Temmuz 2017’de Yemen deyince, Türkiye’de ortama insanımızın aklına galiba karışıklık, iç savaş halindeki bir Ortadoğu, Arap ülkesi geliyordur.
Halbu ki, Yemen daha bir kaç kuşak öncesinde,
gencecik evlatlarımızın can verdiği, binlerce askerimizin şehit düştüğü,
kaybolduğu, bizim devletimize ait topraklardı.
“Gidip gelmeyen” delikanlıların ardından yakılan “Yemen türküleri” ile büyüdü bizim kuşak:
“Havada bulut yok, bu ne dumandır,
Mehlede ölüm hok,
bu ne figandır
Şu yemen elleri ne de yamandır
Ano Yemen’dir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.
Burası Muş’dur, yolu yokuştur
Giden gelmiyor, acep ne iştir.
Kışlanın öniünde redif sesi var
Bakın çantasında, acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var.
Ahu Yemen’dir, gülü çimendir
gidenn gelmiyor acep nedendir.”
(Mehle: Mahalle,
Redif: Seferberlik
için askere alınan her yaştan insan. Rediflerle, Yemen’de ölen askerlerden
geriye kalanlar aileye teslim edilirmiş)
Gülü çimendir:
Yemen’de gül yoktur, en iyi bitki çimendir.
Figan: Yas,
feryatlar...
Ano: Ana’ya
feryatla hitap tarzı, yöresel)
Bursa medyasının
yakından tanıdığı, meslektaşımız Arzu Arınel’in yazdığı “Kayıp Osmanlılar” kitabını okuyunca, ne kadar da balık hafızalı bir toplum
olduğumuzu düşündüm.
Sadece bir tek yüzyıl
öncesinde yaşanan büyük acıları ne kadar da çabuk unuttuğumuzu, acılardan,
yıkımlardan, kayıplardan hiç bir ders
çıkarmadığımızı; bu yüzden de tarihin “tekekkür”den
ibaret olduğuna ilişkin boş bir tekerlemeyi doğrulamak için ne büyük bedellere
hazırlanıyor olduğumuzu hissettim.
Arınel’in
Destek Yayınları’ndan çıkan 416
sayfa Kayıp Osmanlılar kitabı, “Bozgün
günlerinde aşk ve ölüm... Yemen çölllerinde solan hayatların hüzünlü hikayesi”
alt başlığını taşıyor ve gerçekten Yemen konusunu tamamen insani yanlarıyla
işliyor.
Anlaşılan Arınel bu kitabı, oldukça da özel
nedenlerle kaleme almış. Annesinin dedesi Osmanlı Zabiti Gazi Yüzbaşı Niyazi bey (Tüzgiray)
Yemen’de Yemenli Amina hanım ile
evlenir ve eşiyle birlikte döner. Anneannesi
Neriman hanım ile babası Turgut Arınel’den küçük yaşta dinlediği
öykülerin izini süren Arzu , ciddi bir araştırma yapmış, kalkıp karışıklık
içindeki Yemen’e gitmiş, gezmiş, araştırmış, soruşturmuş ve ortaya
gerçekten belgesel kıvamında bir eser ortaya çıkarmış.
Öykü, Yemen’de
Osmanlı yönetimine başkaldırının
odaklarından birisi olan Zeynilerin yaşadığı Da-Ül Muamma diye bir diyarda geçiyor. Yöre halkının yaşamı, oraya görevli giden
Osmanlı subay ve erlerinin karşılaştıkları...
Tabi yüz yıl
öncesinin ulaşım imkanları, yaşam tarzı, kültür, ikişkiler, farklı dünyalar...
Sizlerle paylaşmak, dikkatinizi çekmek istediğim birkaç durum şöyle:
- * Yemen,
Osmanlı İmparatorluğu’na ait. Oradaki tepe yöneticiler İstanbul’dan atanıyor.
Yani Yemen, Osmanlı’nın vilayetlerinden birisi.
Ama halkı Arap, kültürleri, dilleri, adetleri vs. farklı. Halkın yüzde
60’I şafi, yüzde 40’da Zeydi, yani şiilere benzeyen bir inanışa mensup.
G
- * İmam
Yahya, Yemen nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan “Zeydilerin” imamı, yani
bizim dilimizle “halifesi”, tartışmasız lideri. Yemen’in kaderini yüzde 60’lık
Şafi’ler değil, bu yüzde 40 lık Zeydiler belirlemiş, tarih boyu. İmam Yahya Osmanlı’ya göre
asi, çete reisi. Yemen’in bağımsızlığına
kavuşmasından sonra Yemen’in Atatürk’ü olmuş.
Osmanlı İmam Yahya’yı, İngizlerin piyonu olarak görür, gösterir; ama İmam Yahya anlaşılan tereyağından kıl
çerek gibi Osmanlı ve İngilizler arasında çok ince bir politika güderek “400
yıl sonra ülkesini ilk defa bağımsızlığa kavuşturan lider” olur. Zeydi mezhebi
şiilere benziyormuş. Ali, Hasan, Hüseyin’in
yolundaki kendi Zeydi imamları duruken, niye Sünni Osmanlı imamını edeyim, düşüncesi…
Kendi toprağında Osmanlı’ya vergi vererek yaşamak da istemiyorlar anlaşılan. Bu
toprakların yönetilmesinde ben de söz sahibi olmalıyım diyor.
-
* Halk orada güvenlik için gönderilen Osmanlı
askerine güvenmiyor. Osmanlı askerinin
Arapları adam yerine koymaması, sopa, dayak, rastgele cezalandırma, zamanla orada silahlı bir direniş
yaratmış. İmam Yahya, Osmanlı
askerinlerinden kötü muamele görenlerin başvurduğu bir kurtarıcıya dönüşmüş. Kahraman
yani. Osmanlı askerini tek bir köşede sıkıştırınca saldırıyor olmalılar ki, askere
tek tek sokağa çıkma yasağı konulmuş!
- * Yemen
halkı resmiyette Osmanlı idaresine karşı bir isyanda, savaşta değil, ama İmam
Yahya’nın adamları dağlarda geziyor, yerleşim yerlerinde gece silahlı, gündüz
külahlı pozisyonunda...
- * Zaman zaman Osmanlı hükümeti büyük bir harekat
yaparak bu “eşkiya”yı tepeliyor. Ancak her ölen Yemen’linin ardından yepyeni
gençler İmam’a katılıyor.
- * Dağda taşta sığır güden çocuklar, mağaralarda
gizli silahlar buluyorlar. İngiliz
üretimi tüfekler, bu İmam’ın adamlarına ait. İngiltere, Osmanlı yönetiminin en
can ciğer müttefiki, ama İmam Yayha’nın bütün silah vs. desteği oradan aldığı
söyleniyor.
- * İstanbul’da
iyi bir eğitim aldıktan sonra orada göreve başlayan subaylar Ali Fuat ile
Yusuf, aldıkları eğitime ve rütbelerine rağmen oradaki ortamın değişmesini
sağlayamaz, halkın askere duyduğu nefret
devam eder.
- * Tabi yıl 1900’lerin başı, Osmanlı devleti
zayıflamış, askerine silah mühimmat, yiyecek, elbise vs. göndermekten aciz hale
gelmiştir. Sonuçta isyanın boyutları büyür ve Yemen kaybedilir. İmam Yahya, İngilizlerin, “Bütün Osmanlı askerinin silahlarıyla
birlikte teslim olması” şartını yerine getirmez, pek çok Osmanlı subayı,
askeri, İngilizlerin çalışma kampı yerine İmam Yahya’nın yanına geçer, hatta
Örneğin Ragıp Paşa bağımsız Yemen’de
40 sene Dışişleri Bakanı olur vs.
Artık, 1. Dünya
savaşı sonunda Yemen tamamen Osmanlı’dan kopmuştur.
YUNANİSTAN'DA BÖLÜCÜLER!
Birkaç yıl önce Yunanistan’ın niye Osmanlı’dan ayrıldığını araştırmıştım.
Hikayeler o kadar
benziyor ki...
Yunanistan’da
1800’ün başına kadar kimse Yunanistan’ın “bağımsız”
olmasından vs. bahsetmiyor.
Yunanistan da Osmanlı’nın bir vilayeti, toprağı...
Ama Yunan halkı, bu
tarihlerde İstanbul’a, “Biz sizden
farklıyız, müslüman değiliz, Türk de değiliz. Hıristiyan ve Yunan olarak kendi dilimiz, adet ve kültürlerimizle yaşamak istiyoruz, buranın yönetiminde biz de olmak,
hesaba katılmak istiyoruz” anlamına gelecek taleplerde bulunuyor.
Ancak bu talepleri
dile getirenler ağır şekidle
cezalandırılıyor.
Osmanlı zabitinden
illallah çeken ahali içinde isyan edip dağa çıkanlar oluyor. Saldırılar düzenliyorlar.
Osmanlı devasa bir güç olarak kendinden emin,
bunları hiç sallamıyor, bekliyor bekliyor; bir kaç senede bir büyük bir asker
gücüyle gidiyor, hepsini ipte sallandırıp “huzuru
sağlıyor”, dönüyor!
Padişah, kendi
topraklarında farklı etnik köken ve inanışa sahip vatandaşların her talebini kendi “mutlak iradesi”ne itaatsizlik diye yoruyor ve eziyor.
Ve, zamanla
Yunanistan’da halkın Osmanlı idaresine karşı duygusal bağı kopuyor, artık bir
arada yaşamak sorgulanıyor, bağımsızlık isteği yayılıyor.
Ulusal bilinç diye de birşey gelişiyor...
Artık Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar, “Bizim de
bir tarihimiz, kültürümüz var, biz de bir ulusuz, milletiz” diyor.. Malum ulus devletlerin kurulma çağı...
1832’de hem isyana
katılımın fazlalığı, hem de Osmanlı’nın kendi iç sorunları yüzünden isyan
bastırılamıyor ve Yunanistan bağımsızlığını kazanıyor, gerisi malum.
Şimdi, Yunanistan’da
yaşananların ardından Kayıp Osmanlılar kitabını okuyunca, Türkiye’de toplumun
en büyük sorunlarından birisi haline gelen ve adına “Bölücü Terör” denen
olaylar geldi aklıma.
İmam Yahya bana
Apo’yu çağrıştırdı.
Dar-ül Muamma, bizim Günaydoğu Anadolu’yu...
Zeydiler deyince
Kürtler geldi aklıma.
Yunanlıların
öyküsünde de benzer olaylar var.
Ve tam bir asır önce
Osmanlı’nın yaşadığını şimdi biz yaşamıyor muyuz Allah aşkına!
Yine
askerlerimiz bazı şehirlerimizde gündüz tek başına sokağa çıkamıyor.
Yine devleti, asker polis temsil ediyor ve asker polis vatandaşa zerre kadar güvenmiyor.
Vatandaş
da “güvenlik kuvvetleri”ne güvenmiyor!
Yine
sorsan herkes yasalara saygılı, belli ki korkuyor; ama elaltından silahlı
örgüte destek verir olmuş.
“Türk Devleti” diyor, adam; deyiş
tarzıyla “Ben Türk değilim, bu sizin devletiniz”i sokuyor kafanıza.
Yine en
önemli “stratejik partner”imiz devrede...
Ve... En
önemlisi, devletin yaklaşımı da aynı!
Yine ülkeyi
yönetenlerin tek bildiği şey, “Operasyon”, “isyan bastırma”, imha... Tek yöntem “güvenlik”.
Yine bölge
halkı her yiten insanın ardından duygusal olarak, kendi devletinden biraz daha soğuyor.
Yine
“şehitlerimiz” kendi topraklarımızda...
Yine
bizim insanlarımız Allah allah diye birbirine saldırıyor...
Yine tek
güvencemiz askerimizin kahramanlığı, yine silahlarımızın yıkıcı gücü...
Yav arkadaş, hani
Osmanlı devleti, diyelim ki, miadını
doldurmuştu, Avrupa’da ve dünyadaki toplumsal gelişmelere ayak uydurma şansı
yoktu, bu yüzden farklı hakları bir arada tutamadı, bu yüzden devlet sürekli
bölünerek küçülmek zorunda kaldı.
Peki Atatürk’ün
kurduğu “modern, demokratik, laik
Türkiye Cumhuriyeti” de kendi sınırlarında yaşayan farklı din, dil ve etnik
kökenden insanları bir arada tutmayı beceremeyecek mi?
“Terörle Mücadele” denen şey, amacı ne olursa olsun, sonuçta ölümleri,
savaşı büyütüyor. Kan, gözyaşı ve acılar katlanıyor... Ve bu yönüyle de en
büyük “terör progandası” ve
örgütleyicisi haline dönüşmüş durumda.
Ölümler arttıkça,
nefret, intikam almak için yola çıkanların, elinde silah alanların sayısı da
sürekli artıyor.
Sunuçta “duygusal
kopuş”, kalplerin soğumasıyla insanlar düşmanlık noktasına geliyor.
Türkiye’nin komşu
ülkelerle bir türlü geçinememesinin altında biraz da bunlar yatmıyor mu?
Araplar,
Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Ermeniler...
Kanlı savaşların
içine girmişsen, ayrılsan da düşmanlık demirbaş kalıyor!
Bugün, sanki bu
halklarla hiç iç içe yaşamamış, hiç komşu
olmamış, hiç aynı ülkenin vatandaşı olmamış gibiyiz...
Tabi ki, Kayıp
Osmanlılar kitabı tamamen Yemen çölllerinde heder olan insanımızın dramı ile
ilglili, ondan ibaret.
Ancak, Arınel’in
oraya asker olarak giden büyük dedesinin yaşadıkları, tanıklıkları ve biricik
kınalı kuzularını Yemen çöllerinde yitiren bu halkın çektiği acılar bugün de
bana çok tanıdık geliyor.
Yüzyıl sonra benzer
sorunlarla, benzer acıları yaşamak...
O zaman soruyoruz: Zaman
neyi değiştirdi?
İyi haftalar..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder