3 Nisan 2017 Pazartesi

Yeni bir 'hikaye' zamanı...


Cari açığı kim kapatacaksa, seçimde oyumu ona vereceğim” diye karar almıştım, bir ekonomi muhabiri olarak, fiğ tarihinde... Sandığa gidecektik. Ve başladım, siyasi partilerin cari açıkla ilgili ne dediğine...

Anladım ki, ne iktidarın ne de muhalefetin, memleketin en önemli meselesi olarak gördüğüm cari açıkla ilgili bir derdi yok!

Dahası, bizim ekonominin aslında gerçek adı zaten “Cari Açık Ekonomisi”imiş! Gayet kanıksanmış, kurumsallaşmış, hiç fire vermeden, ayağına taş değmeden; bir Cari Açık Ekonomisi 1950'lerden itibaren, istisnasız, tıkır tıkır her yıl başarıyla uygulanıyor!
Hani hep ihracat ihracat deriz ama; bir türlü ihracat rakamları ithalat rakamının yanına bile yaklaşamaz...

Lafta cari açığa herkes karşıdır. Ama nedense bütün parlak projeler, dış krediyle, ithal malla doludur... Bütün kapılar niyeyse ithalata çıkar. Yeni yatırım deriz, makine deriz; ithalat. Artık fabrikalar neredeyse tamamen ithal hammaddeyle çalışıyor. Cari açık, sadece üretim azaldığı zamanlarda düşüyor. Teknoloji, otomasyon deriz; ithalat... Hele Endüstri 4.0 geliyor ki, bu maçta 4-0 mağlup olacağız, gibi hissediyorum.

Uludağ Ekonomi Zirvesi'nde daha net fark ettim ki, patronlar 15 Nisan'a odaklanmış.
Aslında ekonomik durum 2002-2009 arası gibi olsa; işler iyi olsa, içeride dışarıda yaşadığımız malum olağanüstü şartlar olmasaydı, iş dünyası için de “başkanlık” ve evet/hayır tartışması anlamlı olabilirdi. Büyümeyi, kalkınmayı bir adım yükseğe taşıyabilir mi; Türkiye başkanlık ile daha adil, daha huzurlu olabilir mi, diye düşünürdük hep beraber. Ama bunların serbestçe konuşulamadığını, iş dünyasının oldukça rahatsız ve kaygılı olduğunu görüyorum.

Siyaseti siyasetçilere bırakıyoruz. İş damlarının kasasındaki sorular: “Evet dersek ekonomide, şimdi yapılamayan nasıl bir şey yapılacak da piyasalar tekrar işlemeye başlayacak?” “Şu anda yapılamayan nasıl bir şey var da, Evet deyince yapıp bizi terör belasından kurtaracaksınız? Avrupa, komşular ve dünya ile işleri düzeltmek için bir yol biliyorsanız, zaten iktidardasınız, niye Evet'i bekliyorsunuz?” Vs. vs.

Uludağ'daki zirvede de bu sorular havada kaldı. Genelde hükümet cenahından yaklaşım “Bize güvenin, gerisini merak etmeyin” şeklinde...
Güven” deyince...

Zirvede, önde gelen patronlarımızdan birisi anlattı: “Karşındaki insana güvenir misin” diye bir araştırma yapılmış. Türkiye'de sonuç: Yüzde 90, “Hayır, güvenmiyorum” demiş. Danimarka'da “Hayır güvenmiyorum” diyenlerin oranı, tam tersi, sadece yüzde 10!

Düşünün ki “güven”, bir ülkenin kalkınması için gerekli “sosyal sermaye”nin temelidir. İnsanlar birbirine güvenerek, el ele vererek çalışır, üretir, plan yapar, yarınını kurar, hayalinin peşine takılır, iş kurar, risk alır...

Adamlar zengin oldukları için birbirine güveniyor değil; birbirlerine güvendikleri için çalışıp zengin, adil, mutlu bir toplum kurmuşlar!
Bu ara herkesin dilinde bir söz var: “Yeni bir Türkiye hikayesi yazma zamanı...”

Çok tılsımlı bir ifade galiba bu "hikaye"... Kuşkusuz, aslında herkesin kafasındaki "hikaye" farklı; aksi takdirde bu kadar ortaklıkla ifade edilmezdi gibi geliyor bana. 

Örneğin, "Yapısal reformlar" lafı da öyle.. Özellikle son çeyrek asırdır en tılsımlı  ifade olarak kullanılıyor. Bütün sorunlar "Yapısal reformlar" ile halledilecek! Açıkçası, hatırlayalım, 1990'lı yıllarda Yapısal Reformlarla kastedilen, "Küresel üretimin bir parçası olma", küresel rekabete açık olma idi.   

Bir dönem, AB ve dünya pazarlarına uyum, CE, ISO 9000 standartları kastedildi bu tılsımı sözcükle. 

Son dönemde "Yapısal reformlar"dan benim anladığım somut olarak, herşeyin uluslararası finansın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi... 

Başbakan Yardımcısı Şimşek'in "2. Nesil Yapısal Reformlar" ifadesi tam neyi ifade ediyor? Doğrusu, henüz açıklanan bir şey yok. Anlaşılan planlar "Evet" kazanırsa  netleşecek. 

Referanduma bir katkısı olmayacağı düşünülen reformlar olmalı belki de.. 

Bekleyip göreceğiz... 









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder