31 Mayıs 2016 Salı

Güneşe doğru bir yolculuk...




Dursun EROĞLU

Bir şehirden bir başka şehre, uzun otobüs yolculularında, yol boyunca en çok dikkatimi çeken şey güneş olurdu. Gideceğim yere varıncaya kadar büyük bir merakla otobüsün camından çevreyi seyrederdim. İş, okul gibi zorunlu gidiş-gelişler dışında yolculuk diye bir şeyim olmadığından, belki de bu benim için en büyük turizm faaliyetiydi… Yol kenarında hiçbir şeyi kaçırmamacasına, merakla çevreyi gözlerken, gökyüzünde parlayan güneş, bazen sağda solda Anadolu’nun eşsiz güzelliğini gösterir, bir süre sonra kaybolur ve her şey yavaş yavaş zifiri karanlığa teslim olur; bazen de kâh nimbusa çalan bulutların arkasından, kâh bir tepenin üzerinden, ya da bir vadinin derinliklerinden sabah güneşinin yavaş yavaş doğuşunu izlerdim.
Saatler süren yolculuğun sonunda da aklımda kalan en önemli şey, ilgimi çeken doğal manzaralardan başka, güneşin nasıl doğduğu veya nasıl battığı olurdu. Zira, yolumuz çoğunlukla güneşin doğduğu veya battığı tarafa yönelirdi. Ya eğitim veya çalışma için doğudan batıya, Bursa, Ankara ve İstanbul’a; ya da bu şehirlerden doğduğum topraklara, Tokat’a. Yani batıdan doğuya…
Yani her seferinde bir “güneşe doğru gitme” durumu yaşardım.  Yolculuklarda sıkça yaşadığım bu durumdan da, çocukça bir zevk alırdım.
Sabahları ufka doğru yol alırken, içimden “Baksana, güneş karşıdaki dağın arkasında… Bulutları kızartmaya başladı. Hızlı gidersek, yükselmeden yetişiriz” diye düşünürdüm.
Güneşin battığı yöne doğru giderken ise içimden şoföre, “Hadi şoför, bas gaza… Güneş karşıdaki tepenin arkasına düşmeden, şu vadiyi de geçip yetişelim” demek gelirdi.
Sanki güneş orada bir kayanın üzerinde, kıpkırmızı ateşten bir toptu, hızlı gidince ona ulaşabilirdim!
***
O gün İstanbul’daydım, Tokat’a giden otobüslerden birisi için bilet aldım. Hava güneşli ve güzeldi. Yalnız koskoca şehirde egzoz dumanı, toz ve sigara kokusundan, ortamın gürültüsünden bir türlü kurtulamıyor; ne havanın güneşli, ne de gökyüzünün bulutsuz olduğunu hissedebiliyordum. Sıcaklık, nem ve toz gürültüyle birleşince can sıkıcı bir hal alıyordu.
İnsanların ve de araçların, arı kovanındaki arılar gibi, sürekli hareket halinde, bir yerden bir yerlere koşuşturduğu Otogar’da, dışarıdan,  boş koltukları görünce, üzerinde “Reşadiye Turizm” yazan bu otobüsün fazla dolu olmadığını ve sakin bir yolculuk geçireceğimi sanmıştım. Oysa daha kapıdan içeri girmek için adımımı atarken, üst üste konulmuş birkaç çuvalın üzerine basarak ilerlemek zorunda kalınca, hayallerim suya iniverdi.
Otobüs değil, sanki kamyondu mübarek! Bagaja sığmadığı için otobüsün içine, konulduğu anlaşılan çuvallar, poşetler, paketler, valizler, hatta kafesler, koltukların altına, koridora serpiştirilmişti. Eşyalara basmadan ilerlemek mümkün görünmüyordu.
Elimdeki bilette yazan numaraya bakıp, oturacağım koltuğu aradığımı fark eden mavi kravatlı muavini görünce, ona koltuğun numarasını söyledim. Muavin, hiç numarayla ilgilenmeyen bir tavırla,  “Hemşerim,  şu boş koltukların birisine oturuver. Senin koltuğuna Fatma teyze oturmuş” dedi.
Saçını düzeltmeye çalışan muavinin uykusuzluktan bitkin olduğu besbelliydi. Ama işini büyük bir ciddiyetle yapmaya çalışıyordu. Ben, koltuğuma oturan Fatma teyzeyi hiç tanımıyordum.
Neyse ilk bulduğum boş bir koltuğa oturdum.  
Konuşmaları ve giyinişleri birbirine benzeyen yolcuların çoğunun aynı yöreden; aynı köyden, hatta akraba, tanıdık olduğunu anlamam zor olmadı.
İlk göze çarpan ortaklık, dildi, konuşma şekilleriydi.
Bu ülkede herkes Türkçe konuşuyordu konuşmasına da… Ankaralılar, İstanbullular, Çorumlular, Tokatlılar… Her bir bölgenin insanı farklı farklı konuşurdu Türkçeyi. Konuşma, insanın nereli olduğunu ele verirdi. Hatta iki komşu köy arasında bile bu tür telaffuz farklılıkları fark edilebiliyordu. Gerçi İstanbul’a, büyük şehirlere gidip gelenler, lise ve üniversite okuyanlar hızla bu farklılıkları unutuyorlardı; ama köye kapanıp kalanlar, kırk yılın sırtı sırf zorunlu akraba ziyareti için büyük şehirlere gidenler, yakayı ele veriyor,  konuşmasından nereli olduğu anlaşılabiliyordu. İki laf ettin mi, köylüler senin nereli olduğunu tam anlamasa bile, en azından kendi köyünden veya yakın köylerden birisinden olup olmadığını kesin bilirdi.
Tabi bu konuda otobüsteki yolculardan bir avantajım vardı, köy dışında büyüğüm, mektepli olduğum için benim konuşmamdan tam nereli olduğumu çıkaramadılar, sordular. Ama sanki onları iyi tanıyan bir yabancı gibiydim!
Örneğin otobüse binerken, basamağı çıkmakta zorlanan bir yaşlı kadının, yanındaki kadına “Çıkamıyom gız agam...” demesi onun Gölgeli köyünden olduğunu anlamama yetmişti… Ayağındaki uzun ve siyah çorap ise adeta beni doğrulayan kesin kanıt gibiydi.
***
Kısa saçı ile askerden yeni gelmişe benzeyen 25-30 yaşlarındaki Hakkı, kucağındaki çocuğu koltuğa indirip, kendisine en çok benzeyen yolcuya yöneldi:
“Süleyman, sana güveniyorum. Bak, vallahi imansız toptancı parasını peşin aldı. Kazakların hepsini satın köyde. Mehmet ağa da yardım etsin. Sudan ucuz. Reşadiye’de de,  köyde de bu fiyattan aşağı kimse bu kazağı satamaz. Tabii, biz de yolumuzu bulalım.  Ticaret ayıp değil. Anlasın Mehmet ağa artık şunu, kafasına soksun. Ticaretin neresi günahmış… ”
Otobüse binerken üzerine bastığım çuvallardan bir kısmı meğer kazakla doluymuş. Adı Hakkı olan bu genç, “kafası çalışan” birisiymiş. Ara sıra İstanbul’da ucuz, Reşadiye’de pahalı olan malları akrabalarıyla memlekete gönderir, buradaki ailesine sattırırmış.
Ama köydekilere bu işi kabul ettirmesi çok zor olmuş. Sohbet buradaki zorluklar üstüneydi. Hakkı’ya uzun süre ailesi, “Bırak şu çerçiciliği... Elimize bir bohça tutuşturup bizi kapı kapı dolaştırma, yakışmıyor” demiş.
Konuşmalardan anladığım şu ki, Hakkı’nın babası Mehmet ağa, işin zorluğundan kaçmazmış. Zira çok daha zor işleri tarlada, bahçede, ahırda yaparken hiç sızlanmazmış bile. Çok çalışkan, becerikli biriymiş. Ama ticaret ona göre değilmiş! Ticaret nedir, hiç bilmezmiş.
300 liraya satın aldığı bir malı 500-600 liraya sattığında, “İyi oldu, ne güzel, iyi  para kazandım”  diye sevineceğine, içini bir suçluluk duygusu kaplarmış!  
Kazak başına aldığı 200-300 lira farkı, bir kazanç olarak içine sindirememiş. O parayı ceketinin ayrı bir cebinde saklar, sokakta mal sattığı adamları her gördüğünde, bu parayı geri isteyecekleri duygusuna kapılırmış. Hatta içinden “Şu fazladan aldığım 300 lirayı geri isteseler de çıkarıp versem, bu vicdan azabından kurtulsam” diye dua edermiş sanki…  
Beyninin ta içindeki bir yerlerde,  bu parayı hak etmediği, bu paranın kendisine ait olmadığı gibi bir yargı varmış. Kendi kendine, “Akşama kadar tarlada tırpan sallayan bir adam ancak hak eder bu 300 lirayı… El kadar kazağı köy içine götürmekle, çuvala koyup birkaç sokak taşımakla nasıl 300 lira hak etmiş oluyorum ben” dermiş. Cami imamı ticaretin mubah olduğunu söylese de, o bu paranın kendisine haram olduğuna inanırmış.
Öyle ki, onun bu durumunu karısı da fark etmiş. Yaşlı kadın, “Benim de rüyama giriyor herif, sanki onun bunun hakkını, rızkını yiyormuşuz gibi geliyor bana. Bu yaşa kadar elimizin terini, anamızın ak sütü gibi helal yedik içtik. Muhannete muhtaç olmadık. Şükür. Bu saatten sonra Allahın gönlüne güçlük gelmesin, vazgeç bu sevdadan…” demiş.
Ancak zaman içinde bir şey olmuş. Komşuların, kazak satın alanların kendisine, “Çıkar şu bizden aşırdıklarını, haram paraları, çaldıklarını…” demesini bekleyen yaşlı adam, “Son sattığın ala kazaklar çok iyiydi. Kışın fırın gibi oluyor. Bir daha gelirse bana üç dört tane ayır, çok işe yaradı” sözleri ile karşılaştıkça, içindeki suçluluk duygusunu yenmiş, hafiflemiş, vicdanı rahatlamış.
Hakkı da İstanbul’dan düşürdükçe, mevsimine göre, kimi zaman elbise, kimi zaman kol saati, ayakkabı, hatta okul defteri gönderiyormuş kolilerle, çuvallarla.  Kazanç babasının, anapara da kendisinin oluyormuş.
Vasıfsız işçi olarak ağır ve pis işlerde çalıştıktan sonra, alma satma işine başlayan Hakkı, artık para kazanmanın yolunu öğrenmiş! Eski arkadaş ve tanıdıklarına bile biraz kibirle, “Bırakın enayiliği oğlum. Fabrikatörler, milyarderler bile ticarete soyundu. İşçilikte, üretmekte, hayat yok” diyormuş.
***
“- Ankara, Çorum, Amasya, Tokat, Merzifon abi... Gidiyor, hemen gidiyooorrrr! Kalkıyoooorr. Yolcu kalmasın abiii Herkes yerineee!..”
Arabanın takozunu, arka tekerin altından alıp içeri atan ve hızla otobüse girip kapıyı kapatan bizim muavinin bu anonsundan sonra otobüsümüz işportacıların bağırışları, ıslık ve motor sesleri arasında İstanbul trafiğini aralamaya başladı.
Otobüs uzun bir araç konvoyu ile boğaza yönelince, yol kenarındaki binaları ve çoğu batı dillerinde yazıldığı için okuyup anlam veremediği reklam tabelalarını seyreden Kara Ahmet’in bütün dikkati, önceden sadece ününü duyduğu, televizyonda gördüğü Boğaz Köprüsü’ndeydi. Köprüye hayranlıkla bakıyordu. Bu kadar büyük bir köprüyü düşünde bile göremezdi, muhteşemdi!
İki oğlundan birisi evlenip İstanbul’da ev kiralayan Kara Ahmet, arada sırada oğlunu ziyaret için İstanbul’a gelirmiş. Oğlu Ali’yi, gelini ve torunu Tuncay’ı ziyaret eder, onlara köyden mevsimine göre reçel, pekmez, un, bulgur, tarhana, turşu vesair getirirmiş.
Üzerinden geçmeyi pek merak ettiği Boğaz Köprüsü birazdan tamamen ayaklarının altında olacaktı işte!
Aslında İstanbul’a üç defa gelmişti ve her seferinde, mutlaka bu köprünün üzerinden geçmiş olmalıydı. Ama her nasıl olduysa, önceki yolculuklarında köprüden geçişi uykulu anına denk gelmişti herhalde, köprüyü gün gözüyle görememişti. Ya da otobüsün içinde giderken, Boğaz Köprüsü’nün üzerinden geçtiğini hiç anlamamıştı…  
Ama bu sefer gün ışığında Boğaz Köprüsü’nün üzerinden geçecekti. Kartpostallara, kitaplara geçen bu köprüye yaklaştıkça heyecanlandı Kara Ahmet. Otobüs,  köprünün ayak direklerine yaklaştıkça, heyecanı, merakı artıyor;  yüzü, bakışları, hareketleri canlanıyor, hareketleniyordu. Otobüs tam ayak direklerinin hizasından ilerlerken, koskoca otobüs geçiyorken köprünün mutlaka sallanacağını sanıyormuş! Sallanma anını çok merak ediyordu. Çünkü bu köprü uzaktan, asma köprü gibi görünüyordu. Ve hani, koskoca otobüs geçerken mutlaka o halatlar sallanacaktı!  Üstelik sadece kendi altlarındaki otobüs değil, yolda bir sürü araba vardı… Dingil dingil bir sallanma, direkleri silkeleyen bir yaylanma olmalıydı bu!
Otobüsün iki yanından, camdan dışarı bakınca, aşağıda boğazın mavi sularını,  suyun üzerindeki irili ufaklı, yerli yabancı gemileri gördü.
İşte bak, denizin üzerinde gidiyordu!
Kara Ahmet işte suyun, denizin üzerinde gidiyor! Koskoca otobüsün içinde!
Ama bu köprü niye sallanmıyordu?
Değil sallanma, sanki normal yer üstünde, asfalt yolda gidiyormuş gibi gidiyordu otobüs…
***
Hızı gittikçe yavaşlayan araç konvoyu, 3-4 ayrı sıra oluşturup, teker teker bir “Nizamiyenin”  önünde durmaya başlayınca, köprüden geçme işinin tamamlandığını anladı.
Kara Ahmet, köprünün sallanmasını,  otobüsle birlikte sallanan köprüden çocuklar gibi eğlenerek geçmeyi beklerken, araba “şehir içinde gider gibi” köprüden geçivermişti...
Tam otobüs durunca bir şey fark etti. O da ne? “Nizamiye” dediği bu kulübede, köprü gişesinde oturan kravatlı memurlar, her gelen arabadan para alıyor!
Araba şoförleri önceden elinde hazırladığı parayı memura arabanın canımdan uzatıyor, tekrar basıyor gaza! Şaşkına döndü…
Paralar… Paralar…
Kuyruklarda bekleyen arabalar… Arabalar… Paralar…  
Akan İstanbul trafiği… 
Koskoca İstanbul para verme kuyruğuna girmiş!
“Ne para beee!” diye geçirdi içinden Kara Ahmet ve çevresindekilere işaret ederek,
“Uşak, şu gişelere bakın. Her yoldan geçenden para alıyorlar. Hepsinden de neredeyse bir işçi yevmiyesi kadar para. Bakın, hiç itiraz yok, pazarlık yok, gık yok, tık para!… Vay anam vay!”
“Bu gişelerden birisi sadece bir günlüğüne bizim köye çalışsa ne olur acaba?” dedi.”
Arada yine iki dudağını dişleriyle sıkıştırdı:  
“Vay anasını bee! Paraya bak parayaaa!”
Çevresinde oturan yolcular,  bu köprüden geçenlerden alınan paranın miktarını,  ne kadar bir yer kaplayacağını, kaç çuval dolduracağını hayal etmeye başlarken, Kara Ahmet düşüncelere dalıp gitti:
Bu köprünün sahibi olacak şahsın cebine, acaba günde kaç para giriyordur?
 Peki böyle bir köprüyü yapmak için acaba kaç lira harcamış olabilir?
Bir insan bu kadar parayı nasıl bulur ki?
Hem nerden akıl etmiş denizin ortasına köprü yapmayı? Biz bir Yeşilırmak’ta bile karşıdan karşıya geçmeyi, köprü yapmayı beceremiyoruz. Bütün emeklerimiz ırmağın suyuna karışıyor. Irmağın üstüne sadece ağaçtan köprü yapabiliyoruz. Her seferinde üzerinden geçerken, sırat köprüsünden geçer gibi ecel terleri döküyoruz. Keçiler tek sıra olup ancak geçiyorlar karşıya, sallana sallana…  Aşk olsun bu köprüyü yapana! Kazandığı parada da vallahi billahi gözümüz yok!… “
***
Otobüste kadın ve çocuklar hariç herkes sigara içiyor. Birisi sönmeden diğeri yakılan Maltepe sigaraları, ortalığı dumana katmıştı. Tavandaki havalandırma kapağının açık olması bazen yeterli olmuyordu. Sigara kullanmadığımdan, başım  ön tarafından başlayarak ağırlaşmaya başladı…
Böyle durumlarda hemen aklıma, derisi için yapılan zavallı porsuklar gelirdi.
Porsuklar çok güzel hayvanlardır. Köyde çocukken çok seyrek de olsa, pelit çalılarının,  sonbaharda gazelin arasında gördüğümüz olurdu. Rengarenk harika bir derisi vardır. Ama bu güzellik onların en büyük düşmanı olmuştur; çünkü o güzelim derileri için vahşice öldürülürler. Sırf derisi için… Porsuk eti yiyeni görmedim, duymadım.
Porsuk neredeyse yere değen gövdesiyle o kadar güzel bir hayvandı ki, görünce, hani mümkün olsa da canlı yakalayıp sevsen, yumoş yumoş derisi, yumuşacık tüyleri… 
Ama öyle bir dünya yoktu! 
Dünyalar güzeli küçük porsuk,  insanlardan kurtulmak için can havliyle kaçar, kocaman bir köstebek deliğine benzeyen inine girer, gözden kaybolurdu.  Ama sen misin inine saklanan…  Porsuk avcıları bu duruma bayram ederdi. Avcılar porsuğun girdiği inin girişine çalı çırpıdan bol dumanlı bir ateş yakardı. Dumanı da inin içine doğru savururlardı. 
Zavallı hayvan dumandan boğulmamak için kendini can havliyle dışarı attığında da, inin önünde pusu kuran avcılar hızlı bir refleksle porsuğun üzerine çullanır, sopayla öldürürlerdi. Rakamı hatırlamıyorum, ama derileri ilçeye götürüp iyi paraya satılıyordu. Zenginlere kürk yapılıyor denirdi.
Kuru kuru öksürmeye başlayan çocuklar, eşarbıyla burnunu kapatan kadınlar da benim gibi dumandan rahatsız olmuştu.
***
İstanbul geride kaldıkça arabada sessizlik artıyor, sigara dumanlarının yükselişi, bu yolcuların bu koca şehirden ayrılırken oldukça kederli, düşünceli olduklarını düşündürüyordu.  
Sessizliği 6-7 yaşındaki bir çocuğun meraklı sorusu bozdu:
“- Ana bak, Şaban amcamın çalıştığı fabrika şurada… Bak bak!
-          Yok oğlum. O değil. Onun çalıştığı fabrika Boğazın ötegeçesinde…
-          Yalancı, baksana, gök mavisi işlikleri var. Şaban amcamın ve arkadaşlarının da mavi işlikleri vardı. Aynısından. Bak bak!
-          Elbiseleri benziyor ama amcanın çalıştığı fabrika bu değil.
-          Yani elbiselerini bu amcalara mı vermişler? Amcamın elbisesini mi giymiş bunlar?
Annesinin sözlerini inandırıcı bulmayan çocuk, kadının desenli beyaz eşarbını çekiştirmeye ve hırçınlaşmaya başlamıştı ki, anne eliyle, bahçesinde büyük kamyonlar bulunan bir başka fabrikayı gösterdi:
-          “Bak, şimdi anladın mı? Oradaki adamlar da mavi işlik giymiş. Burada fabrika işçileri hep mavi işlik giyermiş. Elbisesi aynı ama birbirlerini tanımazlar bile. “
Çocuk annesinin bu söylediklerini mantıklı bulmuştu ve bir öneri getirdi:
“Ana, tarlada çalışanlar da amcam gibi mavi işlik giyse olmaz mı?”
Otobüsteki 4-5 çocuktan birisi, en küçük olanı kucakta. Otobüsün arka tarafında bir beşik var. Annesi uyuyunca çocuğu o beşiğe yatıracakmış. Diğer çocuklar bir yandan merakla otobüsün camından dışarıyı seyrediyor, bir yandan da altı eşyalarla doldurularak düzlenmiş koltuklara yayılmış, poğaça, simit, bisküvi falan yiyorlar.
Çocuklar otobüsün camından çerçeveyi seyrederken, kimi zaman bir çocuk parkı dikkatlerini çekiyor, kimi zaman spor bir otomobili oyuncak olarak düşlüyor, kimi zaman da bu kadar arabanın nasıl olup da bir yolda, birbirine çarpmadan gidebildiğine kafa yoruyorlardı. Çocuklardan birisi de Tuzla’dan geçerken yol kenarında gördüğü bir grup askerlerin içinde ağabeyini aramış, ama bulamamıştı. Ağabeyi askerdeymiş, altı ayı kalmış teskeresini almaya.
Polis elbisesi ve arabalarına merak eden ve her pazara çıktığında babasından oyuncak polis otomobili isteyen küçük Murat bir ara yolun sağındaki kalabalığa yöneldi.
Ön tarafı çiçekler,  kocaman çelenklerle süslenmiş bir petrol ofisinin girişinde çok sayıda beyaz şapkalı, beyaz eldivenli polis dolaşıyordu. Yanlarında iki tane mavi-kırmızı ışıkları yanıp sönen polis arabası vardı. Kafaları kasklı bir başka polis grubu ise yol kenarında tek sıra olmuş bekliyordu. Polis arabalarının önünde ise siyah bir Mercedes araba duruyordu. Herhalde devlet büyükleri gelmiş, petrol istasyonunun açılışı için düzenlenen törene katılmıştı.  
Gıcır gıcır,  yepyeni;  cam ve metallerinden güneş ışığını insanın gözüne yansıtan arabalar kalabalığın çevresine park edilmiş;  şık elbiseler giymiş zengin kadın ve erkekler uzun, beyaz örtülü bir masanın çevresinde ayakta bir şeyler yiyip içiyorlar,  yüksek sesli yabancı müziğin eşliğinde şakalaşıp, gülüşüyor, cıvıldaşıyorlardı.  Polisler ise çevrede olağan bir koruma görevindeydiler anlaşılan.  Televizyonda izlediği film ve diziler nedeniyle polisleri hep kötü adamlara ateş ediyor zanneden Murat, ışıklı arabayı ve ellerindeki silahları görmese bunların polis olmadıklarını düşünecekti.  
***
İyice ufka yaklaşan bir bulut kümesi güneşi gizleyince, bu sefer güneşin batışını seyredemeyeceğim,  manzarayı kaçıracağım diye hayıflanmaya başladım. Hem güneş arkamızda kalmıştı, hem de İstanbul’un üzerinden yükselen bulut, yaz aylarında bile insanları rahat bırakmayan hava kirliliği, günbatımını izleme hevesimi kursağımda bırakacağa benziyordu.
Gebze’den Tavşancık’a yöneldiğimizde önümüzdeki gölgelerin büyüyerek kaybolduğunu fark ettim. Hereke’ye geldiğimizde, bulutların üzerindeki kızıllık yavaş yavaş kayboldu. Tepeler, çevredeki fabrikalar, yeşil olmakla birlikte her hangi bir tarımsal faaliyet olmayan boş araziler, köyler, en uzağından başlayarak teker teker karanlığa bürünüyor, artık bize görünmez oluyordu.  
Otobüstekiler konuşmamaya, herkes susmaya başladı. Konuşacak konuları bitmiş gibiydi. Çoğu, bakışlarını uzaklara bir yerlere dikmiş düşünüyordu. Bir süredir otobüsün camından tepeleri seyreden 50-60 yaşlarındaki Munise teyze, ortalık kararınca başını önüne eğmiş, gözlerini oğlunun hediye ettiği elbiseye dikmişti.
Üzerindeki elbiseye dalan Munise teyze, cebinden bir mendili acele acele çıkarıp burnuna yetiştirdi… Silindi.  Meğer gözyaşını siliyormuş.  
Munise teyze “Ben ağlamayayım da kimler ağlasın” diye düşünüyordu sanki.  Yakın koltukta oturanlarla konuşuyor. Çaktırmadan dinliyorum.
Munise teyzenin kocası da babası da fakirmiş. Hem de köyün en fakiri… Bir tarafına inek ve danaları bağladığı bir evde, uzun seneler iki çocuğu ile baş başa yaşamış. Kocası, “çalışmaya gidiyorum” diye köyü terk etmiş, İstanbul’a gitmiş. Aylarca ne para ne yiyecek gönderirmiş. Kadıncağız, çocuklarına sıcak bir çorba içirebilmek için onun bunun tarlasında çalışır, soğuk kış gecelerinde çocuklarını ısıtabilmek için onları kendi elbiselerine dolar, nefesini çocuğun yanaklarına verirmiş. Yakacak iki sırt yükü odun bulduğunda da, nar gibi kızaran teneke sobayla önleri kızarır; sırtları sedirin, kapı ve pencere aralarından esen yelle üşürmüş.
En basit yaşama gereçlerinden bile mahrum olan bir kadının iki çocuğu yetiştirebilmek için gösterebileceği fedakârlıkları söze dökebilen birisi varsa, beri gelsin!
Anlamaya çalışıyorum. Şimdi eşi yaşlanmış, köydeymiş. Ama kızı ve oğlu İstanbul’daymış.  Çocuklarını bugüne getirmiş olmak, evlenip mürüvvetlerini görmek onun en büyük gururuydu. Bir yandan hayatını adadığı bu iki varlık… Diğer yanda kardeşleri, anası ve babasının mezarları, doğup büyüdüğü topraklar… Emek verip büyüttüğü elma ağaçları, kiraz, asma…
Her şeyini paylaştığı komşuları ve de köyünden artık ayrılmayı düşünmeyen, “İstanbul mu, dünyada gitmem artık. İnsan içmeye su bulamıyor, havası bile solunmuyor” diye direten, iyi kötü bir ömür geçirdiği kocası…
Kadının yüreği adeta iki parçaya bölünmüştü.
Köyde iken sürekli İstanbul’daki evlatlarını düşünüyor;  İstanbul’a gelince de bir an önce köyüne dönmek istiyordu. Anlayacağınız artık ne köy, ne de İstanbul ona huzur veriyordu. Kendisini ne oraya ne buraya ait hissediyordu.
 “Gurbet” ve “hasret”, hiç bitmiyordu onun için.
Yaşlandıkça bu hasrete bir de korku eklenmişti: Çocuklarından veya kocasından uzaklarda son nefesini verme korkusu!
Bu korku, içinde yıldan yıla büyüyordu. Çileyle geçen yaşamında elindeki tek varlık, yapabildiği tek şeyi,  kazandığı servet, eşi ve çocuklarıydı, köyündeki insanların dostluğuydu. Mutlaka onların da bulunduğu bir ortamda ölmek, gözlerini son kapatışında bu serveti yanında hissetmek istiyordu. Onların sevgisi ve hayır duası ile ölemezse, gözleri açık gideceğini, öbür dünyada da çile çekmeye devam edeceğini düşünüyordu!
İnsan gözlerini kapatınca, bazen kaybettiklerini seyredermiş!
Munise teyze otobüs şoförünün yanındaki teypte dönen memleket türküsü ile daha bir hüzünlendi. Küçük hıçkırıkları kaval, bağlama ve kemanın uyumu ile yayılan Reşadiye türküsüne karıştı:
“Kel tepenin taşlarını
koyun mu sandın?
Sevip sevip almamayı
oyun mu sandın?
Varamıyom sevdiceğim
yolumuz uzak.
Yolumuza koymuşlar da
demirden tuzak.”
Türkü içeridekilerin hepsini etkilemişti. Uzun süredir ilk kez insanların müzikten bu kadar etkilendiklerini ve müziğin bu kadar insanın gözlerini yaşarttığını izlemiştim. Benim gözlerimi dolduran da, müziğin kendisi değil, işte bu etkileşim oldu.
Caddede, işyerlerinde, pazar yerlerinde çoğu zaman burun kıvırdığımız; ütüden geçtik, özenli, temiz, düzgün bir elbiseyi ancak bayramdan bayrama giyebilen; çoğu zaman itinasız, bütün makyajı pırıl pırıl çeşme suyuyla yüzünü yıkamak, saçını taramaktan ibaret olan; çoğu zaman hoyrat, kaba-dobra konuşan, durmadan bir şeylerin peşinde koşan, tarlada rençber, evde aşçı, anne, baba olan, ter kokan, yarışır gibi yemek yiyen, şimdi bir ayağı köyde bir ayağı büyük şehirlerde olan bu insanlarda meğer ne cevherler varmış…
İçten gelen gözyaşı; insan yüreğinden süzülen, arınan, dünyanın en temiz suyu, en yalansız, çıkarsız, en yalın, doğrudan şeyi değil midir?
Hiçbir güzel şeye kolay ulaşamayan, aile ile ekmek kapısı yapan elleri arasındaki yolda bir çok engelle karşılaşan bu insanların her birisine, türküde sevdiğine giden yoldaki engele söylenen  “demirden tuzak”  nağmesi, kim bilir daha neleri düşündürüyordu…
Burnuma keskin bir ayak kokusu geldi. Herhalde yolculardan birisi ayakkabısını çıkarmış olmalıydı. Köylüler artık eski lastik ayakkabıları genelde terk etmişti, ama el örmesi yünlü çorap ayakta terledikçe ağır bir koku yayıyordu.  İçerisi, ayak kokusu, nefes ve ter kokusuyla iyice kirlenince “Bu kadar iyi yürekli insanlar nasıl oluyor da ayağını leş gibi kokutuyor” diye düşünmeden edemedim ve çaktırmadan oturduğum koltuktan otobüsün havalandırma kapağını hafifçe kaldırdım.
***
Radyonun “Ve sayın dinleyiciler, şimdi haberler!…” diye başladığı bir sırada önümde oturan iki kişinin konuşmalarına gayri ihtiyari kulak misafiri oluyorum.
“-Kapat şu radyoyu!
-          Haber saati geldi. Haberleri bir dinleyelim bakalım, sonra kapatırım.
-          Boşver yav, çok meraklıysan ben sana söyleyeyim haberleri... Valla hepsini ezberledim…
-          …? (Radyo sustu)
-          Dinle! Cumhurbaşkanı şöyle dedi, başbakan böyle dedi. Ana muhalefetin partisinin başkanı demeç verdi,  açıklaması oldu.  Verdi veriştirdiler birbirlerine! Sayın dinleyenler, Güneydoğuda güvenlik kuvvetlerinin dur ihtarına ateşle karşılık veren 23 hain öldürüldü. Üç erimiz şehit oldu. Trafik kazasında 12 kişi hayatını kaybetti. Ve vatandaşlarımızın dikkatine, şekere zam, tüpe zam, çaya zam, sigaraya zam… Zam zam..
-          Sende ne haberler varmış be abi!”
Dinleyen, dalgasını geçiyordu aslında; ama, adam çok da haksız değildi, haberler üç aşağı beş yukarı öyleydi. Sahiden de haber bültenlerinde aynı şeyleri dinlemekten gına gelmişti. Haberlerde sadece ölü rakamları değişiyormuş.  
“Canlı yayın yaptın,  valla billa sen abi… Peki o zaman muavine söyleyelim de televizyona kaset koysun, film seyredelim.”
“Televizyon” deyince adamın sanki damarına basar gibi oldu ve başladı anlatmaya:
“Televizyon mu? Bırak bırak. Tam bir yalan deryası. Bak, evdekiler yalvarınca, danayı sattım, eve bir televizyon aldım. Bir süre sabah kalkınca televizyonun karşısına oturdu, akşam uykuları gelene kadar seyrettiler. Çol çocuk cümbür cemaat… Ben de ahırdan terekten fırsat oldukça öyle bakıp durdum. Ta gece İstiklal Marşı ile televizyon yayını kapanana kadar...   Sonra usandım.
Yav kardeşim, hep güzel, bahçe içinde saray gibi evler, arabalar, yemekler, içkiler… Hiçbir filmde inek sağan yok, çapa yapan yok, tırpan sallayan yok, orak çeken yok, koyun güden yok… Hatta ve hatta, diyelim bunlar bizim köylü işlerini beğenmiyorlarsa, televizyonda devlet memurluğu yapan, fabrikada çalışan da yok!… Ye, iç, kadınlarla düşüp kalk, öpüş, alt üst, ooohhh! Neredeymiş bunlar yav?  Televizyona kansak, sabah kalkınca gördüğümüz ilk kadına kıza niyeti bozacağız, tövbe tövbe! 
Sonra karate filmleri, savaş filmleri… Yav kardeşim, adam çıkmış, elinde silah takır takır adam öldürüyor… Zannedersin memlekette savaş var. Kardeşim bizim köyde değil öyle silah çekmek, adam öldürme falan, en ufak bir şeyde jandarma tepende. Hem adam namus meselesi olmadıkça bir komşuyu öldürür mü yav?  Zaten çoğu bu memleketin adamı değil. Başka devletten. Çoğunun adı gavurca. Coni, Casper, Mariya, Delon, melon… Bizim yerli artistler de onları taklit ediyor. ‘Aman Tanrım’mış! Yav bunlar nere bitmiş büyümüşler böyle!”
Konferans devam ediyor. Konuşma, yerli yabancı filmlerin karşılaştırılmasından, “laf laf laf…” dediği tartışma programlarına doğru yöneldi. Sonra devletleri dost devletler, düşman devletler, Türkiye’yi sevenler sevmeyenler diye ayırmaya başladığında sol yanda oturan komşusu esnemeye başladı. Ama arkadaşının uyuduğunu fark edemeyen konuşmacı, konferansını horlama sesi yükselinceye kadar sürdürdü.
***
Geceleri şehirlerarası yolların tenha olduğu söylenir. Hâlbuki gerçek farklıydı. Üstelik geceleri yoldaki araçların çoğu kamyon ve otobüs gibi büyük arabalardı.   İnsan değil yük taşınıyordu geceleri… Bizim şoför, karşıdan uzun far yakarak yaklaşanlara,  söylenerek yoluna devam ediyordu. Onların “çaylak” ve saygısız olduğunu söylüyordu.  Bu sözleri söylerken, kendine olan güvenini tazeliyor, rahat görünüyordu.
Öyle derin bir uykuya dalmıştım ki, horozun sesini duyunca, iyiden rüya görüyorum sandım. Yatakta sağa sola yuvarlanmayı beklerken, başım birden yanımdaki boş koltuğa sarktı, boynum kırılacak gibi olunca,  acıyla gözlerimi açtım.
Otobüs yol boyunca Ankara garajına uğramış, Çorum Sungurlu’da “yemek ve ihtiyaç molası” vermiş olmalıydı. Demek ki yolda dekliksiz uyumuş, hiç uyanamamıştım.
Boynumu düzeltip kendime geldiğim bir sırada, arkamdaki koltuğun yanında bir yerlerde öten ve beni uyandıran horoz bir daha,  bir daha öttü.
“-Üü- urüüü- rüü  üüüüüü!”
Horozun sahibine yönelen bir yolcu,
“Ramazan senin horoz uyanmış. Karnı da acıkmıştır zavallının. İyi sabırlıymış.  Şimdi onu nasıl yemleyeceksin bakalım…”
Meğer Ramazan, hava delikleri açtığı bir mukavva kutuya dört tavukla bir horoz yerleştirmiş. Otobüse binmeden önce hayvanları iyice yemlemiş, karınlarını doyurmuş, onun için yol boynunca hiç birinin gıkı çıkmamış.  
Bakışlarından tebessüm pek eksik olmayan Kara Ahmet takılıyor:  
-          “Ulan Ramazan, şu koskoca Tokat’ta tavuklara kıran mı girdi de taa İstanbul’tan tavuk götürüyorsun köye?
-          Yok Ahmet amca, bunlar öyle senin köyündeki tavuklara benzemiyor. Senin tavuk günde kaç yumurta yumurtlar? İki günde bir tane. Onu da yemini eksik etmezsen… Ama bu tavuk öyle değil. Bu tavuklar her gün yumurtluyor, üstelik bazen çift yumurtluyor.
-          Topal Osman’ın keçisine benzemesin sonra… Duymuşsundur belki… O da senin gibi tamah etti, İstanbul’dan otobüsle köye iki keçi ile bir teke getirdi. Keçiler şöyle sütlü, böyle sütlü diyordu.  Günde 5-6 litre süt verecekti her birisi. Ama nerdeee? O keçiler köyde olmadı, bir litre bile süt alamadılar, hayvanlar soğuldu gitti.
-          İyi baksalardı, öyle olmazdı…
-          …..”
Suluova’dan Turhal Ovası’na doğru ilerlerken, gökyüzünde sadece Çobanyıldızı parlıyordu. Samanyolu yıldızları iyice seçilemez hale gelmiş, mavi gökyüzü karanlığın içinden yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı.
Yaşasııınn! İşte yine güneşe doğru gidiyordum…
Dışarıda çiftçiler ya traktörlerin üzerinde ya da yürüyerek yollara düşmüştü. Anlaşılan herkes tarlanın, bahçenin yolunu tutmuştu. Kirli yün balyasına benzeyen birkaç bulutun altındaki Turhal Ovası, sessiz ve dingin görünüyordu. Kimi yerlerde anız, kimi yerlerde sabah esintisi ile hafifçe eğilen buğday başaklarıyla tarlaların toprağın nemine karışmış kokusunu hissediyordum.
Birkaç çiftçi sağ yanımızda orak ve tırpanını omuzlamış hasada giderken, biraz ötede bir köylü elinde bir çapa, pancar tarlasındaki su arkının başında uykulu uykulu bekliyor, sırasıyla arklara su bağlıyordu.
Bir grup kadın işçi, bir kamyonetin üzerinde işe giderken, vagonun arkasında ayrıkotu gibi duran bir erkek, sigarasını tüttürerek uykusunu açmaya çalışır gibiydi.
Güneşin doğacağı yeri, ufkun ateş gibi kızarmasından iyice işaretlemiştim. Ancak otobüs ilerledikçe, ufuk çizgisindeki bu kızıllık, bazen ovanın derinliklerine, bazen de bir dağın üzerine düşüyordu. İşte tam da ufkun kızıllığı karşı dağın üzerine düştüğünde, önümüzdeki tali yolun kavşağında, bir askeri aracın durduğunu fark ettim.
Otobüs, askeri araca yaklaşırken, yavaşladı. Otobüsün yavaşlamasıyla  uyanan birkaç yolcunun dikkati, kenardaki askeri arabaya yöneldi. Yolcuların çoğu koltuklara rastgele yayılmış uyumaya devam ediyordu.
Tali yolun 200 metre ilerisinde bir kalabalık vardı. Kalabalığın ortasında bir başka askeri araç duruyordu. Köylülerin arasında askeri aracın ancak çatısı görünüyordu.
Otobüs kavşakta durunca, bizim şoför yüksek sesle askerlere doğru bağırdı:  
-          “Hayrola askerağa, kaza mı oldu?
-          Keşke kaza olsaydı… Şehit var. Güneydoğu’dan. Cenazelerden birisi geldi, diğeri için ayak sürüyoruz burada. Bekliyoruz, gelecek. “
Üzerimizden geçen bir karganın gaklamasının saymazsak, ortalıkta derin bir sessizlik vardı. Çıt yoktu.  
Bizim otobüsün kavşakta durduğunu fark eden bir kadın, uzaktaki kalabalığın arasından sıyrıldı ve “Oğlummmmmmm!” çığlığı ile bize doğru koşmaya başladı.
Ardından kalabalık teker teker sökün etti bize doğru. Uzaktaki askeri arabanın çevresindeki kalabalık bize doğru hareket edip dağılınca, üzeri açık olan bir askeri aracın arkasında bir tabut göründü. Üç kişi tabutun üzerine kapanmıştı..  
Bizim otobüse doğru koşan kadının çığlıkları Turhal Ovası’na doğru dalga dalga yayılıyor, yol kenarındaki kavak ağaçları, çevredeki elma ağaçları bu sesin önünü kesemiyordu.
Bize yakın olan askeri araçtaki çavuş, kadınlı erkekli bize doğru gelen kalabalığa dönerek, “Duruuuun! Cenaze yok! Bu yolcu otobüsü, cenaze daha gelmedi”, diye bağırdı.
Çavuşun sesini duyan kalabalık, birden yavaşladı ve olduğu yerde adeta donakaldı.
Bize doğru koşanların bazılar geri döndü. Bazıları ise olduğu yerde çömelerek beklemeye koyuldu.
“Oğlummm” diye bağıran beyaz başörtülü kadının ise koluna bir erkek ile bir kadın girdi.
Koşarken bağı çözülüp arkaya düşen eşarp, kadının altın sarısı saçlarını ve pırıl pırıl alnını ortaya çıkarmıştı. Orta yaşlı, orta boylu, kumral kadın, attığı çığlıkları durdurmak için kendini zorluyor, parmaklarını yumruk yapıyor, ağzını kapatıp dudaklarını sıkıyor, gözlerini kapatıyordu. Ama ne gözyaşlarına ne de bağırarak ağlamasına engel olabiliyordu.
Kalabalık sessiz bir bekleyişe geçerken, uzakta tabutun başında bir başka kadının ağıtları yükseldi:   
“Oğul oğul... Sabahları erken kaldırmaya kıyamazdım ben seni. Nasıl kıydılar kınalı kuzum. Kuzuuumm. 9 ay karnımda 19 sene sırtımda taşıdım ben. Kime ne ettim. Ne günah işledim de seni bana çok gördü Allahım. Sen karıncayı bile incitmezdin.  Elleri kırılsın sana kıyanın… “
Ağıtlar sanki ovayı deliyor, insanların yüreğini derin acılara sürüklüyor, herkesin içine ateş düşürüyordu.
İki kadından birisi otobüse 50, diğeri 150-200 metrede, aynı durumdaydı. 20 yaşına getirdiği evladının, askerden cenazesini beklemek, bu kadınların yaşama umudunu belki tamamen söndürmese de fizik olarak bitirmiş, yıkmış, çökertmişti. Bize yakın olanı ayakta dururken gözleri kararıp olduğu yere yığılırken, galiba eşiydi, bir erkek ona var gücüyle sarıldı, düşmesini engelledi.
Otobüsümüz kalabalığın yanında fazla beklemeden yoluna devam etti. Ancak bir yaz günü, hasat mevsiminde bu insanların, sabahın köründeki bu perişanlığı ve Turhal Ovası’na yayılan feryatları, otobüstekilerin uykusunu, hatta uyuklu hallerini bıçak gibi kesmişti.
Dışarıdaki çığlıkları duyunca ağlamaya başlayan çocuklar,  gencecik askerin ölüsünü bekleyen insanların yarattığı derin üzüntüyle boğazları düğümlenen, dokunsan ağlayacak hale gelen anneler tarafından teskin edilmeye çalışılıyordu.
İstanbul’dan çıkıştan beri sevinç yerine hüznün hakim olduğu bu otobüste, herkesin neşesi iyiden kaçmıştı.
Tokat garajına varıncaya kadar galiba herkes, Turhal Ovası’nda tanık olduğu bu manzaranın etkisinde kaldı, kimsenin ağzını bıçak açmadı. Memleket savaşta değildi, bir şey değildi. Ama ne oluyordu da birer ikişer asker polis cenazesi geliyordu. İnsanlar, ne bu acıları niye çektiklerine ilişkin bir fikir sahibi, ne de bu işin sonunun nereye varacağına dair kendince bir çıkış yolu bulabiliyordu. “Oğlunuz şehit oldu. Başınız sağolsun!” demek öyle bir laftı ki, akla gelecek bütün soruları, açılacak bütün defterleri beyhude hale getiriyordu! Neden öldü, kim öldürdü soruları boşa düşüyor, bu canların hesabını kimin vereceği sorusu havada kalıyordu. Hayatın baharında biricik oğlunun tabutu, bir sabah önüne alın yazısı gibi konuluveriyordu. Bu nasıl bir kaderdi böyle!
Tokat garajında otobüsten indiğimizde, en çetin soru, köye gitmek için uygun aracı bulabilmekti. Yolun bundan sonrasında, şehir alametlerinden birisi olan otobüs yoktu.
Elimde bagaj olarak tek bir çanta olduğu için şanslıydım. Ama İstanbul’dan beri yol arkadaşlığı ettiğimiz, sanki 40 senedir tanıyormuşum gibi samimi gelen bu insanların işi zordu. Minibüsler bu kadar eşyayı zor kabul ederdi. Köyden traktörler şehir merkezine kadar gelemezdi. Gelmeye kalksa bile vilayetin içine traktör sokulmuyordu.  Ara sıra yük taşıyan kamyonlardan birisine binsen, o zaman da “İstanbul’dan kamyonla gelmiş” diye laf edilmesinden çekinirdiler.
Bir gecede İstanbul’dan 850-900 kilometre yol kat edip Tokat’a gelmişsin… Ama şimdi topu topu 50 kilometre bile uzak olmayan köye gitmek için, Tokat’ta veya Almus ilçesinde akşama kadar minibüs beklemek vardı. Köye yolcu taşıyan minibüsler sabah erkenden şehre gelir; akşam saatlerde köye geri döner, günde tek bir sefer yaparlardı.  
Güneş gökyüzüne doğru yükselmeye başlamış, Tokat’ın üç yanındaki kayalıklar ve Yeşilırmak boyunca uzanan kavaklıklar,  pırıl pırıl görünüyordu. Hava kirliliği yüzünden büyük şehirlerde hasret kaldığımız cam gibi görüntü, mis gibi tertemiz hava, güzel bir günün başlangıcı olmalıydı.
Yeni günün batımını köy yolunda izlemekten başka seçeneğim yoktu. Ama olsun güneşe doğru yolculuk güzeldi. Güneş bazen karşıma geçip gözlerimi kamaştıracak, bazen de gözlerim dinlensin diye kendi gölgeme bakarak gidecektim doğduğum topraklara…
Tokat’tan sonra köye doğru başlayan minibüs yolculuğu Yeşilırmak’ın bir koluyla başlayıp diğer bir koluyla bitecekti. Almus Barajı’nın çevresinde, masmavi göl sularını seyretmek her gidiş dönüşte heyecan vericiydi.
Akşam güneşine, barajın çevresinde ilerlerken, Hasankayası’nın gölgesinde veda etmek de vardı. Ama güneşe yolculuk dedik ya… Barajdan sonra ben minibüsle döne döne doğduğum topraklara, dağın tepesine doğru yükselirken; karşı dağın gölgesi arkamızdan, adım adım bizi takip edecekti. Güneşle yolculuğumuz sona erdiğinde ben yol yorgunluğuyla bir ıhlamur ağacının dibindeydim. Güneş ise Mamu Dağı’nın tepesinde kara bulutların ardında görünmez olmuştu.


                                                                                    Bursa, 1992

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder