29 Ekim 2018 Pazartesi

BUSİAD’da sıradışı bir profesör...




Yaşamını  bilime, bitki dünyasına adayan  Prof. Dr. Ali Demirsoy,  Bursa iş dünyasına  dıradışı bir konferans verdi . 
“Sıradışı” olan sadece Demirsoy’un yaşamı  ve kişisel hikayesi değil, çok basit gibi gördüğümüz, hiç  kale almadığımız basit iklim ve canlı yapılarındaki değişikliğin hepimizi felakete sürükleyecek denli güçlü bir etkiye yol açmakta olduğuna ilişkin öngörüleriydi.
Öncelikle, son 20 yıldaki farklı arayışlara rağmen, Bursa hala kent ekonomisinin nabzını tutan, en köklü ve en başarılı sanayi kuruluşlarının temsil edildiği Bursa Sanayicileri ve İşadamları Derneği’ni (BUSİAD) U.Ü. Felsefe Bölümü ve Bursa Felsefe Kulübü ile işbirliği yaparak, felsefe gibi farklı bir söyleşiler dizisini başlatması nedeniyle tebrik etmek istiyorum.
“Felsefe” konusu,  olay ve olguları sorgulama, farklı bakış açıları geliştirme; dünyayı ve gelişmeleri didikleme, anlama,  birbirinden çok bağımsızmış gibi görünen durumlar arasındaki ilişkileri yakalama, işi olduğu için, genel olarak tutucu, muhafazakar iktidar odaklarınca hoş karşılanmaz...
Felsefe “kafayı yemiş”lerin uğraştığı alanlar olarak gösterilmek istenir. Hazır sınırları çizilmiş kurallar, doğrular, yanlışlar, duvarlar, cezalar, emirler, meşru davranış kalıpları dururken, şimdi bunları sorgulamanın hiç de gereği yok diye düşünülür! 
Felsefe eğitimi alanlar da eğer okullarda öğretmen vs. değillerse, işsiz kalmaları kesindir!
Hacettepe Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy  Renklerin Dansı (Dünyamızın oluşumuna bir bakış)” başlıklı konuşmasına  kendinden  Orta zekalı, kötü eğitimli birisi” diye söz ederek başladı.
Ama çok çalışkan, sıradışı ve aktif olmalı ki, genç yaşta yükselmesini, “32 yaşımda dekan oldum. Rektörümüz İhsan Doğramacı beni hiç sevmezdi, ilk işi beni görevden almak oldu” sözleriyle ifade etti.   
Önce jeolojiye merak etmiş. “Kafayı  taktım,  yer altındaki altını, petrolü bulup hemen Türkiye’yi  kurtarmak istedim” diyor.
Ama hayal kırıklıkları sürekli hedef küçültmüş ona: “Olmadı. Ardından  üniversiteyi, fakülteyi,  derken en sonunda odamı  düzeltmeye karar verdim. Ancak  onu da yapamadım... Okuldaki odamda bir dosyayı bulmak için saatlerce arıyorsun”
Yabancı burslarla Avrupa ülkelerine doğa, bitkiler  üzerine araştırmalar  başlamış.
Anlaşılan, tek bir konu üzerine yoğunlaşmaktansa kafayı, canlıların yaşamı, flora,fauna, bitkisel çeşitlilik gibi konulara yormuş.
İşadamları ve felsefeye ilgi duyan akademi camiasının ilgi gösterdiği  konferansa katılım fena değildi. Ancak bir emekli gazeteci olarak, böylesine önemli , üstelik de BUSİAD gibi önemli bir kurumun toplantısında  gazetecileri, muhabir dostları göremedim. 
Basında muhabirlerin hızla yok oluşu, gazete ve televizyon kuruluşlarının tamamen birer ticaret şirketi haline dönme halleri hüzün verici.
Prof.  Dr. Demirsoy’un tespitlerinden bazılarını paylaşmak istiyorum:
-          “Dünya, yeryüzü ve gezegenler yaklaşık 4,5 milyar yıl önce oluştu.  Çok uzun süre dünyada yaşam olmadı. Toprak 574 milyon yıl önce oluşmaya başladı. Canlılığın oluşumunu  Güneş ve ayın yörüngeleri etkiledi.  Örneğin Ay olmazsa birkaç saat içinde ölürüz. Ay bizi güneşin etkilerindenkoruyor. Güneş  de bizi diğer yıldızların zararlı ışıklarından koruyor. Güneş olmazsa bu işıklar bizi anında öldürür.”
-          “Yaşamın ortaya çıkmasında ilk aşama serbest oksijenin ortaya çıkışı. ATP (Adenozin trifosfat)  üretimini artırıyor.  Her nefes alışta  ölüme yaklaşıyoruz. Yağıştan sonra ozon oluşur. En az yarım saat sonra çıkan ozon var.”
-          “Erken kararan meyveyi yeyin.  Ayva,elma muz patates.  Tabi kararmadan.”
-          “Yosunlar 1 milyar yıl önce vardı. Toprak 574 milyon yıl önce oluşmaya başladı. Eğreltiotu ilk otlardan.  Tozlaşma rüzgarla başlıyor. Metaginko (bir çeşit ot) 190 milyon yıl sene ortaya çıktı, kanserin tek ilacı.”
-          “Mesozoik çağda kuraklık yüzünden bitkiler neslini devamı  için tohuma duruyor. Önce çiçekler tohuma duruyor.  Henüz meyve yok. Arı, sinek, kelebek ortaya çıkıyor ve rüzgarın yerine böcekler bitkilerde döllenme aracı oluyor. “
-          “200 milyon yıl önce renk cümbüşü,  çiçeklerin kendini gösterme yarışına sahne olundu. Farklı renkler.. çiçekler..  12 ay,  yani bir sene sonra yeniden çıkıyor. Tüm çiçeklerde farklı renkler, tonlar..taçyapraklar... Çiçeğin ortası döllenme noktasıdır, çevresi albeni içindir.. Seçilenler ayakta kalır, döllenme ile meyve ortaya çıkarır.”
-          “Erkekler dişilerden 1,5 milyon yıl sonra ortaya çıktı. Kimse boşuna ben erkeğim diye horozlanmasın.”  
-          “Eğri burun, siyah göz başattır. Yani eğri burun kimdeyse baba odur.“
-          “İnsanların 1/400.000’i renk körüdür.”
-          "Bizm birbirinin aynısı sandığımız çiçeklerin, koyun kuzuların hepsinin birer  barkodu vardır. Her koyun kuzusunu bu barkodla tanır. Barkod sadece hayvanlarda olmaz. Örneğin Afrika’da, hatta Urfa’da özel  işaretlerle vücuda barkodlar yapılır ve o barkoda bakarak o kişinin kim olduğunu, ayrıntısıyla öğrenirsiniz. Örneğin  primatlarda kıçı mavi olan kimse, lider odur. Kimileri kuyruğu dik tutarak, kimileri  kırmızı yüzleriyle ayırt edilirler.”
-          “Kimse tam erkek ya da tam kadın değildir.”
-          “Hayvanlar çiftleşmek istediklerini, döllenme dönemlerine uygun olarak hareketleri ile belli ederler. İnsanlarda da örneğin, kızların büyüyünce kendini gösterme ihtiyaçları doğaldır. Hatta bazı toplumlarda kız, reşit olduğunu kanıtlayan ilk adet kanamasından sonra kırmızı elbise giydirilip dolaştırılır. Genellikle 12 yaşındadır ve bu hareket çevreye tamam artık ben kadınım, evlenebilirim anlamına gelir.  Örneğin Tokat’ta kadınlarda elbise siyahsa dul, pembeyse nişanlı,  kırmızı ise bekar, yeşil ise evli olmayı  ifade eder.”
-          “Güneşten 100 kat büyük ya da 44 kat küçük yıldız sistemlerinde canlılık olmaz, top şekilli galaksilerde canlılık olmaz, uydusu olmayan gezegenlerde hayat olmaz. O nedenle Mars'ta ancak fanuslarda bir hayat sürdürülebilir. Tek bir insanın uzay kıyafeti 60 milyon dolara maloluyor. Demek oluyor ki, orası bize mekan olmaz.”
-          “En yakın yıldıza 120 bin yılda gidebiliriz. Yani hiçbir yere gidebilecek değiliz. 4.5 milyar yıldan beri canlılar Dünyayı vatan olarak görür. Bir başka gezegene gidebilsek bile yaşayabilmemiz için 40 bin canlıyı yanımızda götürmemiz gerekir. Yani başka dünya yok. O nedenle bütün anayasaların ilk maddesi şu olmalıdır: Doğa hakkı insan hakkından önce gelmelidir.”
-          “2035 yılı bana göre sonun başlangıcı. 2050’ye kadar çok büyük kargaşalar, katliamlar öngörüyorum. Zira bütün gelişme süreçleri o yönde ilerliyor.
-          “Süphan, Nemrut, Cilo gibi buzulları olan dağlardan sadece Cilo'da bir miktar buzul kaldı. ABD sadece bu yıl kasırgalardan dolayı 240 milyar dolar zarar yaşadı. Dönülemez bir yola girildi. Küresel ısınma nedeniyle 2035 sonrası büyük katliamlar olabilir.”

23 Ekim 2018 Salı

Dağlarda mevsim ‘sohbahar’ ...






Arkadaşlar, doğa yürüyüşlerinde 21 Ekim’de Bozüyük-Domaniç bölgesi dağlarındaydık.
İlk önemli durağımız Bozüyük Muratdere’deki Atatürk Köşkü oldu.
Ormanın içinde yapayalnız bir bina düşünün...
Anlaşılan sadece Orman İşletmesi görevlileri kullanmış, ya da ben öyle bir izlenime kapıldım.
Ancak binaya yaklaşınca tam bir hayal kırıklığı yaşadık!
Bina dışarıdan ihtişamlı görünüyor, ama dış kapı merdivenlerini çıkınca, bakıyorsunuz  ki, kapı demirleri tahrip edilmiş, kapının camları kırılmış ve bildiğin birileri zorla içeri girmiş, ortalığı duman etmiş...
Ama durum sadece, bir kişi ve grubun bir defada zorla içeri girip tahrip etmesine de benzemiyor. Merakla, açık bırakılmış kapıdan içeri girip, manzaraya baktık.  Salon, mutfak, odalar, banyo, tuvalet vs. ne varsa virane gibi. Adeta çürümeye terkedilmiş. Bir kuzine soba, bir piknik tüpü, çalıştığını sanmadığım eski bir set üstü ocak dışında birşey varsa da alınmış, çalınmış.  Çatı ve duvarlar su sızdırıyor olmalı ki, küflenmiş, dökülmüş.

Ben bu Atatürk Köşkünü önceden duymamıştım. Meğer burası Atatürk’ün yakın silah arkadaşlarından Bilecikli Albay İbrahim Çolak tarafından 1936 yılında yapılmış.  Sonra Atatürk’ü özellikle davet etmiş olmalı ki, Atatürk 1937 yılında, vefatından bir yıl kadar önce, buraya gelmiş ve bir süre  dinlenmiş. Tabi o zaman burası tamamen ahşaptan yapılmış bir yermiş.  Aradan geçen zaman içinde hayli yıpranmış olmalı ki, Atatürk’ün doğumunun 100 Yılında, Balkan mimarisine uygun olarak bugünkü şekilde yapılmış.
Bu memleketin, kuş uçmaz kervan geçmez diyebileceğin ıssız, yerleşim yerlerinden uzak dağlarına kartal yuvaları gibi evler, mekanlar yapmanın, oralarda dinlenmenin nasıl bir yurtseverlik, nasıl benimseme olduğuna dikkatinizi çekerim. Bunu yapanın bir de ülkesini düşman işgalinden kurtarmış, senelerde çarpışmış bir asker olduğunu düşünün... Bu duyguyu hissetmeyenlerin, anlamayanların o binaya salt, işte şu kadar metrekare, piyasa değeri şu kadar bir beton bina olarak bakmalarına da hiç şaşırmam!
Şimdi buradan naçizane bir çağrım var, Bilecik Valiliğine...

Erikli köyüne 7 km., Günalan mevkiindeki bu bina ile lütfen ilgilenin... Türkiye’nin kurucu lideri adına yapılmış bu mekanı çürümeye bırakmayın...  Hırsız arsızların uğrak yeri de olmasın. Sahip çıkın. Herşey para, ticaret  değildir. Kuş uçmaz kervan geçmez gibi de düşünmeyin, doğa sever pek çok insanın bildiği bir yer orası.
Ve de eyyy Orman Genel Müdürlüğü... Sahip çıkın böyle değerlere. Orman sadece sizin kerestesini satıp para kazandığınız yer olmamalı...
...
Pazar günü en çok merak ettiğimiz şey, yağmurdu. Cumartesi akşamı, gece, çok güzel bir yağış olmuştu, bazı arkadaşlar yağışın Pazar gün boyu sürmesinden çekinmiş olmalı ki, son anda katılmaktan vazgeçti. Hava genelde kapalı ve yer yer sisli oldu, güneşi pek göremedik. Ama sağanak da olmadı. Tabi ormanın sisi bu havalarda “ahmak ıslatan”a dönüşür, bir de bakmışsın, tepeden tırnağa ıslanmışsındır...
Hava böylesine “zibil” ve nemli olunca tabi mantarlar coşmuş! Dün en fazla mantar topladığım gezi oldu. Dedeböğrü (Dede bölük, Şemsiye de deniyormuş), Çam mantarı (Melbi, Kanlıca da deniyormuş) ve Malkadın topladım. Üç çeşit mantarı daha diğerlerinden ayırt etmeye başlamış oldum. Üçünü de ayrı ayrı pişirdik evde. Tabi mantar konusunda grubumuzun tek danışmanı Harun hocaydı. Sağolsun hem rotamızı belirleyip bizi kaybolmaktan kurtarıyor, yem de tanımadığımız mantarları, otları, ağaçları ona soruyoruz.
 Sofular Yaylası, Domuz Kertiği Yaylası, Kömürsu Yaylası...
Yine yaylalardan geçtik.
Bu yaylaların da artık adı kalmış. Zira yakın zamanda buralarda yayla yapıldığına ilişkin kanıt bulmak için hayli araştımak lazım...
Çeşmeler örneğin... Suları gürül gürül, buz gibi akan çeşmeler...  Uludağ’ın tersine oralarda çeşme suları hortumla toplanıp ticarete konu olmamış gibi.
Köy adlarının Kozpınar, Kızılcapınar, Çaydere, Muratdere olduğunu söylersek, her halde buranın tertemiz içmesuyu kaynaklarına sahip olduğunu kanıtlamış oluruz... 
Bu gezide hiç bir köye girmedik, arazide sadece arabalarıyla gidip mantar toplayan birkaç kişi ve ormancılarla karşılaştık.

Kütahyalı olduğunu söyleyen  vatandaşlara, “Buraların adı yayla, ama in cin top oynuyor, hani nerede koyun keçi sürüleri”  deyince, şu yanıtı aldım:
“O iş çok eskidenmiş. Bizim köylerde yayla yapan kalmadı. Bir ara yörükler gelirdi. Ta güneyden, Akdeniz bölgesinden, çadır kurar koyun sürülerini burada güder, güzün giderlerdi. Şimdi onlar da gelmiyor artık.  Köylerde bir iki hane dışında keçi bakan kalmadı.”
Yürüyüş güzergahında en yüksek nokta galiba Domuz Kertiği denilen 1840 rakımlı bölgeydi. Tabi şehir merkezlerine göre daha serin ve müthiş ormanlar gördük.
Hayatımda bu kadar düzgün çam ağaçları görmemiştim, dersem galiba yalan olmayacak. Ağacın dibinde hatira fotoğrafı çektik, o kadar yani. Düşünün bir kamyon kerestesi çıkacak devasa büyüklükteki ağaçlardan sözediyorum.
Ve tabi mevsimin sonbahar olduğunu kanıtlayan gazeller...  
Gürgenlerde (Kayın) artık bütün yapraklar kuruyup yere dökülmüş.
Çocukken üzerine yatıp yuvarlanmaya bayıldığım, gürgen gazeli (kuru yapraklar) arasında daldan dökülen gürgen fıstığı aradığım zamanlara götürdü beni... (Bu arada, gürgen fıstığı diye birşeyin varlığından çok az insanın haberdar olduğunu keşfettim. Halbuki,  çok severek yerdik, sonbaharda çobanlar özellikle fıstık döneminde koyunlarını ormana salar, hayvanlarda oluşan harika değişiklikleri ballandıra ballandıra anlatırlar, sırf bu yüzden sürünün köye inişini günlerce geciktirirlerdi. Çok ilginç.)

Veee halk türkülerimizde “gazel” ile “güzel” arasında kurulan bağlantıların sırrını hissediyorsunuz yerdeki kuru yapraklara bakarken... Zira artık, yemyeşil yaprakların daldaki o eski şirinliğinden, en ufak yelden harekete geçen canlılığından, fingirdekliğinden, koskoca ağacı besleyen halinden eser kalmamıştır... Şimdi artık ömrünün son demindedir. Mevsim artık sonbahardır...
Yürürken, yakın zamanda bölgede yaşanan yangının izlerine de tanık olduk. Orman işletmesi fidan dikimi gibi bazı çalışmalar yapmış, ancak fidanlar daha çok küçük. Ama canlılık umut verici.
Yaklaşık 20 kilometrelik yürüyüşümüz Orman İşletmesi’nin Domaniç tarafındaki bir deposunda sona erdi.
Yürümeye, doğayı, memleketi ve  insanımızı keşfetmeye devam..



17 Ekim 2018 Çarşamba

ORMAN KÖYLERİ GÜZEL Mİ GÜZEL, KÖYLÜLER DERTLİ Mİ DERTLİ...





Doğa gezilerine fırsat buldukça, devam...
14 ekim Pazar günü, Bursa’nın dağ ilçelerinden Büyükorhan’da “Küplü Çeşmesi”, “Erikli Tepesi”, “Pınar Arpayeri” mevkiilerinden, Karaağız köyüne (mahalle) yürüdük.
DSİ’nin yüksek kotlardaki zirai alanların sulanması için yaptığı harika sulama göletine yakın bir yerde başlayan yürüyüş sırasında mis gibi temiz hava, yemşeşil çam ormanları ile tam bir yayla yürüyüşü oldu.
Havanın kapalı oluşu, yağmur bulutlarının, sisin yanıbaşımızda olması da “yayla” olmanın şanından olmalı.

Dostlar, ormanlık, dağlık, yüksek ve de “kırsal” diye tanımladığımız yerler, bizim makus talihimizin aynası gibi...
Bir yanıyla müthiş doğal zenginlikler, insanın ömrünü uzatacak tertemiz içme suyu ve bol oksijen, yeşillik; kendinizi bir anda cennetin orta yerinde hissedeceğiniz bir doğa...
Bir yanıyla da pek çok yanlış politika yüzünden geçim sıkıntısı, yoksulluk, verimsiz tarım, geçinememe, hızla kaybolan nüfus, arazilerin terk edilmesi ile sonuçta yerleşik insanların “kurtulmak” için can attığı bu güzelim orman köylerimiz...
Ve de, bir gazeteci olarak, sorgulayan gözlerle baktığınızda daha vahim bir durumu tespit ediyorsunuz: Kangren haline gelmiş sorunlar, sorunlar...
Devletin vatandaşı ile bir türlü yıldızı barışmayan topraklardan söz ediyoruz...
Şaka değil, Orhaneli, Keles vs. civarda binlerce köylü devletle mahkemelik!
Yeni değil, bildim bileli bu böyle...
Türkiye’nin pek çok dağlık yöresi gibi...
Köylerin birbiriyle yaşadığı arazi, su ve meralarla ilgili davalardan, kavgalardan söz etmiyorum.

Devlet kurumlarının, büyük ölçü de de Orman Genel Müdürlüğü’nün açtığı davalarla kabaran mahkeme dosyaları...
Düşünün ki, Toroslar’da pek çok şehrin “yayla”ları var ve yaylada ev yapılıyor, telle çevrili bahçeler kuruluyor, ormanın içinde insanların elinde tapuları var, alıyorlar, satıyorlar...
Devlet aynı devlet, kanunlar aynı kanun...
Ama Orhaneli’de, Keles’te bilmem kaçıncı göbekten miras olarak işlenen topraklara tapu verilmiyor.
Orman Genel Müdürlüğü buraları “orman içi”, “Orman kenarı” vs. görüp itiraz ediyor ve köylüler ekip biçtikleri arazinin tapularını alamıyorlar.
Şehir civarlarında işgal edilmiş, üzerine konut veya işyeri yapılmış, fiyatı da uçmuş olan yerler “2 B” kapsamında ve hayli yüksek fiyatlarla da olsa satın alınıp tapulandırılabiliyor. Ancak köylülerin bu şansları da yok. Zira, orman işletmesi bu araziler için taraf. Mahkemelere davalar açılmış, buralar 2 B olarak kabul edilmiyor.
Orman köylüsünün en büyük başbelası, uzun yıllardır bir devlet kurumu olan Orman İşletmesi oldu.
"Keçi yasağı", ardından farklı gerekçelerle uygulanan "yayla yasağı" küçükbaş hayvancılığa vurulan en büyük darbedir. Boşuna ithal et, peynir yer hale gelmedik.
Ancak, bu köylerin Büyükşehir Belediyesi statüsüne alınması, “Mahalle” yapılması bir beklenti doğurmuştu.
Ama şimdi bu olumlu beklenti de, tam tersi, bir kabusa dönüveriyor.
Zira, eskiden ekili tarlasını kaptırmamak için uğraşan köylü, şimdi hayvanlarını otlattığı meraları da kaybetme riski ile karşı karşıya.
Belediyeye göre artık, buralar mera falan değil, “hazine arazisi”!
Ve Belediye, üzerinde hayvan otlayan bu eski meralar üzerinde istediği gibi at oynatabileceğini düşünüyor.

Örneğin, eski yasalarımıza göre, yaylak, kışlak ve meralarda sahiplenme, özel mülkiyete geçirme, inşaat yapma vs mümkün değildi. Buralar tamamen hayvanların otlanmasına ayrılmıştı.
Köyler arasındaki itilaf sadece, senin hayvanın otlayacak/benim hayvanım otlayacak düzeyindeydi.
Oysa şimdi, belediyelerin arazileri bazı şirketlere sattığı, kiraya verdiği söyleniyor.
Bu durum da yöre halkı ile belediyeler, sonuçta vatandaş ile devlet arasında yeni sürtüşme alanları yaratmış.
Karaağız köyüne doğru giderken, telle çevrili geniş alanlar dikkatimi çekti.
Belli ki buralar tarla değil, mera.
Merayı kim, ne cesaretle dikenli telle çevirebilirdi ki?
Köylülerden birisinin verdiği bilgi aynen şu:
“Burası bizim köyün hayvanlarının otladığı meraydı. Sonra belediye burayı bir şirkete vermiş. Biz itiraz edip, mera olarak kullanmaya devam edince sırf köye gıcıklık olsun diye Orman İşletmesi’ne dikenli telle çevirttiler. Şimdi badem fidanı dikeceğiz diyorlarmış. Bu arazide badem olmuyor. Ama bize inat olsun diye yapıyorlar”...
Yüzlerce dönüm alandan söz ediyoruz.
Ve hani, genellikle yaylalar, meralar bomboş. Ama Karaağız köyünde durum o kadar kötü değil. Gezdiğimiz ormanlık alanların keçilerin otlama alanı olduğu anlaşılıyor. Hayvanlar otları yemiş, ağaçlar arasında daha rahat yürünüyor.
Bize yürüyüşte mihmandarlık yapan köylü, köyde 10 binden fazla küçükbaş hayvan  (büyük çoğunluğu keçi) olduğunu söyledi. Köyde yaşayan 67 hane için hiç fena bir rakam değil. Tahmin ediyorum Sütaş’ın en fazla keçi sütü aldığı yer burası.
Şimdi buradan Büyükşehir Belediye yönetimine sesleniyorum:
Artık geleneksel belediyecilik ezberini unutun. Artık sadece şehirden değil dağlardan, ovalardan, ormanlardan, meralardan, yaylalardan da sizler sorumlusunuz... Artık sadece insanlar değil, hayvanlar için de içmesuyu sağlamak durumundasınız... Sadece insanların atıkları ve kanalizasyon değil, hayvansal gübrelerin kullanımına da kafa yoracaksınız...
Bu işler eski “yasak”larla yürümez!

Mesela “hazine arazisi” ve de paraya çevirmek için yanıp tutuştuğunuz meraları birilerine kiralamak, satmak yerine lütfen islah ediniz...
Mera ıslahı, orada hayvanların daha çok, kaliteli ve ucuza beslenmesi, bu da vatandaşa ucuz, kaliteli et, süt demektir...
Cumhuriyetin kuruluşundan beri hep lafta kalan mera ıslahı artık belediyelerin omuzunda..
İşe buradan başlayabilirsiniz. Geri dönüşü en hızlı olan da budur.
BESAŞ’ın Keles’te süt ve süt ürünleri işlemesi çok güzel bir adım.
Ama sadece işin ticari tarafında değil, üretim tarafında da kendinizi hissettirin. Hayvan üretimine, damızlık, gübre, zirai ilaç vs. katılmasanız da üretenin işini kolaylaştırabilirsiniz... Örneğin yem bitkisi ekimini desteklemek, BUSKİ ile sulama desteği, çiftçinin pazarlara ulaşımında destek olabilirsiniz.

KÖYDE SANTRAL KORKUSU!

Veee...
Karaağız köylülerinin aylardır yüreğini ağzına getiren santral projesi...
Köye yaklaşık 500 metre uzaklıkta çam ve ardıç ağaçlarının arasındaki bir alana kurulacak atık yakma tesisini engellemek için köylüler adeta seferber olmuş.
Çadırlar kurmuşlar ve geceleri erkekler, gündüzleri kadınlar burada nöbet tutuyor.
Koza Dağcılık olarak yürüyüş sırasında direniş çadırına uğrayacağımız, kendilerine moral destek vermek istediğimiz söylendiği için, haberdardılar ve yürüyüş grubumuzu alkışlarla karşıladılar.
Nöbetteki kadınlar ateşler yakıp kendi elleriyle, sacda pişirdikleri gözlemeleri ikram ettiler.

Bir köylü, gruba “Biz bu doğanın bozulmasını istemiyoruz. Biz burada 4 aydır gece gündüz nöbet tutuyoruz. Geceleri erkeklerimiz, gündüzleri annelerimiz, ablalarımız, bacılarımız nöbet tutuyor. Birkaç sefer çevik kuvvetle bastılar burayı. Ama tekrer iş makineleriyle çekip gittiler” diye bilgi verdi.
Ve 27 Ekim’de Bursa’da yapılacak yürüyüşe davet etti herkesi..
Hikayenin özeti şu:
Adresi İstanbul Beylikdüzü’nde görünen Satem Enerji Sanayi Ticaret Ltd. Şti. 8 Ağustos 2017’de, Karaağız köyü “Leylek Çam” mevkiinde “tarla” sıfatındaki 35 bin 550 metrekare yeri İsmail Hakkı’nın kızı Fatma Çetin ile oğlu Durali Sönmez’den 350 bin liraya satın alır. Tapunun alındığı gün, ilçe Tarım Müdürlüğüne başvuru yapılır, 10 Ağustos’ta da yerin “Marjinal Tarım Arazisi” sınıfında olduğunun anlaşıldığı yazısı verilir ve “Biyokütle Enerji Santralı’nın kurulmasına olumlu görüş verilir. 11 Ağustos’ta Çevre ve İl Müdürlüğü’ne başvuru yapılır, aynı gün görevlendirme yapılır.
Bu arada, tapunun alındığı 8 ağustos günü Büyükorhan belediyesine başvurulur ve aynı gün, belediyeden “..Biokütle enerji santralı kurmanızda herhangi bir sakınca bulunmamakta olup, gerekli yere imar planı yaptırabilirsiniz” yazısı alınır. İmza Belediye Başkanı Hasan Taş!...
Ve aynı gün belediye başkanı Fen İşleri’ne yazısını yazar.
Bürokrasideki hız insanın gözünü yaşartıyor, değil mi!
12 Mwe/48Mwt Kapasitesinde Biyokütleden Elektrik Eldesi Tesisi Projesi” için bürokrasi jet hızıyla geçer, ÇED raporu tamamlanır, görüşler hep olumludur vs. vs.

Köyüler projeden, şirket baharda inşaata başlamaya geldiği zaman haberdar olur.
Karaağız köylülerinin bu santralı istemediğini söyleyen bir vatandaşa göre durum şu:
“Burası bizim hayvanlarımızın otladığı bir yer. Mera. Tarla değildi, sahipli de değildi. Belediye başkanı bunu birine, ardından da şirkete tapulatmış. Bizim muhtar da işin içinde. Şirket, duyduğumuza göre Büyükorhan belediye başkanını ve bizim muhtarı doyurmuş. Birer milyon lira vermiş bunlara, bunlar da her tür yasal mecburiyetleri, formaliteleri yerine getirmişler. Muhtar şimdi utancından köye gelemiyor. İki dönemdir muhtardı, kendini tanıttı, ilçede muhtarlar dernek başkanı oldu. O arada belediye başkanı ile kafayı birlemişler. Belediye ilçeden birçok muhtarı, ileri gelen adamları toplamış yemek vermiş, sonra da ‘katılanlar’ diye bir kağıda imza attırmış. Ardından da o imzalı kağıdın üzerine, ‘Biz şu şu kişiler olarak bu tesisin yapılmasını istiyoruz’ diye yazıp Valiliğe dilekçe diye vermişler. Sonradan ortaya çıktı. Birbirine girdiler. Rezil oldular.”
Tabi rivayet farklı. Mesela kimisi muhtarın 1 milyon lira rüşvet aldığını söylerken, kimisi rakamı 400 bin TL diye duymuş.
“Para değil, iki daire vermişler Bursa’dan” diyeni de duydum.
Köylülerin muhtar ve belediye başkanına çok öfkeli olduklarını anlamak zor değil.
Santral yapılması planlanan yerin yanından asfalt yol geçiyor. Yolun kenarında iki konteyner ile araziye uzatılmış demir elektrik direkleri göze çarpıyor.
Ha bir de santral yapılacak denilen yerde kazılar var.
Kare şeklindeki kazılar nedir, dediğimizde yanıtı çarpıcı:
Buradan çok eski bir yol geçiyor. İpek yoluymuş. Aslında tarihi mekanlar, eski mezarlıklar var. Biz itiraz ederken bunu da dile getirdik. Şimdi Müze Müdürlüğü buraya kazı için geldi. Onların derdi, göstermelik bir kazı yapıp şirketin önünü açmak, burada tarihi eser yoktur diyebilmek. Bakın yarım metre bile yok kazıları”...
Sohbet sırasında, köylülerin aslında bu tesiste ne olacağına ilişkin net bilgi sahibi olmadıklarını, ayrıca da kendilerine söylenenlere inanmadıkları, şirketin sözleri ve kağıtta yazılanlara da güvenmedikleri gözleniyor.
Örneğin şirket temsilcileri, “Burada ormandan odun, atık şeyler yakacağız” demiş. Oysa kendileri orada Bursa ve Kütahya’da arıtma çamurları dahil her türlü zararlı atıkların, İzmit’teki İzaydaş’a gönderilen zehirli ve tıbbi atıklar dahil çevreyi kirletici her türlü şeyin yakılacağına, bunun da köyü yaşanmaz hale getireceğine inanıyorlar.

Şirket belgelerinde, tesiste yılda toplam 87,8 bin ton yakıt kullanılacağı, bunun 73 bin tonunun orman ürünü, odun, lif yonga, kağıtlık odun, tali orman odunu, kök odunu, standart dışı orman ürünü, geri kalanın ise mısır koçanı, zeytin dalı, domates posası, şeftali çekirdeği gibi tarımsal atık olduğu yazılıyor.
Keza, projede "akışkan yataklı kazan" akıllarda soru işareti bırakırken, termik santrallerdeki gibi soğutma kulesi ve baca korkutuyor; “bacagazı arıtma ünitesi” inandırıcı bulunmuyor. Kül silosu, silo dolum yerleri, odun kırıcılar vs ortalığın toz dumana boğulacağı, bölgenin duman, kül kömür içinde adeta boğulacağı kaygılarını güçlendiriyor.
Seçimlerde büyük çoğunluğu Ak Parti’ye oy veren köyde, bu mesele yüzünden iktidar partisine de büyük tepki olduğu ifade ediliyor.
Doğada yürümeye, doğanın kucağında nefes almaya, doğayı ve insanları, velhasıl memleketi tanımaya devam...
1

11 Ekim 2018 Perşembe

Uludağ’dan yararlanmıyor, resmen talan ediyoruz!



Doğa gezilerimizin 7 Ekim Pazar günkü bölümüne Bursa-Uludağ yolu üzerindeki Dolubaba’dan başladık. Dolubaba çok eski bir kişilik, türbesi var o civarda falan, ama o konuya  girmeyelim, o bölgeye de  Dolubaba deniyor.  Hatta aynı espriyle işyerleri açılmış “Şekerbaba Kuzuçevirme”, “Şekerbaba Et Mangal” vs. 
Orada araçlardan indikten sonra Karabelen, Milli park girişinin arası, Tonoz Tayla, Abıhayat, Erikli Yayla üzerinden Zeyniler’e inerek yaklaşık 10-13 kilometre civarındaki yürüyüşü tamamladık.
Uludağ’ın kent merkezine en yakın yükseklikleri olduğu için bu bölge,  doğa yürüyüşlerinde çokça kullanılan güzergahlar halinde.  Bu nedenle de patikalar hayli belirginleşmiş. 
“Keçi yolu” diye bildiğimiz  ve daha çok koyun ve sığır gibi her tür hayvanın geçiş yolu olarak kullandığı yollar, orman içi patikalar oluşmuş.
Bu nedenle de yürümesi oldukça rahat bir parkur.
Koza Dağcılık’ın geçtiğimiz aylarda gerçekleşen “gece yürüyüşü”, Sarıalan’dan başlamış ve Tonoz Yayla, Abıhayat ve Erikli Yayla’dan Zeyniler’e inmiştik. Bu sefer gündüz yürüyüşü daha uzun ve nispeten daha düz bir hatta gerçekleşti.

Bu yürüyüşlerde her seferinde farklı şeyler keşfediyoruz.
Yeni çiçekler, yeni tür ağaçlar, otlar...
Her seferinde gruba katılan yeni insanlar, doğaseverler...
Bu gezide grubumuzun lideri, öncümüz Harun hoca sayesinde müthiş bir şey keşfettim: Mantar!...
Yağış sonrası bir anda bol humuslu topraklarda patlayıveren mantarlar çocukluğumdan beri hep çekmiştir beni.
Ancak şu zehir konusu yok mu...
Sadece “has mantar” ya da “evlek” dediğimiz bir tür mantar vardı ve onu toplar yerdik.
Ve tabi, sadece iki üç kez çocukluğumda yediğim ve hiç tadını unutamadığım “kuzugöbeği”...
Harun hoca, benim gibi grupta mantarı merak eden ama tanımayan arkadaşlara da tek tek anlattı, tanıttı gördüğümüz mantarları.
Hatta, ilkokul öğrencileri gibi şendik, gördüğümüz mantarı hemen Harun hocaya gösterdik ve ona göre topladık!
“Hocam, bu?”....
Unutmadan... 
Mantarı en çok domuzların sevdiğini bu gezide anladım.
Zira domuzların azı dişli burunlarıyla kazdıkları yerlerin civarında mantardan kalmamıştı.
Tabi bir da ayılar... Onların da mantar peşinde koştuğundan eminim.. Hatta ayıların kesnaneleri bütün bütün yuttukları bir kanıya vardım, kenarda çok da eski olmayan bir ayı dışkısını görünce...
Demek ki, armutun iyisi gibi mantarın da iyisini ayılar yiyor galiba!
Hayatımda gördüğüm en büyük mantarın adı meğer “ayı mantarı” imiş.
Gruptan sadece bir şanslı arkadaşımız devasa bir “ayı mantarı” buldu ve biz de mantarı  elimize alıp “hatıra fotoğrafı” çektirdik.
Mantarların her birinin adı var, ama doğrusu sadece birkaç tanesi kaldı aklımda.  Mesela Pazar yerlerinde satılan “istridye mantarı”.
Bir de meşhur dizi “Şirinler”den adını alan bir mantar var ki, süslü mü süslü..
Ama yiyenin aklını alır, sarhoş edermiş!
Tabi sadece fotoğrafını çekmekle yetindik.
“Çam mantarı”nın lezzetini duymuştum, ama tam emin olamadığım için cesaret edemiyordum. Meğer somon rengine benzeyen bu mantarlarmış...
Sonuçta birer ikişer derken, birkaç çeşit mantarla akşam yemeğinin malzemesini de tamamlamış oldum.

Gezi öncesinde aslında en büyük beklentilerimizden birisi dağda kestane toplamaktı...
Tabi bin metre ve üzerinde kestane ağacı olmuyor.  Kestane ağacı görmek için Tonoz Yayla, Abıhayat civarına inmemiz gerekti.  Erikli Yayla vs.  Yani  Meskenler’in, Zeyniler’in üst kotları.
Gazeteci olarak, uzun yıllar Uludağ’ın eteklerindeki kestane varlığı ile ilgili haberler yazdık.
Kestane çok uzun süre sadece dağlardan toplandı.
Kestanecilik, kestane şekeri, tatlısı yaygınlaştığı, bu işten para kazanan şirketler olduğu halde, kimse fidan dikeyim de bir kestane bahçem olsun demedi, buna çaba sarfetmedi. Kestane fidanlarının meyveye durmasının uzun seneler alması da insanların cesaretini kırdı.
Gerçi şimdi iş değişti, artık bir-iki senede kestane vermeye başlayan cinsler geliştirildi. Bursa Tarım Fuarı’nda da bunlar Bursalılara tanıtıldı.
Ama hala da ben Bursa’da kurulmuş bir “kestane bahçesi” görmedim ya!
Neyse...
Ve... Bizimkisi tam bir hayal kırıklığı oldu..
Baktık ki, kestane ağaçlarında ne varsa aşağı inmiş.
Sadece meyve değil, dallar, yapraklar...
Mübarek savaş ganimeti gibi...
Hani “gavur malı” diye saldırırsın ya...
Aynı görüntü...
Arkadaş, ayıp değil mi?
Tamam, kestaneyi topla, ama gelecek sene yine gelmeyecek misin bu ağaçtan kestane toplamaya? Neden kırarsın bütün dallarını kardeşim?
Ama hoyratlık deyince iş çok köklü bizde...
Sadece tek tek insanlarımız değil...
Şirketlerimiz, hatta devlet kurumlarımız...
Bakın Uludağ’ın çevresi su zengini...
Ama bizim dolaştığımız bölgedeki çeşmelerin neredeyse tamamı kurumuştu...
Sadece Abıhayat’ın orada çok cılız akan bir çeşme gördük.
Peki bu kuraklık mı?
Hayıııırrr!
Meğer kimi yerde su şirketleri, kimi yerde Büyükşehir Belediyesi (BUSKİ) nerede akar su varsa hepsini borulara almış. 
Dağda gezerken her tarafta bir boru görmek mümkün.
Şu meşhur ve de son zamanlarda satılacağı söylenen “Muradiye” suyu buralardan toplanıyor galiba...
Buradan soruyorum...
Arkadaş, anladım suyu alıyorsun da...
Niye hepsini alıyorsun? Neden çeşmeleri kurutuyorsun?
Geçenlerde Mustafakemalpaşa’daki bir şelaleyi gezmeye gittiğimizde (Şapçı Şelalesi) kayaların üzerinden sadece iğne kadar su akıntısı kalmıştı ve hepimiz havaların kurak gitmesinden kaynaklandığını düşünmüştük.

Meğer, orada yaşayan bir dostumun anlattığına göre, bir şirket suyu almış, işletiyormuş (Gümüşsu  imiş adı galiba) ve kurumanın nedeni buymuş.
Ya arkadaş eyvallah, sudan birşeyler yapıyor, para kazanıyorsun, ama lütfen dereyi  de kurutma...
Buna hakkınız yok!
Uludağ su zengini. Erikli (Adına bakmayın, o artık Nestle                Waters adlı bir yabancı şirketin malı) başta olmak üzere, şirketler neredeyse Türkiye’nin her tarafında buradan içmesuyu satıyor.
Ama bunu yaparken, lütfen Bursa’yı, Bursalıları, tabi Bursa’nın derelerini, balıklarını, ağaçlarını, bahçelerini, kuşlarını, yaban hayvanlarını da susuz bırakmayın...
Buna hakkınız yok!
Bu konuda çok ilginç ve hoş bir uygulamayı da duyurmak isterim: Hamamlıkızık civarındaki bir su şirketi (Korusu, diye hatırlıyorum) bir uygulama başlatmış.
İnsanlar arabalarıyla oraya gidiyor, damacanalarını, o büyüklükteki bidonlarını 1,5 liraya suyla dolduruyorlar. 
Aynı akaryakıt istasyonu gibi, gayet düzenli bir uygulama ve aynı anda galiba 15 civarında kişi kabına su doldurabiliyor.
Bursa’nın insanı doğayı, doğal olanı çok seviyor, her seferinde buna tanık oluyoruz.
Örneğin, biz hani grup olarak doğa yürüyüşüne çıkan 40-50 kişiydik; ama Zeyniler’e daha inmeden eteklerin piknikçilerle doğu olduğunu gördük. Belki binlerce insan var...
Yıldırım Belediyesi’nin yamaç paraşütü için yaptırdığı, ancak havalananların aşağıdaki evlerin çatılarına falan inmesi gibi durumlar yüzünden çalıştırılmayan noktadan itibaren her herde piknikçi vardı.
Zeyniler ile Teleferik arasında, uzun yıllar önce toprak yolda arabamın su kaynatması yüzünden kaldığımız yol, kilitliparke ile yapılmış.
Çoğu yerde iki araba yan yana gidemiyor. Dar bir yol. Ancak her köşede piknikçi var.
Pazar günü olmanınn ve havanın güzel olmasının da etkisi ile insanlar kimi zaman mangalını, kimi zaman birasını, arkadaşını, ailesini almış kendini bir ağacın dibine, bir taşın, çimenin, moloz yığının üzerine atmış, temiz havanın (yoldaki egzoz bile umurlarında değil) keyfini çıkarıyor.
Üst kotlarda da çadırlı kamp yapanları gördük. Bunlar da muhtemelen Cumartesi ve Pazarı orada geçirmek istemişler.

Yıllar önce Kadıyayla civarında, Süleymaniye köyünün karşısındaki ormanda çıkan yangında tahrip olan arazi de müthiş “yeniden doğuş” durumu var.  Ağaçların gövdesinde siyah yanıkları hala görebiliyorsunuz. Ancak tamamen yanan ve ağaçlandırılmayan bölgelerde binbir türden çiçek, ot gelişmiş. En çok da, bir sürü sağlık sorununa iyi geldiği bilinen kantaron çiçeği... Hozan gibi geniş otlaklar uzaktan sapsarı (tabi güz gelince kurumuş büyük ölçüde) kantaron çiçekleri görülüyor.
Kantaron, adaçayı, kekik, papatya türü çiçeklerin en yoğun bulunduğu yer galiba burası.
Tabi hatırlatmakta yarar var.
Hani Erikli Yayla falan diyoruz, bölgenin adı bu, ama yaylacılık, hayvan otlatma diye birşey yok.
Ama geçmişte buraların canlı birer yaşam merkezi olduklarını, taş duvarından bir bölümü kalmış “eski hamam”dan (Kimisi gavur hamamı da diyormuş galiba) anlamak mümkün.
Tabana kuvvet, doğayı, insanları ve memleketi keşfetmeye devam...




Dilo dilo yaylalar....






Doğa yürüyüşlerinde 23 Eylül’de Keles’in Baraklı köyü göletinden Gelemiç’e kadar bir alanda yaylaları gezdik.
Aluç Yayla, Kendir Yaylası, Maymuncuk, Gelemiç Yaylası...
Yaylalar yaylalar..
Bir “yayla çocuğu” olarak dağların yükseklerindeki yaylalarda dolaşırken müthiş keyflendim, adeta kendimi buldum; ama bir o kadar da kederlendim, memleketin gidişatı hakkında karamsar duygulara kapıldım.
Biliyorsunuz Orhaneli, Keles her ne kadar denizden yüksekliği 400-500 metre civarında olsa da “dağ ilçeleri” bilinir.
Dağlar, ormanlar yaşama damgasını vuran şeylerdir.  
“Dağlı” olmak, “dağ kültürü” ile yetişmek, yakın zamana kadar ayakta kalabilen, müthiş zenginlikleri olan, kentin ticari, yapay, çıkarcı, hesapçı ilişkilerinden uzak bir gerçeklikti.
Dağlar yalanın henüz keşfedilmediği, kızların çobanın kaval sesine aşık olduğu, insanların önündeki hayvanların eti sütüyle beslendiği; yünüyle, kılıyla giyindiği; ormancı ve jandarmadan başka “devlet” olmayan, bilinmeyen yerlerdi.
Keles yaylaları beni çocuğukluğuma götürdü.
Aslına bakarsanız Uludağ’ın çevresinde onlarca yayla var ve hepsi birbirinden güzel.
Zümrüt yeşili ormanların çevrelediği ve onbinlerce hayvanın rahatça barınabileceği geniş yaylalardan sözediyoruz...
Yaylalar, otlaklar, meralar...
Ama...
Maalesef yaylalar, meralar bomboş ve hayli de “talan edilmiş”...
Sabahtan akşama kadar yürüdük. Dönüşte minibüse saat 7 gibi binebildik, hava kararmıştı yani, o kadar.  Köy kenarlarındaki küçük bir sürüden başka hayvan göremedik.
Hadi biraz çocukluğuma götüreyim sizi...
(Eskiden öyleydi) Bir yayladan yürüyerek (düzgün yol olmdığı için başka şansın da yoktur) öyle kolay geçemezsin!...
Seni önce çoban köpekleri karşılar...
Her köşe başında bir koyun, keçi sürüsü vardır ve yabancıysan, o kesik kulaklı, boyunları mızrak halkalı  kangal köpekleri, senin kokunu çok uzaklardan alırlar. 
Güvenlik onlardan sorulur...
Daha tepeye yaklaşmadan AVM kapılarında öten cihazların çook ötesinde seslerle havlayıp hem çobanı, hem diğer köpekleri hem de bütün obayı haberdar ederler...
Çobanın vizesini almadan da bırakmazlar yakanı...
Sonra kelek, çan sesleri...
Çobanların yanık türküleri...
Koşuşan, oynaşan çocuklar, buzağılar, kuzula, oğlaklar...
Tek kişilik kabin gibi tuvaletler, çalıçırpıdan örülü duvarları ve  önündeki ateşte su kaynatılan yunaklar (banyo mu desem)...
Obalara yaklaştıkça, yönünü koyun ve sığır gübrelerinin kokusundan, burnunla bulabilirsin...
Ocaklardan duman yükselir günün her saatinde.
Malum yaz mevsimi de olsa, yayla  serin olur.
Özellikle geceleri... Ağır yün yorganları korur seni soğuktan.
Yabanda,  insandır en tehlikeli yaratık...
Kurt, ayı gibi tabanına basmasını beklemez, birden saldırıverirler...
Ve de en çok ihtiyaç da insanadır...
Bu yüzden sesini duyabileceğiniz mesafede kim olsa selam verir.
Sabah ve akşam saatlerinde çayırlar sığır, koyun doludur.  Karınca sürüsü gibi.
Sürüler arasında  sadece çobanlar ve köpekler dolaşır...
Sürülerin birbirlerine karışmaları büyük bir sınır ihalalidir, kargaşa sayılır...
Öğleye doğru güneş yükselince koyunlar güneşin yüzüne bakamaz, başlarını yere eğer, birbirlerine sokuldukça sokulurlar...
 Ve çobanın gölgesinde, onun adımlarını izleyerek bölgenin en serin yerindeki koyun çokağına giderler.
Ta ki, akşam serinliği çıkana kadar yatakta yatar, geviş getirip dinlenirler.
Kadınlar “çevirmeye” alıp koyunları sağar, helkilerini sütle doldururlar.
Süt sağımı, en önemli, en ciddi iştir...
Yaylada pek yemek için hayvan kesildiğini göremezsiniz.
Ama hastası, yaralısı derken, obadaki evlerde et pek eksik olmaz.
Çoban, öyle şehirlilerin bildiği gibi “okumamış, kara cahil adam” değildir.
Çoban yaylada hem evin direğidir, sonuçta ailenin geçimi onun sırtındadır, hem de oranın en becerikli, en bilgili, sözü dinlenen kişisidir.
Herkes birbirini keleğin sesinden, köpeğinin havlamasından, kebesinden, sırtındaki çantasından tanır.
Çanta deyince...
İçinde eskiden sadece yavan ekmek olurdu. Yün ipten dokunma sırt çantasında kuru soğanı bulan Kafkas’tan yaş pasta görmüş gibi sevinirdi.
Kışları okula gidenlerin çantasında ekmeğin yanında bir de kitap olurdu.
Her satırı okunan,  her sözünden anlam çıkarılan, adeta ezberlenen kitaplar.
Deee...
Baraklı göletinin kenarından başladık yürümeye, ama bunların hiçbirisini göremedik!
Yaylaların tamamı ya boş ya amaç dışı kullanılıyor!
Yüksek kotlardaki yaylalarda in cin top oynuyor.
Bir zamanlar buraların yayla olduğunu kanıtlayacak şeyleri görmek mümkün, ama o kadar.
Uçsuz bucaksız otlakların boş olduğunu görünce, memlekette etin neden bu kadar pahalı olduğunu anlıyorsunuz...
Alçak kotlardaki yaylalar ise “amaç dışı” dediğim yerler.
Buralarda örneğin bahçeler yapılmış.
Kiraz, ceviz bahçeleri...
Örneğin “Aluç Yaylası”nda alıç ağaçları meyve doluydu. Yaban alıçları...
Meyve bahçeleri telle çevrilmiş.
Bir güneş panelinden üretilip verilen elektrikle ayılara karşı korunan bahçeler bile var.
Bu bahçelerin tapusu var mıdır, bilmiyorum...
Yayla ve meralarda tapulu yer.. sahiplenme...
Yasalara göre bunlar mümkün değil.
Ama şimdi Büyükşehir’e bağlandı ya...
Hemen şu kadar dönüm bahçeyi “orman alanı dışına” mı çıkarıveriyor birileri?
Ben bu yaylalarda bahçe  kurma, ev yapma işini anlamış değilim.
Yaylalarda bazen baraka türü evler yapılmış, ama onlar da terkedilmiş.
Yaylaların yeni konukları koyun sürüleri değil... Arabalarıyla gelip piknik yapanlar.
Örneğin, yaylaların birisinde buz gibi akan çeşmenin önüne bir araç yaklaşmış. Kadınlar çuvallarda 40-50 kilo civarında mantarı yıkıyordu.
Sorduk, “kaç liraya satıyorsunuz” diye. Meğer satma yok, tuzlayıp kışın yiyorlarmış.
Biz terkedilmiş alıç, erik ve elma ağaçlarından kaptığımız birkaç meyve ile kaldık.
Örneğin, köye gitmişken köy ekmeği, ceviz,  yumurta satın alma fikrimiz, orada suya düştü.
Çünkü köylü de ekmeği şehirden alıyor.
Keza yumurtayı da...
Topladığı cevizi, patoz gibi bir aletten geçirip dışındaki yeşil kabuğu ayırdıktan sonra evinin önüne serip kurutan bir teyzeden ceviz satın alamadık. 
“Köyde kilosu 14’ten veririz” diyen teyzem, kalabalığı görünce fiyatı 20 liraya çıkarıverdi.
Ee zaten herkes yorgun, sırtta taşınacak, vazgeçtik.
Kalabalık deyince...
O hafta Koza grubu galiba rekor kırdı. 110 civarında kişiyle yürüdük.
Birkaç arkadaşın, inişlerde ayağı burkuldu, zor anlar yaşadı.
Hani bu geziler dışarden çekici, eğlenceli görünüyor, ama  güçlükleri de var.
Önce uygun ayakkabı olacak, sağlık sorunun olmayacak.
Dağdaki yürüyüş sokaktaki, parktaki yürümeye benzemiyor.  Bunu şehirde sokakta yürümeye başladığım dönemde farketmiştim. Şehirli okul arkadaşım, “Dursun sen niye dizini kaldıra kaldıra yürüyorsun” deniyce farkettim ki, ben kendimi hala çalıların arasında yürüyorum sanıyorum!
Mesela ilginçtir, yükseklik korkusu olanlar sarp arazide çok zorlanıyor, “Adımımı atarsam, apartmanın tepesinden düşeceğim” diye düşünüyor, onu farkettim!
Çoğumuzun askerlikten hatırladığı türküyle, yürümeye; memleketi, doğayı  ve insanları keşfetmeye devam:
“Ay ışığı aşta gel
Yaylalar yaylalar
toprak yola düşte gel
Dilo dilo yaylalar... “