“Cari
açığı kim kapatacaksa, seçimde oyumu ona vereceğim”
diye karar almıştım, bir
ekonomi muhabiri olarak, fiğ
tarihinde... Sandığa gidecektik. Ve başladım, siyasi partilerin
cari açıkla ilgili ne dediğine...
Anladım
ki, ne iktidarın ne de muhalefetin, memleketin en önemli meselesi
olarak gördüğüm cari açıkla ilgili bir derdi yok!
Dahası,
bizim ekonominin aslında gerçek adı zaten “Cari
Açık Ekonomisi”imiş!
Gayet kanıksanmış, kurumsallaşmış, hiç fire vermeden, ayağına
taş değmeden; bir Cari Açık Ekonomisi 1950'lerden itibaren,
istisnasız, tıkır tıkır her yıl başarıyla uygulanıyor!
Hani
hep ihracat ihracat deriz
ama; bir türlü ihracat rakamları ithalat rakamının yanına bile
yaklaşamaz...
Lafta
cari açığa herkes karşıdır. Ama nedense bütün parlak
projeler, dış krediyle, ithal malla doludur... Bütün kapılar
niyeyse ithalata çıkar. Yeni yatırım deriz, makine deriz;
ithalat. Artık fabrikalar neredeyse tamamen ithal hammaddeyle
çalışıyor. Cari açık, sadece üretim azaldığı zamanlarda
düşüyor. Teknoloji, otomasyon deriz; ithalat... Hele Endüstri
4.0 geliyor ki, bu maçta 4-0
mağlup olacağız, gibi
hissediyorum.
Uludağ
Ekonomi Zirvesi'nde daha net
fark ettim ki, patronlar 15 Nisan'a odaklanmış.
Aslında
ekonomik durum 2002-2009 arası gibi olsa; işler iyi olsa, içeride
dışarıda yaşadığımız malum olağanüstü şartlar olmasaydı,
iş dünyası için de “başkanlık”
ve evet/hayır tartışması anlamlı olabilirdi. Büyümeyi,
kalkınmayı bir adım yükseğe taşıyabilir mi; Türkiye başkanlık
ile daha adil, daha huzurlu olabilir mi, diye düşünürdük hep
beraber. Ama bunların serbestçe konuşulamadığını, iş
dünyasının oldukça rahatsız ve kaygılı olduğunu görüyorum.
Siyaseti
siyasetçilere bırakıyoruz. İş damlarının kasasındaki sorular:
“Evet dersek ekonomide,
şimdi yapılamayan nasıl bir şey yapılacak da piyasalar tekrar
işlemeye başlayacak?” “Şu anda yapılamayan nasıl bir şey
var da, Evet deyince yapıp bizi terör belasından kurtaracaksınız?
Avrupa, komşular ve dünya ile işleri düzeltmek için bir yol
biliyorsanız, zaten iktidardasınız, niye Evet'i bekliyorsunuz?”
Vs. vs.
Uludağ'daki
zirvede de bu sorular havada kaldı. Genelde hükümet cenahından
yaklaşım “Bize güvenin,
gerisini merak etmeyin”
şeklinde...
“Güven”
deyince...
Zirvede,
önde gelen patronlarımızdan birisi anlattı: “Karşındaki
insana güvenir misin” diye
bir araştırma yapılmış. Türkiye'de sonuç: Yüzde 90, “Hayır,
güvenmiyorum” demiş.
Danimarka'da “Hayır
güvenmiyorum”
diyenlerin oranı, tam tersi, sadece yüzde 10!
Düşünün
ki “güven”,
bir ülkenin kalkınması için gerekli “sosyal
sermaye”nin temelidir.
İnsanlar birbirine güvenerek, el ele vererek çalışır, üretir,
plan yapar, yarınını kurar, hayalinin peşine takılır, iş
kurar, risk alır...
Adamlar
zengin oldukları için birbirine güveniyor değil; birbirlerine
güvendikleri için çalışıp zengin, adil, mutlu bir toplum
kurmuşlar!
Bu
ara herkesin dilinde bir söz var: “Yeni bir Türkiye hikayesi
yazma zamanı...”
Çok tılsımlı bir ifade galiba bu "hikaye"... Kuşkusuz, aslında herkesin kafasındaki "hikaye" farklı; aksi takdirde bu kadar ortaklıkla ifade edilmezdi gibi geliyor bana.
Örneğin, "Yapısal reformlar" lafı da öyle.. Özellikle son çeyrek asırdır en tılsımlı ifade olarak kullanılıyor. Bütün sorunlar "Yapısal reformlar" ile halledilecek! Açıkçası, hatırlayalım, 1990'lı yıllarda Yapısal Reformlarla kastedilen, "Küresel üretimin bir parçası olma", küresel rekabete açık olma idi.
Bir dönem, AB ve dünya pazarlarına uyum, CE, ISO 9000 standartları kastedildi bu tılsımı sözcükle.
Son dönemde "Yapısal reformlar"dan benim anladığım somut olarak, herşeyin uluslararası finansın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi...
Başbakan Yardımcısı Şimşek'in "2. Nesil Yapısal Reformlar" ifadesi tam neyi ifade ediyor? Doğrusu, henüz açıklanan bir şey yok. Anlaşılan planlar "Evet" kazanırsa netleşecek.
Referanduma bir katkısı olmayacağı düşünülen reformlar olmalı belki de..
Bekleyip göreceğiz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder