bulabilmekti. Yolun bundan sonrasında, şehir alametlerinden birisi olan otobüs
yoktu.
Elimde
bagaj olarak tek bir çanta olduğu için şanslıydım. Ama İstanbul’dan beri yol
arkadaşlığı ettiğimiz, sanki 40 senedir tanıyormuşum gibi samimi gelen bu
insanların işi zordu. Minibüsler bu kadar eşyayı zor kabul ederdi. Köyden
traktörler şehir merkezine kadar gelemezdi. Gelmeye kalksa bile vilayetin içine
traktör sokulmuyordu. Ara sıra yük
taşıyan kamyonlardan birisine binsen, o zaman da “İstanbul’dan kamyonla gelmiş”
diye laf edilmesinden çekinirdiler.
Bir gecede
İstanbul’dan 850-900 kilometre yol kat edip Tokat’a gelmişsin… Ama şimdi topu
topu 50 kilometre bile uzak olmayan köye gitmek için, Tokat’ta veya Almus
ilçesinde akşama kadar minibüs beklemek vardı. Köye yolcu taşıyan minibüsler
sabah erkenden şehre gelir; akşam saatlerde köye geri döner, günde tek bir
sefer yaparlardı.
Güneş
gökyüzüne doğru yükselmeye başlamış, Tokat’ın üç yanındaki kayalıklar ve
Yeşilırmak boyunca uzanan kavaklıklar,
pırıl pırıl görünüyordu. Hava kirliliği yüzünden büyük şehirlerde hasret
kaldığımız cam gibi görüntü, mis gibi tertemiz hava, güzel bir günün başlangıcı
olmalıydı.
Yeni günün
batımını köy yolunda izlemekten başka seçeneğim yoktu. Ama olsun güneşe doğru
yolculuk güzeldi. Güneş bazen karşıma geçip gözlerimi kamaştıracak, bazen de
gözlerim dinlensin diye kendi gölgeme bakarak gidecektim doğduğum topraklara…
Tokat’tan
sonra köye doğru başlayan minibüs yolculuğu Yeşilırmak’ın bir koluyla başlayıp diğer
bir koluyla bitecekti. Almus Barajı’nın çevresinde, masmavi göl sularını
seyretmek her gidiş dönüşte heyecan vericiydi.
Akşam
güneşine, barajın çevresinde ilerlerken, Hasankayası’nın gölgesinde veda etmek
de vardı. Ama güneşe yolculuk dedik ya… Barajdan sonra ben minibüsle döne döne
doğduğum topraklara, dağın tepesine doğru yükselirken; karşı dağın gölgesi
arkamızdan, adım adım bizi takip edecekti. Güneşle yolculuğumuz sona erdiğinde
ben yol yorgunluğuyla bir ıhlamur ağacının dibindeydim. Güneş ise Mamu Dağı’nın
tepesinde kara bulutların ardında görünmez olmuştu.
Bursa, 1992