Şanlıurfa, Harran, kaderine terk edilmiş antik kentler...
Şanlıurfa deyince pek çok insanın aklına Harran, Harran Ovası gelir. Ama
genellikle Harran imajı yoksulluk,
ağaya çalışan sefil maraba şeklindedir.
Halbuki Harran, uçsuz bucaksız ovasıyla sadece Türkler değil pek pek çok medeniyete ev
sahipliği yapmış, görkemli geçmişi olan bölge.
Örneğin dünyada bir
zamanlar bilim, fen, eğitim denince İskenderiye,
Atina neyse, Harran o imiş…
Pekçok bilgin
yetişmiş, özellikle tıp ve astronomi alanında ünü dünyaya yayılmış.
Şimdilerde sulama
sistemlerinin devreye girmesi ile Harran
ovası artık yılda iki ürün alınabilen yer. Gezerken bir köyde iki delikanlı ile
karşılaşmak hayli sürpriz oldu. Malum köylerde genç kalmamış. İkisi de öğrenci
olduklarını övünerek söyledi. “Burada bir
gelecek, geçim görüyor musunuz” soruma ise karşılıkları şu oldu:
“Buralar eskiden kötüymüş ama şimdi burada kimse
aç açık değil. 50 dönümden aşağı tarlası
olan bulamazsınız. Ortalama 100 dönüm toprağa sahip bir ailenin yıllık geliri
150 bin lira civarında. İstanbul’a gidip de ne yapacağım!”.
Harran Ovasında
ağırlıkla pamuk ekiliyor. Sulama sisteminde hızlı bir dönüşüm olmalı ki pek çok
yerde yağmurlama sulama için döşenmiş siyah plastik borular görüyorsunuz. Açık arklar terk ediliyor gibi…
Eee peki bu
paralar nereye gidiyor diye düşünüyorsunuz. Zira ne sokaklarda, ne insanların
yaşam tarzında pek bir refah görüntüsü yok.
Gezimiz boyunca
yoksulluğu en çok Harran’ın köylerinde gördük. Şehirler, kasabalar Bursa’dan
çok farklı değil. Hatta örneğin asfaltlı arazi yolunu ilk kez GAP bölgesinde gördüm!
Konu sadece maddi
yoksunluk da değil. Gidişatta sıkıntı var. Örneğin çocukları adeta dilenciliğe
alıştırmışlar. Her dışardan gelenin çevresini sarıp para istiyorlar.
Yoksulluk,
yoksunlluk en azından o kişini bir ayıbı değildir; ama dilenmek resmen sağlıklı
bir insan için yüz karasıdır diye düşünüyorum ve bu çocuklara para dağıtmanın
onları dilenciliğe özendirmekten başka bir sonucu olmadığına inanıyorum.
Tabi serde çocuk
olmak var…
Bir çocuk, her
halükarda masumdur!
Galiba sorun bu
topraklardaki nüfus hareketi ve bir türlü ülkesi, halkı ile gönül bağı
kuramama.
İradesi hiçe sayılanların yakalandığı
vurdumduymazlık gibi, dilencilik de
galiba insanların döktüğü alınteri ile kazandığı şey arasındaki bağlantının
alabora olmasıyla cisimleşen bir arıza…
Harran’da yaşayanların
çoğu Arapmış. Tabi bu nüfusa son dönemde Suriye’den gelen Araplar da eklenmiş. Şanlıurfa galiba Suriyeli sığınmacıların en çok olduğu yerlerden birisi. 6 tane
büyük mülteci kampı varmış.
Harran’ın eski
Arapları Felluce’den gelen Bedevilermiş. Mardin’deki Araplar ise “Bedevi” olmayan “medeni”
Araplarmış!
Harran’a giderken
göz alabildiğine uzanan verimli araziler görüyorsunuz.
Çiftçinin gözdesi
pamuk.
Ha, unutmadan
yazayım, Bursa’da “Harran’ın yarısını
İsrailliler satın almış” sözlerini çok duymuştum. Burada bunu kimseye doğrulatamadım. “Tarlalar bizim” diyorlar.
Ama Ceylanpınar’da ilçe topraklarının çok büyük
bölümünü oluşturan TİGEM arazisinin
komple Katarlılara 49 yıllığına
satıldığını duydum.
Harran’da Osmanlılardan önce Pers, Asur,
Roma medeniyetleri yaşamış.
Harran Evleri yakınında Harran
Ulucamiin harabesini gördük. Harran 639’da Müslümanların eline geçtikten
sonra bu camiyi 750 yılında Emeviler
yapmış.
HARRAN EVLERİ
Buradan Ali Ağa’nın işlettiği Harran Evleri’ne gidiyoruz.
Grubu “İngilizce mi konuşayım, Türkçe mi” diye
karşılayan Ali Ağa’nın 30 yaşlarındaki oğlu, belli ki artık orada butik bir
işletme döndürüyor. Hediyelik eşya,
yöresel kıyafet, yiyecek içecek satılan işyerinde çalışanlar da aile fertleri.
Ali Ağa’nın 9 karısı, 36 çocuğu varmış. Aile
45 kişi… Bu tür evliliklerde genelde
bütün günah kadına yüklenir… “Salak mı niye kumayı kabul ediyor”…
Hayli efkarlı
görünen, tek bir çocuğu olduğunu söyleyen bir kadınla sohbet ederken,
“Üzerime başka kadın getirdi, ben de
gittim mahkemede boşadım” deyiverdi. Anlaşılan bu çok eşilik durumları artık
son demlerini yaşıyor, kadınlar artık sinik tipler olmaktan çıkıyor, iradesini
ortaya koyuyor.
“Başlık parası”, “Kızın güzelliğine göre” olurmuş.
Mesela sarışın
güzel bir kız olursa, başlık 100 bin
lira para, 300 koyun, Ford otomobil… şeklinde sıralanırmış.
Harran’da
bildiğimiz türden “ağalık” yokmuş. Yani,
burada köyleri satışa çıkarma durumları tarih olmuş. Silahlı korumaları,
uşakları vs. olan ağaların sadece Siverek’te
kaldığı, ifade ediliyor. Tabi Siverek büyük bir ilçe, nüfus Şanlıurfa’dan da
fazla. Her dönem oradan 3-4 ağa seçilip TBB’ye gidermiş.
Ali Ağa’nın oğlu Mahmut bey bize bu toprak sıvalı “huni” evlerin yapımını anlatıyor, inşaatlarda tahta, demir vs.
kullanılmadığını, “horasan harcı”
ile taş ve tuğladan yaptıklarını açıklıyor. Dışarıda şark köşesi gibi döşenmiş mekânda
çay kahve içiyoruz.
BAZDA MAĞARALARI
Harran Ovası’nda ayrılıp Öztaş
köyüne gidiyoruz. Bazda Mağaraları’nı gezeceğiz. Aslında
yolun her iki tarafında tarihi taş ocakları varmış. Kayıtlara göre 13.
Yüzyıldan bu yana kullanılan yeraltı taş ocaklarından söz ediyoruz. Çevredeki
pek çok tarihi eserde kullanlan taşlar bu ocaklardan çıkarılınca ortaya devasa
büyüklükte, genişlikte bir mağara çıkmış.
Hava oldukça
sıcaktı ve mağaranın girişinde bizi, içeriden dışarı doğru gelen serinliken
yararlanmak isteyen kelebek sürüsü karşıladı.
Buradan çıkarılan
taş tipik kalker taşı. Ocaktan yeni çıkarıldığında nemli ve çok kolay
işleniyor.
Ama duvarda kuruduktan sonra sertleşiyor. Yörede onca tarihi yapının
hangi taşlardan yapıldığını yerinde görüyoruz. İçeride büyük galeriler
oluşurken, çökme olmasın diye taş kolonlar bırakılmış. Çok zekice…
Bazda mağarasının
çevresinde yaşayan insanların yoksulluğu çıplak gözle görünüyor. “Nasıl geçiniyorsunuz” dediğimde, “Hiçbir düzenli gelirimiz yok. Bizim
köydekilerin çoğu tarım işçisi olarak diğer vilayetlere gidiyor. Ama ben
yaşlandım gidemiyorum” yanıtı alıyorum.
HAN EL BARUR
KERVANSARAYI…
Harran İpek yolu üzerinde. İpek yolunda normalde her 20-30 kilometrede
bir kervansaray olurmuş. Araçların benzin tükenince istasyona uğraması gibi,
kervandaki deve ve atlar da günde ancak 20-30
kilometre yürüyebilir, sonra kervansarayda dinlenirmiş. Orada hem
hayvanlara ot, yem bulunur, hem de sahipleri yemek yer dinlenirmiş.
Göktaş köyündeki Han EL Barur Kervansarayı büyük ölçüde
yıkılmış, tahrip olmuş. Gittiğimizde restorasyon başlatılmış, içeriye malzeme
yığılmıştı. Görevli sadece fotoğraf çekip çıkmamıza izin verdi. Restorasyon işi tamamlandığında görkemli bir
yapı olacağına şüphe yok. Turistik bir
yer gibi işletilmesi bekleniyor.
1219’da Eyyübiler döneminde yapılmış. Arapça
olan Han El Barur, “keçiboku” demekmiş. Rivayete göre
burayı yaptıran Arap, içeriyi kuru üzümle doldurmuş. Müşterilere kuru üzüm
ikram eder, “Benden sonra gelenler burayı
keçi gübresi ile dolduracak” dermiş. Sanırım, ayağınız uğurlu gelsin,
buralar hayvanla dolsun demek istemiş olmalı.
Yapı Moğol
istilasında yıkılmış. Uzun yıllar ağır olarak kullanılmış.
ŞUAYP ANTİK KENTİ
Geç Roma dönemine
(5. Yy) ait antik kent, Han el Barur’a
13 kilometre uzakta..
Antik kent görünürde
iki katlı binalardan oluşuyor. Altı mağara, üstü blok taşlardan yapılma. İsmi, Şuayp Peygamber’in burada bir süre
kalmış olmasından kaynaklanıyormuş. Hz.
Şuayp Mısır’dan kaçtıktan sonra buraya sığınır,
buranın sahibinin kızıyla
evlenir. Su kuyusuna “Musa Kuyusu”
adı verilmiş.
Antik kentin
alanı hayli geniş ve haraba görünümünde.
Herhangi bir kazı
çalışması yok.
Yakında köy var. Antik
kent içindeki tarihi mekânların büyük bölümü hayvan barınağı olarak
kullanılıyor. İçine girdiğimiz bir taş
yapının duvarlarında taş kabartma insan figürleri vardı. “Aziz heykelleri”
olduğu düşünülüyor. Ancak arkeologların
bir çalışması olmadığı için, içeriği hakkında bilgi yok. Yani Şuayp Antik Kenti, tamamen kaderine
terk edilmiş tarihi zenginliklerimizden birisi.
SOĞMATAR ANTİK
KENTİ
Şuayp Antik Kenti’nden
15 km sonra vardığımız Soğmatar Antik Kenti de Mezopotamya’da
uygarlığın önemli merkezlerinden birisi olarak tahmin ediliyor. Burada da herhangi
bir kazı, çeki düzen verilip ziyaret açılan eser falan yok.
Ören yeri. Herkes istediği gibi girip çıkıyor. Sadece bir Tabela konulmuş.
Harran’a 57 km.
Roma dönemine ait,
1.200 yılında kurulmuş. Abgar Krallığı
döneminde Harranlıların ay ve gezegen tanrıları için tapınaklar yaptırdığı bir “kült merkezi” olarak tanımlanıyor.
Çok rüzgar alan
bir tepenin zirvesi diyebileceğimiz noktada Ay Tanrısı “Sin”e
ait Pongon Mağarası var. Pongon bu mağarayı ilk
fark eden batılı bir arkeoloğun
adıymış. Mağaranın dış cephesinde ay
ve güneş kabartmaları var. Ay Tanrısı ve
Güneş Tanrısı kabartmalarının önünde hatıra fotoğrafı çekiyoruz.
Duvar taşlarının
gayet düzgün, simetrik duruşu hayranlık
verici.
İnsanların Ay ve
Güneşe taptıkları dönemlere ait antik kent öylece yer altında duruyor. Herhangi
bir kazı, restorasyon yok. Alan çok geniş..
Gezerken sadece
yer üstündeki harabeleri görebiliyorsunuz.
İçine girilebilen yapılardan birisi ise bir tür tapınma, ibadet yeri
olarak tanımlanıyor. Duvarlarında Süryanice yazı ve “aziz” kabartmaları var. Güneşin ışıkları iki ayrı noktadan
mağaranın içini aydınlatıyor. Güneş
tanrısına tapınma yeri olmalı.
Ayrıca kaya mezarlıkları da var. Bu antik
kentin de kazılıp gün ışığına çıkarılması, turizme kazandırılması gerekir diye
düşündük.
7 tepesi
var. Büyük İskender dahil pek çok devlet
burayı ele geçirmek için savaştığına
göre, tarihte stratejik bir nokta gibi duruyor. Antik kendin giriş tarafında birkaç toprak
damlı ev var. Ev sahipleri pencereden bizi izliyor. Birkaç
EYÜP NEBİ TÜRBESİ
Sogmatar Antik Kenti’nden sonra güneş eğilmeye başladı ve Şanlıurfa
Şehir merkezine döndük.
Hz. Eyüp Peygamber’in Türbesi’ni ziyaret ettik. Türbe ziyaretinde en
dikkat çeken şey “Sabır Taşı”nın
bulunduğu nokta oldu. Hani “Sabır taşımı
çatlatma” deriz ya.. Galiba o ifade buradan geliyor. “Sabır Makamı” diye bir bölüm, Hz.
Eyüp Camii, kabri ve vakfı var.
“Sabır”, Hz. Eyüb’ün başından geçen bir “imtihan”
hikayesine dayanıyor. Hikayeyi
dinleyince, “Sabır gösterip, Allah’a
sadakatını sürdürürsen mükafatını alırsın, çocukların ve servetin iki katına
çıkar” sonucuna varıyorsun.
Şanlıurfa gezimiz
burada bitiyor. Ver elini Mardin…
Yarın Mardin’de uyanacağız..
(Devam edecek…)
Dursun Bey sağolsun okudukça tekrar gezmiş gibi oluyorum.
YanıtlaSil