DİYARBAKIR: Binlerce yıllık görkemli tarihin sancılı kenti...
Diyarbakır gezimizin önemli duraklarından birisi. Önemi, sadece nüfusun 1,7 milyon
olmasından kaynaklanmıyor. Burası Güneydoğu’un
toplumsal, sosyokültürel ve siyasal açıdan en dinamik kenti.
Her şeyden önce, neredeyse taş devrine kadar uzanan bir tarihe, 5
bin 700 metre uzunluğu ile Çin Seddi’nden
sonra dünyada en uzun surlara sahip bir kent.
Yakın zamana kadar bu surların içinde yaşayan, kent girişleri olan Mardin Kapı, Urfa Kapı, Dağkapı (Elazığ
yoluna giden) ve Yeni Kapı’sı ile
tanınan bir yer.
Kaldığımız Demir
Otel, diğer merkez ilçelerin aksine her yıl nüfus kaybeden Sur’da. Bu sabah ilk defa, otelden
eşyalarımızı almadan ayrılıyoruz. Çünkü akşam da burada kalacağız. Yürüyerek İçkale’ye gidiyoruz.
Hatırlanacağı gibi “Hendek
olayları” sırasında Diyarbakır’ın
en eski ve en zengin tarihi mekanlarının bulunduğu Sur ilçesi büyük ölçüde tahrip olmuş, adeta yerle bir edilmişti. İçkale denen yer, binaların
yıkılmasından sonra park alanı ve müze ile turistik bir yer olmuş.
Sağınızda görkemli Diyarbakır
Surlarını görüyorsunuz.
4. Yüzyılda yapılan bu surların üzerinde 82 burç
varmış. Burası kentin yönetim merkeziymiş. Şimdi resmi adı: Hz. Süleyman Camii ve İçkale Parkı. Hz. Süleyman ile 27 “sahabe”sinin mezarları var.Buradaki cami Arap mimarisi. Hz. Süleyman’ın türbesi, müze, hatta surlarda siyah bazalt taşları hakim.
Arap deyince... Bir dönem Bekir adında ünlü bir Arabın
bu kente hakim olduğu, kentin “Diyarbekir (Bekir’in memleketi)” adını
aldığı, ismin Cumhuriyet döneminde “Diyarbakır” olarak değiştirildiğini
duyduk.
Merdivenlerden surların üzerine çıkıyoruz.
Önümüzde Dicle
Irmağı…
Biraz ilerisinde camiler ve kamu binalarıyla ufak bir
kasabayı andıran Dicle Üniversitesi.
Dicle’nin
kıyısına doğru uzanan yemyeşil, efsanevi “Hevsel Bahçeleri”…
Diyarbakır surlarının ihtişamı sanırım en iyi buradan
izleniyor.
Surların içindeki yerleşim alanında tam bir karmaşa var.
TOKİ SUR’DA ‘VİLLA’
YAPIYOR!
Ön tarafta, sura yakın bölgede TOKİ iki katlı evler yapmış. TOKİ’nin
“dubleks”, “villa” tarzı konut
yapmasına ilk kez burada tanık oldum.
Sur’da
yıkılan konutların bir bölümü tamamen ortadan kaldırılmış. Yerine yapılan
binalar henüz tamamlanmış, ancak gördüğümüz inşaatların kabası bitmiş.
TOKİ’nin
“villa” inşaatlarının arkası ise sanki depremden yeni çıkmış gibi. Bombalar, iş
makineleri evleri, işyerlerini darmadağın edilmiş.
Surun tepesinde fotoğraflar çekip, aşağıya iniyoruz.
Gördüğüm birkaç Diyarbakırlıya şunu sordum:
“Sur’da TOKİ inşaatlar yapıyor. Memnun musunuz? Sur halkı olarak mağdur musunuz?”
“Sur’da TOKİ inşaatlar yapıyor. Memnun musunuz? Sur halkı olarak mağdur musunuz?”
Yanıtlar yaklaşık şöyle:
“Burada herkesin tapusu vardı. (Aslında tarihi
sit alanı olduğu için pek çok bina da kaçakmış,1985’de hepsine tapu verilmiş)
Evler yıkılınca herkese bazı seçenekler sunuldu. İsteyene, buyurun kendi
aranızda birleşin, kendi evinizi kendiniz yapın da dendi. Çoğu parasını aldı,
çıktı. Bir kısım vatandaş da üstüne para ekleyip yeni konutlardan yer aldı. Mağduriyetimiz
şu ki, mesela devlet bana yıkılan evimin karşılığında 90 bin lira vermiş. Ama
yıkım işi olmasa da kendim satsaydım, belki 140 bin liraya satacaktım. Bu
anlamda çok mağdur olduk. Ev için bana 90 bin verilmiş, ama şimdi oradan ev
almaya kalksan 400-500 bin lira. Tabi yeni inşaatlarla buranın havası değişti.
Cami dışında bütün tarihi eserler yok oldu. Onun yerine lüks evler oluyor.”
Tabi işin psikolojik, gönüllerle ilgili boyutları var.
Sur’daki sokakların savaş alanına dönmesi,
yaşanan ölümler, sakatlanmalar, çekilen acıların üstü örtülmeye çalışılsa da
insanların yüzündeki burukluğu görebiliyorsunuz. Hatta, TOKİ inşaatlarına bakıp, “Belki de fakirleri kovup, buraya lüks
konutlar inşaat etmeyi baştan planladı hükümet. Olaylar falan, işlerini
kolaylaştırdı. Belki de her şey rant için miydi” diye seslendirilen düşünceler
de vatandaş ile hükümet/devlet arasındaki gönül bağının hayli zayıflığına,
güvensizliğe işaret gibi.
ZENGİN TARİH
Dicle
Irmağının kıyısındaki Atatürk Köşkü’ndeki
eşyalar alınarak Kaleiçi’deki müzeye
getirilmiş. Müzeyi gezerken, Atatürk’ün
1916 ve 1917’de iki kez Diyarbakır’a
geldiğini öğreniyoruz. Atatürk buraya
en son 1937’de Demiryolunun açılış görenine gelmiş.
Diyarbakır
Müzesi’nde kentin tarihine ilişkin kronolojiyi görünce buranın niye “UNESCO”nun dünya mirası
listesine alındığını anlayabiliyorsunuz. Kentin tarihi, ta Körtik Tepe’de neolitik çağa ait bulgularla başlıyor. Hakemi Use, Karaveylan, Kenan Tepe,
Hırbemerdon Tepe, Üçtepe, Ziyaret Tepe, Kavuşan Tepe, Hilar Mağaralarının
buluntuları ile Roma ve Osmanlı’ya kadar geliyor.
Gezide Diyarbakır’ın
adeta simgelerinden olan bir taş kabartma dikkatimi çekti: Boğa ile Aslan’ın mücadelesi! Aslan
koskoca boğanın sırtına çıkmış, bir kavgadır gidiyor, ama öyküsünü dinlemedim. Boğanın güç yanında, tarımda üretkenliği temsil ettiği düşünülüyor.
Malum Mezopotamya insanlığın tarımı
ilk keşfettiği yerlerden.
CAHİT SITKI VE AHMET ARİF EVLERİ...
Ünlü şairler Cahit
Sıtkı Tarancı ve Ahmet Arif’in Diyarbakırlı olduğunu duymuştum. Meğer
ikisi de kapı komşusu imiş. Evleri sırt sırta. İkisinin evi de Ulucami’ye yakın bir sokakta. İki ev de
geleneksel Diyarbakır yerleşimi tarzında.
Siz sağlı sollu yüksek iki duvarın arasında dar bir sokakta yürüyorsunuz. Evlerin pencereleri vs. görünmüyor. Evi, bir demir kapıdan içeri girince görüyorsunuz.
Siz sağlı sollu yüksek iki duvarın arasında dar bir sokakta yürüyorsunuz. Evlerin pencereleri vs. görünmüyor. Evi, bir demir kapıdan içeri girince görüyorsunuz.
İlk olarak Cahit
Sıtkı Tarancı’nın evine girdik.
Dış kapı çok orijinal… İki tokmağı var. Üstteki tokmağa
vurunca kalın, tok bir ses çıkıyor. Bu, eve gelen misafirin erkek olduğunu
haber veriyormuş. Alttaki daha tiz ses çıkaran küçük tokmak ise misafirin kadın
ya da çocuk olduğunu...
Anlaşılan, şairin ailesinin maddi durumu çok iyiymiş.
Evin ortası avlu. Ortada su kuyusu ve küçük bir havuz. Ev fiilen üç katlı. Alt
kat genelde gıda, yakacak vs. deposu olarak kullanılırmış. Taş merdivenlerle
ikinci kattaki evlere çıkılıyor.
“Evler”
diyorum, zira burada her birisi 3+1 gibi düşüneceğiniz 4 ayrı yer var. (toplam
12 oda). Aile her birini ayrı bir mevsimde kullanırmış. Örneğin bol güneş alan
güney cephedeki ev “Kışlık”, az
güneş alan kuzeydeki ev “yazlık” konutmuş. Kullanılan malzeme, yöresel
bazalt taşı. Katlar arasındaki bağlantı, ağaç. Zemin kat çelik profil. Ancak bu çelik profiller baştan beri var mıydı, restorasyonda mı yapıldı, anlamadım. Çatı katında kuşlar için “güvercinlik” diyebileceğimiz bölümler
var.
Burası müze gibi. Şairin heykeli, eserlerinden bölümler,
ailesine ve kendine ait fotoğrafları, kişisel eşyaları, şiirleri vs. sergileniyor. Pratikte de bir tür “kafe”. Yani kitap okumanıza, hatta
Tarancı ile ilgilenmenize de gerek yok. Çay kahve içip, Diyarbakır sıcağında taş yapının serinliğinde dinlenebileceğiniz
bir yer.
Cahit
Sıtkı’nın hayatının büyük bölümünü İstanbul, bir kısmını da
Paris’te geçirdiğini, Galatasaray Lisesi’nde
okuduğunu, yazma serüvenini Osman Saba
ile başladığını okumuşsunuzdur. Aslında maddi durumu hayli yerinde olan
babasının durumu kötüye gitmeye başlayınca, para kazanmak zorunda kalır ve
benim anladığım yazı yazma işi asıl olarak Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı öykülerle başlar.
“Hasretinden
pırangalar eskittim”i ile hatırladımız Ahmet
Arif’in ailesine ait mekan da benzer işleve sahip. Ancak Ahmet Arif Müze ve Kütüphanesi Kültür
ve Turizm Bakanlığı bünyesinde. Burası Tarancı evindeki kafe havasından daha çok kütüphane havasında.
Duvarları, Arif’in
şiirleri süslüyor.
ULUCAMİ
SERİNLİĞİ…
Her kentte olduğu gibi Diyarbakır’da da bir Ulucami
var. Selçuklu, Emevi mimarisi.
Bazalt taşından yapılmış ve özellikle kolonlardaki el işçiliği muhteşem.'
Anadolu'daki ilk camilerden birisi. 639'da müslümanlar kenti fethettiğinde, Mar Toma kilisesinin üzerine yapılmış.
Mevsim Mayıs sonu olmasına rağmen dışarıda hava hayli sıcak. Namaz vakti değil, ama caminin avlusunda, şadırvanın çevresinde hayli insan görüyoruz. Caminin içerisinde insanların bir kısmının rahlelere konulmuş Arapça kitaplara bakarken, bir kısmının halıların üstüne sere serpe yatması ilk anda tuhaf geldi. Aralarında yatağında uyuyor pozisyonda olanlar bile vardı. Meğer insanlar sokaktaki sıcaktan kurtulmak için camilere giriyor, içerideki serin ortamda zaman geçiriyormuş.
Anadolu'daki ilk camilerden birisi. 639'da müslümanlar kenti fethettiğinde, Mar Toma kilisesinin üzerine yapılmış.
Mevsim Mayıs sonu olmasına rağmen dışarıda hava hayli sıcak. Namaz vakti değil, ama caminin avlusunda, şadırvanın çevresinde hayli insan görüyoruz. Caminin içerisinde insanların bir kısmının rahlelere konulmuş Arapça kitaplara bakarken, bir kısmının halıların üstüne sere serpe yatması ilk anda tuhaf geldi. Aralarında yatağında uyuyor pozisyonda olanlar bile vardı. Meğer insanlar sokaktaki sıcaktan kurtulmak için camilere giriyor, içerideki serin ortamda zaman geçiriyormuş.
Dışarıda camii avlusunda oturan bazı Diyarbakırlılarla
sohbet ettik. Bizim Diyarbakırlı olmadığımızı hemen fark edip söze girdiler: “Hoş geldiniz. Çok sağolun. Gelin, gelin
kardeşim... Diyarbakır’ı kendi gözlerinize görün. Burası size anlatıldığı gibi
bir yer değil. Biz hiç kötü insanlar değiliz. Allah sizden razı olsun. Gidince
gördüklerinize anlatın, herkes burayı gelsin, görsün…”
Hani “Turist”
kafilesini görünce avucunu ovuşturmaya başlayıp “Buyruuunnn efeeenndimmm” türünden “esnaf” davranışlarına çok
tanık olmuştum, ama ilk defa sıradan
insanların misafirleri böylesine sıcak karşılamalarına tanık olmak hayli farklı
bir his yarattı. Belli ki haklarındaki önyargıların kalkmasını istiyorlar. Bazılarıyla
hemen kaynaştık, hatıra fotoğrafı çektirdik.
HASAN PAŞA HANI…
Bursa’daki
Koza Han, Pirinç Han vs. gibi Diyarbakır’da da, hepsi bir tür çarşı,
belki de modern AVM’lerin alternatifi olabilecek hanlar var. Ulucami’den
ayrıldıktan sonra girdiğimiz tarihi Hasan
Paşa Hanı’nda içtiğimiz menengiç kahvesi, o zamana kadar içtiklerimin
hepsinden farklıydı… Menengiç kahvesinin toz değil de cam şişelerde sıvı
olanından almak lazımmış. Tercihan süt veya krema, bal, üstüne ezilmiş
antepfıstığı…
Hasan Paşa
hanına bakarken, bu kentte “dışarıda
kahvaltı” kültürünün hayli yaygın olduğunu fark ettim. Galiba en gözde
yiyecek de ciğer… Kahvatı ve ciğer… Burada kahvaltıda ciğer yemek revaçtaymış.
Masada kahve içerken yandaki tezgahta spatula lle haşlanmış
gibi duran kremalı bir karşımı hızlı hızlı karan bir ustayı fark ettim.
Karıştırdı, kardı, kattı; düz bir zemine iyice yaydı ve bir dakika bile
geçmeden, soğuyup buz haline gelen o maddeyi spatula ile kazıyıp külaha koydu!
Meğer bu bir dondurma çeşidiymiş.
Meğer bu bir dondurma çeşidiymiş.
Handaki dükkanların çoğu takı, hediyelik eşya… Tuzu kuru
kesimin gündelik zevk ve meraklarına ilişkin ne varsa bulmak mümkün…
DÖRT AYAKLI MİNARE…
Diyarbakır’da ünlü hukukçu, Baro Başkanı Tahir Elçi’nin katledilmesiyle adını duyduğumuz Dört Ayaklı Minare, meğer bağımsız bir
tarihi eser değil, oradaki eski camilerden birisinin minaresiymiş.. Yani adamı
camide
katletmişler!Akkoyunlular zamanında yapılan Şeyh Mutahhar Camii.
Hoparlör yokken, bu minarenin ayaklarının üstündeki
girişe bir tahta merdivenle çıkılıyormuş. Tabi şimdi yukarıya bağlıyorlar
hoparlörü, saati geldiğinde merkezden devreye giren banttan okunuyor ezan...
Meğer ne dirençli minareymiş! Hayatını hukukun işlemesi,
terörün durması yolunda mücadele etmeye adayan Tahir Elçi’ye meğer ne kadar mermi sıkılmış. Minarenin taş
ayaklarına isabet eden mermilerin yeri öylece duruyor
SAKİN KENTTE BETON
BARİYERLER…
Terörün, şiddetin artık tarih olmasını umarak otobüslere
biniyoruz. Aslında burada “terör”
havası göremedik.
Gündelik yaşam gayet kendi minvalinde akıyor görünüyor.
Caddeler, sokaklar cıvıl cıvıl. Korku çekinme gibi bir hisse kapılmıyorsunuz.
Hatta geceleyin öylesine otelin bulunduğu caddeden epey uzaklara gittim, sokak
lambalarının bile ışıtmadığı yerlerde dolaştım. Gayet güvenli bir kent izlenimi
edindim.
Ancak polis ve
kamu binalarına yaklaşınca yoğun önlemler dikkat çekici. Örneğin gece önünden
geçtiğim polis karakolunun giriş kapısını göremedim. Ön taraf tamamen yüksek
bariyerlerle kapatılmış. Ara sokakta panzerler, polis araçları.
Kulağımı paravana dayadığımda, içeride polisler arasında,
müzik eşliğinde çay kahve muhabbetinin gırla gittiğini anladım. O yüksek paravanın
ön tarafında da, tam karşımda, 4-5 genç sokakta çalgı çalıyor, müzik eşliğinde
oynuyordu...
Otobüse binip kent dışına çıkarken sağ yanımda, “Yenişehir Kaymakamlığı” tabelasını
gördüm. Ama binanın çevresi tamamen yüksek beton bariyerlerle kapatılmış.
Binanın girişini göremiyorsunuz.
3.000 YIL ÖNCESİNİN YÖNETİM MERKEZİ: ZERZEVAN KALESİ…
Dört ayaklı minarelere bir daha kimsenin kanının
bulaşmamasının dileyerek, Diyarbakır-Mardin
yoluna düşüyoruz.
Çınar ilçesinden 13 km. sonra vardığımız yer, çevresinde
verimli arazileri olan bir tepenin zirvesi. Otobüsümüz birkaç yüz metre aşağıda
durmak zorunda kalıyor, uygun yol yok.
Tepede, gözümüzün önündeki şey salt bir kale değil…
Bildiğin antik kent harabelerini görüyoruz.
Meğer burası da Roma’nın sınır garnizonlarından birisi, bölgede çok önemli bir yönetim merkeziymiş.
Biraz aşağıda Demirölçek köyü var.
Meğer burası da Roma’nın sınır garnizonlarından birisi, bölgede çok önemli bir yönetim merkeziymiş.
Biraz aşağıda Demirölçek köyü var.
Bu harabeler yaklaşık 60 dönümlük bir alanı kaplıyor.
Çevresindeki surların çoğu yıkılmış. Burası Edessa’dan (Şanlıurfa) Nisibis’e (Nüsaybin) giden bir antik yolun
üzerindeymiş.
M.S 3.Yüzyılda kurulan bu antik kentin bölgeyi kontrol
etmeyi, gözetlemeyi sağlayan coğrafyası, buranın stratejik bir savunma merkezi
olmasını sağlamış. Aslında alanda kayda değer bir kazı yapılmadığı için tam
olarak ne olduğunu da bilen yok. Burayı bize anlatan görevli, çevredeki kale
surlarının toplam uzunluğunun bin 200 metre olduğunu, yeraltında 400 kişinin
yaşayabileceği sığınakların var olduğunu, farklı ünitelerin yeraltı tünelleri
bile birbirine bağlandığını anlattı. Dara
gibi burasının da Doğu Roma’nın
askeri açıdan önemi bir merkezi olduğu anlaşılıyor. Eski adı Samachi imiş.
MİTHRAEUM, ‘DERİN DEVLET’
Sasaniler
burayı ele geçirip yerle bir etmişler. Görevli, buranın gizli haberler sokulan
tünellere sahip olduğunu, özellikle Mithraeum’un
adeta “derin devlet”in merkezi
olduğunu düşündüklerini söyledi.
Peki buranın “derin devlet” merkezi olduğunu düşündüren şeyler neler?
Sığınağın bulunduğu ana kaya oyularak 7 metre uzunluk, 5
metre genişlik ve 2,5 metre yükseklikte 35 metrekare bir yer var. Burada,
kralın boğayı kurban ettiği anlatılıyor. Boğa, malum güç demek. Kral, boğayı ayaklarından
tavana asarak, çevreye bir tür korku salıyor olmalı.
Boynundaki atardamar
kesilen boğanın kanı, taştan lavaboyu andıran bir yere akıtılıyor, kral o
kandan içiyor, kanın geri kalanı ile de yıkanıyormuş!
Mitras, Pers kökenli güneş tanrısıdır. “Aracılık eden” demekmiş. Yani bu Mitras kendini Güneş Tanrısı yerine güç kullanan, insanları yönetmeye yetkili
kişi olarak kabul ettirmiş.
İbadetleri tamamen gizliymiş. Bunlara katılabilmek için
ağır bedensel ve psikolojik sınavlar varmış. Galiba tavandaki asma yerleri
sadece boğaların asılmasında kullanılmıyormuş!
Bu tarz, bir “din” Hristiyanlığın yaygınlaşması ile
birlikte yasaklanmış.
Görevli, “Burası Zerzevan kalesinden çok daha önemi. Gelecekte, Mithraeum adını çok fazla duyacaksınız” diyor.
Görevli, “Burası Zerzevan kalesinden çok daha önemi. Gelecekte, Mithraeum adını çok fazla duyacaksınız” diyor.
Zerzevan,
bunlardan ibaret de değil. 4 metreden fazla yükseklikteki yeraltı sığınağı,
buranın su ihtiyacını karşılayan su sarnıçları (derinliği 11 metre), yüzeyde
ama hala taşlarla görülebilen su kanalı, su çanakları, yeraltı ve yerüstü
kiliseleri, kaya sunağı ve tabi böyle bir yerde onca insanın yaşadığı evler..
Galiba, “altı ahır
üstü ev” türü konutların ilk örneği burada…
Zerzevan
Kalesi’nde sadece bir tek kapı olması da kendine has bir durum.
YANIK TÜRKÜLER, KALP SIZILARI…
Yakınlarda “Kırklar
Dağı” var. Daha doğrusu, Diyarbakır’ın
kıyısındaki Dicle nehrine yakın bir yerden başlayan bu dağ geniş bir alanı
kaplıyor. Yanık türküdeki Kırklar Dağı işte
burasıymış. Bölge insanının yüzyıllar öncesine dayanan yürek sızılarını buram
buran taşıyan efsaneye göre, saygın (zengin, uşakları olan) bir Süryani ailesinin hiç çocuğu olmaz ve
sürekli Kırklar Dağı’na giderek dua
eder, dileklerde bulunur.
Derken ailenin bir kızı olur, adını “Suzi/Suzan” koyarlar.
Derken ailenin bir kızı olur, adını “Suzi/Suzan” koyarlar.
Suzi büyür ve Müslüman komşularının oğlu Adil ile
birbirlerine aşık olurlar. Ama ailelerinin inanışları yüzünden bu aşkı gizli
tutarlar.
Suzi’nin
ailesi her yıl dağa gidip kurban kesmektedir. Bir seferinde Adil de kurban kesilen yere gider (Türküde adı geçen 'ziyaret' kurbanlar kesilen yerin adıymış) ve Suzi ile gizlice buluşup beraber olurlar.
Efsanede “Kırklardağı
ziyareti bunu affetmedi” deniyor. Ama benim anladığım kızlarının Müslüman
delikanlı Adil ile beraber olduğunu öğrenen Süryani aile Suzi’yi, dönüşte Dicle Irmağı’nın üzerindeki On Gözlü Köprüden atarak öldürür. Bunu duyan Adil de aynı köprüden atlayıp canına kıyar.
“Köprü altı kapkara
Suzan gel
beni ara
Saçlarıma
kumlar doldu
Tarak
getir de tara…”
DİCLE’NİN KIYISI NEDEN PLAJ OLMASIN?
“Kırklar Dağı’nın
düzü…”nü Yavuz Bingöl’den
dinlerken Dicle ırmağının türkuaza
çalan sularını sanki göz yaşına
benzetiyorum!
Önümüzde işte On
Gözlü Köprü…
Sahiden de on tane ayağı var…
Daha iyi fotoğraf çekeyim diye köprünün ayağına, ırmağa
doğru inerken başımı ağırlaştıran hüzün dağılıveriyor. Hafifliyor, neşe
doluyorum.
Dicle’nin iki yakasında sekmelerle park yapılmış.
Merdivenlerden iniyorsunuz. Sağınızda solunuzda dinlenme yerleri masa- sandalye değil, “şark köşesi” tarzında düzenlenmiş. Yerde minderler, yastıklar… Her yaştan insanı, genç aşıkları oturup sohbet ederken,
bir şeyler yer içerken görüyorsunuz. Solumuzda bir gelin-damat düğün
elbiseleriyle On Gözlü Köprü manzaralı fotoğraf çektiriyor.
Her taraf cıvıl ..
Aklıma hemen Paris’in
orta yerinden geçen ve Paris Belediyesi’nin
kıyısına plaj yaptığı Seine nehri
geliyor.
Mesela, diyorum...
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi acaba Dicle’nin kenarında böyle bir mekan yapamaz mı?
Deniz olmasa da plajı Diyarbakır'a getirmek neden olmasın!
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi acaba Dicle’nin kenarında böyle bir mekan yapamaz mı?
Deniz olmasa da plajı Diyarbakır'a getirmek neden olmasın!
Bence hem kentin havasını daha da “hafifletme”, gençlere açık havada dinlenip eğlenme, hatta havuz
destekli yüzme; hem de muhteşem Dicle’nin keyfini çıkarma açısından harika
olur. Diyarbakır’ın tanıtımına da büyük
katkıda bulunur, diye düşündüm.
Tabi Dicle her ne kadar Fırat kadar “hırçın” bilinmiyor, “gelin”
kabul ediliyorsa da iniş çıkışları olan bir yer. Örneğin bu On Gözlü Köprü’de su belli bir seviyeye
kadar yükselince Bağdat, bu arada Şanlıurfa da sular altında kalırmış!
Köprünün üstünde halaya durmuş gençleri görüyoruz.
Hiçbirini tanımıyorum. Ama müzik çok davetkar.
Hemen gençlerle halaya duruyoruz. Ruhun uyum sağlıyorsa, ayakları ritme
uydurma çocuk oyuncağı…
ATATÜRK BARAJI’NIN BÖYLE GÖRMEK ŞANS…
Gezilip görülecek çok yer var, ama saatler ilerliyor ve
güneş batmadan Atatürk Barajı’nı görmek
istiyoruz.
Urfakapı’dan
çıkacağız.
Şanlıurfa’ya
giden yola uzaman Şanlıurfa Bulvarı,
Diyarbakır’ın “modern” yüzü. Kendin bu tarafı geniş cadde ve bulvarları,
gökdelenleri, AVM’leri, uydu
kentleri ile Bursa’da da pek eşine rastlanmayan bir ihtişama sahip.
Bulvar 75 metre genişliğinde yapılmış. Osman Baydemir kentin imarına, bu
modern yüzüne damgasını vuran belediye başkanı olarak anılıyor. “Dicle Kent Projesi” de kentin yüzünü
hayli değiştirmiş.
AĞANIN FISTIK TARLALARI…
Buradan Siverek’e
doğru, sağlı sollu verimli araziler görüyoruz. Siverek yörede “ağa”ların en etkili olduğu yermiş.
Susurluk kazası ile adını duyuran Bucak ailesi burada çok etkiliymiş. Anlaşılan
terör konusunda devlete destek verme çerçevesinde, ailenin silahlı koruma
ekipleri kurmasına izin veriliyormuş. Aileden her dönem mutlaka TBMM’ye milletvekili gidermiş. Yolun
iki yanındaki fıstık bahçeleri hayli bakımlı.
Siverek yörede hayli popüler olan “Has yağ” (Tereyağına benziyor ama değil, değişik bir yapımı
varmış) ve et konusunda da yöredeki gıda işyerlerinin ana tedarikçisiymiş.
Hilvan’a doğru gittikçe, fındık, pamuk bahçelerine, hasadı
yaklaşan mercimek tarlaları da ekleniyor.
Ve Estağfurullah
köyünden sonra tarihi yerleşim yeri Samsat
ile 60 köy su altında bırakan
Atatürk
Barajı’nın ana gövde bölümüne ulaşıyoruz.
Komagene
uygarlığının başkenti Samsat’tan
epey tarihi eser alınıp getirilmiş. Mesela müzelerde sergilenen Nevali Çöli kalıntıları
oradan gelmiş. Tabi büyük çoğunluğu da su altında kalmış.
Atatürk
Barajı Şanlıurfa ve Adıyaman arasında çok geniş bir alanı kaplıyor.
Biz vardığımızda, güneş batmıştı.
Ama şansa bakın ki, en son 2004’te açılan baraj kapakları
uzun aradan sonra ilk kez bugün açılmıştı ve bu da bize eşsiz su hareketleri
görüntüsü veriyordu. Barajı seyrettiğimiz yerde, baraj inşaatında yaşamını
kaybeden 25 işçinin anısına yapılan bir anıtı da gördük.
Barajda güneşin batışından sonra kararan geceyi elektrik
ışıkları aydınlatırken, otobüsümüz Adıyaman'ın yolunu tuttu. Adıyaman'da ilk iş yemek yemek ve otele yerleşmek.
Bu gece, tatilimizin son gecesi. Nemrut Dağı’nın
zirvesinde güneşin doğuşunu görmekte kararlıyız. Bu nedene saat 02.30’da,
yataktan kalktığımız gibi otobüse koşacağız. Nemrut soğukmuş, yanımıza kalın
elbiseler almak istiyoruz.
(Devam edecek…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder