1 Haziran 2019 Cumartesi

KOZA İLE GAP: 5 SUYA GÖMÜLMEDEN HEMEN ÖNCE HASANKEYF... ..



“Eski” ve “Yeni”siyle, Mardin kent merkezini bu sabah, kafamdaki pek çok soruyla terk ediyorum. Galiba Mardin’in tanımak, anlamak öyle bir günlük koşuşturmacayla olacak iş değil.
En azından, berbere girip saç-sakal kestirme yerine sadece “sakal düzelten”, hafif obez, belli ki işsiz; ama bir şekilde yaşayıp giden, hayli gururlu, keyfine düşkün, yerine göre kabadayı karayağız Mardinli genç erkekler ile çoğu kapalı olmakla birlikte yüzleri oldukça bakımlı,  elleri ve gözleri mobil
telefonlarında dünyayı anlamaya çalışan hayli fit Mardinli genç kızların yüzüne bakarak birkaç sorunun yanıtını bulmayı çok isterdim.
Örneğin bu topraklarda Osmanlı döneminde, yani bildiğin koyu şeriat rejiminde bile cami ve kiliseler; Türkler, Süryaniler, Araplar, Kürtler, Yezidiler yan yana olabiliyorken, ne oldu da cumhuriyet ve de herkesin inancında özgür olmasını, karşılıklı saygı hukukunu öngören Laik Türkiye’de bunu başaramıyoruz?
Neden, nedeeeeennn? 

Merak ediyorum… Türk-Kürt-Arap-Yezidi-Süryani; Müslüman-Hristiyan genç ya da orta yaşlı erkekler, kadınlar yüreklerine aşk ateşi düştüğünde neyle karşılaşıyorlar! Başlarına ne geliyor?
Süryani halkın 4-5 bine düşen toplam nüfusuna, Yezidiler hakkında ayyuka çıkmış önyargılara bakılırsa, “farklı din ve kültürlerin asırlar süren uyumu” sadece retorik bir güzelleme.
Mesela, şehirlerde hep  “Düşman işgalinden kurtuluşu” kutlanır. Mardin’de böyle bir gün yokmuş, çünkü Mardin İşgal edilmemiş!

İslam dini, Anadolu’ya genelde Osmanlı ile gelmiş. Ama Mardin’de Osmanlı’dan çok önce İslam dini varmış… İslam’ın en önemli eğitim kurumlarından olan Kasımiye Medresesi Akkoyunularca,  Osmanlı’dan çok önce yapılmış. Ve tabi kente damgasını vuran Artuklular olmuş…

Rehberimiz Ahmet Çoban sanki kafamdaki soru işaretlerini hissetmiş gibi, otobüsü 2 bin 200 Süryani vatandaşın yaşadığı söylenen Midyat’a yönlendiriyor.
SAVUR VE ÇAY KENARINDA VERİMLİ BAHÇELER…
Yalnız, Mardin-Midyat arasındaki normal karayoluna değil de Savur yoluna giriyoruz.
Gercüş-Savur yolunda Dereiçi diye bir Süryani köyü varmış, oraya gideceğiz.
Yol boyu, gayet verimli topraklar görüyoruz. Ama önlerinden çay akan
bahçelerin manzarasına karşılık insan hareketliliğine pek rastlanmıyor.
Savur’dan geçerken görkemli bir kapının  üzerinde kocaman bir Jandarma Komutanlığı görüyor, biraz ileride duruyoruz. Burası bir kavşak. Kaprünün altından Savur Çayı adıyor.  İçimden “Keşke bizim Nilüfer de böyle temiz aksa”  diyorum.  Şehir merkezi tabelasının biraz ilerisindeki binanın Mardin Artuklu Üniversitesi’ne bağlı bir meslek yüksekokulu olduğunu öğreniyoruz.
SAVUR’DA  ‘SETEN’ ANITI’!

Meydanın ortasında ise koca bir anıt seten!

Yakın zamana kadar köylülerin bulgur, aşlık, tarhana, nişasta yaptıkları bu dikey değirmen taşlarını, bir zamanlar at, eşek gücüyle döndürdüğümüzü hatırlıyorum. Eee artık setenler de tarihi eser sıfatı kazandı. Zira, artık kimse seten kullanmıyor. Yine de kullandığınız bir şeyin anıt olarak dikildiğini görmek çok ilginç! Seten, Savur meydanında üretkenliği, çalışkanlığı temsil ediyordur! Çok orijinal bir anıt!
SÜRYANİLERİN ÖNEMLİ MEKANI: KİLLİT…
Mardin’in savur ilçesine bağlı Dereiçi
(eski adıyla Killit), ilk bakışta antik kentleri andırıyor! Belli ki yakın zamana kadar çok kalabalık bir köymüş. Taş işçiliğinin çok güzel örnekleri verilerek ev, okul, cami, kiliseler yapılmış. Ve belli ki Süryaniler için çok önemli bir köy, zira içinde kocaman bir kilise var.
Bu köyün en önemli özelliği, hem protestan, hem Katolik hem de Ortodoks mezheplerine ait kiliselerin burada olması. Müslüman olmadığı halde cami yapılıp imam atanan bir yermiş. Ama köyün eski canlı halinden eser yok.  

Köydeki evlerin çok azında yaşam belirtisi görünüyor. Çoğu terk edilmiş. Harabe gibi sağı solu yıkık dökük olmayıp, bakımlı görünenlerin de kapıları kapalı. Anlaşılan sahipleri yılda bir gelip gidiyor.
‘BURALARDA DURAMADIK’…
Manastıra giderken, evinin önünde PVC sandalyede oturan 70 yaşlarında birisine yaklaşıp sohbet ediyoruz.
“Köyler boşaldı. Ben İsveç’te yaşıyorum. Ama her ilkbaharda gelir, 5-6 ay burada kalırım. Evlerin bakımını yaparım, bahçemde sebzemi yetiştiririm.
Buralarda duramadık. Gerekçe çok. Ama gidince de çok özlüyoruz” diyor.
“Eskiden komşuluk nasıldı” diye sorunca, niyetimi anlıyor:
“Çevre köylerin çoğu Müslümandı. Buralarda kilise de vardı,  cami de vardı. Birbirimize gidip gelirdik. Buralar üzüm bağlarıyla doluydu. Arazimiz çok verimlidir. Bolluk bereket vardı. Ama 1974 Kıbrıs meselesinden sonra hava değişti. Yabancı gibi olduk. Herkes yurtdışına gitmeye başladı. Biz de gittik yerleştik İsveç’e”.

Köyde eskiden çok üzüm yetiştirilirmiş, şarap fabrikaları varmış. Aslına bakarsan şarap imalatı, fabika falan hepsi kaçakmış, ama işler yürüyor, sorun çıkmıyormuş. Süryani şarabı sadece Türkiye değil Avrupa’da da bir marka oluyormuş. Ancak son yıllarda fabrika kapanmış.  Köyde sadece 12 hane kalmış sürekli oturan.
Köyün çok huzurlu olduğu konusunda çok iddialı. “Şu evin önüne, dışarıya altın bıraksan kimse alıp da gitmez” diyor.
Sesimize eşi de evden dışarı çıkıyor, grupla selamlaşıyor.


Köyün muhtarı bizi Mor Yuana Kilisesine götürüyor.  Burası sanki manastır havası veriyor. Çok büyük ve görkemli bir yapı.
Grup olarak ibadet edilen kilisede ibadet edilen sıralara oturduk. Karşımızda “hutbe” diyebileceğim, haç ve Hz. İsa resimli bir kürsü var. Görevli bize kilise  hakkında bilgi verdi. Burada erkekler sağda, kadınlar solda durup koro halinde tanrıya yalvarırlarmış.
Kilise  M.S 4. Yüzyılda yapılmış, 1800’lerde yıkılmış.

Köyde 1970’lere kadar 5 bin kişi yaşıyormuş. En önemli tazyik 1974’te yaşanmış. Nüfusun büyük bölümü Avrupa’ya kaçmış. 1990’lı yıllarda göç ivme kazanmış. Köy muhtarının teröristlerce öldürülmesi de kırılma noktalarından birisi olmuş.
Kilisenin duvarlarında bin 200 yıllık freskler var. Buradaki görevli de Süyanilerin Hristiyanlıktaki önemli rolüne dikkat çekiyor. Türkiye’deki toplam 20 bin Süryani’den 15 bini İstanbul’daymış.
“Kilisemizde sabah, öğle, akşam üç kez çan çalınır. Burada Oxford, Cambridge eğitimli kadroya sahibiz.” Diyor.  
Kilise  hayli bakımlı. Çevre düzeni, özellikle de tuvaletler…
WC’LER PIRIL PIRIL..
Eskiden köyden şehre geldiğimizde, sıkışınca cami arardık. Zira “umumi tuvaletler” sadece camilerde olurdu.  Kiliselerde de tuvaletler varmış... Üstelik, itiraf edeyim cami tuvaletlerinden çok daha temiz ve bakımlı. Tuvalete girince kendimi hamama girmiş gibi hissettim. Tertemiz ve
burnunuza idrar değil sabun kokuyor. Bütün odalarda klozet var. Adamlar kirli mabadı elle yıkamaya yarayan  alaturka” tuvalet dönemine son vermişler. Keşke camilerin tuvaletleri de böyle bakımlı olsa demeden edemiyorsunuz. Ve tuvaletten para alma yok!

MEZAR TAŞLARINDA İNCE SANAT…

Mor Yunaun Kilisesi’nin bahçesinde mezarlık var. Çok kalabalık değil, ancak bu mezarlıklarda taş  işçiliği sıradışı. Mezar taşlarına Suryanice yazılar yazılmış. Resimler, kabartmalar…  Sanki her birisi sanat eseri.
Evlerin tamamına yakını taştan.
Terk edilenlerin çatısı yok, sadece taş duvarlar ayakta duruyor.
Burası çok eskiden belediyelik bir yermiş. Sonra köy, Mardin’in Büyükşehir olmasından sonrada “mahalle olmuş”.


ÇOCUKSUZ OYUN PARKI…

Değil çocuk, genç insan kalmayan köyün orta yerinde “belediye hizmeti” babında yaptırılan çocuk parkı da gözlerden kaçmıyor. 
Ve harabe haline gelen eski bir seten…
Killit’te muhtardan “Suryani Şarabı” alıp Midyat’ın yolunu tutuyoruz. 
İlkbahar olmanın etkisiyle olmalı, sağımız solumuz yemyeşil. İki keçi sürüsü görüyoruz. Yarı açık ağıldalar.
İçeren Köy, Şenköy

Galiba buralarda da bütün köylerin adı 12 Eylül sonrası değiştirilmiş. Otobüste giderken, rehberimiz Ahmet Çoban gideceğimiz Midyat’ta 11 tane kilise olduğunu söylüyor. Ama çoğu yıkılmış. Hıristiyanlar arasında süren konsül tartışmaları, bir kısım Süryanilerin “keldani” mezhebine geçmesi, Yezidi’lerin Şengal’i mesken edinmesi, Virahşehir’de 3 köyde Yezidilerin yaşıyor olması, kutsallık atfedilen tavus kuşu, şahmaran, ceylan vs.vs.

KARA ÇARŞAF KİLİSEDE!

Yezidilerin, başka mezhepten birisiyle evlenemez olması çok çarpıcı geldi.
Çarpıcı gelen şeylerden birisi de manastırlardan birisinde, yüzünü bize göstermeyen kadın din görevlilerinden birisini bahçede hızlıca içeri girerken görmem oldu. Ayağında terlik, sadece gözleri görecek şekilde tepeden tırnağa simsiyah bir elbise..  Bu “kara çarşaf” galiba Müslümanlara has bir şey değil.
Dini inanışlar, gelenekler… Ve de akan hayat…
Yaşam öyle güçlü bir rüzgar estiriyor ki, insanlar bazen çağın önüne koyduğu herşeyi tepe tepe kullanmakla beis görmediği halde, beyninin bir kenarında hala saklı tuttuğu “doğru”lara bağlılık yemini ederek ömür
tüketiyor işte. Benim çıkardığım şey şu ki, maalesef hayatın akışı ile beynimizi kuşatan inançlar arasında uyum sağlama işini hep ertelemişiz. Laiklik belki de bu yüzden sadece yasa metinlerinde ve günlük retorikte kalmış.

MİDYAT… KİLİSE VE CAMİİLERİ BÖLEN CADDE…

Otobüsümüz Midyat’ın ana caddesinden gidiyor. Sağımızda cami ve minareler, solumuzda çan kuleleri ve kiliseler. 
Cami ve minarelerin olduğu sağda bildiğin kasaba görüntüsü, dükkanlar, apartmanlar…
Çan kulesi ve kiliselerin olduğu sol tarafta  ise bir sönüklük, bir harabe durumu var. Çok fazla konut, apartman görünmüyor.
Ancak bazı kiliseler, çan kuleleri  çok  görkemli görünüyor.
Burada otobüsten inip çarşıda geziyoruz.

Artuklu Üniversiesi bünysindeki bir Telkari Atelyesini geziyoruz. “Telkari” küçük gümüş telleri işleyip çeşitli eşyalar yapma sanatı gibi.
Ardından Midyat Çevre Kültür Evi. Hediyelik eşya, takı vs. cinsi dükkanlar. Kendisi biryerlere yazı yazan, damga basan gençler…
DEVLET KONUKEVİ (SİLA KONAĞI)
Muhteşem taş mimariye sahip. Manastırları andırıyor. Anlaşılan eski bir kilise ya da manastır, yeni bir işleve kavuşturulmuş, Devlet Konukevi olarak kullanılıyormuş.
“Sila Konağı” da deniyormuş. Ankara’dan gelecek devletlü şahsiyetlerin kullandığı  “süit” odayı bize gösteriyorlar.
Burada “Sila” ve “Hercai” dizisi çekilmiş.
Üst katları kapalıydı.

Ayrıca yağan yağmuru çatıdan toplayıp, mutfak yakınlarında bir su deposuna akıtan bir sistem de varmış.
Midyat’ta « telkari » dahil, ince el işçiliğinin yaygınlığı beni şaşırtıyor. Çarşıda da yöreye has, özellikle gıda ürünleri hayli çeşitli. Fiyatların da gezdiğimiz diğer kentlere göre hayli uygun olduğunu söyleyebilirim.
Devlet Konukevi’nin üst katlarında güzel Midyat manzarası var.
İki kiliseye ait çan kulesi ile 2 cami minaresi görünüyor.

MOR  GABRİEL MANASTIRI: KUDÜS’TEN SONRA EN KUTSAL…

Buradan İdil yolu üzerindeki Mor Gabriyel Manastırı’ya gidiyoruz.

« Deyrulumur Manastırı » da denen Mor Gabriyel Manastırı Midyat’ın 23 km Güneydoğusunda. Burası gezdiğimiz kilise ve manastırların en önemlisi. Görevli bize  tanıtırken, « Burası Kudüs’ten sonra bizim içn en kutsal yerdir » dedi.
Manastır, çok geniş bir arazi üzerinde kurulmuş. Ana giriş kapısından sonra sağınızda solunuzda meyve ve sebze bahçeleri arasında yürüyorsunuz. İtiraf edeyim, bu gezide gördüğüm en güzel, en bakımlı fıstık ağaçları bu manastırdaydı.  Adamlar sadece
manastırın değil, tarla ve bahçelerin duvarlarını da taş işçiliği ile yapmışlar.
« Dayrul Umur » , « yaşam manastırı » demekmiş. Bu nedenle mi bilmem, çevredeki meyve sebze bahçelerini ve buğday ekili tarlaları  görünce bütün kilise ve manastırların ihtiyaçlarını bu  topraklardan sağladıkları gibi bir hisse kapıldım. Manastırda fıstık, zeytin ve üzüm bağları ile buğday tarlaları görülüyor.

GELİRİ YURT DIŞI BAĞIŞLAR

İnançlı bir ortodoks hristiyan imajı çizen görevli, « Burada 14 rahibe vardır. Ama kendilerini size göstermezler » diyor. Sahiden de hiç birinin yüzünü göremedim. .
Burası aktif, yani hala faal olan bir manastırmış :
“Manastırımızda toplam 60 kişi yaşıyor.  Manastırdaki kilise ve ibadet yeri gibi 3-4 yer dışında hepsi mutfak, odalar vs. yaşam alanlarıdır. Burası MS.397’de Rusya, Bizans ve Roma’nın yardımları ile yapılmıştır.”
Ancak Timur, bölgedeki pek çok yapı gibi burayı da darmadağın etmiş. Manastırın tabanı altın ve gümüş kaplama imiş. Timur bunları kazıyıp, eritmiş ve külçe olarak götürmüş. Yani sadece altınlar alınmamış, bina da yakılmış.
Manastırda Sivas’ta öldürülen 40 “aziz”in mezarı varmış.

Aklıma hemen Madımak katliamı geliyor..
Görevli bize manastırı gezdirirken, üzüm sıkılan, un yoğurulan mekânları gösterdi.  Ekmek ve Şarap Hristiyan inancında özel bir yere sahipmiş.
Burada binden fazla rahip Yunanca, Latince öğrenmiş ve çeşitli kiliselere görevlendirilmiş.
Manastırda “Azizlerin Evi” denen bölümde buranın kurucusu Morsamuel ve Mor Gabriel’in mezarları var.  
MEZARLAR RÜTBEYE GÖRE…

Manastırda önemli yere gömülmek için sıradan papaz olmak yetmiyor, en az piskopos olmak gerekiyormuş. Görevli o kadar emin ki, buraya gömülecek din görevlisinin adını ve şu anda ne yaptığını bile açıkladı!
Mezarların şekli de bir hiyerarşiye gore. Örneğin üst düzey rahipler mezara oturur ve doğuya bakar şekilde gömülürken, sıradan hıristiyan süryani din adamları “sırtüstü yatıp doğaya bırakılıyor” muş.
Bir de “yatanlar” için ayrı yer diye bir şey yok.  Mesela bu manastırda tam 12 bin aziz defnedilmiş. Yeni bir aziz gömüleceği zaman eski azizin kemikleri toplanıp bir kenara konuluyor, yerine yenisi defnediliyormuş.

Manastırın ihtişamını, tuvaletlere kadar her yerin son derece bakımlı olmasını görünce, görevliye, “Değirmenin suyu nerden geliyor” gibi bir soru sordum.
Yanıt şu: “Bizim bütün gelirimiz özellikle yurt dışından gelen bağışlardır”.
Başta İsveç olmak üzere, Türkiye’den göçüp Avrupa’da yaşayan Süryani’ler arasında periyodik olarak yardım toplanıyormuş.
Manastırda kalan otuz kadar öğrenci genç ise “yatılı” imiş. Bizde “vakıf”, “Öğrenci yurdu” vs. adlarla şeri eğitim verilen yerler geldi aklıma. Demek ki yoksul Hristiyan vatandaşların çocukları da burada kiliseye kiliseye çalışacak şekilde yetiştiriliyor..

Manastırın ana giriş kapısında yeni ve kalabalık bir ziyaretçi kafilesi ile karşılaşıyoruz.. Onlar içeri, biz  dışarı ve düşüyoruz Midyat-Batman yoluna.
Batman’a bağlı Gerçüş.. Sol tarafta petrolüyle adını duyuran Raman Dağı.
HASANKEYF..
Gezimizin en çok merak edilen noktalarından birisi olan Batman’a bağlı Hasankeyf’teyiz.
Hasankeyf, önünde muhteşem Dicle ırmağı akan yıkım halinde bir kasaba…
Şaka maka değil, Hasankeyf’te yürüdüğümüz cadde ve sokakların, dolaştığımız mahallelerin, şu gördüğümü evlerin, işyerlerinin, herşeyin birkaç ay sonra sular altında kalacağını düşünmek tuhaf bir duydu.

Ve anlaşılan herkes neyi varsa  alıp götürme, kurtarma derdinde. 
Bir yandan evler, işyerleri yıkılıp terkedilirken, diğer yanda baraj inşaatı da karşımızda son hızla sürüyor.
Hasankeyf’in Dicle üzerindeki tarihi köprüsü (Ortaçağın en büyük taş köprüsü) yıkılmayacak, restore edilip, su altı dalgıç ve sporcularına açılacakmış.
Asıl faaliyet ve barajın yumuşak kalbi mağaralar!
Öyle böyle değil… Hasankeyf’te tam irili ufaklı tam 10.000 mağara varmış.
BU KAÇINCI TAŞINMA

Hasankeyf insanı 1970’li yıllar kadar tamamen bu mağaralarda yaşamış. 1970 sonrasında devlet bu işe el atmış, “Olur mu canım, size mağara devrinden kurtaralım” demiş ve beton evler yapılmaya başlanmış.
Tabi Hasankeyf’in her yanı mağara.
Eee ne olacak, haliyle vatandaş da mağaraların üstüne beton evler yapmaya başlamış! Pek çok mağara iş makineleriyle dümdüz edilmiş, ama bu da mağarasız bir Hasankeyf yaratamamış!

Devletin iş makineleri şimdi baraj nedeniyle dalmış Hasankeyf’e…
İşin adı: Ilısu Baraj ve Hidroelektrik santralı. Kurulu güç: 1.200 MWh, Gövde hacmi 23 milyon metreküp. Yükseklik: 131 metre..
Baraj sadece Hasankeyf değil bir sürü köyü su altında bırakacak. Rakam Hasankeyf’n olduğu yerde 70 metre civarındaymış. Böyle olunca Dicle kenarında yoğunlaşan kasabanın tamamına yakını su altında kalıyor.
Konutlarla ilgili sorunlar çözülmüş gibii duruyor. 12 bin yıllık tarihi geçmişi olan bir yerden söz ediyoruz. Dünya kadar tarihi eser varmış. Ancak şimdi bunların adını bile duymak isteyen yok. Pek çok tarihi eserin, antik kentin “üstü kapatıyor”muş. Zira “onlarla uğraşılırsa, yıllar geçer, baraj gecikir”miş. İş makineleri harıl harıl çalışıyor.

En büyük korku mağaraların çökmesi. Zira bu mağaralar kalker taşı ve suyu emince ne olacağını kimse kestiremiyor. İnşaat firması mağara alanlarının önüne devasa betonlar atıyor, zemini sertleştirmeye çalışıyor.
Ilısu Barajı faaliyete geçtiğinde Türkiye’nin dördüncü büyük barajı olacakmış.
‘ÇOBAN ALİ’ KONUŞUYOR!

Tesadüf bu ya, bize son durum hakkında bilgi vermeye çalışan Hasankeyfli vatandaş kendini, “Ben,
hani ‘Benim oyunla bir çobanın oyu bir olur mu’ diyen Aysun Kayacı’ya dava açan Çoban Aliyim” diye tanıttı.
Kulak veriyoruz:
“Burada 1970’e kadar binlerce mağara vardı ve biz orada yaşıyorduk. Gazetelerde haberler çıktı, biz mağarada yaşıyormuşuz. İlkellikmiş… Halbuki biz yaz kış serin serin oturuyorduk. Mağara denilen yer bizim 4 artı 1 evimizdi. Tabi zorluğu da vardı. Bizim eve çıkmak için 124 basamak merdiven çıkman gerekiyordu. Ne oldu? Biraz ileriye, düze, eski tarihi yapılar olan yerlere beton ev yaptık. Elektrik 2000’de, su 2007 de geldi. Bakın Hasankeyf binlerce yıllık tarihi olan bir yer. Anadolu’da ilk darphane Artukoğulları tarafından burada kuruldu.  Bronz, gümüş paralar burada basılmış. Bu evlerin hepsini altında tarih var. ”

HERKESE MÜSTAKİL EV..

Hasankeyf’te ev sahiplerine TOKİ ev yaparken kıyamet kopmuş. Hasankeyfliler, ‘Biz apartman istemeyiz, herkese tek katlı müstakil ev yapacaksınız” diye ayak diretmiş.
“Ya, tavuğumuz var, bahçemiz var, niye vazgeçelim”  diyor Çoban Ali.

Hasankefin yeni evleri yukarıda, uzakta görünüyor, ama yanına gitmedik.  Sorunlar hallolmuş, herkes evine yerleşeceği günü bekliyor havası var.  Ama farklı bir durum var: Kura rastgele çekilmiş! Yani orda herkesin kapı komşusu değişecek!

TOKİ, 1-2 katlı evlerin yanına çok katlı binalar da yapmış,. Ama bunun nasıl kullanılacağı hakkında bilgi edinemedim.
Hasankeyf’ten sonra istikamet Diyarbakır…
Artık akşam oldu. Batman’a varmadan önce yolun sağında 3-4 tane petrol çıkarılan yer görüyoruz.  Ancak uzak olduğu için pompaların fotoğrafını çekemiyoruz.
Batman, bölgenin en modern, dinamik kentlerinden birisi. Ama kalıp dolaşma şansımız yok.

Diyarbakır’a, Mardin Kapı’dan giriyoruz, haliyle. Eşyaları otele yerleştirdikten sonra Diyarbakır  sokaklarında şöyle bir dolaşıyorum. Tahminimden çok daha canlı bir Diyarbakır görüyorum. Gece saatlerinde dükkanlar, sokaklar vs. cıvıl cıvıl.
Sokakta yüksek ses ve şamatayla müzik yapan birkaç kişilik grup görüyorum. Kah solo birşeyler söylüyorlar, kah gelip geçeni halaya davet eden Diyarbakır oyun havaları..

Yarın Diyarbakır’da uyanacağız…


(Devam edecek… )











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder