“Eski”
ve “Yeni”siyle, Mardin kent
merkezini bu sabah, kafamdaki pek çok soruyla terk ediyorum. Galiba Mardin’in
tanımak, anlamak öyle bir günlük koşuşturmacayla olacak iş değil.
En azından, berbere girip saç-sakal kestirme yerine sadece
“sakal düzelten”, hafif obez, belli ki işsiz; ama bir şekilde yaşayıp giden, hayli
gururlu, keyfine düşkün, yerine göre kabadayı karayağız Mardinli genç erkekler
ile çoğu kapalı olmakla birlikte yüzleri oldukça bakımlı, elleri ve gözleri mobil
telefonlarında
dünyayı anlamaya çalışan hayli fit Mardinli genç kızların yüzüne bakarak birkaç
sorunun yanıtını bulmayı çok isterdim.
Örneğin bu topraklarda Osmanlı döneminde, yani bildiğin
koyu şeriat rejiminde bile cami ve kiliseler; Türkler, Süryaniler, Araplar,
Kürtler, Yezidiler yan yana olabiliyorken, ne oldu da cumhuriyet ve de herkesin
inancında özgür olmasını, karşılıklı saygı hukukunu öngören Laik Türkiye’de
bunu başaramıyoruz?
Neden, nedeeeeennn?
Merak ediyorum… Türk-Kürt-Arap-Yezidi-Süryani; Müslüman-Hristiyan
genç ya da orta yaşlı erkekler, kadınlar yüreklerine aşk ateşi düştüğünde neyle
karşılaşıyorlar! Başlarına ne geliyor?
Süryani halkın 4-5 bine düşen toplam nüfusuna, Yezidiler
hakkında ayyuka çıkmış önyargılara bakılırsa, “farklı din ve kültürlerin asırlar süren uyumu” sadece retorik bir
güzelleme.
Mesela, şehirlerde hep “Düşman işgalinden kurtuluşu” kutlanır.
Mardin’de böyle bir gün yokmuş, çünkü Mardin İşgal edilmemiş!
İslam dini, Anadolu’ya genelde Osmanlı ile gelmiş. Ama
Mardin’de Osmanlı’dan çok önce İslam dini varmış… İslam’ın en önemli eğitim
kurumlarından olan Kasımiye Medresesi Akkoyunularca, Osmanlı’dan çok önce yapılmış. Ve tabi kente
damgasını vuran Artuklular olmuş…
Rehberimiz Ahmet
Çoban sanki kafamdaki soru işaretlerini hissetmiş gibi, otobüsü 2 bin 200
Süryani vatandaşın yaşadığı söylenen Midyat’a
yönlendiriyor.
SAVUR VE ÇAY KENARINDA VERİMLİ BAHÇELER…
Yalnız, Mardin-Midyat
arasındaki normal karayoluna değil de Savur yoluna giriyoruz.
Gercüş-Savur
yolunda Dereiçi diye bir Süryani
köyü varmış, oraya gideceğiz.
Yol boyu, gayet verimli topraklar görüyoruz. Ama
önlerinden çay akan
bahçelerin manzarasına karşılık insan hareketliliğine pek
rastlanmıyor.
Savur’dan geçerken görkemli bir kapının üzerinde kocaman bir Jandarma Komutanlığı görüyor, biraz ileride duruyoruz. Burası bir
kavşak. Kaprünün altından Savur Çayı
adıyor. İçimden “Keşke bizim Nilüfer de
böyle temiz aksa” diyorum. Şehir merkezi tabelasının biraz ilerisindeki
binanın Mardin Artuklu Üniversitesi’ne
bağlı bir meslek yüksekokulu olduğunu öğreniyoruz.
SAVUR’DA ‘SETEN’
ANITI’!
Meydanın ortasında ise koca bir anıt seten!
Yakın zamana kadar köylülerin bulgur, aşlık, tarhana,
nişasta yaptıkları bu dikey değirmen taşlarını, bir zamanlar at, eşek gücüyle
döndürdüğümüzü hatırlıyorum. Eee artık setenler de tarihi eser sıfatı kazandı. Zira,
artık kimse seten kullanmıyor. Yine de kullandığınız bir şeyin anıt olarak
dikildiğini görmek çok ilginç! Seten, Savur meydanında üretkenliği,
çalışkanlığı temsil ediyordur! Çok orijinal bir anıt!
SÜRYANİLERİN ÖNEMLİ MEKANI: KİLLİT…
Mardin’in
savur ilçesine bağlı Dereiçi
(eski
adıyla Killit), ilk bakışta antik
kentleri andırıyor! Belli ki yakın zamana kadar çok kalabalık bir köymüş. Taş
işçiliğinin çok güzel örnekleri verilerek ev, okul, cami, kiliseler yapılmış.
Ve belli ki Süryaniler için çok önemli bir köy, zira içinde kocaman bir kilise
var.
Bu köyün en önemli özelliği, hem protestan, hem Katolik
hem de Ortodoks mezheplerine ait kiliselerin burada olması. Müslüman olmadığı
halde cami yapılıp imam atanan bir yermiş. Ama köyün eski canlı halinden eser
yok.
Köydeki evlerin çok azında yaşam belirtisi görünüyor.
Çoğu terk edilmiş. Harabe gibi sağı solu yıkık dökük olmayıp, bakımlı görünenlerin
de kapıları kapalı. Anlaşılan sahipleri yılda bir gelip gidiyor.
‘BURALARDA DURAMADIK’…
Manastıra giderken, evinin önünde PVC sandalyede oturan
70 yaşlarında birisine yaklaşıp sohbet ediyoruz.
“Köyler
boşaldı. Ben İsveç’te yaşıyorum. Ama her ilkbaharda gelir, 5-6 ay burada
kalırım. Evlerin bakımını yaparım, bahçemde sebzemi yetiştiririm.
Buralarda
duramadık. Gerekçe çok. Ama gidince de çok özlüyoruz” diyor.
“Eskiden
komşuluk nasıldı” diye sorunca, niyetimi anlıyor:
“Çevre
köylerin çoğu Müslümandı. Buralarda kilise de vardı, cami de vardı. Birbirimize gidip gelirdik. Buralar
üzüm bağlarıyla doluydu. Arazimiz çok verimlidir. Bolluk bereket vardı. Ama
1974 Kıbrıs meselesinden sonra hava değişti. Yabancı gibi olduk. Herkes
yurtdışına gitmeye başladı. Biz de gittik yerleştik İsveç’e”.
Köyde eskiden çok üzüm yetiştirilirmiş, şarap fabrikaları
varmış. Aslına bakarsan şarap imalatı, fabika falan hepsi kaçakmış, ama işler
yürüyor, sorun çıkmıyormuş. Süryani
şarabı sadece Türkiye değil Avrupa’da da bir marka oluyormuş. Ancak
son yıllarda fabrika kapanmış. Köyde
sadece 12 hane kalmış sürekli oturan.
Köyün çok huzurlu olduğu konusunda çok iddialı. “Şu evin önüne, dışarıya altın bıraksan
kimse alıp da gitmez” diyor.
Sesimize eşi de evden dışarı çıkıyor, grupla
selamlaşıyor.
Köyün muhtarı bizi Mor Yuana Kilisesine götürüyor. Burası sanki manastır havası veriyor. Çok
büyük ve görkemli bir yapı.
Grup olarak ibadet edilen kilisede ibadet edilen sıralara
oturduk. Karşımızda “hutbe” diyebileceğim, haç ve Hz. İsa resimli bir kürsü
var. Görevli bize kilise hakkında bilgi
verdi. Burada erkekler sağda, kadınlar solda durup koro halinde tanrıya
yalvarırlarmış.
Kilise M.S 4.
Yüzyılda yapılmış, 1800’lerde yıkılmış.
Köyde 1970’lere kadar 5 bin kişi yaşıyormuş. En önemli
tazyik 1974’te yaşanmış. Nüfusun büyük bölümü Avrupa’ya kaçmış. 1990’lı
yıllarda göç ivme kazanmış. Köy muhtarının teröristlerce öldürülmesi de kırılma
noktalarından birisi olmuş.
Kilisenin duvarlarında bin 200 yıllık freskler var.
Buradaki görevli de Süyanilerin Hristiyanlıktaki önemli rolüne dikkat çekiyor.
Türkiye’deki toplam 20 bin Süryani’den 15 bini İstanbul’daymış.
“Kilisemizde sabah, öğle, akşam üç kez çan çalınır. Burada
Oxford, Cambridge eğitimli kadroya sahibiz.” Diyor.
Kilise hayli bakımlı.
Çevre düzeni, özellikle de tuvaletler…
WC’LER PIRIL PIRIL..
Eskiden köyden şehre geldiğimizde, sıkışınca cami
arardık. Zira “umumi tuvaletler”
sadece camilerde olurdu. Kiliselerde de
tuvaletler varmış... Üstelik, itiraf edeyim cami tuvaletlerinden çok daha temiz
ve bakımlı. Tuvalete girince kendimi hamama girmiş gibi hissettim. Tertemiz ve
burnunuza idrar değil sabun kokuyor. Bütün odalarda klozet var. Adamlar kirli
mabadı elle yıkamaya yarayan “alaturka” tuvalet dönemine son
vermişler. Keşke camilerin tuvaletleri de böyle bakımlı olsa demeden edemiyorsunuz.
Ve tuvaletten para alma yok!
MEZAR TAŞLARINDA İNCE SANAT…
Mor Yunaun
Kilisesi’nin bahçesinde mezarlık var. Çok kalabalık değil, ancak
bu mezarlıklarda taş işçiliği sıradışı.
Mezar taşlarına Suryanice yazılar yazılmış. Resimler, kabartmalar… Sanki her birisi sanat eseri.
Evlerin tamamına yakını taştan.
Terk edilenlerin çatısı yok, sadece taş duvarlar ayakta
duruyor.
Burası çok eskiden belediyelik bir yermiş. Sonra köy, Mardin’in Büyükşehir olmasından sonrada “mahalle olmuş”.
ÇOCUKSUZ OYUN PARKI…
Değil çocuk, genç insan kalmayan köyün orta yerinde “belediye hizmeti” babında yaptırılan
çocuk parkı da gözlerden kaçmıyor.
Ve harabe haline gelen eski bir seten…
Killit’te
muhtardan “Suryani Şarabı” alıp
Midyat’ın yolunu tutuyoruz.
İlkbahar olmanın etkisiyle olmalı, sağımız solumuz
yemyeşil. İki keçi sürüsü görüyoruz. Yarı açık ağıldalar.
İçeren
Köy, Şenköy…
Galiba buralarda da bütün köylerin adı 12 Eylül sonrası
değiştirilmiş. Otobüste giderken, rehberimiz Ahmet Çoban gideceğimiz Midyat’ta 11 tane kilise olduğunu söylüyor.
Ama çoğu yıkılmış. Hıristiyanlar arasında süren konsül tartışmaları, bir kısım
Süryanilerin “keldani” mezhebine
geçmesi, Yezidi’lerin Şengal’i mesken edinmesi, Virahşehir’de 3 köyde Yezidilerin yaşıyor olması, kutsallık
atfedilen tavus kuşu, şahmaran, ceylan vs.vs.
KARA ÇARŞAF KİLİSEDE!
Yezidilerin,
başka mezhepten birisiyle evlenemez olması çok çarpıcı geldi.
Çarpıcı gelen şeylerden birisi de manastırlardan
birisinde, yüzünü bize göstermeyen kadın din görevlilerinden birisini bahçede
hızlıca içeri girerken görmem oldu. Ayağında terlik, sadece gözleri görecek
şekilde tepeden tırnağa simsiyah bir elbise..
Bu “kara çarşaf” galiba Müslümanlara has bir şey değil.
Dini inanışlar, gelenekler… Ve de akan hayat…
Yaşam öyle güçlü bir rüzgar estiriyor ki, insanlar bazen
çağın önüne koyduğu herşeyi tepe tepe kullanmakla beis görmediği halde,
beyninin bir kenarında hala saklı tuttuğu “doğru”lara bağlılık yemini ederek ömür
tüketiyor işte. Benim çıkardığım şey şu ki, maalesef hayatın akışı ile
beynimizi kuşatan inançlar arasında uyum sağlama işini hep ertelemişiz. Laiklik
belki de bu yüzden sadece yasa metinlerinde ve günlük retorikte kalmış.
MİDYAT… KİLİSE VE CAMİİLERİ BÖLEN CADDE…
Otobüsümüz Midyat’ın
ana caddesinden gidiyor. Sağımızda cami ve minareler, solumuzda çan kuleleri ve
kiliseler.
Cami ve minarelerin olduğu sağda bildiğin kasaba
görüntüsü, dükkanlar, apartmanlar…
Çan kulesi ve kiliselerin olduğu sol tarafta ise bir sönüklük, bir harabe durumu var. Çok
fazla konut, apartman görünmüyor.
Ancak bazı kiliseler, çan kuleleri çok
görkemli görünüyor.
Burada otobüsten inip çarşıda geziyoruz.
Artuklu
Üniversiesi bünysindeki bir Telkari
Atelyesini geziyoruz. “Telkari”
küçük gümüş telleri işleyip çeşitli eşyalar yapma sanatı gibi.
Ardından Midyat
Çevre Kültür Evi. Hediyelik eşya, takı vs. cinsi dükkanlar. Kendisi
biryerlere yazı yazan, damga basan gençler…
DEVLET KONUKEVİ (SİLA KONAĞI)
Muhteşem taş mimariye sahip. Manastırları andırıyor. Anlaşılan
eski bir kilise ya da manastır, yeni bir işleve kavuşturulmuş, Devlet Konukevi
olarak kullanılıyormuş.
“Sila Konağı” da deniyormuş. Ankara’dan gelecek devletlü
şahsiyetlerin kullandığı “süit” odayı bize gösteriyorlar.
Burada “Sila”
ve “Hercai” dizisi çekilmiş.
Üst katları kapalıydı.
Ayrıca yağan yağmuru çatıdan toplayıp, mutfak
yakınlarında bir su deposuna akıtan bir sistem de varmış.
Midyat’ta « telkari »
dahil, ince el işçiliğinin yaygınlığı beni şaşırtıyor. Çarşıda da yöreye has,
özellikle gıda ürünleri hayli çeşitli. Fiyatların da gezdiğimiz diğer kentlere
göre hayli uygun olduğunu söyleyebilirim.
Devlet Konukevi’nin üst katlarında güzel Midyat manzarası
var.
İki kiliseye ait çan kulesi ile 2 cami minaresi görünüyor.
İki kiliseye ait çan kulesi ile 2 cami minaresi görünüyor.
MOR GABRİEL
MANASTIRI: KUDÜS’TEN SONRA EN KUTSAL…
Buradan İdil yolu üzerindeki Mor Gabriyel Manastırı’ya gidiyoruz.
« Deyrulumur
Manastırı » da denen Mor
Gabriyel Manastırı Midyat’ın 23 km Güneydoğusunda. Burası gezdiğimiz kilise
ve manastırların en önemlisi. Görevli bize
tanıtırken, « Burası
Kudüs’ten sonra bizim içn en kutsal yerdir » dedi.
Manastır, çok geniş bir arazi üzerinde kurulmuş. Ana
giriş kapısından sonra sağınızda solunuzda meyve ve sebze bahçeleri arasında
yürüyorsunuz. İtiraf edeyim, bu gezide gördüğüm en güzel, en bakımlı fıstık
ağaçları bu manastırdaydı. Adamlar
sadece
manastırın değil, tarla ve bahçelerin duvarlarını da taş işçiliği ile
yapmışlar.
« Dayrul
Umur » , « yaşam manastırı » demekmiş.
Bu nedenle mi bilmem, çevredeki meyve sebze bahçelerini ve buğday ekili
tarlaları görünce bütün kilise ve
manastırların ihtiyaçlarını bu
topraklardan sağladıkları gibi bir hisse kapıldım. Manastırda fıstık,
zeytin ve üzüm bağları ile buğday tarlaları görülüyor.
GELİRİ YURT DIŞI BAĞIŞLAR
İnançlı bir ortodoks hristiyan imajı çizen görevli,
« Burada 14 rahibe vardır. Ama kendilerini size göstermezler » diyor.
Sahiden de hiç birinin yüzünü göremedim. .
Burası aktif, yani hala faal olan bir manastırmış :
“Manastırımızda
toplam 60 kişi yaşıyor. Manastırdaki
kilise ve ibadet yeri gibi 3-4 yer dışında hepsi mutfak, odalar vs. yaşam
alanlarıdır. Burası MS.397’de Rusya, Bizans ve Roma’nın yardımları ile
yapılmıştır.”
Ancak Timur, bölgedeki pek çok yapı gibi burayı da
darmadağın etmiş. Manastırın tabanı altın ve gümüş kaplama imiş. Timur bunları
kazıyıp, eritmiş ve külçe olarak götürmüş. Yani sadece altınlar alınmamış, bina
da yakılmış.
Manastırda Sivas’ta öldürülen 40 “aziz”in mezarı varmış.
Aklıma hemen Madımak katliamı geliyor..
Görevli bize manastırı gezdirirken, üzüm sıkılan, un
yoğurulan mekânları gösterdi. Ekmek ve
Şarap Hristiyan inancında özel bir yere sahipmiş.
Burada binden fazla rahip Yunanca, Latince öğrenmiş ve
çeşitli kiliselere görevlendirilmiş.
Manastırda “Azizlerin Evi” denen bölümde buranın kurucusu
Morsamuel ve Mor Gabriel’in mezarları var.
MEZARLAR RÜTBEYE GÖRE…
Manastırda önemli yere gömülmek için sıradan papaz olmak
yetmiyor, en az piskopos olmak gerekiyormuş. Görevli o kadar emin ki, buraya
gömülecek din görevlisinin adını ve şu anda ne yaptığını bile açıkladı!
Mezarların şekli de bir hiyerarşiye gore. Örneğin üst
düzey rahipler mezara oturur ve doğuya bakar şekilde gömülürken, sıradan
hıristiyan süryani din adamları “sırtüstü yatıp doğaya bırakılıyor” muş.
Bir de “yatanlar” için ayrı yer diye bir şey yok. Mesela bu manastırda tam 12 bin aziz
defnedilmiş. Yeni bir aziz gömüleceği zaman eski azizin kemikleri toplanıp bir kenara
konuluyor, yerine yenisi defnediliyormuş.
Manastırın ihtişamını, tuvaletlere kadar her yerin son
derece bakımlı olmasını görünce, görevliye, “Değirmenin suyu nerden geliyor”
gibi bir soru sordum.
Yanıt şu: “Bizim
bütün gelirimiz özellikle yurt dışından gelen bağışlardır”.
Başta İsveç olmak
üzere, Türkiye’den göçüp Avrupa’da
yaşayan Süryani’ler arasında periyodik olarak yardım toplanıyormuş.
Manastırda kalan otuz kadar öğrenci genç ise “yatılı” imiş. Bizde “vakıf”, “Öğrenci yurdu” vs. adlarla
şeri eğitim verilen yerler geldi aklıma. Demek ki yoksul Hristiyan
vatandaşların çocukları da burada kiliseye kiliseye çalışacak şekilde
yetiştiriliyor..
Manastırın ana giriş kapısında yeni ve kalabalık bir ziyaretçi
kafilesi ile karşılaşıyoruz.. Onlar içeri, biz
dışarı ve düşüyoruz Midyat-Batman yoluna.
Batman’a bağlı Gerçüş..
Sol tarafta petrolüyle adını duyuran Raman
Dağı.
HASANKEYF..
Gezimizin en çok merak edilen noktalarından birisi olan
Batman’a bağlı Hasankeyf’teyiz.
Hasankeyf, önünde muhteşem Dicle ırmağı akan yıkım halinde bir kasaba…
Şaka maka değil, Hasankeyf’te
yürüdüğümüz cadde ve sokakların, dolaştığımız mahallelerin, şu gördüğümü evlerin,
işyerlerinin, herşeyin birkaç ay sonra sular altında kalacağını düşünmek tuhaf
bir duydu.
Ve anlaşılan herkes neyi varsa alıp götürme, kurtarma derdinde.
Bir yandan evler, işyerleri yıkılıp terkedilirken, diğer
yanda baraj inşaatı da karşımızda son hızla sürüyor.
Hasankeyf’in
Dicle üzerindeki tarihi köprüsü (Ortaçağın en büyük taş köprüsü) yıkılmayacak,
restore edilip, su altı dalgıç ve sporcularına açılacakmış.
Asıl faaliyet ve barajın yumuşak kalbi mağaralar!
Öyle böyle değil… Hasankeyf’te tam irili ufaklı tam
10.000 mağara varmış.
BU KAÇINCI TAŞINMA
Hasankeyf
insanı 1970’li yıllar kadar tamamen bu mağaralarda yaşamış. 1970 sonrasında
devlet bu işe el atmış, “Olur mu canım,
size mağara devrinden kurtaralım” demiş ve beton evler yapılmaya başlanmış.
Tabi Hasankeyf’in
her yanı mağara.
Eee ne olacak, haliyle vatandaş da mağaraların üstüne
beton evler yapmaya başlamış! Pek çok mağara iş makineleriyle dümdüz edilmiş,
ama bu da mağarasız bir Hasankeyf yaratamamış!
Devletin iş makineleri şimdi baraj nedeniyle dalmış Hasankeyf’e…
İşin adı: Ilısu Baraj ve Hidroelektrik santralı. Kurulu güç: 1.200 MWh, Gövde hacmi 23 milyon metreküp. Yükseklik: 131 metre..
Baraj sadece Hasankeyf
değil bir sürü köyü su altında bırakacak. Rakam Hasankeyf’n olduğu yerde 70 metre civarındaymış. Böyle olunca Dicle
kenarında yoğunlaşan kasabanın tamamına yakını su altında kalıyor.
Konutlarla ilgili sorunlar çözülmüş gibii duruyor. 12 bin
yıllık tarihi geçmişi olan bir yerden söz ediyoruz. Dünya kadar tarihi eser
varmış. Ancak şimdi bunların adını bile duymak isteyen yok. Pek çok tarihi eserin,
antik kentin “üstü kapatıyor”muş. Zira “onlarla
uğraşılırsa, yıllar geçer, baraj gecikir”miş. İş makineleri harıl harıl
çalışıyor.
En büyük korku mağaraların çökmesi. Zira bu mağaralar kalker
taşı ve suyu emince ne olacağını kimse kestiremiyor. İnşaat firması mağara
alanlarının önüne devasa betonlar atıyor, zemini sertleştirmeye çalışıyor.
Ilısu Barajı faaliyete geçtiğinde Türkiye’nin dördüncü
büyük barajı olacakmış.
‘ÇOBAN ALİ’ KONUŞUYOR!
Tesadüf bu ya, bize son durum hakkında bilgi vermeye
çalışan Hasankeyfli vatandaş
kendini, “Ben,
hani ‘Benim oyunla bir
çobanın oyu bir olur mu’ diyen Aysun Kayacı’ya dava açan Çoban Aliyim” diye
tanıttı.
Kulak veriyoruz:
“Burada
1970’e kadar binlerce mağara vardı ve biz orada yaşıyorduk. Gazetelerde haberler
çıktı, biz mağarada yaşıyormuşuz. İlkellikmiş… Halbuki biz yaz kış serin serin oturuyorduk.
Mağara denilen yer bizim 4 artı 1 evimizdi. Tabi zorluğu da vardı. Bizim eve çıkmak
için 124 basamak merdiven çıkman gerekiyordu. Ne oldu? Biraz ileriye, düze,
eski tarihi yapılar olan yerlere beton ev yaptık. Elektrik 2000’de, su 2007 de
geldi. Bakın Hasankeyf binlerce yıllık tarihi olan bir yer. Anadolu’da ilk
darphane Artukoğulları tarafından burada kuruldu. Bronz, gümüş paralar burada basılmış. Bu
evlerin hepsini altında tarih var. ”
HERKESE MÜSTAKİL EV..
Hasankeyf’te
ev sahiplerine TOKİ ev yaparken kıyamet kopmuş. Hasankeyfliler, ‘Biz apartman
istemeyiz, herkese tek katlı müstakil ev yapacaksınız” diye ayak diretmiş.
“Ya,
tavuğumuz var, bahçemiz var, niye vazgeçelim” diyor Çoban Ali.
Hasankefin yeni evleri yukarıda, uzakta görünüyor, ama
yanına gitmedik. Sorunlar hallolmuş,
herkes evine yerleşeceği günü bekliyor havası var. Ama farklı bir durum var: Kura rastgele çekilmiş!
Yani orda herkesin kapı komşusu değişecek!
TOKİ, 1-2 katlı evlerin yanına çok katlı binalar da
yapmış,. Ama bunun nasıl kullanılacağı hakkında bilgi edinemedim.
Hasankeyf’ten sonra istikamet Diyarbakır…
Artık akşam oldu. Batman’a varmadan önce yolun sağında
3-4 tane petrol çıkarılan yer görüyoruz.
Ancak uzak olduğu için pompaların fotoğrafını çekemiyoruz.
Batman, bölgenin en modern, dinamik kentlerinden birisi. Ama
kalıp dolaşma şansımız yok.
Diyarbakır’a,
Mardin Kapı’dan giriyoruz, haliyle. Eşyaları
otele yerleştirdikten sonra Diyarbakır
sokaklarında şöyle bir dolaşıyorum. Tahminimden çok daha canlı bir
Diyarbakır görüyorum. Gece saatlerinde dükkanlar, sokaklar vs. cıvıl cıvıl.
Sokakta yüksek ses ve şamatayla müzik yapan birkaç
kişilik grup görüyorum. Kah solo birşeyler söylüyorlar, kah gelip geçeni halaya
davet eden Diyarbakır oyun havaları..
Yarın Diyarbakır’da uyanacağız…
(Devam edecek… )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder