4 Haziran 2019 Salı

KOZA İLE GAP GEZİSİ: 6 DİYARBAKIR...




DİYARBAKIR: Binlerce yıllık görkemli tarihin sancılı kenti...

Diyarbakır gezimizin önemli duraklarından birisi. Önemi, sadece nüfusun 1,7 milyon olmasından kaynaklanmıyor. Burası Güneydoğu’un toplumsal, sosyokültürel ve siyasal açıdan en dinamik kenti.
Her şeyden önce, neredeyse taş devrine kadar uzanan bir tarihe, 5 bin 700 metre uzunluğu ile Çin Seddi’nden sonra dünyada en uzun surlara sahip bir kent.  Yakın zamana kadar bu surların içinde yaşayan, kent girişleri olan Mardin Kapı, Urfa Kapı, Dağkapı (Elazığ yoluna giden) ve Yeni Kapı’sı ile tanınan bir yer. 

Kaldığımız Demir Otel, diğer merkez ilçelerin aksine her yıl nüfus kaybeden Sur’da. Bu sabah ilk defa, otelden eşyalarımızı almadan ayrılıyoruz. Çünkü akşam da burada kalacağız. Yürüyerek İçkale’ye gidiyoruz.
Hatırlanacağı gibi “Hendek olayları” sırasında Diyarbakır’ın en eski ve en zengin tarihi mekanlarının bulunduğu Sur ilçesi büyük ölçüde tahrip olmuş, adeta yerle bir edilmişti. İçkale denen yer, binaların yıkılmasından sonra park alanı ve müze ile turistik bir yer olmuş.
Sağınızda görkemli Diyarbakır Surlarını görüyorsunuz.
4. Yüzyılda yapılan bu surların üzerinde 82 burç varmış. Burası kentin yönetim merkeziymiş. Şimdi resmi adı: Hz. Süleyman Camii ve İçkale ParkıHz. Süleyman ile 27 “sahabe”sinin mezarları var.
Buradaki cami Arap mimarisi. Hz. Süleyman’ın türbesi, müze,  hatta surlarda siyah bazalt taşları hakim.

Arap deyince... Bir dönem Bekir adında ünlü bir Arabın bu kente hakim olduğu, kentin  Diyarbekir (Bekir’in memleketi)” adını aldığı, ismin Cumhuriyet döneminde “Diyarbakır” olarak değiştirildiğini duyduk.

Merdivenlerden surların üzerine çıkıyoruz.
Önümüzde Dicle Irmağı
Biraz ilerisinde camiler ve kamu binalarıyla ufak bir kasabayı andıran Dicle Üniversitesi.
Dicle’nin kıyısına doğru uzanan yemyeşil, efsanevi “Hevsel Bahçeleri”…
Diyarbakır surlarının ihtişamı sanırım en iyi buradan izleniyor.
Surların içindeki yerleşim alanında tam bir karmaşa var.

TOKİ SUR’DA ‘VİLLA’  YAPIYOR!

Ön tarafta, sura yakın bölgede TOKİ iki katlı evler yapmış. TOKİ’nin “dubleks”, “villa” tarzı konut yapmasına ilk kez burada tanık oldum.
Sur’da yıkılan konutların bir bölümü tamamen ortadan kaldırılmış. Yerine yapılan binalar henüz tamamlanmış, ancak gördüğümüz inşaatların kabası bitmiş.

TOKİ’nin “villa” inşaatlarının arkası ise sanki depremden yeni çıkmış gibi. Bombalar, iş makineleri evleri, işyerlerini darmadağın edilmiş.
Surun tepesinde fotoğraflar çekip, aşağıya iniyoruz.
Gördüğüm birkaç Diyarbakırlıya şunu sordum:
Sur’da TOKİ inşaatlar yapıyor. Memnun musunuz? Sur halkı olarak mağdur musunuz?”
Yanıtlar yaklaşık şöyle:

“Burada herkesin tapusu vardı. (Aslında tarihi sit alanı olduğu için pek çok bina da kaçakmış,1985’de hepsine tapu verilmiş) Evler yıkılınca herkese bazı seçenekler sunuldu. İsteyene, buyurun kendi aranızda birleşin, kendi evinizi kendiniz yapın da dendi. Çoğu parasını aldı, çıktı. Bir kısım vatandaş da üstüne para ekleyip yeni konutlardan yer aldı. Mağduriyetimiz şu ki, mesela devlet bana yıkılan evimin karşılığında 90 bin lira vermiş. Ama yıkım işi olmasa da kendim satsaydım, belki 140 bin liraya satacaktım. Bu anlamda çok mağdur olduk. Ev için bana 90 bin verilmiş, ama şimdi oradan ev almaya kalksan 400-500 bin lira. Tabi yeni inşaatlarla buranın havası değişti. Cami dışında bütün tarihi eserler yok oldu. Onun yerine lüks evler oluyor.”

Tabi işin psikolojik, gönüllerle ilgili boyutları var. Sur’daki sokakların savaş alanına  dönmesi, yaşanan ölümler, sakatlanmalar, çekilen acıların üstü örtülmeye çalışılsa da insanların yüzündeki burukluğu görebiliyorsunuz.  Hatta, TOKİ inşaatlarına bakıp, “Belki de fakirleri kovup, buraya lüks konutlar inşaat etmeyi baştan planladı hükümet. Olaylar falan, işlerini kolaylaştırdı. Belki de her şey rant için miydi” diye seslendirilen düşünceler de vatandaş ile hükümet/devlet arasındaki gönül bağının hayli zayıflığına, güvensizliğe işaret gibi.

ZENGİN TARİH


Dicle Irmağının kıyısındaki Atatürk Köşkü’ndeki eşyalar alınarak Kaleiçi’deki müzeye getirilmiş. Müzeyi gezerken, Atatürk’ün 1916 ve 1917’de iki kez Diyarbakır’a geldiğini öğreniyoruz. Atatürk buraya en son 1937’de Demiryolunun açılış görenine gelmiş.
Diyarbakır Müzesi’nde kentin tarihine ilişkin kronolojiyi görünce buranın niye “UNESCO”nun dünya mirası listesine alındığını anlayabiliyorsunuz. Kentin tarihi, ta Körtik Tepe’de neolitik çağa ait bulgularla başlıyor. Hakemi Use, Karaveylan, Kenan Tepe, Hırbemerdon Tepe, Üçtepe, Ziyaret Tepe, Kavuşan Tepe, Hilar Mağaralarının buluntuları ile Roma ve Osmanlı’ya kadar geliyor.

Gezide Diyarbakır’ın adeta simgelerinden olan bir taş kabartma dikkatimi çekti: Boğa ile Aslan’ın mücadelesi! Aslan koskoca boğanın sırtına çıkmış, bir kavgadır gidiyor, ama öyküsünü dinlemedim. Boğanın güç yanında, tarımda üretkenliği temsil ettiği düşünülüyor. Malum Mezopotamya insanlığın tarımı ilk keşfettiği yerlerden.

CAHİT SITKI VE AHMET ARİF EVLERİ...

Ünlü şairler Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmet Arif’in Diyarbakırlı olduğunu duymuştum. Meğer ikisi de  kapı komşusu imiş. Evleri sırt sırta. İkisinin evi de Ulucami’ye yakın bir sokakta. İki ev de geleneksel Diyarbakır yerleşimi tarzında. 
Siz sağlı sollu yüksek iki duvarın arasında dar bir sokakta yürüyorsunuz. Evlerin pencereleri vs. görünmüyor. Evi, bir demir kapıdan içeri girince görüyorsunuz.
İlk olarak Cahit Sıtkı Tarancı’nın evine girdik.
Dış kapı çok orijinal… İki tokmağı var. Üstteki tokmağa vurunca kalın, tok bir ses çıkıyor. Bu, eve gelen misafirin erkek olduğunu haber veriyormuş. Alttaki daha tiz ses çıkaran küçük tokmak ise misafirin kadın ya da çocuk olduğunu...

Anlaşılan, şairin ailesinin maddi durumu çok iyiymiş. Evin ortası avlu. Ortada su kuyusu ve küçük bir havuz. Ev fiilen üç katlı. Alt kat genelde gıda, yakacak vs. deposu olarak kullanılırmış. Taş merdivenlerle ikinci kattaki evlere çıkılıyor.
“Evler” diyorum, zira burada her birisi 3+1 gibi düşüneceğiniz 4 ayrı yer var. (toplam 12 oda). Aile her birini ayrı bir mevsimde kullanırmış. Örneğin bol güneş alan güney cephedeki ev “Kışlık”, az güneş alan kuzeydeki ev “yazlık konutmuş. Kullanılan malzeme, yöresel bazalt taşı. Katlar arasındaki bağlantı, ağaç. Zemin kat çelik profil. Ancak bu çelik profiller baştan beri var mıydı, restorasyonda mı yapıldı, anlamadım. Çatı katında kuşlar için “güvercinlik” diyebileceğimiz bölümler var.

Burası müze gibi. Şairin heykeli, eserlerinden bölümler, ailesine ve kendine ait fotoğrafları, kişisel eşyaları, şiirleri vs.  sergileniyor. Pratikte de bir tür “kafe”. Yani kitap okumanıza, hatta Tarancı ile ilgilenmenize de gerek yok. Çay kahve içip, Diyarbakır sıcağında taş yapının serinliğinde dinlenebileceğiniz bir yer.
Cahit Sıtkı’nın hayatının büyük bölümünü İstanbul, bir kısmını da Paris’te geçirdiğini, Galatasaray Lisesi’nde okuduğunu, yazma serüvenini Osman Saba ile başladığını okumuşsunuzdur. Aslında maddi durumu hayli yerinde olan babasının durumu kötüye gitmeye başlayınca, para kazanmak zorunda kalır ve benim  anladığım yazı  yazma işi asıl olarak Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı öykülerle başlar.

“Hasretinden pırangalar eskittim”i ile hatırladımız Ahmet Arif’in ailesine ait mekan da benzer işleve sahip. Ancak Ahmet Arif Müze ve Kütüphanesi Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde. Burası Tarancı evindeki kafe havasından daha çok kütüphane havasında.
Duvarları, Arif’in şiirleri süslüyor.

ULUCAMİ SERİNLİĞİ…

Her kentte olduğu gibi Diyarbakır’da da bir Ulucami var. Selçuklu, Emevi mimarisi. Bazalt taşından yapılmış ve özellikle kolonlardaki el işçiliği muhteşem.'
Anadolu'daki ilk camilerden birisi. 639'da müslümanlar kenti fethettiğinde, Mar Toma kilisesinin üzerine yapılmış.
Mevsim Mayıs sonu olmasına rağmen dışarıda hava hayli sıcak. Namaz vakti değil, ama caminin avlusunda, şadırvanın çevresinde hayli insan görüyoruz. Caminin içerisinde insanların bir kısmının rahlelere konulmuş Arapça kitaplara bakarken, bir kısmının halıların üstüne sere serpe yatması ilk anda tuhaf geldi. Aralarında yatağında uyuyor pozisyonda olanlar bile vardı. Meğer insanlar sokaktaki sıcaktan kurtulmak için camilere giriyor, içerideki serin ortamda zaman geçiriyormuş.



Dışarıda camii avlusunda oturan bazı Diyarbakırlılarla sohbet ettik. Bizim Diyarbakırlı olmadığımızı hemen fark edip söze girdiler: “Hoş geldiniz. Çok sağolun. Gelin, gelin kardeşim... Diyarbakır’ı kendi gözlerinize görün. Burası size anlatıldığı gibi bir yer değil. Biz hiç kötü insanlar değiliz. Allah sizden razı olsun. Gidince gördüklerinize anlatın, herkes burayı gelsin, görsün…”
Hani “Turist” kafilesini görünce avucunu ovuşturmaya başlayıp “Buyruuunnn efeeenndimmm” türünden “esnaf” davranışlarına çok
tanık olmuştum, ama ilk defa sıradan insanların misafirleri böylesine sıcak karşılamalarına tanık olmak hayli farklı bir his yarattı. Belli ki haklarındaki önyargıların kalkmasını istiyorlar. Bazılarıyla hemen kaynaştık, hatıra fotoğrafı çektirdik.

HASAN PAŞA HANI…

Bursa’daki Koza Han, Pirinç Han vs. gibi Diyarbakır’da da, hepsi bir tür çarşı, belki de modern  AVM’lerin alternatifi olabilecek hanlar var. Ulucami’den ayrıldıktan sonra girdiğimiz tarihi Hasan Paşa Hanı’nda içtiğimiz menengiç kahvesi, o zamana kadar içtiklerimin hepsinden farklıydı… Menengiç kahvesinin toz değil de cam şişelerde sıvı olanından almak lazımmış. Tercihan süt veya krema, bal, üstüne ezilmiş antepfıstığı…

Hasan Paşa hanına bakarken, bu kentte “dışarıda kahvaltı” kültürünün hayli yaygın olduğunu fark ettim. Galiba en gözde yiyecek de ciğer… Kahvatı ve ciğer… Burada kahvaltıda ciğer yemek revaçtaymış.
Masada kahve içerken yandaki tezgahta spatula lle haşlanmış gibi duran kremalı bir karşımı hızlı hızlı karan bir ustayı fark ettim. Karıştırdı, kardı, kattı; düz bir zemine iyice yaydı ve bir dakika bile geçmeden, soğuyup buz haline gelen o maddeyi spatula ile kazıyıp külaha koydu! 
Meğer bu bir dondurma çeşidiymiş.

Handaki dükkanların çoğu takı, hediyelik eşya… Tuzu kuru kesimin gündelik zevk ve meraklarına ilişkin ne varsa bulmak mümkün…

DÖRT AYAKLI MİNARE…

Diyarbakır’da ünlü hukukçu, Baro Başkanı Tahir Elçi’nin katledilmesiyle adını duyduğumuz Dört Ayaklı Minare, meğer bağımsız bir tarihi eser değil, oradaki eski camilerden birisinin minaresiymiş.. Yani adamı camide
katletmişler!
Akkoyunlular zamanında yapılan Şeyh Mutahhar Camii.
Hoparlör yokken, bu minarenin ayaklarının üstündeki girişe bir tahta merdivenle çıkılıyormuş. Tabi şimdi yukarıya bağlıyorlar hoparlörü, saati geldiğinde merkezden devreye giren banttan okunuyor ezan...
Meğer ne dirençli minareymiş! Hayatını hukukun işlemesi, terörün durması yolunda mücadele etmeye adayan Tahir Elçi’ye meğer ne kadar mermi sıkılmış. Minarenin taş ayaklarına isabet eden mermilerin yeri öylece duruyor

 SAKİN KENTTE BETON BARİYERLER…

Terörün, şiddetin artık tarih olmasını umarak otobüslere biniyoruz. Aslında burada “terör” havası göremedik.
Gündelik yaşam gayet kendi minvalinde akıyor görünüyor. Caddeler, sokaklar cıvıl cıvıl. Korku çekinme gibi bir hisse kapılmıyorsunuz. Hatta geceleyin öylesine otelin bulunduğu caddeden epey uzaklara gittim, sokak lambalarının bile ışıtmadığı yerlerde dolaştım. Gayet güvenli bir kent izlenimi edindim.
 Ancak polis ve kamu binalarına yaklaşınca yoğun önlemler dikkat çekici. Örneğin gece önünden geçtiğim polis karakolunun giriş kapısını göremedim. Ön taraf tamamen yüksek bariyerlerle kapatılmış. Ara sokakta panzerler, polis araçları.

Kulağımı paravana dayadığımda, içeride polisler arasında, müzik eşliğinde çay kahve muhabbetinin gırla gittiğini anladım. O yüksek paravanın ön tarafında da, tam karşımda, 4-5 genç sokakta çalgı çalıyor, müzik eşliğinde oynuyordu...
Otobüse binip kent dışına çıkarken sağ yanımda, “Yenişehir Kaymakamlığı” tabelasını gördüm. Ama binanın çevresi tamamen yüksek beton bariyerlerle kapatılmış. Binanın girişini göremiyorsunuz.

3.000 YIL ÖNCESİNİN YÖNETİM MERKEZİ: ZERZEVAN KALESİ…


Dört ayaklı minarelere bir daha kimsenin kanının bulaşmamasının dileyerek, Diyarbakır-Mardin yoluna düşüyoruz.
Çınar ilçesinden 13 km. sonra vardığımız yer, çevresinde verimli arazileri olan bir tepenin zirvesi. Otobüsümüz birkaç yüz metre aşağıda durmak zorunda kalıyor, uygun yol yok.
Tepede, gözümüzün önündeki şey salt bir kale değil… Bildiğin antik kent harabelerini görüyoruz. 
Meğer burası da Roma’nın sınır garnizonlarından birisi, bölgede çok önemli bir yönetim merkeziymiş. 
Biraz aşağıda Demirölçek köyü var.

Bu harabeler yaklaşık 60 dönümlük bir alanı kaplıyor. Çevresindeki surların çoğu yıkılmış. Burası Edessa’dan (Şanlıurfa) Nisibis’e (Nüsaybin) giden bir antik yolun üzerindeymiş.
M.S 3.Yüzyılda kurulan bu antik kentin bölgeyi kontrol etmeyi, gözetlemeyi sağlayan coğrafyası, buranın stratejik bir savunma merkezi olmasını sağlamış. Aslında alanda kayda değer bir kazı yapılmadığı için tam olarak ne olduğunu da bilen yok. Burayı bize anlatan görevli, çevredeki kale surlarının toplam uzunluğunun bin 200 metre olduğunu, yeraltında 400 kişinin yaşayabileceği sığınakların var olduğunu, farklı ünitelerin yeraltı tünelleri bile birbirine bağlandığını anlattı. Dara gibi burasının da Doğu Roma’nın askeri açıdan önemi bir merkezi olduğu anlaşılıyor. Eski adı Samachi imiş.
 
MİTHRAEUM, ‘DERİN DEVLET’

Sasaniler burayı ele geçirip yerle bir etmişler. Görevli, buranın gizli haberler sokulan tünellere sahip olduğunu, özellikle Mithraeum’un adeta “derin devlet”in merkezi olduğunu düşündüklerini söyledi.
Peki buranın “derin devlet” merkezi olduğunu düşündüren şeyler neler?
Sığınağın bulunduğu ana kaya oyularak 7 metre uzunluk, 5 metre genişlik ve 2,5 metre yükseklikte 35 metrekare bir yer var. Burada, kralın boğayı kurban ettiği anlatılıyor. Boğa, malum güç demek. Kral, boğayı ayaklarından tavana asarak, çevreye bir tür korku salıyor olmalı.
Boynundaki atardamar kesilen boğanın kanı, taştan lavaboyu andıran bir yere akıtılıyor, kral o kandan içiyor, kanın geri kalanı ile de yıkanıyormuş!
Mitras, Pers kökenli güneş tanrısıdır. “Aracılık eden” demekmiş. Yani bu Mitras kendini Güneş Tanrısı yerine güç kullanan, insanları yönetmeye yetkili kişi olarak kabul ettirmiş.
İbadetleri tamamen gizliymiş. Bunlara katılabilmek için ağır bedensel ve psikolojik sınavlar varmış. Galiba tavandaki asma yerleri sadece boğaların asılmasında kullanılmıyormuş!
Bu tarz, bir “din” Hristiyanlığın yaygınlaşması ile birlikte yasaklanmış. 
Görevli, “Burası Zerzevan kalesinden çok daha önemi. Gelecekte, Mithraeum adını çok fazla duyacaksınız” diyor.
Zerzevan, bunlardan ibaret de değil. 4 metreden fazla yükseklikteki yeraltı sığınağı, buranın su ihtiyacını karşılayan su sarnıçları (derinliği 11 metre), yüzeyde ama hala taşlarla görülebilen su kanalı, su çanakları, yeraltı ve yerüstü kiliseleri, kaya sunağı ve tabi böyle bir yerde onca insanın yaşadığı evler..

Galiba, “altı ahır üstü ev” türü konutların ilk örneği burada…
Zerzevan Kalesi’nde sadece bir tek kapı olması da kendine has bir durum.

YANIK TÜRKÜLER, KALP SIZILARI…

Yakınlarda “Kırklar Dağı” var. Daha doğrusu, Diyarbakır’ın kıyısındaki Dicle nehrine yakın bir yerden başlayan bu dağ geniş bir alanı kaplıyor. Yanık türküdeki Kırklar Dağı işte burasıymış. Bölge insanının yüzyıllar öncesine dayanan yürek sızılarını buram buran taşıyan efsaneye göre, saygın (zengin, uşakları olan) bir Süryani ailesinin hiç çocuğu olmaz ve sürekli Kırklar Dağı’na giderek dua eder, dileklerde bulunur. 
Derken ailenin bir kızı olur, adını “Suzi/Suzan” koyarlar.
Suzi büyür ve Müslüman komşularının oğlu Adil ile birbirlerine aşık olurlar. Ama ailelerinin inanışları yüzünden bu aşkı gizli tutarlar.
Suzi’nin ailesi her yıl dağa gidip kurban kesmektedir. Bir  seferinde Adil de kurban kesilen yere gider (Türküde adı geçen 'ziyaret' kurbanlar kesilen yerin adıymış) ve Suzi ile gizlice buluşup beraber olurlar.
Efsanede “Kırklardağı ziyareti bunu affetmedi” deniyor. Ama benim anladığım kızlarının Müslüman delikanlı Adil ile beraber olduğunu öğrenen Süryani aile Suzi’yi, dönüşte Dicle Irmağı’nın üzerindeki On Gözlü Köprüden atarak öldürür.  Bunu duyan Adil de aynı köprüden atlayıp canına kıyar.
Köprü altı kapkara
Suzan gel beni ara
Saçlarıma kumlar doldu
Tarak getir de tara…”


DİCLE’NİN KIYISI NEDEN PLAJ OLMASIN?

Kırklar Dağı’nın düzü…”Yavuz Bingöl’den dinlerken Dicle ırmağının türkuaza çalan  sularını sanki göz yaşına benzetiyorum!
Önümüzde işte On Gözlü Köprü…
Sahiden de on tane ayağı var…
Daha iyi fotoğraf çekeyim diye köprünün ayağına, ırmağa doğru inerken başımı ağırlaştıran hüzün dağılıveriyor. Hafifliyor, neşe doluyorum.

Dicle’nin iki yakasında sekmelerle park yapılmış. Merdivenlerden iniyorsunuz. Sağınızda solunuzda dinlenme yerleri masa- sandalye değil, “şark köşesi” tarzında düzenlenmiş. Yerde minderler, yastıklar… Her yaştan insanı, genç aşıkları oturup sohbet ederken, bir şeyler yer içerken görüyorsunuz. Solumuzda bir gelin-damat düğün elbiseleriyle  On Gözlü Köprü manzaralı fotoğraf çektiriyor.
Her taraf cıvıl ..
Aklıma hemen Paris’in orta yerinden geçen ve Paris Belediyesi’nin kıyısına plaj yaptığı Seine nehri geliyor.

Mesela, diyorum...
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi acaba Dicle’nin kenarında böyle bir mekan yapamaz mı?
Deniz olmasa da plajı Diyarbakır'a getirmek  neden olmasın!
Bence hem kentin havasını daha da “hafifletme”, gençlere açık havada dinlenip eğlenme, hatta havuz destekli yüzme; hem de muhteşem Dicle’nin keyfini çıkarma açısından harika olur. Diyarbakır’ın tanıtımına da büyük  katkıda bulunur, diye düşündüm.
Tabi Dicle her ne kadar Fırat kadar “hırçın” bilinmiyor, “gelin” kabul ediliyorsa da iniş çıkışları olan bir yer. Örneğin bu On Gözlü Köprü’de su belli bir seviyeye kadar yükselince Bağdat, bu arada Şanlıurfa da sular altında kalırmış!

Köprünün üstünde halaya durmuş gençleri görüyoruz. Hiçbirini tanımıyorum. Ama müzik çok davetkar.  Hemen gençlerle halaya duruyoruz. Ruhun uyum sağlıyorsa, ayakları ritme uydurma çocuk oyuncağı…

ATATÜRK BARAJI’NIN BÖYLE GÖRMEK ŞANS…

Gezilip görülecek çok yer var, ama saatler ilerliyor ve güneş batmadan Atatürk Barajı’nı görmek istiyoruz.
Urfakapı’dan çıkacağız.

Şanlıurfa’ya giden yola uzaman Şanlıurfa Bulvarı, Diyarbakır’ın “modern” yüzü. Kendin bu tarafı geniş cadde ve bulvarları, gökdelenleri, AVM’leri, uydu kentleri  ile Bursa’da da pek eşine rastlanmayan bir ihtişama sahip.
Bulvar 75 metre genişliğinde yapılmış. Osman Baydemir kentin imarına, bu modern yüzüne damgasını vuran belediye başkanı olarak anılıyor. “Dicle Kent Projesi” de kentin yüzünü hayli değiştirmiş.

AĞANIN FISTIK TARLALARI…

Buradan Siverek’e doğru, sağlı sollu verimli araziler görüyoruz. Siverek yörede “ağa”ların en etkili olduğu yermiş. Susurluk kazası ile adını duyuran Bucak ailesi burada çok etkiliymiş. Anlaşılan terör konusunda devlete destek verme çerçevesinde, ailenin silahlı koruma ekipleri kurmasına izin veriliyormuş. Aileden her dönem mutlaka TBMM’ye milletvekili gidermiş. Yolun iki yanındaki fıstık bahçeleri hayli bakımlı.
Siverek yörede hayli popüler olan “Has yağ” (Tereyağına benziyor ama değil, değişik bir yapımı varmış) ve et konusunda da yöredeki gıda işyerlerinin ana tedarikçisiymiş.
Hilvan’a doğru gittikçe, fındık, pamuk bahçelerine, hasadı yaklaşan mercimek tarlaları da ekleniyor.
Ve Estağfurullah köyünden sonra tarihi yerleşim yeri Samsat ile 60 köy su altında bırakan
Atatürk Barajı’nın ana gövde bölümüne ulaşıyoruz.
Komagene uygarlığının başkenti Samsat’tan epey tarihi eser alınıp getirilmiş. Mesela müzelerde sergilenen Nevali Çöli kalıntıları oradan gelmiş. Tabi büyük çoğunluğu da su altında kalmış.
Atatürk Barajı Şanlıurfa ve Adıyaman arasında çok geniş bir alanı kaplıyor.
Biz vardığımızda, güneş batmıştı.
Ama şansa bakın ki, en son 2004’te açılan baraj kapakları uzun aradan sonra ilk kez bugün açılmıştı ve bu da bize eşsiz su hareketleri görüntüsü veriyordu. Barajı seyrettiğimiz yerde, baraj inşaatında yaşamını kaybeden 25 işçinin anısına yapılan bir anıtı da gördük.
Barajda güneşin batışından sonra kararan geceyi elektrik ışıkları  aydınlatırken, otobüsümüz Adıyaman'ın yolunu tuttu. Adıyaman'da ilk iş yemek yemek ve otele yerleşmek.


Bu gece, tatilimizin son gecesi. Nemrut Dağı’nın zirvesinde güneşin doğuşunu görmekte kararlıyız. Bu nedene saat 02.30’da, yataktan kalktığımız gibi otobüse koşacağız. Nemrut soğukmuş, yanımıza kalın elbiseler almak istiyoruz.

(Devam edecek…)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder