23 Nisan 2019 Salı

Eşkel’den Trilye’ye: Gün boyu deniz manzarası…



Doğa yürüyüşlerimizde 21 Nisan 2019 Pazar günü, neredeyse her adımında yemyeşil doğa ve masmavi deniz manzarası gördüğümüz Esence/Eşkel ile Trilye arasında yürüdük.
Yine şairin dediği gibi, “… Güneşin benden bu kadar uzak/ Gökyüzünün bu kadar mavi/ Bu kadar geniş olduğuna şaşarak..” diye tanımladığı güneşli, güzel bir gündü. Bir gün önce Uludağ’ın yüksek kesimlerine kar yağdığı için de hayli serindi ve yürüyüş için ideal bir hava vardı.

Bursa’da otuz sene önce yoksul kesimin sıcak yaz günleri, kapı ve pencerelerinden ses gelen yaşlı otobüslere binerek kendini plajına attığı Eşkel’i, Ketendere’yi, binlerce yıl önce ticaretin can damarı olan Kapanca Antik Limanı’nı, Aya Yani Manastırını gördük.
İnsan bu kadar güzel bir doğanın ve  zengin tarihi mirasın bu kadar hoyratça kullanılmasına tanıklık edince karmaşık duygular yaşıyor…
Düşünün ki, hayatımda hiç görmediğim çeşitlilikte otları görebildiğim bu verimli kıyılarda ekili alanların büyük bölümü terk edilmiş. Çiftçi sadece zeytin ağacına tutunabilmiş.

Birbirinden güzel koylar var. Ama turizm adına tek bir şey göremiyorsunuz.
Tarihi Aya Yani Manastırının keçi-koyun ağılı olarak kullanılmasına, eski bir yel değirmeni ile sadece definecilik düzeyinde “ilgilenilmesine” tanıklık etmek, insanı 15-16 kilometre yol yürümenin iki katı yoruyor, çökertiyor!
Koza Dağcılık rehberliğinde 60 civarında doğaseveri taşıyan minibüslerimiz Mudanya-Trilye yolundan Eşkel’e ulaştı ve yürüyüşümüz Eşkel Plajı’nda başladı.
Herkes Eşkel diyor, ama buranın resmi adı Esence
Bol esintili olmasıyla bilinen “Esence”, kıyıya yakın Eğerce, Sögütpınar ve Yalıçiftlik arasında bir köy/mahalle…

Esence köyü kıyıdan içeride. Ancak sahilde, köy merkezinin dört beş katı geniş bir yerleşim alanı oluşmuş. Eşkel daha çok sahildeki bu gölgeye deniyor.
Eşkel sahilinde kumsal, Ayazma’ya, Karacabey longozuna kadar kilometrelerce uzuyor.
Malum Nilüfer Çayı Longoz yakınlarındaki Dalyan Gölü, Arap Çiftliği civarında Marmara’ya dökülüyor.
Eşkel Plajının bir bölümü Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenmiş.
Bir banka oturmuş, “Belediye gelip bir güzel biçiyor” dediği yeşilliklere bakan orta yaşın üstü bir vatandaşa sordum: “Eşkel’de kışın yaşayan var mı?”.

Yanıtı şu oldu: ‘Burada kışın bir yaşlı ve emekliler, bir de köpekler olur!”
BOL PARA’LI BEKLEYEN EMLAKÇI

Eşkel sahilinde “yapılaşma yasağı” var.
Var ama pıtrak gibi her tarafta ev yapılmış.
Bir emlakçı dükkanın önündeki masada oturan grup, uzaktan bizi görünce el kol hareketi yaptı…
Davet var….
Cep telefonuyla fotoğraf çekiyorum. Yaklaştım, onların da fotoğrafını çektim. Uzaklaşırken “Ulan ben de adamı şöyle bol paralı turist falan sandım” sesi yankılandı kulağımda.

Döndüm. Yaklaştım. “Parasıza selam vermek bile istemiyorsunuz yani” diye takıldım.
 “Estağfurullah”dan sonra diyalog şu:
- Evleri kaça satıyorsunuz?
- Valla 100’den 250’ye kadar var.
- Mesela 300 metrekare bir yer?
-          200 bine kadar verirsin.
-          Peki 200 bin lira verince ne almış oluyorum Üzerine ev yapılabiliyor mu?
-          Yaparsın beya, birşeycik olmaz. Bak buradaki evlerin hepsi kaçak. Buralar hep tarla görünür tapuda..
-          Ama burası köy bile değil, resmen mahalle. Evlere elektrik, su veriliyor. Otobüs durağınız var..

-          Sen o tarafların düşünmeyecen  gayri.. Basacan parayı, iş  bitecek.”

Dikkatimi çekti, Esence nüfusu da, Eşkel’deki bu duruma rağmen hızla azalmış. Bu sahil mahallesinde 2013-2019 arasında nüfus bin 100 den 950’ye düşmüş.


Eşkel’in askeri çıkarma alanı olduğu, bu yüzden yapılaşma yasağı bulunduğu söyleniyor. Mübadele döneminde, Yunanistan’dan getirilen Türkleri, gemiler buraya bırakıp gitmiş. Sakinlerin çoğu göçmen.

Bursa Büyükşehir Belediyesi sahil bandına park, duş yerleri, plaj, ışıklandırma yapmış. Bursa’ya birkaç saat aralıkla belediye minibüsleri çalışıyor.

Esence Halk Plajı’nın yanındaki çocuk parkında kısa kültür fizik, ısınmanın ardından Esence limanı, Mavi Köşe denen yerden dik bir çıkışla kendimizi yükseklere atıyoruz.
Şimdi yüzünü denize dönünce, solunda Esence’yi, kalan üç yanında ise denizi görüyorsun.
Harika bir burun manzarası..

Doğa çoktan uyanmış. Terk edilmiş tarlalarda farklı yaban otları buluyoruz. Rezeneyi ilk kez burada keşfetmiştim. Poşetime bolca topluyorum.
Ekilmeyen tarlaların büyük bölümü turp otu ya da hardal diye bildiğimiz otlarla dolu. Sapsarı çiçeklerin arasına dalıp fotoğraflar çekiyoruz.
Hadi biz “şehirli”yiz, pek çok meyveyi, sebzeyi otu tanımayabiliriz, ama anlaşılan yöre insanı da bu sarı çiçekli bitkilerin aslında ıspanaktan lahanadan hiç geri kalmayan güzel bir sebze olduğunun farkında değil…

 Arazi içi geçişlerden, patikalardan Ketendere’ye doğru giderken, kuzukulağı (acıgıcı) dikkat çekiyor. Ama artık tohuma durmuşlar. Yolumuzun üzerinde antik dönem kalıntısını andıran taş bir yapı var. Birkaç gün önce yaptığımız keşif gezisinde bir köylü, bize buranın çok eski bir yel değirmeni olduğunu söylemişti.
Sahiden de tepenin başında ve bol rüzgar alıyor.
Bir zamanlar insanların at, eşek sırtında çuvallarla buğday getirip, buradaki değirmende bir tas mahsul karşılığı öğüttürüp un yaptığını görür gibi oluyorum.
Harabe gibi.  Sadece duvarları kalmış. Ancak yanına yaklaşınca fark ettim ki, hem  çevresi, hem de içerisi defineciler tarafından delik deşik edilmiş. Pek çok şeyi de tahrip edilmiş. 
Hemen yakınına verici gibi, ne olduğunu anlamadığım yüksek bir demir direk dikilmiş.

KETENDERE

Ketendere, aslında bir koyu andıran bir bölgede Marmara’ya dökülen derenin adı. İlk defa gittiğim bu bölgenin adını en son Büyükşehir Belediyesi’nin Ro-Ro limanı projesi ile duymuştum. Bursa 1. İdare Mahkemesi tarafında durdurulan Ketendere Ro-Ro Limanı aslında bölgede artan Organize Sanayi Bölgelerinin ihtiyacı olarak düşünüyordu.

 Ancak bizde merkezi bir planlama olmadığı, herkesin “kafasına göre cinayet işlediği” durumlar hakim olduğu için Ro-Ro bu proje de yapılaşma ve rant tekerlerini yağlamaktan başka işe yaramayacaktı.
Badırga’dan itabaren, DERİ OSB var, Tekstil OSB inşaat halinde, BTSO’nun büyük umut bağladığı TEKNOSAB’da da inşaat başladı… Eşkel’e giderken, Yenikaraağaç civarında iş makinelerini ve çukurları görüyorsunuz…
Evet, Bursa’da fabrikaların bu bölgeye taşınması gibi bir eğilim var…  Limana büyük ihtiyaç var.
Ama örneğin limana yük taşımak zorunluluk olan ’tren’ hesapta yoktu.
Hatta Gemlik ve Mudanya bölgesindeki limanlar bile tam kapasite çalıştırılmıyordu. 

Sonuçta iş dönüp dolaşıp, uzaklarda ucuz arsa bulup, oralarda rant kazanmaya dönüyor.
Ketendere, adı üstünde eskiden insanların kendir yetiştirmek için kullandığı bir yermiş. Tarlaların sahipleri Yalıçiflik köylüleri.
İmar falan yok. Ama sahil kenarında gecekondu, baraka tarzı basit yapılar hakim.
İşler nasıl yürüyor sorumuza bulduğum yanıt şu:
“Buralar tarla. Adam geliyor,  tarla sahibinden diyelim 50-100 metrelik yer kiralıyor. 20 seneliğine. Getirip üzerine bir konteyner koyuyor ya da prefabrik falan bir ev yapıyor, o kadar”... Dikkat ettim sokaklar falan toprak yol.
Altyapı galiba hiç yok.


KAPANCA ANTİK LİMANI

Ketendere’den sonra vardığımız Antik Liman tam bir doğa harikası.


Kapanca Antik Limanı (Caesarea Germanica) insanı çok eskilere götürüyor.
Diğer adıyla Germenicopolis… Büyükçe bir koy.
Dalgakıranlara bakınca, gemilerin bugünkü kadar devasa büyük olmadığı zamanlar buranın işlek bir liman olduğunu hissediyorsunuz.
Ta, Bursa’daki ilk yerleşimi kuran Bitinyalılar zamanında kullanılmış.

Sonra Roma, Bizans ve Osmanlı zamanlarında… Cenevizlilerin yöresel ürün ve tuz sevkiyatı buradan yapılırmış. Hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul ile Bursa arasındaki bir bağlantı noktası olmuş. Bursa Ovası ve çevresinde yetişen ürünler İstanbul’a ve diğer kentlere gemilerle Kapanca’dan gönderiliyormuş.
Şimdi çevresi zeytinlik, özel mülk görünümünde.  Çevrede birkaç tane de yazlık tarzı konut var. Bu evlerin galiba elektriği yok, elektrik teli görünmüyor.
Tabi liman olunca buranın “Kervan Yolu”da ünlüymüş.
Kapanca Antik Limanı’ndan başlayan Kervan
Yolu Kuzgun Kaya, Ayazma Pınarı, Akbaba Kayalıkları, Papaz İni Mağarası, Yusuf Deresi, Mirzaoba, Dereköy, Çekrice, Balabancık, Nilüfer Köprüsü, Yolçatı, Özlüce Köprüsü ve Ürünlü’ye kadar ulaşırmış.
Bu Antik Liman’la ilgili bilimsel çalışmaların 1911 yılında Jon Sölch, Plinius ve Corsten gibi yabancı arkeolog ve bilim adamları tarafından yapılmış olması da yine bize ait bir hastalık…
Masmavi  denize bakınca, karşıda İmralı Adası’nı görebiliyorsunuz…
Hani Adalet Bakanlığı Yarı Açık Cezaevi olarak kullanılan ve  son yıllarda içinde mahkum olarak Abdullah Öcalan’ın bulunduğu kocaman İmralı Adası...


KOYUN AĞILI OLARAK KULLANILAN TARİHİ MANASTIR

Eşine  az rastlanır bir tarih zenginlik ile sadece çevresine rant yaratmak gayreti  düzeyinde görünce, birkaç kilometre uzağındaki Aya Yani Kilisesi’nın koyun ve keçi ağılı olarak kullanılmasına şaşırmadım..
Zengin deniz manzaralı yolda, sadece “Emirler Seyir Terası” denen yer bile, buraya gitmeyi gerektirebilir…
Düşünün bir anda denizi ayağınızın dibinde görüyorsunuz… Sanki bir adım daha atınca, yüksekten denizin üstüne süzülecekmişsiniz gibi bir his…

Hepimiz selfi çekme telaşındayız.
Keşif gezimiz sırasında Aya Yani (Hagios İonnes Theologos-Pelekete) Manastırı’nın harabe halinde ve koyun ile keçi ağılı olarak kullanıldığını gördüğümüzde şaşırmıştım.
Sonuçta burası tarihi bir eserdi. Hayli ziyaretçi çekecek bir turistik mekân olabilirdi.
Ancak nerede vakıflar, nerede belediyeler, nerede devlet derken…
Durumu koyun çobanından öğrendim:
Biz Kelesliyiz (Köyünün adını söylüyor). Kışları köy çok soğuk olduğu için hayvanları buraya getiriyoruz. Burası çiftlik diye biliniyor. Sahibi İstanbul’da zengin bir müteahhitmiş. Biz tanımıyoruz. Buralara uğrayan bekçi gibi bir görevli var, biz ondan kiralıyoruz. Burası çok büyük. Bu gördüğünüz çam ormanı, arkadaki meralar, ta zeytinliklere, ekili yerlere kadar hep bu adamınmış.”


ORMAN, KOY, MERA SAHİL ÖZEL MÜLK…

Hemen önümüzde harika bir koy var. Demek bu koy da o adamın..
Ey büyük Allahım diyor, isyan ediyorum…
Yav 80 küsur milyonluk memlekette tek bir metrekare toprağı olmayan on milyonlar var… Hepimiz 100 metrekare bir konut için dünya kadar “arsa” parası vermek zorunda kalıyoruz.
Ama burada, gözümün önünde, deniz kıyısında yüzlerce dönüm arazi…
Sahil, koy, ,ormanlık, tarihi eserler…

Hepsi tek bir kişiye ait?.. 
Üstelik adam burada bir şey de yapmıyor, yüzünü gören yok!
Ulan bizim dedelerimiz, atalarımız Çanakkale’de Sakarya’da bunun için mi öldü kardeşim!
….
Tirilye’ye 5 kilometre uzaktaki bu manastırın yanında suyu gayet hoş bir çeşme var
Yüzlerce yılın tanığı dev bir  çınar…
Çam ağaçları, zeytinlik…
Aya Yani, Tirilye’nin adını veren üç papazdan biri imiş.
Karşımdaki koyun ağılının bir zamanlar Ortodoksların hacca gider gibi ziyaret ettiği bir yer olması ne tuhaf…

Aya Yani Manastırı, düşünün, ta 709 yılında Hagios Ioannes Theologos adına yeni baştan inşa edilmiş bir yapı. Bizans döneminde İmparator V. Konstantinus tarafından yaktırılmış. 755’de IV. Leon Pelekiti kiliseyi yeniden ayağa kaldırmış. Bu kilise ve manastır 1922 yılına kadar faaliyet göstermiş.  Bölgedeki Rumların Yunanistan’a göç etmesiyle faaliyetleri durmuş.
Aya Yani kilise ve manastırından Trilye’ye çok eskilerde ana yol olarak kullanıldığı anlaşılan bir patikadan yürüdük.
Defne ağaçları çiçek açmıştı..
Denize yaklaştıkça çam, tepelere çıktıkça zeytin…
Ve biz zeytin tarlalarından Trilye’ye inerken fark ettim ki, elimdeki kocaman poşetin ağırlığı topladığım otlarla 5 kiloya falan ulaşmış..

Trilye’ye harabe halindeki tarihi bir kilisenin olduğu sokaktan girdik.
O noktaya kadar arazide gördüğümüz, peşinde pülvarizatörlü traktörle zeytin ilaçlamaya gidip gelen birkaç çiftçi ve yol kıyısına otomobilini park edip biralarıyla şu zorlu yaşamın keskin çizgilerini iki tek atıp yumuşatmaya çalışan birkaç gençti..


Yürümeye, doğayı, insanı velhasıl memleketi tanımaya devam…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder