Alaaddin Şenel, toplumsal değişimleri “düşünsel kurgular” yerine “bilimsel
verilerle” açıklamayı ilke edinen; toplumu, olayları anlamaya,
olabiliyorsa, öngörülerde bulunmaya çalışan bir isim. Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarından, akademisyen. İnsanlık tarihi ve
insanlığın serüveni ile ilgili değişik kitapları, çevirileri var.
Adını duymuştum,
ama karşılaşma, dinleme fırsatı Koza
Dağcılık’ın Nilüfer Belediyesi
Karaman Dernekler Yerleşkesi’ndeki konferansta oldu.
“Ahlak Sorununa Eleştirel Bakış” konulu
bir konuşma yapan Şenel’i takdim eden ve “Savaş en büyük ahlaksızlıktır” sözleriyle biten konuşmanın
ardından, Şenel’e bir plaket sunan Ayhan Kazancı, toplumsal değerlerin altüst
olduğu bir dönemde “ahlak”ın önemine
vurgu yaparken, Şenel, ahlak
konusuna, ta “ilkel toplumlar”dan
başlayan çarpıcı açılımlar getirdi.
Bu tür toplantı
ve konferanslarda bilimsel, veriye dayalı da olsa, soyutlama düzeyi yükseldikçe
izleyicilerin ilgisinin azaldığını görmek çok ilginç bir gözlem... İnsanımız maalesef
bir yandan felsefi, antropolojik düşünce yöntemleri üzerinde kafa yormayı
gereksiz, “kafayı yeme işi” gibi
görüyor, bir yandan da bu konularda kitap okumak, konferans dinlemek sıkıcı
geliyor. Bu yüzden bu konulardaki kitaplar ve kişiler de pek ilgi çekmiyor. Bu
çerçeveden bakınca, salonun yarıya yakın dolu olması bana umut verici geldi.
Kişisel olarak felsefeyi oldum olası önemserim. Zira felsefeyi
olayları, olguları anlama ve yorumlama, birbirinden çok farklı gibi görünen
şeyler arasındaki bağları kavrama, öngörüde bulunma açısından en önemli metod
olarak görürüm.
Aslında herkesin
düşünce sistemi bir felsefi tutumu yansıtır. Yani felsefeyi safsata da saysak,
inançsızlık sa saysak bal gibi bir felsefi tutum içindeyizdir... Mutlaka kendi
içinde anlamlı bir ilişki olan yargılarımız vardır. Sadece kendi durumumuza
ayna tutmak, yüzleşmek istemiyoruzdur, o kadar.
En çok şaşırdığım
şey, Koza’nın doğa yürüyüşleri düzenlemesine gönderme yaparken, Antik Yunan’daki Peripatitler (yürüyücüler) ekolünden sözetmesi oldu!...
Meğer her söz birtakım
değerleri, toplumsal ilişki biçimini, ahlakı yansıtıyormuş!
“Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” ile “Gözlerimi
açarım, öyle de vazifemi yaparım” diyenler arasında, bildiğin savaşa varan
şeyler olmuş!
Keza tarih
boyunca insanların adeta köle gibi kullanılmasını yücelten “Hak yok, vazife vardır” lafının “out” olması için ne cenkler verilmiş...
“Sen öl ki, o yaşasın”, demiş ermişler!
İnsanlar buradaki
“O”yu kimi zaman tanrı, kimi zaman tanrının
temsilcisi veya vatan toprağı sanmış. Meğer “O”, senin alın terinle elde ettiğin şarabı, karşına oturup keyifle
yudumlayan insandan başkası değilmiş! Başını kaldırıp bakmış ki vatandaş, ermiş
kişi karşısında oturmuş, şarabı götürüyor... Müthiş canı cekmiş ve “Ey erenler, bir yudum da bize ver, biraz da
biz ölek..” deyince bozulmuş bütün sihir...
Uzun uzun “İlkel Toplum Ahlakı” üzerinde durdu
Şenel. Ahlak denen şeyin, hangi maddi ilişkilerden kaynaklandığını anlatabilmek
için...
Hani insanların
avcılık, toplayıcılık yaptığı dönem var ya... İnsanlar, “herkese ihtiyacına göre” dağıtırmış. Örneğin genç ve güçlü erkekler
bir hayvanı avlıyor, önce avlayanlar hayvanın karaciğerini çıkarıp kendileri yiyorlar.
Ardından eti, kabilede ava katılamayan kadın, çocuk ve yaşlılara veriyorlar...
“Rekabetçi”, “yarışmacı” değil, “dayanışmacı”
toplum ve ahlak...
Gezginler, Afrika’daki ilkel toplumlarda “yüce soylu kesim”ler tespit eder...
Demek ki, ilkel topluluklar da birbirinin kopyası değil. Ama hepsi “geleneklerin tutsağı”, “doğanın kölesi”
ve topluluklarda yaşlılar hakim...
Ancak ilkel
toplumun bu dayanışmacı ahlakı,
yabancı için işlemez! Zira, savunma refleksi geçerlidir. Yabancı topluluk onlar
için, tarladaki patateslerini talan eden domuzlardan farksızdır.
“Domuz ne kadar düşmansa, yabancılar da o
kadar düşmandır” diyor Şenel.
“En dar ahlak anlayışı bir kabile ile sınırlı olandır” diyor.
“En dar ahlak anlayışı bir kabile ile sınırlı olandır” diyor.
Kabile reisi, ünvanını sürdürmek için, “yabancıları” öldürmek durumundadır. Kabile
mesupları, birilerini öldürüyor; koşuyor mahallenin ortasına, elinde kafa derisi,
kulak... Ardından “Yaşasın şef!”
kutlaması!
Alaaddin hoca
konuştukça, İlkel Toplum, aşiret dönemi ahlakına ait bazı değerlerin bugün de hala
capcanlı olduğu gibi bir hisse kapılıyorum.
Hocaya göre, 1350
santimetrekare boyutuyla “simgeleri
işleyebilen bir beyne” sahip olan insan, sınırsız belleğe sahip; geçmiş,
şimdiki ve gelecek zamanı birlikte düşünebilen,
empati yapabilen tek canlı...
Ahlak, zaman
içinde ülke, millet veya inanca göre değişmiş.
Hırsızlık ve
talanın kutsandığı, övüldüğü devirler bile yaşamış insanlık...
Örneğin ünlü “Manas Destanı”ında kahramanın, aslında “ötekiler”in hayvanlarını, atlarını
çalan birisi olduğunu duymak şaşırtıcı oldu.
Şenel’in ilginç tespitlerinden bazıları şöyle:
“Küresel ekonominin
yarattığı ahlak, insan hakları ahlakı ile asla örtüşemez.”
“Siyaset (siyaset
sanatı), Antik Yunan’da, düşmanları
yok etmek için silah üretimi ve orduya alternatif olarak geliştirildi.”
“Biyolojik
kazanımlar ahlakı da biçimlendirdi. Kadınların doğuma uyun için geniş olan
kalçaları, koşma ve avcılıkta dezavantajdı. O da kadını avcı değil, toplayıcı
ve yerleşik yaşamda, kan bağlı yapıda, ailenin
direği olarak etkin isim yaptı.”
“Yağmacılık,
yayılmacılık avcı göçebe toplumun bir özelliğidir. Türkler uzun zaman özellikle
Orta Asyadan itibaren göçebe çoban toplumu konfederasyonu oldu.”
“Ayıcı (vurup,
elinden alma), talan (malın bir kısmını alma, bir kısmını bırakma) yöntemi ile
yaşayan göçebe çoban topluluklar savaş tekniklerinde üstündürler.”
“Haraç (seni
koruyacağım, dokunmayacağım, ama bana şunları vereceksin), vergi (seni koruyacağım,
dokunmayacağım, ama sen de bana gelirinin şu kadarını vereceksin) halinde
kurumsallaştı ve devlet böylece şekillendi.”
“İlk devletlerde,
herşeyin sahibi tanrıdır. Mülk onun kabul edilir. Mülkiyeti, tanrıyı temsil
edenler kullanır. Savaşçıların görevi tapınağı ve varlıklarını, mallarını
korumaktır. Tapınağın gelirlerinin bir kısmı savaşçılara, bir kısmı dincilere
dağıtılır. Kime ne kadar dağıtılacağına tanrı/onun temsilcisi karar verir..”
“Toplum
büyüdükçe, sınıf çatışmaları, daha doğrusu bölücü çatışmalar, eğilimler ortaya
çıkar. İşte o noktadan sonra devlet kendini gösterir. Devletin iki temel kurumu
vardır. Birisi zor teşkilatı olarak polis jandarma, diğeri ikna teşkilatı
olarak dinsel ideoloji, din kurumudur.”
“Din alimlerine göre,
insan aciz bir kuldur. Bilmeyendir. Eşitsiz ilişkilerle ortaya çıkmıştır ve tek
görevi tanrıya hizmet etmektir. Tanrı vardır, yetkindir ve her varlığın, olanın
bir hikmeti vardır. Her iyi ve kötü şey onun hikmetidir, sual edilmez. İnsan
kendi kendini yönetemez, yönetme ehliyeti onun temsilcilerinindir. Din görevlisi
dinsel ahlakı yaratmakla görevlidir.”
“Tanrılar ete
üşüşürler. Yönetilenler, aciz kullar, tanrıya/onun sözcülerine tarlalarda
çalışarak, hayvan yetiştirerek, et, süt tedarik ederler.”
“Mülkiyet hakkı
tanrı adına yönetenlerindir. Üretici emeğinden yararlanma onlara ait bir
ayrıcalıktır. Herkes onlara karşı sorumludur, hesap vermek zorundadır. Ama
onlar kimseye karşı sorumlu sayılmazlar, kimseye hesap vermezler.” Şenel burada tanınmış siyasetçi Korkut Özal’ın, bir gazetecinin, oğlunun
TIR filosuna nasıl sahip olduğuan
ilişkin bir sorusuna hiddetlenerek, “Bana Allahtan başka kimse hesap soramaz”
dediğini aktarıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder