Doğa
gezilerimizin 7 Ekim Pazar günkü
bölümüne Bursa-Uludağ yolu
üzerindeki Dolubaba’dan başladık. Dolubaba çok eski bir kişilik, türbesi
var o civarda falan, ama o konuya
girmeyelim, o bölgeye de Dolubaba
deniyor. Hatta aynı espriyle işyerleri
açılmış “Şekerbaba Kuzuçevirme”,
“Şekerbaba Et Mangal” vs.
Orada araçlardan
indikten sonra Karabelen, Milli park
girişinin arası, Tonoz Tayla, Abıhayat,
Erikli Yayla üzerinden Zeyniler’e
inerek yaklaşık 10-13 kilometre civarındaki yürüyüşü tamamladık.
Uludağ’ın kent merkezine en yakın yükseklikleri olduğu için bu bölge, doğa yürüyüşlerinde çokça kullanılan güzergahlar
halinde. Bu nedenle de patikalar hayli
belirginleşmiş.
“Keçi yolu” diye bildiğimiz
ve daha çok koyun ve sığır gibi her tür hayvanın geçiş yolu olarak
kullandığı yollar, orman içi patikalar oluşmuş.
Bu nedenle de
yürümesi oldukça rahat bir parkur.
Koza Dağcılık’ın geçtiğimiz aylarda gerçekleşen “gece yürüyüşü”, Sarıalan’dan başlamış ve Tonoz
Yayla, Abıhayat ve Erikli Yayla’dan Zeyniler’e inmiştik.
Bu sefer gündüz yürüyüşü daha uzun ve nispeten daha düz bir hatta gerçekleşti.
Bu yürüyüşlerde
her seferinde farklı şeyler keşfediyoruz.
Yeni çiçekler,
yeni tür ağaçlar, otlar...
Her seferinde
gruba katılan yeni insanlar, doğaseverler...
Bu gezide
grubumuzun lideri, öncümüz Harun
hoca sayesinde müthiş bir şey keşfettim: Mantar!...
Yağış sonrası bir
anda bol humuslu topraklarda patlayıveren mantarlar çocukluğumdan beri hep
çekmiştir beni.
Ancak şu zehir
konusu yok mu...
Sadece “has mantar” ya da “evlek” dediğimiz bir tür mantar vardı
ve onu toplar yerdik.
Ve tabi, sadece
iki üç kez çocukluğumda yediğim ve hiç tadını unutamadığım “kuzugöbeği”...
Harun hoca, benim
gibi grupta mantarı merak eden ama tanımayan arkadaşlara da tek tek anlattı,
tanıttı gördüğümüz mantarları.
Hatta, ilkokul
öğrencileri gibi şendik, gördüğümüz mantarı hemen Harun hocaya gösterdik ve ona
göre topladık!
“Hocam, bu?”....
Unutmadan...
Mantarı en çok
domuzların sevdiğini bu gezide anladım.
Zira domuzların
azı dişli burunlarıyla kazdıkları yerlerin civarında mantardan kalmamıştı.
Tabi bir da
ayılar... Onların da mantar peşinde koştuğundan eminim.. Hatta ayıların
kesnaneleri bütün bütün yuttukları bir kanıya vardım, kenarda çok da eski
olmayan bir ayı dışkısını görünce...
Demek ki, armutun
iyisi gibi mantarın da iyisini ayılar yiyor galiba!
Hayatımda
gördüğüm en büyük mantarın adı meğer “ayı
mantarı” imiş.
Gruptan sadece
bir şanslı arkadaşımız devasa bir “ayı
mantarı” buldu ve biz de mantarı
elimize alıp “hatıra fotoğrafı”
çektirdik.
Mantarların her
birinin adı var, ama doğrusu sadece birkaç tanesi kaldı aklımda. Mesela Pazar yerlerinde satılan “istridye
mantarı”.
Bir de meşhur
dizi “Şirinler”den adını alan bir mantar var ki, süslü mü süslü..
Ama yiyenin
aklını alır, sarhoş edermiş!
Tabi sadece
fotoğrafını çekmekle yetindik.
“Çam mantarı”nın lezzetini duymuştum, ama tam emin olamadığım
için cesaret edemiyordum. Meğer somon rengine benzeyen bu mantarlarmış...
Sonuçta birer
ikişer derken, birkaç çeşit mantarla akşam yemeğinin malzemesini de tamamlamış
oldum.
Gezi öncesinde
aslında en büyük beklentilerimizden birisi dağda kestane toplamaktı...
Tabi bin metre ve
üzerinde kestane ağacı olmuyor. Kestane
ağacı görmek için Tonoz Yayla, Abıhayat
civarına inmemiz gerekti. Erikli Yayla vs. Yani Meskenler’in, Zeyniler’in üst kotları.
Gazeteci olarak,
uzun yıllar Uludağ’ın eteklerindeki
kestane varlığı ile ilgili haberler yazdık.
Kestane çok uzun
süre sadece dağlardan toplandı.
Kestanecilik,
kestane şekeri, tatlısı yaygınlaştığı, bu işten para kazanan şirketler olduğu
halde, kimse fidan dikeyim de bir kestane bahçem olsun demedi, buna çaba
sarfetmedi. Kestane fidanlarının meyveye durmasının uzun seneler alması da
insanların cesaretini kırdı.
Gerçi şimdi iş
değişti, artık bir-iki senede kestane vermeye başlayan cinsler geliştirildi.
Bursa Tarım Fuarı’nda da bunlar Bursalılara tanıtıldı.
Ama hala da ben
Bursa’da kurulmuş bir “kestane bahçesi” görmedim ya!
Neyse...
Ve... Bizimkisi
tam bir hayal kırıklığı oldu..
Baktık ki,
kestane ağaçlarında ne varsa aşağı inmiş.
Sadece meyve
değil, dallar, yapraklar...
Mübarek savaş
ganimeti gibi...
Hani “gavur malı” diye saldırırsın ya...
Aynı görüntü...
Arkadaş, ayıp
değil mi?
Tamam, kestaneyi
topla, ama gelecek sene yine gelmeyecek misin bu ağaçtan kestane toplamaya?
Neden kırarsın bütün dallarını kardeşim?
Ama hoyratlık
deyince iş çok köklü bizde...
Sadece tek tek
insanlarımız değil...
Şirketlerimiz,
hatta devlet kurumlarımız...
Bakın Uludağ’ın
çevresi su zengini...
Ama bizim
dolaştığımız bölgedeki çeşmelerin neredeyse tamamı kurumuştu...
Sadece Abıhayat’ın orada çok cılız akan bir
çeşme gördük.
Peki bu kuraklık
mı?
Hayıııırrr!
Meğer kimi yerde
su şirketleri, kimi yerde Büyükşehir Belediyesi (BUSKİ) nerede akar su varsa
hepsini borulara almış.
Dağda gezerken her
tarafta bir boru görmek mümkün.
Şu meşhur ve de
son zamanlarda satılacağı söylenen “Muradiye” suyu buralardan toplanıyor
galiba...
Buradan
soruyorum...
Arkadaş, anladım
suyu alıyorsun da...
Niye hepsini
alıyorsun? Neden çeşmeleri kurutuyorsun?
Geçenlerde Mustafakemalpaşa’daki bir şelaleyi
gezmeye gittiğimizde (Şapçı Şelalesi)
kayaların üzerinden sadece iğne kadar su akıntısı kalmıştı ve hepimiz havaların
kurak gitmesinden kaynaklandığını düşünmüştük.
Meğer, orada
yaşayan bir dostumun anlattığına göre, bir şirket suyu almış, işletiyormuş
(Gümüşsu imiş adı galiba) ve kurumanın
nedeni buymuş.
Ya arkadaş
eyvallah, sudan birşeyler yapıyor, para kazanıyorsun, ama lütfen dereyi de kurutma...
Buna hakkınız
yok!
Uludağ su zengini.
Erikli (Adına bakmayın, o artık
Nestle Waters adlı bir
yabancı şirketin malı) başta olmak üzere, şirketler neredeyse Türkiye’nin her
tarafında buradan içmesuyu satıyor.
Ama bunu
yaparken, lütfen Bursa’yı,
Bursalıları, tabi Bursa’nın derelerini, balıklarını, ağaçlarını, bahçelerini,
kuşlarını, yaban hayvanlarını da susuz bırakmayın...
Buna hakkınız
yok!
Bu konuda çok
ilginç ve hoş bir uygulamayı da duyurmak isterim: Hamamlıkızık civarındaki bir su şirketi (Korusu, diye hatırlıyorum)
bir uygulama başlatmış.
İnsanlar
arabalarıyla oraya gidiyor, damacanalarını, o büyüklükteki bidonlarını 1,5
liraya suyla dolduruyorlar.
Aynı akaryakıt
istasyonu gibi, gayet düzenli bir uygulama ve aynı anda galiba 15 civarında
kişi kabına su doldurabiliyor.
Bursa’nın insanı
doğayı, doğal olanı çok seviyor, her seferinde buna tanık oluyoruz.
Örneğin, biz hani
grup olarak doğa yürüyüşüne çıkan 40-50 kişiydik; ama Zeyniler’e daha inmeden
eteklerin piknikçilerle doğu olduğunu gördük. Belki binlerce insan var...
Yıldırım Belediyesi’nin yamaç paraşütü için yaptırdığı, ancak
havalananların aşağıdaki evlerin çatılarına falan inmesi gibi durumlar yüzünden
çalıştırılmayan noktadan itibaren her herde piknikçi vardı.
Zeyniler ile Teleferik arasında, uzun
yıllar önce toprak yolda arabamın su kaynatması yüzünden kaldığımız yol,
kilitliparke ile yapılmış.
Çoğu yerde iki
araba yan yana gidemiyor. Dar bir yol. Ancak her köşede piknikçi var.
Pazar günü
olmanınn ve havanın güzel olmasının da etkisi ile insanlar kimi zaman
mangalını, kimi zaman birasını, arkadaşını, ailesini almış kendini bir ağacın
dibine, bir taşın, çimenin, moloz yığının üzerine atmış, temiz havanın (yoldaki
egzoz bile umurlarında değil) keyfini çıkarıyor.
Üst kotlarda da
çadırlı kamp yapanları gördük. Bunlar da muhtemelen Cumartesi ve Pazarı orada
geçirmek istemişler.
Yıllar önce Kadıyayla civarında, Süleymaniye köyünün karşısındaki
ormanda çıkan yangında tahrip olan arazi de müthiş “yeniden doğuş” durumu var.
Ağaçların gövdesinde siyah yanıkları hala görebiliyorsunuz. Ancak
tamamen yanan ve ağaçlandırılmayan bölgelerde binbir türden çiçek, ot gelişmiş.
En çok da, bir sürü sağlık sorununa iyi geldiği bilinen kantaron çiçeği...
Hozan gibi geniş otlaklar uzaktan sapsarı (tabi güz gelince kurumuş büyük
ölçüde) kantaron çiçekleri görülüyor.
Kantaron,
adaçayı, kekik, papatya türü çiçeklerin en yoğun bulunduğu yer galiba burası.
Tabi
hatırlatmakta yarar var.
Hani Erikli Yayla falan diyoruz, bölgenin adı bu, ama yaylacılık, hayvan otlatma diye birşey yok.
Hani Erikli Yayla falan diyoruz, bölgenin adı bu, ama yaylacılık, hayvan otlatma diye birşey yok.
Ama geçmişte
buraların canlı birer yaşam merkezi olduklarını, taş duvarından bir bölümü
kalmış “eski hamam”dan (Kimisi gavur hamamı da diyormuş galiba)
anlamak mümkün.
Tabana kuvvet,
doğayı, insanları ve memleketi keşfetmeye devam...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder