26 Kasım 2018 Pazartesi
Ormanların ağacı, suyu bol da....
Doğa yürüyüşlerinde dün, 25 Kasım 2018, Domaniç ile İnegöl Mezitler civarında, yaklaşık 17 kilometre "orman yolu" diyebildiğimiz, traktörlerle ağaç taşınan yollarda gezdik. Harika gürgen ve kızılçam ağaçları gördük, gürül gürül akan suların pek çoğunun borularla su şirketleri tarafından toplandığına tanık olduk.
Koza Dağcılık, dün iki gruba ayrılmıştı. Arkadaşlardan bir bölümü yağan karı fırsat bilerek sezonun ilk karlı zirvesine çıkmayı planladılar. Her şey iyi gitmiş ki, "Küçük Zirve" kesmemiş, "Büyük Zirve"ye de ulaşmışlar. Sahiden kış ortamında bir günde bu iki zirveye birden ulaşmaları nedeniyle kendilerini kutluyorum.
Biz, yaklaşık 52 doğasever, rehberimiz Harun abi (Bayram) liderliğinde İnegöl'den Domaniç yolu Arapoturağı denen yerden orman yürüyüşüne başladık.
Havanın güneşli ve serin olması çok keyifli bir yüruyüş olmasını sağladı. Mesela hiç terlemedim. Geçen hafta hafif kar yağan bölgede zemin öğle saatlerde hafif çamurlandı. Çok sayıda yeni genci aramızda görürken, özelikle doğa yürüyüşlerinin gençler, genç çiftler, sevgililer arasında ilgi gördüğü gibi bir hisse kapıldım ve bundan da çok mutlu oldum.
Arapoturağı civarı Domaniç'e uzak olmayan, çoğunlukla kerestelik gürgen (kayın) ağaçları ile dolu bir orman. Orman İşletmesi düzenli kesim yapıyor, ağaçların ekonomik değeri artsın diye seyrekleştirmeler yaptıkları belli.
Ancak iki şey dikkatimi çekti, umarım ormancılar bunları bir öneri olarak dikkate alırlar.
Ormanda ağaçlar, ihale ile kereste işi yapan köylüler tarafından kesiliyor, güçlü traktörlerin ardındaki krank miline bağlanan çelik halatlarla yola çıkarılıyor ve vagonlara yüklenip götürülüyor. Ancak ciddi miktarda, kereste için uygun olmayan ağaç, kimisi rastgele bırakılıyor, çoğu da yol kenarlarına istiflenmiş olarak yığılıyor. Mesela bu odunlar köylülere yakacak odun olarak ve de ücretsiz verilemez mi? İzin verilse, köylü onu gidip kendisi taşır. Ayrıca, evet yaş ağaç kesmesinler ama her taraf kuru odun dolu. Bunların toplanması köylülere yakacak odun için büyük bir destek olur, o da insanların ormana sahip çıkmasını sağlar diye düşünüyorum. Köylü zaten kereste taşımacılığı işinin çok ucuza yapılmasından şikayetçi, büyük paralarla pahalı, dörtçeker traktörler satın almışlar, kredi borçları var, "mazot parasına çalışıyoruz" diye yakınıyorlar vs.
Bir de ağaçları, tabi düzgün ve iyi kereste çıkacak ağaçları kesip para kazanan Orman işletmesi, neden ormanda ağaçların hastalıkları ve tahribatla ilgilenmez? Yol kenarında harika gürgen ve köknar ağaçlarının sarmaşıklar yüzünden kurumaya yüz tuttuğunu gördük. Orman işletmesi sadece ağaçların iyisini kesip götüren, para kazanan bir kurum olmamalı; bilakis sorumlulukları da olmalı. Nimetten faydalanan, külfeti de kabul etmeli, diye düşünüyorum.
Orman köylüleri hep "yasak"larla karşılanır ve ormandan yararlanma şansları yoktur. Sevindiğim tek şey, orman köylerinde ev yapan kişilere 14 metreküpe kadar kereste desteği verildiğini duydum. Açıkçası köylerde ev inşaatlarına bakınca, bu desteğin nasıl veriliyor olduğunu anlamadım. Zira orman köylerinde ev inşaatları şehirlerin gecekondu semtlerinde süren kaçak yapı inşaatlarını andırıyor. Hani "Bak, işte bu Orman köyü evi" diyeceğiniz bir mimariyi, tarzı ve yapı malzemesini göremiyoruz.
Ormanların nimetlerinden kim yararlanıyor, deyince ağaçları kesen Orman İşletmesi'nden sonra içmesuyu satan şirketleri görüyoruz. İnegöl Mezitler-Domaniç arası da aynı zamanda su zengini. Ancak yürüyüşümüz boyunca çok sayıda, çevresi telle çevrilmiş su deposu gördük. Çevredeki su kaynakları borularla bu depolarda birleştirilmiş, oradan da yine borularla aşağıda, Sulhiye köyünün üstünde yer alan Erikli ve Hayat Su'nun fabrikalarına taşınıyor.
Bu içmesuyu satışı işi öyesine karlı, beleş bir iş olmalı ki, dünya devleri büyük ölçüde bizim yerli firmaları tozutmuş... Uzun süredir Nestle Waters'a satılan Erikli ile daha çok İzmir yöresinde tanındığı söylenen Hayat Su, o civarın kaymağını götürüyor dersek, yanlış olmaz herhalde.
De... Bu şirketlerin o köye, o doğaya nasıl bir katkıları oluyor?
Köyün ortasına küçük bir çeşme koymak (Gerçi ben görmedim, olup olmadığını da bilmiyorum) yeterli oluyor mu acaba?
Ayrıca pırıl pırıl akan derelerden eğilip avucumla su içerken, şehirlerde "içmesuyu" satılmasının garipliğini düşündüm!
Belediyeler yeraltından, derelerden vs. suları topluyor, arıtıyor, borularla evine kadar getiriyor. Sonra da "Bu su içilmez, sana yarım litresi 1,5 liradan su satalım"... Bu hal kimseye tuhaf gelmiyor mu?
İnanın, evde mutfağa arıtma taktırmıştım, 6 ayda bir filtresi değişiyor, bir sürü masraf ve içinde faydalı ne varsa alınıp "temizlenen" bu suyu içmek... Kafam karıştı. Bursa'da tanımış bir tıp profesörünün bu arıtma suları aleyhinde açıklamaları geldi gözümün önüne..
Yok yok... Herkes suyu çeşmeden içmeli. Temiz değilse, BUSKİ bir çaresini bulmalı. Sonuçta bedava satmıyor.
Bir yandan orman içi yollarda, ara sıra duyduğumuz motorlu hızar ve traktör sesleri arasında yürürken, bir yandan da tertemiz havada, aklıma türlü türlü çözümler geliverdi.
Yeni doğa yürüyüşlerinde, yeni rotalarda memleketi, insanları tanımaya devam...
Santrallar gözyaşıyla dönmesin!
Artvin, Türkiye'nin en hızlı akan nehri Çoruh'un bulunduğu yer. Arazinin çok zorlu olmasına rağmen derelerdeki coşkun sular elektrik santralları için çok cazip.
Ancak bu elektrik üretimi öyle bir gözükaralıkla, para hırsıyla yapılıyor ki, ne doğaya ne de orada yaşayan insanlara saygı var.
Dolayısıyla da sürdürülmesi mümkün olmayan, yakın gelecekte felakete dönecek bir sürece doğru gidiliyor gibi.
Bursa ve İstanbul'da yaşayıp, doğduğu topraklarda olanlardan kaygı duyan bir grup duyarlı insan geçtiğimiz günlerde iki otobüsle Artvin'in Şavşat ilçesine gitti ve yerel yöneticilere bir dosya ile kaygılarını dile getirdi. Ben de Koza Dağcılık'ın yürüyüşlerine katılan bir doğasever sıfatıyla birkaç arkadaşla birlikte o geziye katıldım.
Organizasyonu İstanbul'da bulunan Şavşat Dernekleri Federasyonu ile federasyona bağlı ve merkezi İstanbul'da bulunan SAV-DER (Şavşat Savaş Köyü Doğa, Kültür, Turizm ve Dayanışma Derneği) Bursa Şubesi düzenledi. Ben de Koza Dağcılık'ın yürüyüşlerine katılan bir doğasever sıfatıyla birkaç arkadaşla birlikte o geziye katıldım.
Federasyon başkanı Halis Yıldırım yıllardır bölgedeki doğa ve çevre ihlallerine karşı açılan davalarda tanınan deneyimli bir avukat. Yıldırım, ilçeye varışta Şavşat Adliyesi önünde toplanan ve davul zurna eşliğinde halaya duran kalabalık bir grupla basın açıklaması yaptı.
İkinci gün de Federasyon Başkanı Halis Yıldırım ve SAV-DER'in Bursa Şubesi Başkanı Ferhan Küçük ile Yönetim Kurulu Üyeleri Şavşat Kaymakamı ve Şavşat Belediye Başkanı ile siyasi partileri ziyaret etti; HES, taşocağı, maden projelerinin olası sonuçlarıyla ilgili kaygıları içeren bir dosya verdiler.
SAV-DER Bursa Şube Başkanı Küçük ayrıca Artvin Valiliği Özel idare Genel Sekreterliği, Devlet Su İşleri Müdürlüğü,Tarım Orman İl Müdürlüğü ile heyet olarak yaptıkları görüşmelerin yapıcı geçtiğini, girişimin amacına ulaştığını belirtti.
Şavşat Dernekleri Federasyonu diye kocaman bir sivil toplum örgütü olduğunu, örneğin sadece Bursa'da Şavşatlıların üyesi olduğu 52 adet derneğin bulunduğunu ilk kez bu Şavşat gezisinde öğrendim. Tabi Bursa'da Artvin kökenli vatandaşların sayısının 400 bin olduğunu, bunun yarıdan fazlasının son 40 yılda gelenler olduğunu da...
Demek boşuna "Burtvin" lafı üretilmemiş!
Artvin'de peşpeşe santrallar yapılıyor. 2005'de Muratlı, 2007'de Borçka, 2012'de Deriner barajları açılmış...
Deriner, hemen Artvin şehir merkezinin bitişiğinde. 249 metre yüksekliği ile dünyanın altıncı yüksek barajı. 670 MW kurulu güç, yılda 2,1 milyar kilovatsaat elektrik ile Türkiye'de tüketimin yüzde 2,5 ini karşılıyor. Çoruh havzasında üretimin yüzde 14'ü burada ve "mühendislik harikası" gösteriliyor.
Yapımı yüzde 60 tamamlanan Yusufeli barajı 275 metre yüksekliği ve yılda 1,9 milyar kilowatsaat elektrik ile Deriner'in rekorunu kapmaya aday.
Ve çoğu proje aşamasında, yüzlerce "HES"...
Şimdilerde HES diye, suyu dereden boruya alan, belli uzaklığa götürüp suyu yüksekten düşürerek altına jeneratör kurma diye tarif edebileceğim modellere deniyor.
Artvin, Karadeniz kıyısına paralel, yüksek, sarp dağların olduğu bir yer. Hemen arkası Ardahan, Erzurum.. Tepelerde yüksek yaylalar, biraz altında meralar... Hemen ardında Ardahan platosunda, geniş otlaklar... Hayvancılık için müthiş yerler.
İşte yeraltı su bolluğu bu coğrafyadan kaynaklanıyor. Aşırı meyilli, yaya yürünmesi çok zor arazi yemyeşil. Yaz kış bol yağış alıyor. Yağmur öyle şakır şakır, sağanak olmuyor. "Aptal ıslatan" diyeceğimiz türden çok yavaş ama günlerce, bazen haftalarca süren yağıştan söz ediyoruz. Bu yüzden de sis, bulut pek eksik olmuyor.
Yeraltı suyunu besleyen, dereleri coşturan işte bu iklim.
Düşünün, Çoruk nehrinin herhangi bir kolu boyunca asfalt yolda giderken, neredeyse her yüz metrede bir üstten aşağı şırıl şırıl gelen derecikler görüyorsunuz. Her birisi bir su değirmenini döndürecek kadar.
Şimdi yüzlerle ifade edilen HES, gelecek için büyük bir felaketin habercisi gibi. Zira, her HES yeni bir yol, yeni inşaat, boru hattı, enerji hattı vs. demek. Bu da su geçirgenliğinin azalması, yeraltı su kanallarının değişmesi demek.
Bitki, ağaç örtüsünde azalma, yani erozyon demek.
Erozyon...
Bütün bu baraj ve HES'ler için felaket demektir...
O kadar dik yamaçların erozyona maruz kalmasının, her yağışta derelerin toprakla taşla dolmasının sonuçlarını düşünemiyorum.
Veee...
Asıl vicdanları kanatan sorun insanlar...
Artvin merkezde nüfusun 26 bin civarında olduğunu duyunca gerçekten inanamadım... Şavşat'ta yeni konut inşaatları... Meğer dışarıda yaşayıp, yaz aylarında gelenlermiş burada konut müşterisi..
Pek çok şehir gibi Artvin göç veriyor. Geleneksel "kırsal" göç gerekçelerinin yanına baraj ve "HES"ler eklenmiş. 20 bin civarında nüfusu olan Yusufeli, baraj tamamlanınca sular altında kalacak ve "göl manzaralı" yeni bir ilçe kurulacakmış!..
Yeni Yusufeli'de "ilçe" için gerekli nüfus kalacak mı çok merak ediyorum.
Keza, Şavşat Hanlı köyü civarında yapımı planlanan ve 20'den fazla köyü etkileyecek Hanlı 1-2 HES santrallarının yeni göç dalgası yaratmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Susuz HES, Şavşat HES, Ayşe HES, Veliköy HES, Küplüce kalker ocağı , Meydancık HES...
Ziyaret (Seslavur),Arpalı(Zendaba), Hanlı (Hamuşet), Aydın (Tanzot, eski isimler)
NİYE İSVİÇRE GİBİ OLMASIN!
Elbette Türkiye'nin yerli enerjiye ihtiyacı var. Elbette Arvin'deki zengin su kaynakları en verimli şekilde değerlendirilmeli..
Ancak bunu hem doğaya uygun, hem de bölge halkının yararına yapmak mümkün.
Pek çoğundan, "HES yapıyorlar da bize ne faydası var? Köye üç kuruş indirimli mi verecekler elektriği.." sitemi duydum.
"Köyde işsizlere iş vereceğiz diyorlar. Yalan. Deriner'de kaç Artvinli çalışıyormuş ki?"
Örneğin köy içinden geçen bir dereye jeneratör takıp köyün elektrik ihtiyacını, üstelik bedava sağlamak neden olmasın?
Ama köy çeşmesine su saati takan devlet yöneticilerinin defterinde bunlara yer yok.
İnsanları göçe zorlamak yerine bölgede ekolojik tarımla, küçükbaş hayvancılıkla... yerleşim birimlerini hem modern yaşam, hem doğaya uygun planlamakla çok farklı bir Artvin'i yaratmak mümkün diye düşünüyorum.
İnsanlar dik yamaçlarda, çoğu bir dönümün altında küçücük bahçelerde harika meyve sebzeler üretiyorlar. Bölgenin balı, gorcola vs. yöresel peynirleri, yemekleri çok zengin.
Şavşat'ı gezerken gerçekten Alp dağlarını dünya çapında bir çekim merkezi yapan İsviçrelileri örnek almak lazım diye düşündüm. Hatta çok daha güzelini yaratabilmek mümkün...
Arvinliler okur yazar ve aydın kesimin yüksekliği ile bilinir. Kuşkusuz bunda, nüfus hareketliliği, bir ayağı Artvin'de, köyde, bir ayağı büyük şehirlerde olmanın etkisi vardır. Şavşat'ın oldukça barışçı bir yapı olması da dikkatimi çekti.
Örneğin, Şavşat Belediyesi ilçeye simge olarak salyangoz figurü yapmış. "Cittaslow-Yavaşşehir" sloganını belirlemiş.
Meğer bu bir uluslararası ünvanmış.
"Sakin/yavaş şehir" olmanın sembolü olan salyangoz logosuna sahip olmak için 7 farklı kategoride 70’e yakın kriterden en az yüzde 50’sini karşılamak gerekirmiş...
Başvurular önce kentin bulunduğu ülkede bu logoyu alan kente (İzmir’in Seferihisar ilçesi) yapılmaktaymış.
Merkezi İtalya’nın Orvieto kentinde bulunan Uluslararası Cittaslow Birliği, bu unvanı herkese vermez, kriterleri için somut adımlar ve planlar istermiş.
Sakin Şehir olmanın kriterlerinden birincisi Çevre Politikaları imiş...
Şavşat'ı tebrik ediyoruz, bu unvanı alabilmiş.
Ama...
Şimdi soruyoruz:
Acaba Şavşat’ta bu kadar HES projesi yapılmasıyla Sakin Şehir unvanı tekrar alınabilecek mi? Yoksa "Almasak da olur, yeter ki HES’ ler yapılsın" mı diyecek Şavşat Belediyesi?
Gruptakilerin çoğu, geceyi köylerdeki yakınlarının yanında geçirdi. Bazılarının ise anlaşılan, ziyaret edeceği yakın akrabası kalmamıştı. Ancak öyle de olsa bu insanların doğduğu topraklara bağlılığı, "vatan" sevgisi kayda değer.
Galiba yurtseverlik, vatanseverlik de böyle bir şey...
Fakat insanların üzerinden buldozer gibi geçen hayat...
Artvin şehir merkezinde, hakim bir yerden çevreyi seyrediyoruz. Aşağıda Turkuaz sularına karşılık çevresi beton ve çorak renkle kalan baraj, biraz ileride Jandarma ve eskiden fabrika olup şimdi üniversite binası olan yerler ve sol köşede kocaman bir cezaevi.
Kimilerinin çok duygulandıklarını fark ettim.
"Aha şu Çoruh'un kenarındaki bina 12 Eylül'ün işkence merkeziydi. Yapmadıklarını bırakmadılar. Gençleri, diri diri nehre attılar, intihar etti dediler.."
Yakın geçmiş acılı...
Ama geçmişi geçmişte bırakmayı öğrenemiyoruz.. Merkezi idarenin ve güvenlik görevlilerinin, toprakları ile ilgili kaygılanan bu yurtsever insanlara yaklaşımı hayli soğuk gibi. Örneğin Şavşatlıların meşhur "Efkar Tepesi"nin adını "15 Temmuz" yapma gayreti varmış, bu da büyük tepki alıyor. Yöre insanının iradesini, değerlerini ezen bir devlet anlayışı...
Toprağında acılar, gurbette yaşam kavgası...
İnsanlar HES'lerin yaratacağı tahribattan çok kaygılı. Ancak bir yandan da buralardan elini ayağını çekme durumları var.
Örneğin, bir zamanlar her köyde en az 3-5 su değirmeni varmış, şimdi onlar yok.
Pek çok alabalık tesisi kapanmış.
Otluca köyü yazın 64, kışın 10 haneymiş.
Pınarlı köyünde 12 bin koyun, 3 bin sığır, bin 600 öküz varken, şimdi tek bir koyun kalmamış (Çoban köpeklerinin caddelerde dolaşmasından anlamıştım).
Keçi yasaklanmış (halbuki Artvin Koçu ve yöreye özgü, koca boynozlu yaban keçilerini andıran keçileri çok ünlüydü), geriye sadece 2 bine yakın sığır kalmış.
Köylerde sadece yaşlılar kalıyor, hayvancılık dibe vurmuş.
Dolayısıyla suya, toprağa sahip çıkacak nüfus da kalmamış.
Bu da, para için gözünü karartanların iştahını artırıyor, cesaretlendiriyor.
Şavşat'ta akşam bir pidecideyiz. Şavşat pidesi meşhurmuş, bol peynirli, lezzetli.
Yan masada oturan birisi bize dönüp ısrarla "Nerelisiniz" diye sordu ve başladı kalaya...
"Burs'dan niye geldiniz. Ne işiniz var Şavşat'ta. Sizin gibiler insanların kafasını karıştırıyor, nifak sokuyor..."
"Hayırdır" deyince, taşocağı işletme ruhsatı olduğunu söyledi ve bir dövmediği kaldı: "Ekmeğimle aşımla oynuysiiiz. O kadar para yatırdım. Banka kredilerim var. Yapılır mı bu yau.. Yok ÇED raporuymuş, toz olurmuş. Nolurmuş tozlanmainann..."
Tabi işi hemen siyasete dökme konusunda ustalar...
Alttan alta, HES'lere itiraz edenler "solcu", "çevreci", "marjinal" söylentisi yayılmış. Böyle olunca da, iktidar partisine oy verenler kendisini karşı cephede buluyor!
Doğanın tahribine, toza toprağa, erozyona, göçe itiraz ettin mi, "hain", etmeyince "Ak Partici" oluveriyorsun!
Doğanın talanı paragözlerde yeni davranış modelleri yaratıyor, halkı bölme konusunda ustalar çook.
Bursa Şavşatlılar Derneği Başkanı Ferhan Küçük'ün de köyü Hanlı'daki HES'leri Akyurt İnşaat diye bir şirket yapıyormuş. Sahibi kaymakamlık, valilik yapmış eski bir bürokratmış.
Köylüyü dinliyoruz: "Kimse bize buraya baraj yapalım diye sormuyor, hatta arazi istemiyor. Bir gün bakmışsın, kamulaştırma gelmiş, sana şu kadar para, ister al al ister alma, toprağına el konuluyor..."
Hoyratlık, kabalık...

Oysa yöre insanı, çok yapıcı, barışçı. Otobüste giderken, Şavşatlı Secaattin Durmuş beyin anlattıklarına dikkatinizi çekerim:
"İlkokuldayız. Öğretmen, Türkiye'nin düşmanları kimdir diye sorunca, hep birlikte komşu köyün adını söylerdik. Çünkü mera yüzünden düşman olmuştuk. Ne kadar cahilmişiz... Aradan kırk sene geçti, yazın bu komşu köyün gençleri ile futbol turnuvası düzenledik. Dikkat ettim, kimse takım tutmuyor, hangi taraf iyi oynuyorsa, onu alkışlıyoruz..."
Kendi payıma, Tokat'taki bizim köyde de "düşman"dı komşu Arıpınarı (Gözekse) köyü. Ama hala böyle bir futbol maçı oynamayı başaramadık. Helal olsun Şavşatlılara dedim içimden.
Ve bizim köyün bitişiğinde barajın 1961'de kurulmasına rağmen, köyümüze elektriğin, 20 sene sonra, 1980 sonrası bağlandığını utanarak hatırladım.
Kendi halkını, doğasını hesaba katmayan bir yönetim ve kalkınma anlayışı...
Adeta beslendiği kaynaklardaki insanların gözyaşı ile dönen jeneratörler...
Ama Artvin'de henüz herşey bitmiş olmadan, yeni bir başlangıç yapma şansı var bu ülkenin, diye düşünüyorum.
Hem kendi kaynaklarına dayanan, onu verimli kullanan, hem de insanı sağlıklı, mutlu müreffeh yaşayan bir Türkiye dileğiyle...
20 Kasım 2018 Salı
Kültür ve medeniyet meğer neymiş!
Bursa Sanayicilleri ve İşadamları Derneği'nde (BUSİAD) "Açık Kapı Toplantıları" adıyla periyodik devam eden felsefe söyleşilerinde geçtiğimiz hafta, İstanbul Üniversitesi'nin bilim ve felsefe alanında önde gelen hocalarından Prof. Dr. Şafak Ural'ı dinledik. Şafak hocanın, özellikle son dönemde yaşadığımız kültürel kargaşayı anlamayı kolaylaştıran analizler yaptığını söyleyebilirim.
Gerçi BUSİAD salonu doluydu, özellikle üniversiteden ilgi vardı; ama yine de kaçırmış olanlar için, anlatılanların bazı bölümlerini paylaşmanın yararlı olacağına inanıyorum. Zira yaşadıklarımız, bilimin ışığından uzakta olduğumuzda, gözümüzün önünde olup biten şeyleri anlamakta, birbiriyle ilgisiz gibi görünen şeyler arasındaki bağları kavramakta zorlandığımızı gösteriyor.
Öncelikle bir tespitte bulunmak isterim ki, felsefe alanında kafa yormak, öteden beri siyasi iktidarların, otoritelerin pek işine gelmez. Zira, felsefe işi bir sorgulama, olayları mıncıklama, didikleme, altında ne var ne yok kafa yorma işidir. Size söylenen doğrunun aslında tek doğru olmayabileceğini, başka doğruların da olabileceğini düşünme, aynı soruya farklı yanıtlar verebilme işidir. "Mutlak gerçek" gösterilen şeylerin aslında çok da "görece olduğunu görmeye başladığınızda, yönetici otoriteler bundan hiç hazetmezler. Orada bir "tehlike", bir "tehdit" hissederler...
Eleştirel "analizlerin", gelip birer "eylem kılavuzu" olmasıdır korkuları...
Bu yüzdende pek çok filozof, hayatını hiç kolay geçirmemiştir.
Neyse ki, Şafak hoca da pek çok akademisyen gibi bu konuların farkında ve toplantıda, soyutlama düzeyini düşürüp, gözlerdeki perdelere çizik atacak şeyleri, o haliyle ifade söylemekten kaçındı, sorulan soruları, "Bu sorunun yanıtını veremem" diye kibarca savuşturdu.
BUSİAD Başkanı Hadi Türkay ve U.Ü.'de felsefe kürsülerinin en önemli otoritesi Prof. Dr. Abdülkadir Çüçen hocayla ayak üstü sohbeti de not etmeliyim. Çoğu zaman işadamlarını sadece para kazanmakla, zenginlikle ilgilenen kişiler olarak tasavvur ederiz. Lüks arabalarla gezen, beyni boş insanlar sanırız. Pek çok entellektüelimiz de Türkiye'de "Adam gibi bir burjuva sınıfı yaratılamadığı", burjuva kültürünün oluşamadığını düşünür. Kuşkusuz, zenginliğin aslında ekonominin yapısal sorunlarından dolayı "dışsal" olması, belli başlı büyük sanayi kuruluşları, bankalar, iletişim şirketlerinin yabancı şirketler olmasının getirdiği durumlar nedeniyle, "ulusal kültür" oluşturmadaki sıkıntıları göz ardı edilemez.
Ancak Bursa'da özellikle "ikinci kuşak" sanayici, işadamı topluluğu içinde Türkiye ve yurt dışında saygın okullarda okumuş, son derece bilinçli isimlerin olması umut verici. Örneğin, BUSİAD başkanımız Hadi beyin, çocuğuna özel felsefe dersleri aldırdığını duymuştum, ama kendisinden duyduğum şu cümlelere mest oldum: "Galatasaray Lisesi'nde okudum. Sorbon Üniversitesi'nde Voltair'i Fransızca okuduk"...
Sayın Türkay'ı dinleyince, senelerdir Fransızca öğreneceğim diye yırtındığım halde, V. Hugo'nun "Les Miserables"ını bile orijinal okuyup bitiremediğimi farkettim. Türkay gibi aydın pek çok ismin olması hem sanayi ve ticaret hem de toplum için ileriye dönük bir umut.
"www.safakural.com" sitesini tavsiye etmekle söze başladı Şafak hoca.
Gerçekten de Prof.Dr.Şafak Ural'ın 1977'de İ.Ü. Edebiyat Fakültesi'nde asistan olmasıyla başlayan süreçte yaptığı çalışmaların, kitapların, makalelerin, master ve doktora tezlerinin listesine orada ulaşmak mümkün. İçinde üç ciltlik "Bilim Tarihi" dahil 25 kitaptan sözediyoruz.
Şafak hoca, konferansta "Kültür" ve "Medeniyet" üzerinde durdu.
Buna göre, Kültür, Maddi kültür (Yeme içme, giyinme, barınma vs. ) ve Sözel kültür (Mitler, hikayeler, sanat, edebiyat, gelenek görenekler, örf, adetler vs.) olarak ikiye ayrılıyor.
"Kültür", fransızca kökeni itibariyle, yediği içtiğinden, giyimine, alışkanlıklarına, sanattan inanışlarına kadar bir yaşama biçimini içeriyor. Ekip dikme, üretme halleri... Diyelim bir kavmin, ulusun, belli bir dönemde bir arada yaşama sırasında edindiği kazanımların tamamını onun kültürü olarak tanımlasak, sanırım yanlış olmaz.
"Medeniyet" ise, sözcük olarak Medine'den gelip "Şehirli" anlamında kullanlıyor. Tabi medeni lafı batıdaki "civilisation"un içeriği ile doldurulmuş.
Bu içerikle medeniyet de kabaca "Bir ülkenin, ulusun, topluluğun belli bir dönemde maddi manevi kültürel zenginliklerinin; ekonomik, siyasi, teknolojik gelişiminin ulaştığı aşama" gibi tanımlanıyor.
Yani aslında kültür ve medeniyet sözcüklerini çoğu zaman aynı anlamda kullansak da, farklı içeriklere sahip.
Bu yönüyle bakıldığında "Kültür"ün iki yanı var.
Aslında kültür, kişinin kendini topluma karşı savunma mekanizması... Örneğin, yasalara, toplumsal gerçeklere aykırı birşey yaptığında kişi kendisini örf ve adetlere dayanarak savunabiliyor. Diyelim, yasalarda suç olmasına rağmen "çocuk gelin"ler olabiliyor ve insanlar bunu örf ve adetlerle açıklayarak kendini korumaya çalışıyor.
Bu yanıyla kültür, kişiyi, özellikle de aydın sorumluluğunu ateşliyor, entellektüel sorumluluk kültürel gelişimi bir görev olarak önünüze koyuyor.
Medeniyetin en önemli yanı ise, sürekli gelişim içinde olması. Zira medeniyetin en önemli araçları, sembolleri hukuk, sanat ve bilim teknoloji...
İşte şimdi bu noktada Şafak hocanın altını çizdiği kritik durumlar devreye giriyor.
"Batı medeniyetine öfke duyuyoruz, bunda da haklıyız" diyor hoca.
Peki, nasıl oluyor bu? Biz "batı medeniyeti"ni ilke olarak kabul etmiş, bundan öte "yüzünü batıya dönmüş", medeniyetin en önemli sembolleri olan hukukta, sanatta batıyı örnek almış, bilim teknolojide zaten onlara bağımlı kalmış bir memleket olarak bu "öfke"yi nasıl anlayacağız?
Hukuk, sanat, bilim teknoloji yoksa medeniyet yok...
Kültürdeki değişim zorunluluğuna vurgu yapıyor Prof. Dr. Şafal Ural.
"Kültürün gelişmeci tarafı süreli törpülenirse, o kültür yozlaşır, yoldan çıkar" diyor.
"Hukuku olmayan, keza sanatı ve bilimi, teknolojisi olmayan yerde medeniyet olmaz" diyor.
"Sanat, hukuk ve teknoloji aynı zamanda bir medeniyeti baskın kılma aracıdır" diyor.
"Kültür insanları dış baskılara karşı korur, ama hiçbir toplum ve kültür, kendisini dışarıya kapatamaz. Kapatmaya çalışırsa yozlaşır" diyor.
Ve de... "Toplumlar bilimsel teknolojik, sanatsal ve hukuki gelişmeleri kendi kültürüne uygun hale getirmek zorundadır. Yoksa kendi kültürlerini koruyamazlar" diyor...
Bir bakıma da mevcudu koruma halindeki "Kültür" ile, sürekli değişimlere sahne olan medeniyet" arasındaki "gerilime" dikkat çekiyor.
Örneğin cep telefonuyle dışarıdan yeni bir kültürel davranış alıyorsan, bunu kendi kültürel kodlarınla uyumlu hale getirmen gerekiyormuş.
Tabi biz bundan, cep telefonlarının "kullanım kılavuzu"nu okumak dışında bir sonuç çıkarıyor muyuz?
Bence ciddi soru.
19 Kasım 2018 Pazartesi
Dağ köylerinde öyle bir değişim var ki...
Arkadaşlar dün (18 Kasım 2018), Koza Dağcılık'ın organizasyonu ile Keles'e bağlı Kıranışıklar, Orhaneli Çayı ve Kemaliye köyleri arasında kah orman, kah hayli terkedilmiş tarla bahçe, kah gürül gürül akan çay kenarında yaklaşık 19 kilometre doğa yürüyüşü yaptık.
Yine pazar mesaisi gibi olabildiğince erken başlayıp, hava kararıncaya kadar, zorunlu aralar dışında, durmadan...
Bu doğa yürüyüşleri tutkuya dönüşüyor galiba. Öyle ki mesela yağmur yağıyormuş, ıslanıyormuşsunuz, yol çamurmuş, önünüzde bir yol, iz yokmuş falan hiç birşey sizi caydırmıyor. Hatta, sadece ayakkabılar değil paçalarım da dize kadar çamur olduğu halde dün, asfalt yola çıktığımız bir yerde, hemen öncümüze "Asfalt değil, ben çamurda yürümek istiyorum" deyivermişim!...
Hava kapalıydı. Şaka değil, saat 12'den sonra akşam saatlerine kadar öyle sağanak yağış olmadı: ama "ahmak ıslatan" dediğimiz çise hiç durmadı. Hava tahminleri yağmurlu gösterdiği için su geçirmez kıyafetler giymiştim. Ama akşam, yürüyüş bitip de minibüse binince, çantadaki yedek atletin de ıslandığını fark ettim. Meğer sırt çantam yağıştan ıslanmış. Üzerimdeki yağmurluk su geçirmese de terlediğim için onun içerisi de ıslanmış. Anlayacağınız belden yukarısında kuru birşey kalmamış...
Dünkü yürüyüşümüz Keles'e 7 kilometre uzaklıktaki Kıranışıklar köyünden başladı. Kıranışıklar dağ yöresindeki pek çok köy gibi "Dağlı", "Yörük, Türk köyü". Seyitömer tarafından gelen 7 ailenin kurduğu, ilk caminin 1719'da yapıldığı söyleniyor.
Önceleri Orhaneli'ye bağlıymış, 1934'de Keles'e bağlanmış. Köylüler geçmişlerinden gurur duyuyor. "Saadettin Efe"lerin torunları olmaktan, Kurtuluş Savaşı'ndaki kahramanlıklarından... Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti sevgisiyle dolu olduklarını ifade ediyorlar.
Tabi bizim köy meydanındaki kahvehanede, sabah saatlerde köylülerle pek sohbet imkanımız da olmadı.
Yürüyüşümüzün bitiş noktası ise, akşam saatlerinde alttan yukarı çıktığımız Kemaliye oldu. Buranın eski adı Kızılkilise imiş. Bu ad, köyün karşısındaki kızıla çalan renkte taşlardan yapılmış kiliseden gelirmiş. Tabi ortada kilise falan yok. O tepeye kocaman bir Türk Bayrağı çizilmiş. Köyün adı 1922 tarihinde Kemaliye olmuş. Palamur, Akçaviran buraya bağlı imiş. Antik devir kalıntıları varmış. Sultan Murat'ın vakıf köyüymüş.
Anlaşılan Osmanlı öncesi Bizans döneminde falan da buralar yerleşim yeriymiş. Pek çok kültüre ev sahipliği yapmış.
Aslında bunu arazide gezerken anlamak mümkün. Ormanlık alanda gezerken, bir zamanlar yaya ve atlı, katırlı dönemde yoğun olarak kullanıldığı anlaşılan, kenarı taşla örülü yol kalıntılarına rastlıyorsunuz.
Köye eski adını veren kilise de zaten bu topraklarda yerleşimin çok eskilere dayandığını gösteriyor. Gerçekten de gürül gürül akan suları, altından geçen Orhaneli Çayı (Kocasu) zengin doğasıyla bu toprakların özellikle insanların keçi koyunla geçindikleri dönemlerde önemli yerleşim alanları olduğunu ortaya koyuyor.
Tabi bu köylerin, bu "ata topraklarının" çok eskilere uzanan geçmişi, inanın benim kafamda başka şeyler canlandırdı. Doğrusu, kaygılarımı artırdı.
Niye mi?
Bakınız, ahanda yazın bir kenara...
Sessiz sedasız o toprakları terk ediyoruz!
Öyle savaş, yenilgi falan da olmadan...
Bir zamanlar, el gücüyle uğraşılıp taşları temizlenmiş, ekilip dikilmiş tarlaların, bahçelerin bir bir terk edildiğini görmek hüzün verici.
Mesela Kamaliye'ye çıktığımız akşam saatlerinde kahvehanede sohbet ettiğim yaşlı insanlara şunu sordum: "Nasılsınız? Bu köyde insanlar nasıl geçiniyor? Örneğin sadece bu köyde yaşayıp kazandıkları ile geçinen aileler var mı?"
İnsanlar önce "Meyve yaparız, sebze yaparız, hayvancılık var.." falan dedi.
Ardından, durumu açığa döktüler, "Valla burada hepimiz emekliyiz. Gelir bu. Yoksa bizim tarladan bahçeden aldıklarımız sadece kendi ihtiyacımız için"!
"Köyde genç kalmadı. Çoğu Bursa'da yaşıyor. Eskiden 100 haneye kadar yaşardı. Şimdi burada 50 hane bile kalmadı."
Anladık ki, yumurta ve ekmeği bile çoğu köylü bakkaldan satın alıyor.
Mesela satın almak için yumurta, peynir falan bulamadık. "Köy ekmeği" için fırında denk geldiğimiz bir kadın, sırf canımız çekti diye kıramadı, ama "Bunları satmak için yapmadım. Biz yiyeceğiz" dedi.
Nasıl olsa artık "köylü" değil, büyükşehir ile "şehirli, mahalleli" olmuşlar!
Köyde evlerin birçoğu terk edilmiş, belli. Ama şehirde yaşadığı ve parayı şehirde kazandığı anlaşılan bazı kişiler bir tür yazlık gibi evler yapmışlar.
"Şehir" olmanın simgesi nedir diye baktım...
Sadece belediye otobüs saatlerini gösteren bir ışıklı levha, köyün girişinden geçen asfalt yol, çocukları olmasa da varolan oyun parkı... Her eve bağlanan su ve elektkrik saatleri...
Köyde geleneksel evler, İç Anadolu'da rastladığımız türden bir mimariye sahip.
Sokağa açılan tek bir kapı. Kapıdan içeri girince kocaman bir avlu. Ev, ahır, samanlık, kümes ne varsa içeride. Evin dış kapısını hem traktör, hem hayvanlar hem de insanlar birlikte kullanıyor!
Evlerlin çoğu iki katlı.
Alt katı ahır, üst katı ev.
Alt kat, bölgede en bol bulunan yapı malzemesi olarak taş duvarlarla yapılmış. Üst katlar ise ahşap ve kerpiç.
Anlaşılan kışları, evi büyük ölçüde, alt kattaki hayvanlar ısıtıyor.
Belediye, şehir, medeniyet falan insanlarla hayvanların yerleşim yerlerini henüz ayıramamış!
"Yol medeniyettir" denir, ama demek ki sadece, mahalle kenarına ulaşan asfalt dönüşüm için yetmiyor.
Dikkat ettim, kendi içinde ciddi bir özel tasarım, bir zevk, önemli bir mimari, bir kültür ve incelik taşıyan taş yığma duvar, nişler, ağaç kolon ve kirişler, çıkma balkonlarıyla eski evler tamamen yok sayılıyor...
Ev mi lazım?
Hemen dozerle yerle bir et o geçmişi, kültürü...
Bir kalıp, beton ve tuğla...Al sana kibrit kutusu gibi tekdüze ve buz gibi beton evler...
Yüzlerce sene ayakta kalan bir mimariyi silip at, ömrü 50-60 seneyle sınırlı binaları dikiver!
Bizim insanımız, özellikle de kırsal kesimde, geçmişi ile övünmeyi çok seviyor...
Bununla sanki, "Ahh ah, bakma bizim sefilliğimize, aslında biz..." demek istiyor.
"Cesur efelerin torunlarıyız"... İşte şu kadar sene cihana hükmettik... "Türkiye", "Türk", "Müslüman, imanlı"!..
İyi de arkadaş, sen ne yapıyorsun?
Bu şanlı geçmişe ne katıyorsun?
Tık yok.
İnsanlar büyük bir çaresizlik, ya da "öğretilmiş çaresizlik" duygusu içinde.
Tabi bu kendiliğinden olmamış.
Dağ yörelerinde "Keçi yasağı" ile başlayan, sözde ormanı korumak amaçlı uygulamalar ile tarımdaki yanlış politikalar insanları üretimden bezdirmiş.
Toprağını sahiplenme, birşeyler yapma isteği kalmamış.
Dünya kadar tarla sahibi, Orman İşletmesi ile mahkemelik ve tapu alamıyor. Hadi, tapun olsa ne yazar, mazot parası şu kadar, tohumdu, ilaçtı derken zaten boşa çalışmış oluyorsun.
Belki de insanlar, sırf bu nedenle, sadece kendi yiyeceği kadar ekip biçiyor.
Veeee, insanların köylerden ayağı kesiliyor!...
Şimdi ihtiyarlar bekliyor o toprakları.
Köyde doğan gençler, "yazlık yapıyor", ata toprağına hasret gidermek için...
Ama 2. 3. nesil?
Bu köylerin tamamen şehirde doğan, büyüyen yeni kuşaklar için hiç bir anlamı olmayacak!
Gitmeyecekler!
Eğer Türkiye, bu ekonomik politikalarla yoluna devam ederse -ki, iktidarın hangi partide olmasının pek önemi olmayacak-, bu köyler yakın gelecekte tamamen terk edilecek.
Peki sonra ne olacak?
Satılacak ya da kiraya verilecek.
Kime?
Hiç merak etmeyin, kuşkunuz da olmasın, yabancı sermaye sahiplerine!
Nasıl olsa cari açıklarımız büyüyecek. Nasıl olsa Büyükşehir ile buralarda eski mera, yaylak, kışlak ve orman kanunları işlemeyecek.
Bunun ipuçları var. Bakın altın madenlerinin tamamını yabancılar işliyor...
Bildiğin, yeraltından çıkarıyor, saflaştırıyor, gemilerle, TIR'larla götürüyorlar .
İnsanın aklına Abdülhamit Han'ın kurduğu Duyun-u Umumiye Rejisi yönetimi geliyor.
Türkiye kendi toprağından çıkan altının doğru dürüst vergisini bile alamadı bugüne kadar. (En son trajik örneğe bakar mısınız, Bergama'da Eurogold şirketi tonlarca altını çıkarıp götürdü, kaynak azalınca ocağın gerisini FETÖ'ye teslim ettiler, filmin sonunu biliniyor)
Ha, altının sahibi görünen Türk inşaat şirketleri mi? Onlar sadece işin hamallığını yapıyor.
Orhaneli bölgesinde dağ taş mermer ocağıyla dolu. Ortalığı duman ediyorlar.
Ve nasıl bor, krom vs. madenler ham olarak dışarı gidiyorsa, mermerimiz de işlenmeden "Blok mermer" diye gidiyor dışarı. Düşününki, mermerden minnacık bile katma değer kazanamıyor memleket.

Doğa gezilerinde, bir yandan doğamızın harika olması, bir yandan da onu çok hovardaca kullandığımız gerçeği ister istemez insanın gözüne sokuluyor.
Bu gezide de hoş sürprizler de oldu.
Örneğin melki (çam mantarı) ve çam reçinesi topladım. Bu bölgedeki çam ağaçlarında gördüğüm ve yaşlı çam ağaçlarının gövdesinde "şelale" gibi duran reçineleri, başka yerde görmemiştim.
Çocukken, köyde kakasından kıl kurdu, tenya gibi şeyler çıkan çocuklara çam sakızı veya reçine önerilirdi. Onun suyu bağırsak ve mideyi temizlermiş.
Bizim büyük büyük tıp okullarımız, koca proflarımız hiç tenezzül etmeseler de halk tababetinde yeri var gibi.
Bu arada reçinenin ne işe yaradığı, yada nasıl kullanıldığı konusunda bilgisi olan varsa, lütfen buraya yazsın...
Memleketi, doğa ve insanımızı tanımaya, yürümeye devam...
16 Kasım 2018 Cuma
Büyükşehir’e çevreci aday...
Bursa Büyükşehir Belediyesi yerel seçimlerde siyasetin en hararetli
rekabet alanı olacak gibi. Bugünlerde pek çok isim başkanlık için partilere
başvurup şansını denemek istiyor. Bunlardan birisi de Bursa’da bürokrasiden
tanıdığımız Mahmut İnan. Sanayi ve Ticaret, Çevre İl Müdürü olarak tanıdığımız Mahmut İnan, Ak Parti’den aday adaylığını, mütevazı bir basın
toplantısıyla açıkladı.
İnan’ın Almira Otel’deki
açıklamasını dinleyince aklıma eski
başkanlardan Erdem Saker geldi.
DSİ Bölge Müdürü bir brokrat iken,
valilikteki toplantılarda gayet kendinden emin, konusuna vakıf, özgüveni
yüksek, lafını kimseden sakınmayan bir brokrat profili çizen Saker, Büyükşehir Belediye Başkanlığına
aday olmuş, kazanmış, Botanikpark,
Terminal gibi kalıcı da işler yapmıştı.
Aslen Urfalı, 25
yıldır Bursa’da yaşayan Mahmut İnan da özellikle çevre il müdürlüğü döneminde,
çevre kirliğine yol açan pek çok kamu ve özel kuruluşa, siyasi-idari tepkileri,
rahatsızlıkları da göze alarak yaptırım uygulayabilmiş birisiydi. İktidar partisi
çevresinde bulunmasına rağmen DOSAB’da
termik satral projesine karşı olduğunu açıklayan ender isimlerden birisi oldu.
Şehrin orta yerindeki “TOKİ Konutları”na,
metronun Yalova yolu üzerinde tramvaya
çevrilmesine, yeni stat
projesine de tepkisini açıklamaktan çekinmemişti.
Dinlerken, madem belediye
yönetimlerinin tarzına, projelerine karşı, niye iktidar partisinden aday
oluyor, diye düşündüm. İnan, hem
kendisini inançları itibariyle AKP’ye yakın görüyor, hem de partinin “kululuş felsefesi”ne, fabrika ayarlarına geri döneceğine inanıyor
ve partinin adındaki “Adalet” ve
“Kalkınma”nın önemine vurgu yapıyor. Buradan, partinin bugünkü durumundan
rahatsızlık duyduğu, ancak çareyi “2002
ruhuna geri dönmekte” bulduğu anlaşılıyor.
Buradaki
çabalarının Beştepe’den izlendiğine de inanıyor... “Sayın cumhurbaşkanımızın kentimize müdahale etmesi ile bu konulardaki
haklılığım da ortaya çıkmıştır durumdadır”diyor.
Tabi iş siyaset
ve partide kimin aday olacağına kimin karar verdiği az çok biliniyor. Mahmut
bey de zaten emeklilik sonrasında şirket kurmuş, illa başkan olma takıntısı da
yok, şansını deniyor gibi.
Mahmut İnan,
sanırım aday adayı olarak en kapsamlı “Projeler” açıkayan isim oldu.
İşte projelerinden
bazıları:
-
Yol
ve asfalt sorunları için bir Asfalt Plenti fabrikası ve 5 şantiye kurma.
-
Güneymarmara’nın
en büyük fidanlığını kurma, bütün boş alanları yeşillendirme.
-
BURFAŞ
tesislerini yöresel yiyeceklere göre yeniden dizayn etme. Erzurum tulumu varken
niye ithal peynir satalım ki..
-
Doğa
sporlarını öne çıkarma, arazide çok sayıda yürüyüş parkuru düzenlemek.
-
Cadde
ve yol kenarlarında çeşmeler. Ana
arterlere de butik cami.
-
Uludağ’da tüm piknik ihtiyaçlarınun BURFAŞ tarafından ucuza sağlanması.
-
Ana
yol kıyılarına köylülerin meyve sebzesini satacağı yerler yapılacak, ilgili
köyün muhtarlığına zimmetlenecek.
-
Hamitler’deki
çöp toplama alanı 2025’te doluyor. Aktarma istasyonları ve geri dönüşüm ile
sıfır atık hedeflenecek.
-
“Çevreciliğin bisiklet yolu yapmaktan
ibaret olmadığını kanıtlayacağım”. Sahiller temizlenecek. Derin deniz dejarjı yerine arıtma tesisleri...
-
Doğalgaz
verilmeyen yer kalmayacak. Kömür dağıtılmayacak, hava kirliliği önlenecek.
-
Dağ
yöresine yem fabrikası yapma. Meraları islah etme... “Tarım A.Ş. ucuz yem satsa, biraz da zarar etse ne olur..”
-
Bursaspor
için “altyapı fidanlığı”... Transfer
yerine kendi sporcumuzu yetiştirmek.
-
Kamp,
karavan ve marina projeleri ile Bursa’ya gelenlerin sayısını artıracağız.
“Bunların yüzde 80’ini ilk birinci yılda
yaparım. Hem de belediyenin kasasından fazla bir para çıkmadan” diyor Mahmut Aydın.
Ama “Merkezi hükümetin desteği
olmadan yapılamayacak” projeleri de var. Örneğin, çarpık kentleşmeye örnek
haline gelen kent merkezindeki TOKİ
konutlarının yıkılarak yerine otantik bir merkez inşaa edilmesi, Hamamlıkızık civarından Çalı’ya
kadar dağın eteklerinden geçecek Güney
Kuşak bölünmüş yol, Gemlik, Mudanla sahillerinden geçecek “Körfez Hilali” bölünmüş yolu, Bursaray’ın yakın merkezlere uzatılması
vs.
“Memuriyet hayatımda işimi mideme bulaştırmadım.
Şeffaf, hesap verilebilir, kimseyi ötekileştirmeyen bir yönetim anlayışı ile
çalışacağım. Hiç bir işi rant hesabıyla yapmayacağım” diyor,
“Dikey değil yatay yapılaşma” diyor,
“Planlı alanları çöküntü haline getiren
değil, çöküntü alanlarını planlı hale getiren bir kentsel dönüşüm” diyor.
Diyor demesini
de, tabi bunların finans modellerinin bulunması, müteahhit rant hesaplarının
bozulması öyle konuşulduğu gibi kolay işler değil.
Sayıştay’ın
ortada dolaşan raporlarına bakınca koltuğun adeta çivili sandalye olduğunu
görüyorsunuz. Başkanlık koltuğuna oturan
dünya kadar borcu, bir yığın usulsüzlükleri kucağında bulacak gibi.
İşler çok zor, çoook...
8 Kasım 2018 Perşembe
‘Ahlak’ın da evrimi mi olur’ demeyin!
Alaaddin Şenel, toplumsal değişimleri “düşünsel kurgular” yerine “bilimsel
verilerle” açıklamayı ilke edinen; toplumu, olayları anlamaya,
olabiliyorsa, öngörülerde bulunmaya çalışan bir isim. Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarından, akademisyen. İnsanlık tarihi ve
insanlığın serüveni ile ilgili değişik kitapları, çevirileri var.
Adını duymuştum,
ama karşılaşma, dinleme fırsatı Koza
Dağcılık’ın Nilüfer Belediyesi
Karaman Dernekler Yerleşkesi’ndeki konferansta oldu.
“Ahlak Sorununa Eleştirel Bakış” konulu
bir konuşma yapan Şenel’i takdim eden ve “Savaş en büyük ahlaksızlıktır” sözleriyle biten konuşmanın
ardından, Şenel’e bir plaket sunan Ayhan Kazancı, toplumsal değerlerin altüst
olduğu bir dönemde “ahlak”ın önemine
vurgu yaparken, Şenel, ahlak
konusuna, ta “ilkel toplumlar”dan
başlayan çarpıcı açılımlar getirdi.
Bu tür toplantı
ve konferanslarda bilimsel, veriye dayalı da olsa, soyutlama düzeyi yükseldikçe
izleyicilerin ilgisinin azaldığını görmek çok ilginç bir gözlem... İnsanımız maalesef
bir yandan felsefi, antropolojik düşünce yöntemleri üzerinde kafa yormayı
gereksiz, “kafayı yeme işi” gibi
görüyor, bir yandan da bu konularda kitap okumak, konferans dinlemek sıkıcı
geliyor. Bu yüzden bu konulardaki kitaplar ve kişiler de pek ilgi çekmiyor. Bu
çerçeveden bakınca, salonun yarıya yakın dolu olması bana umut verici geldi.
Kişisel olarak felsefeyi oldum olası önemserim. Zira felsefeyi
olayları, olguları anlama ve yorumlama, birbirinden çok farklı gibi görünen
şeyler arasındaki bağları kavrama, öngörüde bulunma açısından en önemli metod
olarak görürüm.
Aslında herkesin
düşünce sistemi bir felsefi tutumu yansıtır. Yani felsefeyi safsata da saysak,
inançsızlık sa saysak bal gibi bir felsefi tutum içindeyizdir... Mutlaka kendi
içinde anlamlı bir ilişki olan yargılarımız vardır. Sadece kendi durumumuza
ayna tutmak, yüzleşmek istemiyoruzdur, o kadar.
En çok şaşırdığım
şey, Koza’nın doğa yürüyüşleri düzenlemesine gönderme yaparken, Antik Yunan’daki Peripatitler (yürüyücüler) ekolünden sözetmesi oldu!...
Meğer her söz birtakım
değerleri, toplumsal ilişki biçimini, ahlakı yansıtıyormuş!
“Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” ile “Gözlerimi
açarım, öyle de vazifemi yaparım” diyenler arasında, bildiğin savaşa varan
şeyler olmuş!
Keza tarih
boyunca insanların adeta köle gibi kullanılmasını yücelten “Hak yok, vazife vardır” lafının “out” olması için ne cenkler verilmiş...
“Sen öl ki, o yaşasın”, demiş ermişler!
İnsanlar buradaki
“O”yu kimi zaman tanrı, kimi zaman tanrının
temsilcisi veya vatan toprağı sanmış. Meğer “O”, senin alın terinle elde ettiğin şarabı, karşına oturup keyifle
yudumlayan insandan başkası değilmiş! Başını kaldırıp bakmış ki vatandaş, ermiş
kişi karşısında oturmuş, şarabı götürüyor... Müthiş canı cekmiş ve “Ey erenler, bir yudum da bize ver, biraz da
biz ölek..” deyince bozulmuş bütün sihir...
Uzun uzun “İlkel Toplum Ahlakı” üzerinde durdu
Şenel. Ahlak denen şeyin, hangi maddi ilişkilerden kaynaklandığını anlatabilmek
için...
Hani insanların
avcılık, toplayıcılık yaptığı dönem var ya... İnsanlar, “herkese ihtiyacına göre” dağıtırmış. Örneğin genç ve güçlü erkekler
bir hayvanı avlıyor, önce avlayanlar hayvanın karaciğerini çıkarıp kendileri yiyorlar.
Ardından eti, kabilede ava katılamayan kadın, çocuk ve yaşlılara veriyorlar...
“Rekabetçi”, “yarışmacı” değil, “dayanışmacı”
toplum ve ahlak...
Gezginler, Afrika’daki ilkel toplumlarda “yüce soylu kesim”ler tespit eder...
Demek ki, ilkel topluluklar da birbirinin kopyası değil. Ama hepsi “geleneklerin tutsağı”, “doğanın kölesi”
ve topluluklarda yaşlılar hakim...
Ancak ilkel
toplumun bu dayanışmacı ahlakı,
yabancı için işlemez! Zira, savunma refleksi geçerlidir. Yabancı topluluk onlar
için, tarladaki patateslerini talan eden domuzlardan farksızdır.
“Domuz ne kadar düşmansa, yabancılar da o
kadar düşmandır” diyor Şenel.
“En dar ahlak anlayışı bir kabile ile sınırlı olandır” diyor.
“En dar ahlak anlayışı bir kabile ile sınırlı olandır” diyor.
Kabile reisi, ünvanını sürdürmek için, “yabancıları” öldürmek durumundadır. Kabile
mesupları, birilerini öldürüyor; koşuyor mahallenin ortasına, elinde kafa derisi,
kulak... Ardından “Yaşasın şef!”
kutlaması!
Alaaddin hoca
konuştukça, İlkel Toplum, aşiret dönemi ahlakına ait bazı değerlerin bugün de hala
capcanlı olduğu gibi bir hisse kapılıyorum.
Hocaya göre, 1350
santimetrekare boyutuyla “simgeleri
işleyebilen bir beyne” sahip olan insan, sınırsız belleğe sahip; geçmiş,
şimdiki ve gelecek zamanı birlikte düşünebilen,
empati yapabilen tek canlı...
Ahlak, zaman
içinde ülke, millet veya inanca göre değişmiş.
Hırsızlık ve
talanın kutsandığı, övüldüğü devirler bile yaşamış insanlık...
Örneğin ünlü “Manas Destanı”ında kahramanın, aslında “ötekiler”in hayvanlarını, atlarını
çalan birisi olduğunu duymak şaşırtıcı oldu.
Şenel’in ilginç tespitlerinden bazıları şöyle:
“Küresel ekonominin
yarattığı ahlak, insan hakları ahlakı ile asla örtüşemez.”
“Siyaset (siyaset
sanatı), Antik Yunan’da, düşmanları
yok etmek için silah üretimi ve orduya alternatif olarak geliştirildi.”
“Biyolojik
kazanımlar ahlakı da biçimlendirdi. Kadınların doğuma uyun için geniş olan
kalçaları, koşma ve avcılıkta dezavantajdı. O da kadını avcı değil, toplayıcı
ve yerleşik yaşamda, kan bağlı yapıda, ailenin
direği olarak etkin isim yaptı.”
“Yağmacılık,
yayılmacılık avcı göçebe toplumun bir özelliğidir. Türkler uzun zaman özellikle
Orta Asyadan itibaren göçebe çoban toplumu konfederasyonu oldu.”
“Ayıcı (vurup,
elinden alma), talan (malın bir kısmını alma, bir kısmını bırakma) yöntemi ile
yaşayan göçebe çoban topluluklar savaş tekniklerinde üstündürler.”
“Haraç (seni
koruyacağım, dokunmayacağım, ama bana şunları vereceksin), vergi (seni koruyacağım,
dokunmayacağım, ama sen de bana gelirinin şu kadarını vereceksin) halinde
kurumsallaştı ve devlet böylece şekillendi.”
“İlk devletlerde,
herşeyin sahibi tanrıdır. Mülk onun kabul edilir. Mülkiyeti, tanrıyı temsil
edenler kullanır. Savaşçıların görevi tapınağı ve varlıklarını, mallarını
korumaktır. Tapınağın gelirlerinin bir kısmı savaşçılara, bir kısmı dincilere
dağıtılır. Kime ne kadar dağıtılacağına tanrı/onun temsilcisi karar verir..”
“Toplum
büyüdükçe, sınıf çatışmaları, daha doğrusu bölücü çatışmalar, eğilimler ortaya
çıkar. İşte o noktadan sonra devlet kendini gösterir. Devletin iki temel kurumu
vardır. Birisi zor teşkilatı olarak polis jandarma, diğeri ikna teşkilatı
olarak dinsel ideoloji, din kurumudur.”
“Din alimlerine göre,
insan aciz bir kuldur. Bilmeyendir. Eşitsiz ilişkilerle ortaya çıkmıştır ve tek
görevi tanrıya hizmet etmektir. Tanrı vardır, yetkindir ve her varlığın, olanın
bir hikmeti vardır. Her iyi ve kötü şey onun hikmetidir, sual edilmez. İnsan
kendi kendini yönetemez, yönetme ehliyeti onun temsilcilerinindir. Din görevlisi
dinsel ahlakı yaratmakla görevlidir.”
“Tanrılar ete
üşüşürler. Yönetilenler, aciz kullar, tanrıya/onun sözcülerine tarlalarda
çalışarak, hayvan yetiştirerek, et, süt tedarik ederler.”
“Mülkiyet hakkı
tanrı adına yönetenlerindir. Üretici emeğinden yararlanma onlara ait bir
ayrıcalıktır. Herkes onlara karşı sorumludur, hesap vermek zorundadır. Ama
onlar kimseye karşı sorumlu sayılmazlar, kimseye hesap vermezler.” Şenel burada tanınmış siyasetçi Korkut Özal’ın, bir gazetecinin, oğlunun
TIR filosuna nasıl sahip olduğuan
ilişkin bir sorusuna hiddetlenerek, “Bana Allahtan başka kimse hesap soramaz”
dediğini aktarıyor.
2 Kasım 2018 Cuma
Kanserin ilacı bulunmuş, ama...
Mucit işadamı Faruk
Durukan kanserde metastazı (yayılmayı,
sıçramayı) durduran ilacı bulduklarını açıkladı. Kendi parasıyla laboratuvarlar kurup araştırma
projeleri yürüten Durukan, “güneş sobası”ndan bitkilerden pek çok ilaç etken maddesi ve ekstrat
elde etmenin yanı sıra, bor madeni
türevleri ile dünyanın en kaliteli çeliğini yapaya, plastiği çelik gibi güçlendirmeye, kumaşı yanmaz elde etmeye, radyasyon
ışınlarını durdurmaya kadar pek çok teknolojik buluş gerçekleştirmiş.
Bunların her birisi, ayrı ayrı, Türkiye’ye milyar
dolarlar kazandırabilecek, dünyada adını duyurabilecek şeyler.
Ama ne devletten, Sağlık Bakanlığı’ndan, ne sanayi
kuruluşlarından, deyim yerindeyse, tık yok...
Bursa’nın en istikrarlı girişimci derneklerinden birisi
olan Genç Sanayici ve İşadamları
Derneği (GESİAD) Almira’daki aylık toplantısında,
gerçekten sıradışı bir insanı konuk etti.
Senelerdir Balıkesir
Edremit’te, Kazdağlarında kendi
parasıyla, kendince bilimsel çalışmalar yürüten bir isimden sözdediyoruz.
Adı: Faruk Durukan.
Okullarda ders veren, adının önünde Frof. Dr. falan yazan, akademi dünyasından bol kitaplı bir “bilim adamı” mı?
Hayır.
Peki amacı para kazanmak olan bir girişimci mi?
Hayır.
Tam tersine, adam hayli zenmiş. Binlerce (yanlış
dumadıysam tam 5 bin dedi, miras değil
hepsini de kendi kazanmış) gayrimenkulu
varmış. Ama bir gün, yarın
ölüp gitsem, ardımdan ne bırakmış olağım, gayrimenkul mü, para mı diye
düşünmüş ve kendince ülkeyi kalkındıracak, insanlığa katkısı olacak buluşların peşine
düşmüş, kalıcı bir iz bırakmak istemiş.
“Üniversiteden kovuldum” dediğine göre, araştırmayı üniversite bünyesinde
yapamayacağını da anlamış ve Edremit’te
kendi parasıyla, birbirinden farklı
laboratuvarlar kurup deneylere başlamış.
Dile kolay, Faruk bey, benimle yaşıt, 1960 doğumlu, bunca
servet edinebilmiş. Ve bilimsel
araştırmaya başlamasından bugüne kadar yaklaşık 50 milyon dolar para harcamış.
Ne devletten, ne de özel sektörden,
üniversitelerden yeterli ilgi, destek görmemiş.
Durukan’ı heyecanla, ağzımız açık dinledik.
Vay be!... Dedim,
kendi kendime...
İşte Türkiye’nin
neden geri kaldığı; bilimde, teknolojide neden dışarıya bağımlı olduğu,
sanayinin, sanayicinin neden fason, lisanslı üretmek, düşük katmadeğere
çalışmak durumunda olduğu, neden çalışıp ürettiğimiz halde parayı yurtdışı
markalara kaptırdığımız, neden sürekli cari açık verdiğimiz, neden devletin
vergiyi çok para kazanandan alamadığı ve bu yüzden en adaletsiz vergi olan “dolaylı
vergi”ye yüklendiği; ve de bunların
sonunda neden demokrasinin giderek
zayıfladığı, adaletin bozulduğu... Vs. vs...
Dinleyince bunları
daha iyi anlıyorsunuz...
Lütfen bir anlık herşeyi
bir kenara bırakın, ara verin ve düşünün.
“Ben kanserde metastazı durduran bir
etken madde buldum. 3 binden fazla deneme yapıldı, sadece 5-10 kayıp var!”
Bu sözleri GESİAD toplantısında işadamları, girişimciler
dinliyor!
Normal, modern bir
ülkede olsa, o sözleri dinleye işadamlarının bu işe balıklama
dalmaları, hemen Faruk beyle, toplantı
bitmeden özel bağlantı için kuyruğa girmeleri gerekmez miydi?
Düşünün, çağın en belalı hastalığı kanserde metastazı
durduran ilaç sözkonusu!
Bir girişimci için eşi bulunmaz bir fırsat.
Sen kanserin ilacını üretebiliyorsan, dünyanın en zengin
adamları arasına girme fırsatı kapının önünde demektir! Daha ne duruyorsun!
Ama ne gezer...
Tabi Durukan her ne kadar açık bir eleştiri yöneltmiyorsa
da, dertli mi dertli.
Buluşu bilimsel yayınlarda yer almış, yani doğruluğu
onaylanmış. Denenmiş...
Ancak iş uygulamaya, bunu bir ilaç olarak hastalara sunmaya gelince bütün
kapılar önünde kocaman duvara dönüşmüş.
Bulduğun, geliştirdiğin kanser ilacına uluslararası
patent almak zorundasın. Bunun için dünyanın
ilaç tekellerinden izin alman gerekiyor...
Özellikle ilaç sektörünün kontrol eden beş büyük dünya
tekelinden...
Ama ne mümkün... Önce patent başına basacaksın 200 bin
Euro parayı, en 6 sene de bekleyeceksin... Ama yetmiiyor. Onlar onayı, uluslararası
sertifikaları, sadece kendi ilaçlarına
veriyor!
Sana kanser ilacı ürettirirler mi!
Ortada milyar dolarlar var.
Sana yedirirler mi!
Peki bizim
devletimiz, Sağlık Bakanlığımız?
Onlar açıkça “Biz
dünya ilaç tekellerinin ilacı dışında ilacı kabul etmeyiz” demese, hatta
konuşurken yerli mili palavraları sıksa da, ne bu araştırmaları destekler, ne hastalara burada
elde edilecek ilacın ruhsatını verir, ne de hastaları tedavide bunları ilaç listesine
yazar...
GESİAD Yönetim Kurulu Başkanı Kerim
Demiral, mucid işadamını takdim ederken, ekonomide yaşanan sorunların çözümü olarak “yapısal reformlara” işaret etti . Hiç kuşkusuz,
her yıl cari açık vererek, kalkınmayı sadece yabancı sermaye girişine
bağlayarak, “para kazanıyoruz ya”
diye fasonla, lisansa ucuz işçilik yapmakla ne ülkenin ne de şirketlerin bir
yere varamayacağı çok açık.
Demiral’ın da dediği gibi “gerçeklerle
yüzleşmedikçe” bir çıkış yolu yok.
Tabi bu “yapısal
reform” sözü müthiş tılsımlı...
Genelde, özellikle
de icra tarafında olanlar, iktidar çevresi, ekonomi yönetimi “yapısal reform” ile, ekonomiyi tamamen
uluslararası finans kesimi ve küresel rekabetin kurallarına uygun hale
getirmeyi kastederler.
Bu yüzden yapısal reformlar, hep yaşandığı gibi, bir
yandan ülkenin üretimini, ihracatını, ithalatını artırır, rakamlar büyür, ancak
bunu toplum pek refah olarak hissetmez.
Çünkü sonuçta parayı yabancı lisans, marka vs. sahipleri kazanır. Siz de hep açık verirsiniz. Her on senede bir
de, devalüasyonla talandan geçersiniz!
Üretim üretim diyoruz.
İyi hoş da... Bir de bu üretimden ne kazandığımıza
bakalım.
Durukan’ın icatları, sahip çıkılır gereği yapılırsa, ciddi bir
kaynak gibi duruyor.
Bucid işadamının verdiği örnek çok manidardı: “Dünyada en çok altın gümüş Afrika’da var.
Ama Afrika dünyanın en fakir bölgesi.
Niye? Çünkü bütün altını gümüşü batılı şirketler, devletler alıp
işliyor, parayı onlar kazanıyor. Afrikalılar sadece kendi toprallarında düşük
ücrete maden işçiliği yapıyor.”
Buluşlar... Buluşlar...
Faruk Durukan’ın çalışmalarında sonuç alınan bazı işler
şöyle:
-
Çam yapraklarından basit bir makiyeyle kimya
sektörüne yönelik çam yağı
üretimi. Köylülere tavsiye ediliyor.
-
Güneş sobasında yemek pişirme.
-
Elde edilen bir
bor türeviyle plastiğin çelik gibi sağlam
hale getirilmesi.
-
ABD’nin tonunu 4,5 milyon dolara sattığı bor türevli füze
ve roket yakıtının üretimi.
-
Radyasyon ışınlarını durduran maddenin üretimi. Savunma sanayiinde zırhlama olarak da kullanılan maddenin
icadı ABD’den ödül getirmiş.
-
Taşın suyu... Uzay şartları
oluşturarak, taşın suyu elde edilmiş. Beze sürersen o bez yanmaz olur. Eksi 150 derecede donduğu için güçllü bir buz çözücü. Ayrıca atık sulardaki mikroorganizmaları
1 saat içinde yüzde 99 öldürüyor. Güçlü
bir antimikrobiyal.
-
Zeytinin acı sihah
suyunun fermante olunca zararlı hale
geldiğini tespit ediyor ve bu suyu kurutup sağlıklı bir hale getiriyor. Halk
ekmek fabrikalarına öneriyor. Zeytin kara
suyunun ekstre edilmesiyle oluşan zeytin
tozu, yararlı bir besine dönüşüyor.
-
Yine bor türevi
borkarbür ile dünyanın en
kaliteli çeliği elde edildi.
-
Zeytin çekideği embriyosu, ilaç firmalarına dönük elde edildi. Bu embriyo taze
zeytinin (salamura değil) çekirdeğinden elde edildi ve pek çok kanser ilacının etken maddesi olarak
değerlendiriliyor. Kilosu da 5 bin euro
imiş.
-
Araba lastikleri için kaymayan kauçuk elde edildi. Borkarbür ile lastikler karda buzda
kaymıyor.
-
Bir bor türevinden(tretil borat sanırım) doğalgaz ve elektrikten daha ucuz
bir “yeşil enerji” yakıtı üretildi. Şimdilik tren, vapur gibi
büyük miktarlarda yakıt tüketen araçlarda kullanılabiliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)