5 Şubat 2019 Salı

KULA'YI, SALİYLİ'Yİ KEŞFETMEK VARMIŞ

Artemis tapınağının olduğu Sardes harabeleri.

"Doğa yürüyüşleriyle" çevremizdeki güzellikleri keşfetmemizi sağlayan Koza Dağcılık ile geçtiğimiz hafta sonu Manisa'nın Kula ve Salihli yöresini adeta yeniden keşfettik! Harika doğal ve tarihi mekanlar gördük.
Kula'ın bir bölümünün sönmüş yanardağlardan oluştuğunu, dünyanın sayılı "Jeopark"larından birisinin burada olduğunu, ya da Kapadokya gibi burada da "peri bacaları" bulunduğunu birisi söylese, katiyyen inanmazdım...
Keza, Salihli ovasında göz alabildiğine uzanan üzüm bağlarını görüştüm ama,  dünyada parayı kullanan ilk uygarlık Lidya'nın başkentinin bu topraklarda olduğunu, Helenistik Yunan uygarlığının sembolü  Artemis'in tahtının bugün de hala bütün ihtişamıyla görülebileceğini hiç düşünmezdim. Bizans çarşıları, alttan ısıtmalı dükkanlar, banyo/gimnasyumlar, delikli oturmalı sıra tuvaletler burnumuzun dibindeymiş!
Manisa Salihli'de Helenistik dönem kent merkezi
Meğer
Meğer, Yunus'un "pişme", olgunlaşma dönemini simgeleyen "balta" ve "çift anahtar" işaretli mezarı da buradaymış!
Boşuna dememişler: "Buraya derler Kula/Nasip olmaz her kula.."

Ta Kibele zamanında zenginliğin kaynağı bu topraklar, sarı sarı altın akan ırmakların bugün üzerinde yaşayan insanları göçe zorlayan fakirliğin, karmaşanın  mekanı haline geldiğini  görünce sevinçten havalara uçmakla, utançtan yerin  dibine  girmek arasında bocalıyorsunuz.

TÜRKİYE'NİN TEK 'JEOPARK'I...

1 Şubat Cuma akşamı saat 02.00'de yola çıkan otobüsümüz, tüm koltukları dolu  olarak, sabahın erken saatlerinde Kula'ya vardı. Kula'da sabah kahvaltısını, "Kent Ormanı" denilen, ilçeye hakim bir noktadan bakan, yazları serin bir mekan olduğu anlaşılan bir yerde yaptık.
"Kent Ormanı"Orman Bakanlığı yapmış, sonradan belediyeye devredilmiş. Yani belediye ait bir tesis.
"Fotoğraf ve Kültür Gezisi'nde ilk durağımız "jeopark" oldu. Jeopark, ya da "jeolojik park" denen yer, Kula'da, yeni spor tesisi  inşaatının  olduğu Zekeriye Mahallesi, Divlit Caddesinden başlıyor ve çok geniş bir alanı kaplıyor.
Bu
Düşünün ki, 3 kilometrelik yürüyüş parkuru ile alanın küçük bir bölümünü dolaşmış olduk.  Milyonlarca yıl önce  yanardağ 60 küsur ayrı ayrı noktadan patlamış. Her patlama irili ufaklı bir tepe oluşturmuş...
En son patlama 10 bin yıl önce olmuş.  En eski patlama noktalarında belli bir toprak oluşmuş, köylülerin "piyner" dedikleri çalı türü bitki ve yeşillik var. Ancak en son 10 bin yıl  önceki patlamalarda oluşan geniş bir alanda toprak hala oluşmamış, sanki bin 500 derece sıcaklıkta yeni püskürmüş de soğumuş bir yanardağ görüntüsü var.
Bu bir cami.. Kula'da..
Ağırlıkla bazalt taşı olan bu volkanik kayaların pek çok eski evin duvar inşaatlarında kullanıldığını fark ettik. Ama artık bu bazalt taşlarının kullanımı yasaklanmış.
Ne zaman?
Bizden önce eloğlu uyanmış! BM'ye bağlı UNESCO 1990'ların başından itibaren  dünya mirası olarak jeoparklar için harekete geçince,  bizimkiler 2007-8 AB hibe programına koşmuş. Alınan parayla 2011'de jeopark projesi tamamlanmış. Yani bölgeye 3 kilometrelik bir yürüyüş parkuru yapılmış, giriş çıkış denetim altına alınmış. Kula Belediyesi, Türkiye'nin ilk tescilli jeoparkının sahibi sıfatıyla, "Kula Volkanik Jeoprkı"nı dünyadaki 80 küsur uluslararası jeoparktan birisi olarak tescil etmeyi başarmış. 
Jeopark alanına gidiş gelişlerde, Kula'nın dış mahallelerinde çarpık/kaçak yapılaşmayı gözlüyorsunuz. Caddede belediye başkanın fotoğrafı ve  "Yılın en başarılı başkanı" yazılı afişler dikkat çekiyor. Doğrusu plansız yapılaşma ve "gecekondu" halleri görünce, ödülün neye verildiğini merak ettim.
Bir de jeopark alanının dışında kalan ama aynı jeolojik olayların sonuçları görülen alanlarda mermer ocaklarının yanı sıra ponza taşı  ve mıcır ocağı işletmeleri  dikkatimi çekti.  Aslında ponza taşı da bazalt kaya da pek çok açıdan ekonomik değeri olan şeyler.
Hatta hafif, sert  ve gözenekli bu yanardağ taşlarının yapı malzemesi, curuf/mıcır, yalıtım maddesi vs. olarak çok yararlı olabileceğini, bu açıdan Kula'nın yanı başındaki büyük bir değerin öylece durduğunu düşünüyorum.

BU DA 'KULADOKYA'...

Volkanik hareketlerin sonuçlarını 30 kilometrelik bir alanda görüyorsunuz. Jepoark bu alanın küçük bir bölümü.
Volkanik yapı, sadece yanardağ değil kaplıcaların, maden sularının ve değişik kaya yapılarının da kaynağı.
Bölgedeki kaplıcalar yerine biz İzmir-Uşak yolu kenarında,, Yurtbaşı köyü yakınlarındaki  Kula Peribacaları Doğa Parkı'nı tercih ettik.
"Kuladokya"da denilen alanın girişinde, soldaki Gediz nehrinin suyuna baktığınızda, çıplak yamaçların rengini görüyorsunuz... Yağmurla, rüzgarla kopup suya yarışan, beje çalan toprağın rengi suya geçmiş.. Su bulanık akıyor; yani su, toprak taşımaya, Kuladokya'yı büyütmeye devam ediyor.
 Yüzlerce, binlerce yılda yumuşak toprağın bu yolculuğu, harika doğa manzaraları oluşturmuş. Kapadokya'daki gibi "peri bacası" türünde oluşumlar var. Ancak burada, "peri bacaları" içinde oyuklar, "mağara"lar göremiyorsunuz.  Dikkat ettim, toprak organik yapılanmalara vs. pek izin vermeyecek bir yapıya sahip. Yani o yamaçlara ağaç, fidan dikeyim falan dediğinde sonuç alman mümkün görünmüyor. Ama çevresindeki toprağın aşınmasıyla ortaya çıkan kayalar sert mi sert..
Burası tam bir doğa harikası. Ancak havanın gayet güzel, güneşli olmasına rağmen ziyaretçi sayısı çok azdı.
Kuladokya...
Yine volkanik bir kayayı (bazalt sütunları) görmek için gittiğimiz Çakırca köyü (mahalle) neredeyse bu Peribacaları'nı andıran bir tepenin dibinde kurulmuştu. Karşımızda, derenin yamacındaki Çakırca köyünde açık, kapalı ahırlar görsek de evlerin çoğu terk edilmişti. Köyde ortaokul çağında iki çocukla sohbet etme fırsatım oldu. Yanıbaşımızda duran ve taş duvarı işçiliği konuşan bir ahır ve evin sahibinin çoktan öldüğünü, mirasçıların da bilmediği bir şehirde yaşadığını söyleyiverdi.  Diğer köyler gibi burada da ilkokul falan yokmuş. Çocuklar her gün Kula merkeze "taşınıyorlar"mış.
Bazalt sütunları.. 
Bazalt sütunları, çevresi meşe kozalağına benzeyen meyvesiyle dikkat çeken ağaçlarla kaplı. Sütunlar kocaman, dikdörtgen şekilde kesilmiş dev  kaya parçalarının diklemesine istiflenmiş halini andırıyor! Hayatımda ilk kez, dikine kesilmiş gibi duran kayalara tanık oldum. Burasını gezmek ücretsiz. Bir patikayla gidip izliyorsunuz.

ÜRETİMİN 'NOSTALJİ' OLMASI!...

"Demircilik, bakırcılık, halıcılık, semercilik, keçecilik, leblebicilik, helvacılık, tabaklık, saraçlık, ayakkabıcılık, tekstil, tenekecilik, nalbantlık,  dokumacılık... "
Kula'da insanlar ne iş yapıyor dediğinde, böyle sıralanıyor.
Ama hepsi tükenmeye yüz tutmuş, her birisi sadece birkaç kişiyle ayakta duran işler.
Semer, evlere dekoratif, süs amaçlı satın alınıyormuş.
Bir dükkanda içi  keçeli bir deri yeleğe bayıldım. Deri kıyafetlerin fiyatı hayli uygun.
Hayatımda ilk "Ayakkabıcılar Küçük Sanayi Sitesi'ni" Kula'da gördüm. Ama buradaki işyerlerinde ayakkabıdan çok ayakkabı üretiminde kullanılan, deri, saya ile terlik vs. imal edildiğini duyduk.
İlçede tabakhane de varmış.

Bu genç işsiz..Babasının yanında oyalanıyor...
Demircilik, çarşı dükkanlarında soba, balta, bıçak yapımı, bileyi düzeyinde kalmış.
Gezdiğimiz işyerinde ortak hava, "İşler kesat, siftahsız günler  çoğalıyor" şeklinde..
Yöresel sanatlar, meslekler deyince kaybolmakta olan mesleklerin sayılması...
İşin, sanatın, üretimin "nostalji" olması insanın içini burkuyor.
"Ahhh ah, her taraf koyun sürüsüydü, ta falanca vilayete kepenek satardık..." 
Ama ne koyun kalmış, ne çoban..
Kepenek minyatür, süs eşyasına dönüşmüş.
İyi de kardeşim, teknoloji değişti, ihtiyaçlar değişti, yenilen içilen şeyler bile değişti.
Vorld gaz markalı mutfak tüpü
Peki yeni mesleklerle daha bir yoğun çalışmak, gerekmiyor mu?
İnsanları motive eden, hayata bağlayan gailenin birşeyler üretmek olmaması eşyanın tabiatına aykırı değil mi?
İnsanların ailece sarıldıkları, kendilerini adadıkları kaç tane iş, meslek var? 
Ama... görüyorsunuz ki, para kazanmanın yolu üretmekten değil, alıp satmaktan geçiyor. Maharetler burada konuşuyor...
Eli hamura değmemiş bir tezgahtar, üç kuruş fazla alabilmek için elindeki ekmeğin "ekşi maya, tam buğday" olduğuna sizi inandırmakta usta.. 
Herkes birşeyler satma derdinde... Mesela ilk kez "Wold gas" markalı tüp bayi gördüm. Yine yabancıya para kazandırıyoruz...  Doğalgaz henüz gelmemiş ilçeye.
Leblebi fiyatları, Bursa ya da Çarum'daki fiyatların yarısı gibi.
Taş ustalığı konuşan terk edilmiş evlerin önünde  çocuklar.
Köyler burada da hızla nüfus kaybediyor. İlk okulların "taşımalı" sistemle kapanması göçü hızlandırmış.  Köylerde yaşlı, emekli dışında kimse görünmüyor.
Ege ikliminin etkisiyle olsa gerek, açık besi sığır çiftlikleri gördük. Köylerdeki ahırların da yarıdan çoğu açık besi modeline dönmüş.
Ama altlık yapmayı bir türlü beceremiyoruz. Rengarenk, alacalı bulacalı ırk sığırlar bataklıktaki mandalar gibi pisliklerinin içinde yaşıyorlar!

İlk gün akşam yemeği için yine Kent Ormanındaydık. Yemek sonrası bir anda masalar kalktı ve salonda "U" düzeni alıp "Yaren Gösterisi" izledik.
Açıkçası "Yaren Gösterisi" deyince dansöz falan çıkacak sandım. Aaa baktım, bizim kılıç-kalkan ekibi gibi yöresel kıyafetli delikanlılar, ellerinde kılıçla daldılar ortamıza!
Meğer burada, yaren eğlencesi hayli rağbet gören bir eğlenceymiş.
Ardından otel için geldiğimiz ilçe merkezinde “Katakekaume” yazan ışıklı tabela dikkatimizi çekti. Telafuz etmek yarışına tutuştuğumuz bu sözcük, "yakık ülke" demekmiş. Bir de baktık ki, bu yanık ülke tabelası bir düğün salonuna ait!
Kula insanının espri anlayışına bayıldım...
Veee bir anda düğün salonundan taşan müziğe kapılınca, kimimiz "gelinin dayısı", kimimiz "damadın köylüsü" falan oluverdik ve daldık içeri...
Salonda düğün takı işi bitmiş, salon boşalmaya başlamıştı. Sahnede sadece eklerler oynuyordu. Tabi bizim grubun favorisi "Erik dalı gevrektir" çalmaya başlayınca sabırlar tükendi ve kendimizi sahnede bulduk!
Çok mu pozitif insanlardı, yoksa bizim samimi hareketlerimiz mi etkili oldu bilmem; hiç yabancılık çekmedik. Hatta mikrofondan "Bursalı misafirlerimiz" diye anons edildik ve hiç tanımadığımız genç çiftin düğününde "kızlı erkekli" gösterdik hünerlerimizi... Ve sahnedeki "haremlik/selamlık" oyun düzenini, havayı yumuşatmayı başardık!
Kula evlerli. Yıkmak yasak, restorasyon pahalı...

"KULA EVLERİ", RUM MİMARİSİ.

İlçede bin civarında tescilli "Kula Evi" varmış. Bunların bir kısmı kamu kaynaklarıyla restore edilmiş, ticari işletme şeklinde kullanılıyor. Birisini ziyaret ettik. Hediyelik eşya satışı, çay kahve, yiyecek hizmeti veriliyor. İşletmeci "gençlerin ilgisizliğinden" şikayetçi. Müzik, alkollü içecek, oyun vs. yasakmış.
"Mekan güzel, ama burası cami değil, bırakın müzik, eğlence de olsun ... " dediğimde, tepkisi "Güzel olur, ama bizi aşar" oldu.





"Öpüşen çatı" diye bir şey varmış..
Tescilli Kula  Evlerinin büyük bölümü bakımsız, yıkık dökük halde, yoksul kesime mekan olmuş. 1. Derece SİT alanı olduğu için bu evleri yıkmak yasak. Aslına uygun restorasyon işi de çok pahalı olduğu için vatandaşın alım gücünü aşıyor.
Kula'da Osmanlı zamanında 10 mahalleden 1'i Rum Mahallesiymiş. Rum evleri, Türklerinkine göre daha görkemli duruyor. Evlerin genel özelliği alt katları çoğu bazalt taşından taş duvar, üstü ahşap ve tuğla.
Sokaklar sadece yük hayvanı geçecek kadar. Yani daracık. Çoğuna araba giremiyor.
Sokaklarda eski Diyarbakır evlerini andıran bir hal var. Sokakta evin kapısını, penceresini görmüyorsunuz. Sokaktaki kapı eve değil, geniş avluya açılıyor. Dış kapılarda hala da kullanılan bir sistem dikkat çekiyor: İki ayrı kapı tokmağı ve iki ayrı demir kafes.  Tokmak sesinden misafirin kadın mı erkek mi olduğu anlaşılıyormuş. Ve tabi çelik kapılarda geleni görmek için kullanılan zincirin yerini, sürgülü ve kafesli tel pencere almış.
Eski bir kilise. Kültür merkezi tabelası var. 
Rum evlerinde kök boyamalar, duvar ve tavan  desenleri dikkat çekiyor.
Bir kilise kültür merkezine dönüştürülmüş.
Bir Rum okulu da tadilatta.
Hepsinin müthiş, ders alınacak, ibret verici öyküleri var.

Kök boya tarihi Kula evlerinden birisi ... 
Gezinin ikinci günü sabahında, ilk işimiz "Divlit Yanardağı"nın kızgın lavlarıyla oluşan bölgede "Yanık Ülke" markalı şarap üreten bir şirketin tesislerine gitmek oldu. Patronu, Anemon Otelleri'nin sahibi İsmail Akçura imiş, ama kendisini görmedik. Anlatılanlara göre, tarımsal açıdan verimsiz gibi duran tarlaları yöre köylülerden "iki katı fiyat vererek" satın alan işadamı, Fransa'nın şarap deneyimlerini aktarmış  ve yüzlerce dönüm arazide şaraplık üzüm bağları kurmuş.
Bu ev 1,4 milyon liraya restore edilmiş..
Bağların ortasına da şarap üretim tesisi, butik otel, restoran kurmuş. Oldukça modern bir tesis.
Gezdik.
Şaraplarının tadına bakmak nasip olmadı, ama o "kel" volkanik topraklarda değer yaratma, zenginlik üretme açısından gerçekten ders alınacak bir proje. Keza çevrede, deniz seviyesinden 925 metre yüksek bu bağlardan çok daha verimli olabilecek binlerce dönüm arazide herhangi bir verimli tarım yapıldığını gösteren işaret yok.  Sadece Salihli'de üzüm, Akhisar'da  zeytinin önde sektör olduğu izlenimi edindim.

SIRADIŞI BİR CAMİ...

Kula'nın Emre köyünde "Carullah bin Süleyman" adlı cami, gerçekten sıradışı bir cami.
Öyle ki, yaklaştığımızda, müze gibi bir yere gireceğiz sandım. Daha avluda, duvarlarda  tavanda rengarenk motifler, resimler...
Ev, gemi, çiçekler, balık, türlü meyveler, hayvanlar...
 İlk anda "tavan, duvar resimleri kilisede" olur, diye  düşünüyorsun. Ama bunlar Hıristiyanların o melek resimlerine benzemiyor. Gayet doğal, gözle görüşen şeylerin resimleri. Ve 1808'lerde çizilen resimler, boya öylece duruyor.


Yunus Emre'nin mezar taşı. Başucunda baltaya dikkat..
YUNUS EMRE TÜRBESİ

Meğer köye boşuna "Emre" dememişler, Yunus Emre'nin mekanlarından birisiymiş.
"Tapduk ve Yunus Emre Türbesi"...
Türbenin içinde Yunus Emre'nin hocası  Horasanlı Tapduk Emre ile akrabaları, eşikte Yunus Emre'nin mezarları ver.
Rivayete göre, Tapduk adını veren Hacı Bektaşi Velidir. Kendisine "Bana himmet değil, buğday lazım" diye gelen Yunus'a "pişmesi" için odunculuk yaptırır. Yunus  orada "pişer", olgunlaşır, derinleşir. Yunus'un mezarının baş tarafındaki taşta balta, ayak ucundaki taşın üzerinde de iki anahtar figürü dikkat çekiyor.
Belediye burayı kocaman bir turistik bölge, gezi, tören,  dinlenme alanı olarak değerlendirmek için inşaata devam ediyor.
Emre köyü, harika taş işçiliği olan evlerle dolu. Ancak evlerin çoğu boş. Köyde in cin top oynuyor desek abartmış olur muyuz, bilmem.
Türbenin yanında tarhanasını, kurutulmuş meyve ve susamını satmaya giden yaşlı bir kadın belli ki, sohbet etmeye adam bulamıyordu. "Oğlum kimse kalmadı köyde. Biz de yaşlandık. Evlatlarım, torunlarım şehirde. Yüzlerine hasret ölüp gideceğim" deyiverdi.

SART HARABELERİ, ARTEMİS TAPINAĞI 

Tarihte parayı ilk kullanmasıyla tanınan Lydia'nın başkentinin Manisa'nın Salihli ilçesinde olduğunu bu gezide öğrendim.
Krallığın başkenti Sardes kenti, içinde altın akan Sardes ırmağının kenarında, çevresi hem gıda hem güvenlik açısından avantajlı bir coğrafyaya sahip bir yermiş. Ve bu topraklarda zamanın en büyük zenginliklerinden birisi üretilmiş, dev saraylar yapılmış.
"Hamam Gymnasion Kompleksi",  doğu yarısını kaplayan sütunlarla çevrili Palaestra (kare avlu), spor etkinlikleri için, bu mekanın batısındaki tonozlu salonlar ise hamam olarak kullanılmaktaymış. Arada hamamlar, avlular, sinagog vs. varmış ama bunların olduğu yerin büyük bölümünde sadece geniş mermer bloklar, bağlantı delikleri öylece duran dev mermer parçalarıyla "taban"lar, harabe halde duruyor.
Dikkat, sütunların dibindeki benim.
ASarp harabelerinin uzun bir öyküsü var ve dünyadaki en önemli tapınaklardan birisi kabul edilen Artemis tapınağı da bu harabelerin en görkemli bölümünü oluşturuyor. Yazılanlara göre yapımı neredeyse bir yüzyıl sürmüş ve bu arada değişen üç kralın da anıtları yapılmış.
Tabi bugün bu anıtların hiç birisi yok. Sadece sütunlar ile daha sonradan eklendiği anlaşılan bir kilise yıkıntısı var.
Anlaşılan Artemis Tapınağı dahil kazı ve konservasyon işinin tamamlanması için yapılacak çok iş var.
Büyük bölümü birkaç asır önceki depremde yıkılan, kırılan bir yer. Sağda solda duran sütun parçalarını birleştirmek, kimi eklemelerle aslına uygun bir tapınak haline dönüştürmek gereği ortada. Burası bir müze ve girişte bilet alıyorsunuz.
Bizans Çarşısı..Solda yeme içme, satış yerleri. Eskinin AVM'si..

BİZANS ÇARŞISI

Salihli'deki "Bizans Dükkanları", "Roma Caddesi", "Havra" ile "Hamam Gimnazyum Kompleksi"nin bulunduğu açık hava müzesi ise gördüğüm en güzel tarihsel mekanlardan birisi oldu.  Antalya Perge'de, İzmir'de dev mermer kolonlarıyla büyük anıtlar görmüştüm, ama Salihli'de böyle bir şeyler karşılaşmak sürpriz oldu.
Dikkatiniz çekmek istediğim iki şey var.
Birincisi, telle çevrilip "müze" haline getirilen, bilet kesilerek izletilen yer, bu tarihsel mekanın tamamı değil. Tel örgünün dışında da harabelerin devam ettiğini görüyorsunuz.
 Ayrıca müze içindeki yapıların sadece üçte birisi günışığına çıkarılmış dersem pek abartmış olmam.
Diğeri ise şu: Türkiye maalesef üzerinde oturduğu değerlere kör,sağır.
Bakınız örneğin gezimizin son noktası olan bu tarihi bölgede bir pano ibret vericiydi.
Panoda, 1965-1973 yılları arasında tarihi mekanın onarımı ve yapımında katkısı olanların bir listesi var.
Listede bizim Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün yanı sıra, tam 85 kişi ve kuruluşun ismi yazıyor.
Tarihi eserlerimizi "onaran"ların listesi
Veee, "Mr.& Mrs. Alexander Abraham" ile başlayıp "Mr.&Mrs. Paul Woolf" ile biten listedekilerin tamamı yabancı!
Çoğu Amerikalı. İçinde İsrail cemaatı üyesi de var, Sydney'deki bir aile vakfının temsilcisi de, profesör de var.
Hem burada, hem Sarp Harabelerinde "Sart Amerikan Harfiyat Heyeti" ile "Harvard  Sanat Müzeleri ve Cornelle Üniversitesi" imzaları var!
"Niye", diyorum, "Nedeeenn"... Nedeeeenn??!!
Bu ülkenin sahibi, devleti, işadamları, girişimcileri, vakıfları yok mu?...
Ondan sonra şu kadar tarihi eser kaçırılmış... Avrupa'daki falanca müzedeki eserler Anadolu'dan gitmiş diye sinir bozucu haberler okuyoruz...
Tamam iyi  savaşçıyız, bu toprakları kanla kazandık, bayrağımız al yıldız...
Ama arkadaş, ne yerin üstünde ne de altındaki değerlere sahip çıkabiliyoruz!...
İnanın, Manisa'yı gezince, bu ülkenin sadece tarihine, coğrafyasına sahip çıkarak
dünyanın bir çekim merkezi olabileceğine inandım...
Salihli efeler diyarı olunca... 


Gezmeye, doğayı, yaşamı ve memleketi tanımaya devam...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder