25 Haziran 2019 Salı

İnegöl Boğazova, Allıkayalar zirve… Yaylalar, yaylalar…




Türkiye’de siyasetin kalbinin İstanbul seçimlerinde attığı 23 Haziran 2019 Pazar günü Bursa İnegöl ve Keles ile Kütahya Domaniç arasındaki bölgede Boğazova Yaylası’ndan başlayıp,
Allıkayalar dağı, zirvesi ve çevresindeki ormanlarda, yaylalarda yürüdük.
20-30 sene öncesine kadar çok sayıda köyün yaylaya çıktığı, on binlerce hayvanın otladığı bu ıssız topraklarda mavi ile yeşilin tonları insanı büyülüyor.
Nemli yaz sıcakları ile boğuştuğumuz Bursa’dan çıkıp, yer yer karla kaplı,  serin rüzgarlı tepelerde yürümek…
Bir yandan tertemiz hava, masmavi mavi gökyüzünün, adını bile bilmediğimiz çiçeklerin, otların keyfini çıkarırken….
Bir yandan “neden”, “nedeeeennn”  diyorsunuz!

BELEDİYELER YAYLAYI NE ZAMAN GÖRECEK!

Neden on binlerce hayvanın yılın yarısında tek kuruş ot, yem parası vermeden, üstelik de tamamen doğal olarak beslenebileceği bu yaylalar, otlaklar bomboş…
Artık yaylaların adı bile unutulmuş. 
Bir yerin yayla olduğunu, çevresini ağ gibi ören patikalardan, yıkılmış duvar taşlarından, pınarlardan anlıyorsunuz…
Büyükşehirlerde belediye seçimlerini
kazanmak için birbirini boğazlayan siyasiler, bu dağları, bu ormanları, bu yaylaları, meraları ne zaman görecekler… Ne zaman buralar ıslah edilecek? Bizler ne zaman ucuza ve doğal beslenmiş et, süt, yoğurt yiyeceğiz?

“Büyükşehir”, “Bütünşehir” yasaları ile dağda taşta, dirhem rant elde edilecek yerlere bodoslama saldırma hakkı elde eden belediye yönetimleri, bu yaylaları, meraları ne zaman tarımsal üretimin, hayvancılığın hizmetine sokmak için bir adım atacak?
…Diye soruyorsunuz!
Koza Dağcılık rehberliğinde yürüyüşümüzde, minibüslerle İnegöl’den sonra İsaören üzerinden  Çayyaka’ya vardık.
Çayyaka, ortasından gür bir dere akan, çevresi orman, verimli toprağı olan şirin bir yer. 
Resmi adı “Çayyaka Mahallesi”.
Buranın “Şehirli” olmayı ifade eden “mahalle” statüsünde olduğunu düşündüren ne var diye bakarken, köyün orta yerinde, kapatılan derenin üzerinde bir çay bahçesi ve Atatürk büstü fark ettim.  Büstün yanındaki kocaman bir çınar ağacına ise ilginç bir estetik müdahale var… Ağacın ortasındaki koğuk, bir perde ile kapatılıp üzeri boyanmış.
Ve tabi belediye otobüs durağı, çöp konteyneri…
İlginçtir bu “mahalle”lerin hiç birisinde, belediyenin tarım ve hayvancılığa ilişkin bir etkinliğini göremiyorsunuz…
Belediyelerin bu alanda kitabında yazan tek sözcük “yasak”
Sonuçta Çayyaka da sürekli nüfus kaybediyor. Son on senede nüfus 670’de 500’e gerilemiş.
Burada kısa bir mola verip, kahvehanede sabah çayı içtikten sonra minibüslerle “Boğazova Yaylası”na gittik ve yürümeye orada başladık.
Boğazova, İnegöl Belediyesi’nin “turizm bölgesi” yapmayı hayal ettiği yerlerden birisi.  Burası yakın zamana kadar, adı üzerinde “yayla”  imiş.  Ama şu anda tam bir kaçak yapı cenneti görünümünde. Oldukça lüks bir villanın yanı başında tek katlı mütevazı  bir konut ya da tek odalı prefabrik yapı görebiliyorsunuz. 
Çevresi ormanla çevrili, ortasından dere akan bir yer. Dere boyunca alabalık üretilen tesislerin yanı sıra, hayli et mangal, “köy kahvaltısı” türünde yer var.
 Yürümeye başladığımız Boğazova Yaylası 1.140 metre rakımlı. İnegöl’ün bunaltıcı havasından kaçmak isteyenler için hayli ideal bir ortam sunuyor.
Boğazova’dan hemen sonra sağı solu kayın ağaçlarıyla kaplı orman yolunda, yokuşa doğru çıkmaya başladık.
Geçtiğimiz hafta şehirlerin altyapısını çökerten şiddetli yağışlar, burada orman yollarında dereleri taşırmış, menfezler tahrip olmuş. Sel toprağı sökmüş, menfez betonu açığa çıkmış, yer yer o da kırılmış. Tabi yol bozulunca yürümek de zorlaşıyor.

YAYLALAR… YAYLALAR… YAYLALAR…

7-8 kilometre sonra, dağın yukarılarına çıkıyor, geniş otlaklarla karşılaşıyorsunuz. 
Yani yaylalar başlıyor…
Ve ormanların sona erdiği 1800 metre yükseklikten itibaren karşınıza yer yer karla kaplı, yemyeşil kır çıkıyor…
Düşünün İnegöl’e bağlı Dipsizgöl, Karakadı, Kestanealan, Soğukdere, Eskiköy, İclaliye, Lütfiye, ÇayyakaKeles’e bağlı Gelemiç, Kocaovacık,
Düvenli, Hamidiye, Sorgun; Kütahya Domaniç’e bağlı Sarıot, Ortaca

ALLIKAYALAR ZİRVE…

Bu köylerin hepsinin yazları yayla olarak kullandıkları çok geniş bir alandan söz ediyorum…
Tabi çevrenin ne kadar geniş olduğunu, her tarafın irili ufaklı tepeler, yaylalar olduğunu, Allıkayalar’ın  2036 metre yüksekliğindeki zirvesine çıktığınızda görüyorsunuz…
Havanın güneşli, açık olması büyük şans…
Zirvede sağa sola bakarken, çocukluğumun geçtiği Tokat yaylalarını hatırlıyorum…
Demek ki, yaylalar da birbirine benziyor…
Yemyeşil ormanların bittiği yerden itibaren yerini yemyeşil çayır çimen, kır alıyor..
Yazın büyük bölümünde derelerden eksik olmayan, şırıl şırıl akan kar suları…
Koyunların serinlemek için çevresinde toplandığı kayalar…
Kırtıl, geven, yayla çiçeği, kekik…

‘SON ÇOBAN BENİM, ARKASI YOK…’

Allıkayalar’da zeminin çoğu yerde ardıç çalılarıyla kaplı olduğunu görüyorum.
Bu ilk kez gördüğüm bir şey.
Zirvede 80-100 baş civarında bir keçi-koyun sürüsü var.
 Çobanla sohbet ediyoruz, anlatıyor:
“20-30 sene evvel sadece şu bölgede (zirveden görülebilen alanın çeyreği gibi) 20  sürü olurdu. Uzaktaki yaylalar hariç… Şimdi hepsi hepsi 3-4 aile kaldı. Ben 60 yaşındayım. Köylerde genç kalmadı. Benden sonrası yok. Son çoban ben olacağım. Herkes şehire koşuyor. Adam asgari ücretle amelelik yapmayı, çoban olmaya tercih ediyor. Bizde sigorta yok...”

GÖÇ NEDEN Mİ SONUÇ MU?

Bütün köylerde hikâye aynı… Köyler yaşlı ve emeklilere kalmış.
Kimine göre tarımdaki çöküş göçe neden oluyor. Kimine göre ise tarımdaki çöküşün nedeni bu göçler…
Ancak Dipsizgöl köyü için biraz farklı bir şey söyleniyor.  Bu köye gitmedik. Sürü oradanmış.
Öğrenebildiğim kadarıyla, Dipsizgöl köyü, diğer köyler kadar göç vermiyor.  Köyden pek çok  insanın İnegöl’de
mobilya sektöründe çalıştığı söylense de köyün nüfusu son 5 yılda 760’dan 780’e çıkmış. Nüfusunu az da olsa artıran köye rastlamak çok zor. Köyde iki bakkal, üç kahvehane, bir kooperatif varmış.
1856’da, Bulgaristan’ın Tırnova kentinden göç eden 44 ailenin kurduğu bu köyde senede 410 ton kiraz,  2 bin  ton da şeftali üretilmekteymiş.
Allıkayalar’da öğle molası verip karnımızı doyurduktan sonra, uzun bir iniş başladı…
Erikli Yayla (1455 metre), Başalan Yaylası (1260 metre)…
Otlaklar, orman içi yollar…
Yolumuzun üzerinde iki yaylacıya rastladık.
Sürü köpekleri, kangallar, uzaktan gelişimizi sahiplerine bildirirken,
beklediğimizden uysal çıktı, sadece “yaklaşmayın” anlamında uyarmakla yetindi, gruba saldırmadılar…
Yol boyunca çok sayıda pınar gördük.
Ancak pınarların hepsine boru ile müdahale edilmiş.
Yukarıdaki yaylada çeşmenin suyu çobanın kulübesine bağlanmış boruyla….
Aşağıdaki ormanda ise su kaynakları, orman yollarına döşenmiş geniş borularla aşağıdaki yerleşim bölgelerine taşınıyor.
Yol boyunca gürgen (kayın), özellikle de çam ağaçları ormancıların deyimiyle hayli “vasıflı”.
Yürüyüşümüz, aşağıda derelerin birleştiği yer olan Çatak’ta sona erdi.
Çatak, çay kenarlarında insanların hafta sonu piknik yaptığı mekan haline gelmiş.
Araçları ile gelmiş, mangal yapan, örtülerin üzerinde dinlenen insanlar görüyoruz.
Belediyelerin her hangi bir düzenlemesi görünmüyor.
Çatak’taki minibüslerimize 19-20 kilometre yol tepmenin yorgunluğu ile binip, evin yolunu tutuyoruz…  
Dönüşte yine Çayyaka’dan geçiyor yolumuz. Köyden süt alma hayalimiz suya düşüyor.
Yumurta ile taze somun alabiliyoruz. Köy meydanında bir esnaf kiraz, erik vs. satıyor.
Fiyatlar, Bursa şehir merkezinde neyse, o… Kirazı bize 8 liradan satan vatandaş, “Üretici toptan 3 liraya ancak veriyor” sözünü duyunca küplere biniyor,  “Varsa getirin ben 4 liradan hepsini alacağım” diye bağırıyor…


Yürümeye, dağları, yaylaları, köyleri, ormanları, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam…


24 Haziran 2019 Pazartesi

OKUL YERİNE AVM SÖYLENTİLERİ TEPKİ YARATIYOR…




Bursa’nın köklü eğitim kurumlarından Demirtaşpaşa Endüstri ve Teknik Meslek LisesiDepreme dayanıklı değil”  diye Eylül 2017’de boşaltılmış, ardından okul binaları tamamen yıkılmıştı.
Milli Eğitim projeleri hazırladı, hemen yenisi yapılacaktı.
Ardından iş uyumaya bırakıldı.
Soranlara “para yok,  sponsor lazım” denmeye başlandı.

Diğer meslek liselerine “göçebe” dağıtılan öğrenci ve öğretmeler yeni binalarında eğitime devam etmeyi beklerken, kaygılar başladı… Zira, kentin merkezi İnönü Caddesi üzerindeki 17 bin metrekare okul yeri rantçıların iştahını kabartıyor.
Bir yandan okul inşaatının bir türlü başlamaması, diğer yandan kamuoyuna “..buraya okul değil,  AVM yapılacak” yollu haberler, söylentiler yayılması eğitim camiasında büyük tepki yaratıyor.
1946 yılında kurulan Demirtaşpaşa TEML, Bursa’da mesleki eğitimin iki kalesinden birisi. Bursa iş  dünyasında hem girişimci, hem teknik uzman olarak adını duyduğumuz pek çok kişinin bu okulda yetiştiğini hatırlatmamız lazım.
Örneğin, otomotiv sektöründe önemli üreticilerden olan SKT Otomotiv’in okulun Süleyman Beltan, Kemal Coşkunöz ve Talat Diniz adılı üç öğrencisi tarafından kurulmuş olması… BTSO Başkanı İbrahim Burkay, Bursa’nın önde gelen sanayicilerinden  Fahrettin Gülener, Vehbi Varlık, Kemal Coşkunöz, Talat Diniz bu okulunun öğrencileri.
Demirtaşpaşa Endüstri ve Teknik Meslek Lisesi  Mezunları Derneği Başkanı Osman Nuri Atasoy ile dernek yönetiminden Hüseyin Özler, Atilla Zeytinciler, Ahmet Ardıç, Metin Özkök, Ali Hatiboğlu, Hüseyin Gülseven, Uğur Polat, Mustafa Tümen, Yücel İçöz ve Fahri Dönmez okulun yıkılan yerinde bir basın toplantısı düzenledi ve okulun bir an önce kendi yerinde yeniden açılmasını talep etti, okul projesinin takipçisi olacaklarını vurguladılar.

Basın metnini okuya ve kendisi okulda hem öğrenci hem öğretmenlik yapan Hüseyin Özler, özetle, “Biz okulumuzu geri istiyoruz. Bunun takipçisi olacağız. Yetkililerin bunu bilmesini istiyoruz. Biz de okulumuzn yeniden yapılması için üzerimize düşen ne varsa yapmaya hazırız” mesajı verdi.
Verilen bilgilere göre, Milli  Eğitim Bakanlığı, 5 ayrı bina halinde yapılması amaçlanan okulun projesini hazırlamış. Okulun maliyeti 32 milyon lira olarak ifade edilmiş. Bakanlık yetkilileri, maddi nedenle inşaatın başlayamadığını söylemiş, mezunlara “Sponsor bulun da yapalım” minvalinde öneride bulunmuşlar.

Tabi bu durumda gözler iş dünyasına çevriliyor. Sadece bu okuldan mezun işadamlarının bile bu inşaatı kolaylıkla yaptırabilecekleri açık… Kaldı ki, mesleki eğitim sadece buradan mezun olanlar değil bütün sanayicilerin en kritik sorunu.
Bursa OSB yönetiminin mesleki eğitim duyarlılığını, o harika müzik klibini hatırlıyoruz…
Evet, elbette ekonomi adı konulmamış bir kriz yaşıyor, işler parlak görünmüyor.
Ancak Bursa iş dünyası Demirtaşpaşa meslek lisesine sahip çıkmanın bir yolunu bulmak zorundadır. İşyerlerinde çalışmak için aradıkları vasıflı işgücünün kaynağının burası olduğunu hatırlatmaya lüzum yok.
Okul mezunları basın açıklamasından sonra, 23 Haziran Pazar günü de yine yıkık okul yerinde “Birliktelik  Günü” kutladı, lokma dağıttılar.
Mezunlar okulun bir an önce yerine yapılmasını, lokma dağıtımını molozların üzerinde değil de okulun bahçesinde yapmak istiyor...


15 Haziran 2019 Cumartesi

Kozpınar, Batan Yaylası, muhteşem köknar ormanları…




Doğa yürüyüşlerimiz kapsamında önceki gün (12 Haziran Çarşamba 2019) Bursa-Kütahya-Bilecik sınırlarındaki muhteşem köknar ormanlarında « keşif gezisi » yaptık.  

Sadece bir tanesinin evinizin, sitenizin bir köşesinde olmasını hayal ettiğiniz köknar ağaçlarından kocaman bir orman tasavvur edin.

Her birisi apartman yüksekliklerinde, kalem gibi düzgün ağaçlar.
Ve yaylalar, yaylalar…
Küçükbatan, Büyükbatan Yaylaları…
Nüfusu hızla azalıp kapanmanın eşiğine gelen köylerde hayvancılık olmayınca bu yaylalar da bomboş… Öyle ki, artık değil yaylaya gitmek, orta yaşın altındaki köylüler bu yaylaların adını bile unutmuş.
Her taraf yemyeşil ot, adını bilmediğimiz türlü çiçekler.
Koza Dağcılık kulübünde bütün
yürüyüş güzergahımızı çizen, her pazar bizimle en ön sırada yürüyen değerli hocamız Harun Bayram’ın öncülüğünde 4 kişilik bir grupla İnegöl’den sonra Mezitler civarında Bilecik’in Bozüyük  ilçesine bağlı Kozpınar köyüne gittik.
Burası Bursa-Bilecik-Kütahya sınırlarında bir ormanlık bölge. Kozpınar  ile çevremizdeki  Aksutekke Bilecik Bozüyük’e,  Safa köyü Kütahya Domaniç’e, Mezit köyü de Bursa İnegöl’e bağlı.
Kozpınar da hızla nüfus kaybeden bir orman köyü. Nüfus 2007’den 2018’e 78’den 50’lere düşmüş.
Yine yaşlı ve emekli insanlar.

Kozpınar, “Köy”. Mesela İnegöl’e bağlı Mezitler gibi “Mahalle” değil.
Peki aradaki fark ne derseniz, Kozpınarı’ndaki çöp konteynerinin üstünde
mahalle olanlar gibi bir belediye adı değil, “Bilecik İl Özel İdaresi” yazıyor.  Başkaca da bir fark ben göremedim.
Buranın ara sokakları da kilitliparke taşı..
Üstelik üç oluklu köy çeşmesi gürül gürül bedava akıyor.



Aracımızı köy meydanında bıraktıktan sonra yemyeşil ormanlara doğru yürümeye başladık. Belirteyim, ben sadece gruba yol arkadaşlığı yapıyorum. Bizi yürüten, kalabalık grubu gezdirmek için uygun rotayı bulan, bunu bulmak için bir sürü denemeler yapan kişi Harun hoca. Bu keşif gezilerine katılınca fark ettim ki, yürüyüş gruplarına rehberlik etmek hiç de kolay iş değilmiş. Düşünün 15 km. yürüyüş parkuru belirleyebilmek için akşama kadar tam 26 km yürümüşüz. Bunun ciddi bir bölümü, kalabalık grup için uygun olmayan sarp, şif, zor yürünen orman içi yerler. Yani biz grup olarak haftada bir gün yürürken, rehberimiz meğer haftada iki gün yürüyor, yetmiyor aksaksız bir yürüyüş için, gecenin bir saatinde evdeki bilgisayarın başında rotaları yeni baştan düzenleyip GPS’li telefonuna kaydediyormuş… Meğer güzel hafta sonu gezilerimiz Harun hocanın ciddi fedakârlıkları sayesinde oluyormuş.
İyi ki varsın Harun hoca diyorum.

Köyde bembeyaz çiçekleriyle  ilginç bir ağaç dikkatimi çekti. Kahvehanede konuştuğumuz köylüler, “Burada bu ağaçlardan çok fazla. Birkaç sene önce Eskişehir’den birileri geldi, çiçeklerini topladı, götürdü. Kanseri tedavi ediyor dediler. Ama öyle kaldı. Şimdi kimse dokunmuyor” diyor.
Köyün üst kotlarında bahçenin kenarına park edilmiş, uzun yıllar orada bekleyip hurdaya dönmüş, camları kırılmış, kabininden erik ağacı geçmiş birkaç kamyon görüyoruz. Yazık, hurda olarak bile değerlendirilmemiş, öylece çürümeye bırakılmış.


Kozpınar köyünden yukarı traktör ve orman yollarında çıkarken, ilk defa bu kadar yoğun bir köknar ormanı ile karşılaştım. Bunlar, uzunluğu 30-40 metreye, çapı bazen bir metreye varan devasa ağaçlar. Kereste ağaçlarının en değerlilerinden.
Hava kapalı. Tahminler yağış gösteriyor, ama bulutlar yükselmekte. Gece yağdığını duyunca, tamam, artık yağmaz diyoruz.
Bölgede birbirini kesen pek çok orman yolu, yolların birleştiği ve odun deposu halini alan kavşaklar…

Kavşaktaki bu “depo”larda, köknar tomrukları ya da odunları yok. Buradaki sıra sıra istiflenmiş ağaçlar kayın. Odun ya da sunta yapımında kullanılacak gibi bir hali var. Anlaşılan devlet kuruluşu Orman İşletmesi’ne ait değil, ama kime ait anlayamıyoruz.
Yer yer gürgen (kayın) ormanları da görüyoruz. Ancak bunlar niyeyse köknar ormanları kadar ilgimizi çekmiyor.


DOĞAL TEMİZLİK MADDESİ

Orman yolu kıyısında en çok dikkatimi çeken şeylerden birisi, “sönmüş kireç dağı” gibi duran bir bölge oldu. Elinle dokunduğun zaman sanki un, kil tozu gibi… Dönüşte köylülere sorduk. Bu toprak, çok eskiden temizlikte kullanılıyormuş. Hani sabun, şampuan vs. olmadığı, evlerde kül, kil vs. kullanılan dönemlere ait… Hem banyo, hem mutfak hem de çamaşırlarda kullanılan toprağı  ilk defa bu kadar büyük bir kütle olarak görüyorum.
Birkaç sene önce bir şirket bunu değerlendirmek istemiş, buradan toprak götürmüş, ama arkası gelmemiş.

Yükseldikçe büyük hozanlara, orman içi otlaklara ve nihayet gürül gürül pınarları ile yaylalara çıkıyoruz. Kerestelik orman alanının içinde irili ufaklı yaylalar var.  Küçükbatan, Büyükbatan vs.
Kozpınarı, Aksudede ve çevre köyler bir zamanlar bu yaylaları kullanırlarmış. Yaylalarda binlerce hayvan olurmuş. O zaman köyler kalabalıkmış.
Terk edileli uzun yıllar geçmiş olmalı ki, buraların bir zamanlar yayla olduğunu sadece küçük küçük düzlüklerden, taş duvar yıkıntılarından, eski çeşmelerden vs. anlıyorsunuz.

ANTİK KALINTI’NIN İLGİNÇ ÖYKÜSÜ…

Büyükbatan Yaylasının orta yerinde antik tarihi harabeleri andıran yapılar dikkat çekici.
Beton ve demir kullanılmasına bakılırsa öyle binlerce yıl öncesine ait olmamalı.
Ama nedir bunlar?

Köye inince merak edip sordum.
70 yaşlarında bir köylünün açıklaması hayli düşündürücüydü. Meğer bunlar Atatürk’ün talimatıyla tomruk üretim ve nakliyesi için kurulan bir tür havai raymış!
Anlatıyor:
 Kurtuluş Savaşı’da Atatürk ile birlikte savaşmış bir komutan varmış. Albay İbrahim Çolak. Bozüyük’lü. 
Atatürk Albay Çolak’a ‘Buraları sana verelim, sen çalıştır, örnek bir ormancılık işletmesi kur. Milletimiz bu ormanları en iyi şekilde değerlendirmeyi  öğrensin’, der. Albay demek ki, lafı sözü geçiyormuş, burada seferberlik gibi çalışmış. Taraklı diye bir yer var. Oradan ta, Bıçkı Deresi, Domuz Deresi… Karasu’ya kadar bazen yerde sürüyerek, kimi yerde havadan demir halatlarla tomruk taşınmış. Yayladaki o büyük taşlar işte o havai hattın ayaklarıymış.  Ben çalışırken görmedim, ama benden on, onbeş yaş büyük olan komşular görmüş, anlatırlardı.
Çok da tomruk sararlarmış. Kimi yerde bele kadar karda katırlarla tomruk çekilirmiş. Tabi şimdiki gibi traktör yok, yol yok. Para yok. Hepsi el gücüyle. Yahu elle o yolları nasıl yapmışlar, o kayaları nasıl ayırmış arasından yol geçirmişler. İnsan hayret ediyor. Bazen havadan, bazen yerden… Eskiden o Küçükbatan’da bakkal falan da varmış. Atatürk gelip görmüş, çok sevinmiş.
Gelince Atatürk Köşkü denen binada bir iki gün dinlenmiş. (Atatürk Köşkü, yakınlarda orman içinde bir yer. Bakımsız, kaderine terk edilmiş görüntüsü var). O binayı da Atatürk istemiş, ancak çok güzel olduğunu görünce, kızmış İbrahim albaya. ‘Bu kadar masrafa lüzum yoktu, ben sana fazla masraf et demedim’ demiş.”

Ortalıkta tarihi kalıntı, şekilli büyük taş vs. görüldüğünde insanımızın ilk tepkisi nedense çevresinde “hazine” aramak oluyor.  Yaşlı köylü de galiba oralarda birşeyler yaparken sapsarı bir para bulur:
2000’lerde çalışırken 1341 tarihli para gördük. Aynen sapsarı altın gibi duruyor. Hiç küflenme, paslanma yok. Bir gün sarrafa götürdük, belki de altındı, ama altın değil dedi. Muhtemelen Osmanlı parasıydı, altındı. Tabi üç kuruşla aldılar.”

KÖYLÜNÜN UCUZ EMEĞİNE DAYANAN ORMANCILIK…


Bozüyük’te çalışıp orada yaşayan akrabalarıyla köy çevresinde neşeli bir gün geçiren bu abi anlattıkça, dalıp gidiyorum.
Meğer Atatürk ne kadar yurtsever, ileri görüşlü bir insanmış…
Dağdan tomruk indirmek için demir havai hatlar yaptırmak, o devirde nasıl bir ileri görüşlülük…
Kanada’da vs. tomruk işinin nasıl yapıldığını gösteren videolar geliyor gözümün önüne. İleri teknolojili makinelerle, dev ağaçları peynir keser gibi saniyelerde kesip soyan ve kamyonların üzerine istifleyen sistemler…

Sadece işçi ve operatörlerin düğmelere basmasıyla yapılan verimli orman işletmeciliği…
Bir de Türkiye’de olanlara bakıyorum.
Atatürk’ün başlattığı ormancılık tekniklerini, günümüz teknolojisiyle geliştirme şöyle dursun,  tamamen iptal eden…
Tomruk hatlarını antik eserlere dönüştüren…
Ormancılık işini tamamen yoksul köylünün ucuz işçiliğine dayayan bir ormancılık sistemi…
Varını yoğunu satıp, banka kredisiyle aldıkları traktörlerle, mazot parasına, büyük risklerle çalışan yoksul orman köylüsü…

“Orman işçiliği, inşaattan da daha zor ve risklidir. Derelerden, uçurumlardan tonlarca ağacı zincire bağlayıp yola çıkarmak her babayiğidin işi değildir. Yaralanan, ölenler oluyor. Hiç yoktan iyi, ama para da kazanılmıyor. Bir metreküp tomruk için sadece 70-80 lira alıyoruz” diyor bir köylü.  
Ormancılık bu insanların sırtında. Köyler iyiden boşaldığında, memleketin ormancılık politikası nasıl yürüyecek? Nerede bulacaklar ucuza çalışan köylüleri merak ediyorum.
Ormanlar burada daha bir bakımlı duruyor.
Örneğin yol kenarlarında zararlı sinekler için kapanlar görüyoruz.  Ayrıca ana arterlere stabilize malzeme çekilmiş. Anlaşılan köknar hayli kazançlı bir orman ürünü.

ORMANLARIN ÖZELLEŞMESİ

Atlamış olmayayım, anlaşılan Atatürk ormanda bir bölgeyi örnek işletme kurma şartı ile bir aileye vermiş. Aslında Avrupa’da da ormanların kayda değer bir bölümü özel mülkiyete tabi. Gerektiği gibi bakım yapman, verimli kereste vs. üretmen şartıyla devletten orman satın alabiliyormuşsun.

Türkiye’de ormanların özelleşeceği haberleri duyunca birden kaygılanıyorum. Zira her toprak parçasını, üzerinde rantı yüksek binalar yapmak olarak gören bu kafayla özelleşme tam bir felaket olur diye düşünüyorum.
Oldukça dik bir yamaçtan zirveye çıkıyoruz. Tam tepede ne olduğunu bilmediğimiz bir “anten” var.  Orada öğle molamızı verip karnımızı doyuruyoruz. 
Ancak bir anda korktuğumuz oluyor ve gökgürültüsü, şimşek, sis, sağanak…
Dönüşte arkası dik bir uçurum olan tepenin üzerinde yarısı yıkılmış, tuğlaları açığa çıkmış bir yangın gözetleme kulesi görüyoruz. Burası hâkim bir tepe ve bol manzaralı olması lazım, ama sisten biryeri göremiyoruz.
Yürürken hiç ormancı görmedik. Sadece ormancıların kullandığını sandığımız bir karavana rastladık.


HER BİRİSİ TABLO GİBİ…

Kuş seslerine, ara sıra, uzaklardan motorlu testere sesi karışıyor.
Yaylalara doğru inince hava açıldı. Gökyüzünün maviliği ve ormanların yeşilliği ile müthiş manzaralar ortaya çıkıyor.
Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Manzara o kadar güzel ki, her birisi, çerçeveleyip duvara asılacak türden.
Kozpınar’a inerken girişte ve köy kahvesinde insanlarla karşılaşıp sohbet ediyoruz. Kahvehanede bizden çay parası almayan insanların misafirperverliği hepimizi mutlu etti.

Kahvehanede birkaç orman memurunu görünce merak ettiğimiz yer ve ağaç adlarını sordum. Anlaşılan bunlar sadece traktörlerin tomruk taşıdığı yollarda gezmişler resmi araçlarıyla. Örneğin mola verdiğimiz 2  bin metre civarındaki zirvenin neresi olduğunu bilmiyorlardı. Köylüler oraya “Tavşantepe” dedi.
Ormanda izinsiz dolaşmak yasaktır” diyen memurun, kendi görev yeri olan dağlarda çok da dolaşmadığı izlenimi edindim. Tabi, biz doğa yürüyüşlerini dağcılık lisanslarıyla yapıyoruz, yani izinsiz değil. Anlatıyoruz.

Batan yaylaları, Ercek, Yirice yaylası
Bölgede en son Ercek Yaylası terk edilmiş.
İnsanlara niye yaylaya gitmiyorsunuz, hayvanlar bedava beslenir aylarca, ot çok diyorum. Ama köyde pek hayvan kalmamış.
Hayvancılık için çok para lazım. Az para ile olmaz o iş. Baharın al, çıkar yaylaya, güze sat, verdiğini alırsın” diyor birisi.
Sansartepe, Kömürcü, Kaladağ...
Artık bu isimler de unutulmaya yüz tutmuş.
Anlaşılan birkaç yaşlı dışında kimse buraların neresi olduğunu bile bilmiyor.

Yürümeye, dağları, ormanları, köyleri, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam…