Ekonomi ve gündelik yaşamdaki yeni değişimler hepimizi şaşırtıyor. Gördüklerimize, yaşadıklarımıza inanamaz hale geliyoruz...
Geniş bir kesim giderek umutsuzluğa kapılırken; bir başka kesim yaşadıklarına anlam veremese de akıntının sesinden memnun, nirvanaya yaklaştığını sanıyor!
Bir yanda, çevredeki işsiz güçsüz
insanların, özellikle gençlerin yıldan yıla çoğaldığını görüyorum. Gençlere doğru
dürüst hayatını kazanacağı bir iş için artık üniversite mezunu olmak değil: master,
doktora bile garanti olmuyor.
Gençler arasında geleceğini Avrupa’da arama eğilimi yeniden hortladı. Bir iş bulup çalışanların çok büyük bölümü asgari ücrete talim ediyor ve çalışanlar ev, araba alma; çocuklarını okutma konusunda eskiye göre daha şanssız.
Son bir yılda yüz bin civarında insan kamudaki işini kaybetti.
Sendikalar tabelaya dönüştü, milyonlarca insanın hayatı patronun, müdürün iki dudağına bakıyor.
Esnaf, sanatkar, yerli üretici kesimi yıldan yıla mevzi kaybediyor. Dünya devlerinin haksız rekabeti yerli üreticiyi vuruyor.
Sanayi üretiminin GSYH içinideki payı hızla gerileyip, yüzde 20’lerin altına düştü. Fabrikasını satıp, gayrimenkul ve ranta yönelen sanayiciler tanıyorum.
Binlerce şirketin ha kapandı ha kapanacak olduğunu duyuyoruz.
Suriye, Irak gibi komşu ülkelerdeki gelişmelerin de etkisiyle sokaklar dilenci doldu. Yoksulluğu, gelir adaletsizliğini yolda yürürken, sağa sola, insanlara, arabalara, binalara bakarken hissedebiliyorsunuz.
Evinin, arabasının taksitini ya da kirasını ödemekte eskisinden daha çok zorlanıyor insanlar.
Gençler arasında geleceğini Avrupa’da arama eğilimi yeniden hortladı. Bir iş bulup çalışanların çok büyük bölümü asgari ücrete talim ediyor ve çalışanlar ev, araba alma; çocuklarını okutma konusunda eskiye göre daha şanssız.
Son bir yılda yüz bin civarında insan kamudaki işini kaybetti.
Sendikalar tabelaya dönüştü, milyonlarca insanın hayatı patronun, müdürün iki dudağına bakıyor.
Esnaf, sanatkar, yerli üretici kesimi yıldan yıla mevzi kaybediyor. Dünya devlerinin haksız rekabeti yerli üreticiyi vuruyor.
Sanayi üretiminin GSYH içinideki payı hızla gerileyip, yüzde 20’lerin altına düştü. Fabrikasını satıp, gayrimenkul ve ranta yönelen sanayiciler tanıyorum.
Binlerce şirketin ha kapandı ha kapanacak olduğunu duyuyoruz.
Suriye, Irak gibi komşu ülkelerdeki gelişmelerin de etkisiyle sokaklar dilenci doldu. Yoksulluğu, gelir adaletsizliğini yolda yürürken, sağa sola, insanlara, arabalara, binalara bakarken hissedebiliyorsunuz.
Evinin, arabasının taksitini ya da kirasını ödemekte eskisinden daha çok zorlanıyor insanlar.
Ama tablonun
bir de öbür yüzü var ki, Cumhuriyet
döneminin en büyük altyapı projeleri peş
peşe devreye giriyor.
İstanbul 3. Havaalanı, şaka değil, 34 milyar dolar ile dünyada devam eden en büyük proje!
3. Boğaz Köprüsü, Körfez Geçiş Körprüsü, Çanakkale Boğazı, Şehir Hastaneleri, yeni santrallar, tünel ve otoyol, hızlı tren, liman vs. projeleri…
Milyar dolarlık “Mega Projeler” birbirini takip ediyor.
İstanbul 3. Havaalanı, şaka değil, 34 milyar dolar ile dünyada devam eden en büyük proje!
3. Boğaz Köprüsü, Körfez Geçiş Körprüsü, Çanakkale Boğazı, Şehir Hastaneleri, yeni santrallar, tünel ve otoyol, hızlı tren, liman vs. projeleri…
Milyar dolarlık “Mega Projeler” birbirini takip ediyor.
İnsanlar bu tablonun sadece bir yüzünü görme
eğiliminde.
“Yeni Türkiye” işte bu ve bu haliyle hepimizi şaşırtıyor.
“Yeni Türkiye” işte bu ve bu haliyle hepimizi şaşırtıyor.
Bu ekonomik
gerçeklik aslında, siyasette, sosyal yaşamda, kültür sanatta, iğneden ipliğe
her alanda son yıllarda bizi şaşırtan gelişmelerin ana kaynağı.
Bir ekonomi gazetecisi olarak, Türkiye’de neler olup bittiğini anlamak,
dolayısıyla nereye sürüklendiğimizi görebilmek için öncelikle ekonomide olanları anlamak gerektiğini düşünüyorum.
Bakınız, “Türkiye ekonomisinde son 15 yıldaki gidişi
anlamanın anahtarı nedir”, sorusuna benim yanıtım şu: Uluslarası finans
patronlarının hazırladığı “mucize!” finansman modeli:
Pablic
Private Partnership- Kamu Özel Sektör Ortaklığı!
Sevgili dostlar, Türkiye ekonomisine damgasını
vuran en önemli gelişme, hükumetin ekonomide yegane dayanağı ve başarı kaynağı Dünya Bankası’nın koordinatörlüğünde
sürdürülen Kamu Özel Ortaklığı (Public
Private Parnership) adlı büyüme-finansman modelidir.
Bir süredir merakla araştırdığım bu PPP konusunu, bugünden itibaren, kısa bölümler halinde sizlere sunmaya çalışacağım.
Bir süredir merakla araştırdığım bu PPP konusunu, bugünden itibaren, kısa bölümler halinde sizlere sunmaya çalışacağım.
PPP NEREDEN
ÇIKTI?
Önce gelin şu PPP
nereden çıktı, neden gelişmiş batılı ülkelerde değil de “Gelişmekte olan” ülkelerde ilgi görüyor, ona bakalım.
Hatırlayalım, dünya kapitalist sisteminin
patronları, 2. Dünya Savaşı
sorasında bütün ülke ekonomilerini kendi sistemlerine (kendi çıkarlarına, diye
de okuyabilirsiniz) uygun hale getirebilmek için İnternational Monatery Fund’u (IMF)
kurmuştu.
IMF, bir yandan az gelişmiş, gelişmekte olan, ya da kapitalizm ile sosyalizm arasında bocalayan ekonomileri dolara bağımlı hale getirmek için çaba sarf etti; bir yandan da bunun sonucunda oluşan “döviz krizleri”nde kurtarıcı gibi ortaya çıkıp, bu ülkeleri sürekli borçlandırarak bağımlı bir yapı oluşturdu.
IMF sadece para, kredi vermedi; hükumetlerin elinden eksik olmayan “IMF Reçeteleri” ile ekonomileri yönetti, yönlendirdi.
Bitmek bilmeyen “IMF borçları”nın hikayesi buydu.
IMF, bir yandan az gelişmiş, gelişmekte olan, ya da kapitalizm ile sosyalizm arasında bocalayan ekonomileri dolara bağımlı hale getirmek için çaba sarf etti; bir yandan da bunun sonucunda oluşan “döviz krizleri”nde kurtarıcı gibi ortaya çıkıp, bu ülkeleri sürekli borçlandırarak bağımlı bir yapı oluşturdu.
IMF sadece para, kredi vermedi; hükumetlerin elinden eksik olmayan “IMF Reçeteleri” ile ekonomileri yönetti, yönlendirdi.
Bitmek bilmeyen “IMF borçları”nın hikayesi buydu.
Ancak 1984’ten
itibaren patronlar Dünya Bankası bünyesinde
bir proje başlattı: Devletlerin resmi katılımı ile oluşan IMF fonlarının yerine
özel fonların ve bankaların paralarının kullanıldığı Kamu Özel Ortaklığı sistemi (PPP).
Özellikle, Türkiye’nin de dahil olduğu “Gelişmekte Olan Ülke” grubunda hükumetlerin
temel sorunu şuydu: Para, döviz...
Zira İMF artık dolara bağımlılığı kronik hale getirmeyi başarmıştı.
Zira İMF artık dolara bağımlılığı kronik hale getirmeyi başarmıştı.
Bu az gelişmiş ülkelerde kazançlar, pek çok kanaldan batılı şirketlerin
kasasına aktarıldığı için, Hükumetler
artık ülkesinde yol, su, elektrik vs. temel altyapı projelerini gerçekleştirmekten
aciz hale gelmişti.
“Parasızlık”
devletin ulaşım, eğitim, sağlık gibi kamusal görevlerini yerine getirmesinin
engeli oluvermişti.
Ve işte bu noktada batılı dev finans şirketlerinin
gözleri parladı:
Devletin yapması gereken ulaşım, sağlık, enerji vs. altyapı yatırımları, kendileri için yeni ve karlı bir yatırım alanı olabilir, Dünya Bankası bunu küresel ve güvenli bir işe dönüştürebilirdi!
Devletin yapması gereken ulaşım, sağlık, enerji vs. altyapı yatırımları, kendileri için yeni ve karlı bir yatırım alanı olabilir, Dünya Bankası bunu küresel ve güvenli bir işe dönüştürebilirdi!
Oluşturulan modelin adı çok cakalıydı: Kamu-Özel Sektör Ortaklığı!
Uluslararası banka ve yatırım fonlarının parası,
yerli şirketlerin yüzde 20 ortaklığı ve
tabi hükümetin güvencesiyle uzun vadeli işler, mega projeler yapılacaktı.
Böylelikle hem ABD’de parayı düşük faizde tutan finansçılar
tatlı paralar kazanacak, hem de Dünya Bankası, “fakir ülkelerin kalkınmasına dev katkılarda bulunacak”tı!
“Yap İşlet”,
“Yap İşlet Devret”, “Yap Kirala” vs. adı ile işler
yapılmaya başlandığın gördük.
Hatırlarsanız 1990’larda Bursa’da BUSKİ altyapı projelerinde Dünya Bankası kaynaklı krediler kullanmış ve yüksek su fiyatlarından şikayet edenlere, altyapının dolarla yapılması gerekçe gösterilmişti.
(Devam edecek...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder