Doğa yürüyüşlerimiz kapsamında önceki gün (12 Haziran Çarşamba 2019) Bursa-Kütahya-Bilecik sınırlarındaki muhteşem köknar ormanlarında « keşif gezisi » yaptık.
Sadece bir tanesinin evinizin, sitenizin bir köşesinde olmasını hayal ettiğiniz köknar ağaçlarından kocaman bir orman tasavvur edin.
Her birisi apartman yüksekliklerinde, kalem gibi düzgün
ağaçlar.
Ve yaylalar, yaylalar…
Küçükbatan,
Büyükbatan Yaylaları…
Nüfusu hızla azalıp kapanmanın eşiğine gelen köylerde
hayvancılık olmayınca bu yaylalar da bomboş… Öyle ki, artık değil yaylaya
gitmek, orta yaşın altındaki köylüler bu yaylaların adını bile unutmuş.
Her taraf yemyeşil ot, adını bilmediğimiz türlü çiçekler.
Koza
Dağcılık kulübünde bütün
yürüyüş güzergahımızı çizen, her pazar
bizimle en ön sırada yürüyen değerli hocamız Harun Bayram’ın öncülüğünde 4
kişilik bir grupla İnegöl’den sonra Mezitler civarında Bilecik’in Bozüyük ilçesine bağlı Kozpınar köyüne gittik.
Burası Bursa-Bilecik-Kütahya
sınırlarında bir ormanlık bölge. Kozpınar ile çevremizdeki Aksutekke
Bilecik Bozüyük’e, Safa köyü Kütahya Domaniç’e, Mezit köyü
de Bursa İnegöl’e bağlı.
Kozpınar
da hızla nüfus kaybeden bir orman köyü. Nüfus 2007’den 2018’e 78’den 50’lere
düşmüş.
Yine yaşlı ve emekli insanlar.
Kozpınar, “Köy”. Mesela İnegöl’e bağlı Mezitler
gibi “Mahalle” değil.
Peki aradaki fark ne derseniz, Kozpınarı’ndaki çöp konteynerinin üstünde
mahalle olanlar gibi bir belediye adı değil, “Bilecik
İl Özel İdaresi” yazıyor. Başkaca da
bir fark ben göremedim.
Buranın ara sokakları da kilitliparke taşı..
Üstelik üç oluklu köy çeşmesi gürül gürül bedava akıyor.
Aracımızı köy meydanında bıraktıktan sonra yemyeşil
ormanlara doğru yürümeye başladık. Belirteyim, ben sadece gruba yol arkadaşlığı
yapıyorum. Bizi yürüten, kalabalık grubu gezdirmek için uygun rotayı bulan,
bunu bulmak için bir sürü denemeler yapan kişi Harun hoca. Bu keşif gezilerine katılınca fark ettim ki, yürüyüş
gruplarına rehberlik etmek hiç de kolay iş değilmiş. Düşünün 15 km. yürüyüş
parkuru belirleyebilmek için akşama kadar tam 26 km yürümüşüz. Bunun ciddi bir
bölümü, kalabalık grup için uygun olmayan sarp, şif, zor yürünen orman içi
yerler. Yani biz grup olarak haftada bir gün yürürken, rehberimiz meğer haftada
iki gün yürüyor, yetmiyor aksaksız bir yürüyüş için, gecenin bir saatinde
evdeki bilgisayarın başında rotaları yeni baştan düzenleyip GPS’li telefonuna
kaydediyormuş… Meğer güzel hafta sonu gezilerimiz Harun hocanın ciddi fedakârlıkları
sayesinde oluyormuş.
İyi ki varsın Harun hoca diyorum.
Köyde bembeyaz çiçekleriyle ilginç bir ağaç dikkatimi çekti. Kahvehanede
konuştuğumuz köylüler, “Burada bu
ağaçlardan çok fazla. Birkaç sene önce Eskişehir’den birileri geldi,
çiçeklerini topladı, götürdü. Kanseri tedavi ediyor dediler. Ama öyle kaldı.
Şimdi kimse dokunmuyor” diyor.
Köyün üst kotlarında bahçenin kenarına park edilmiş, uzun
yıllar orada bekleyip hurdaya dönmüş, camları kırılmış, kabininden erik ağacı
geçmiş birkaç kamyon görüyoruz. Yazık, hurda olarak bile değerlendirilmemiş, öylece
çürümeye bırakılmış.
Kozpınar
köyünden yukarı traktör ve orman yollarında çıkarken, ilk defa bu kadar yoğun
bir köknar ormanı ile karşılaştım. Bunlar, uzunluğu 30-40 metreye, çapı bazen
bir metreye varan devasa ağaçlar. Kereste ağaçlarının en değerlilerinden.
Hava kapalı. Tahminler yağış gösteriyor, ama bulutlar
yükselmekte. Gece yağdığını duyunca, tamam, artık yağmaz diyoruz.
Bölgede birbirini kesen pek çok orman yolu, yolların
birleştiği ve odun deposu halini alan kavşaklar…
Kavşaktaki bu “depo”larda,
köknar tomrukları ya da odunları yok. Buradaki sıra sıra istiflenmiş ağaçlar
kayın. Odun ya da sunta yapımında kullanılacak gibi bir hali var. Anlaşılan
devlet kuruluşu Orman İşletmesi’ne
ait değil, ama kime ait anlayamıyoruz.
Yer yer gürgen (kayın) ormanları da görüyoruz. Ancak
bunlar niyeyse köknar ormanları kadar ilgimizi çekmiyor.
DOĞAL TEMİZLİK MADDESİ
Orman yolu kıyısında en çok dikkatimi çeken şeylerden
birisi, “sönmüş kireç dağı” gibi
duran bir bölge oldu. Elinle dokunduğun zaman sanki un, kil tozu gibi… Dönüşte
köylülere sorduk. Bu toprak, çok eskiden temizlikte kullanılıyormuş. Hani
sabun, şampuan vs. olmadığı, evlerde kül, kil vs. kullanılan dönemlere ait… Hem
banyo, hem mutfak hem de çamaşırlarda kullanılan toprağı ilk defa bu kadar büyük bir kütle olarak
görüyorum.
Birkaç sene önce bir şirket bunu değerlendirmek istemiş,
buradan toprak götürmüş, ama arkası gelmemiş.
Yükseldikçe büyük hozanlara, orman içi otlaklara ve nihayet
gürül gürül pınarları ile yaylalara çıkıyoruz. Kerestelik orman alanının içinde
irili ufaklı yaylalar var. Küçükbatan, Büyükbatan vs.
Kozpınarı,
Aksudede ve çevre köyler bir zamanlar bu yaylaları
kullanırlarmış. Yaylalarda binlerce hayvan olurmuş. O zaman köyler
kalabalıkmış.
Terk edileli uzun yıllar geçmiş olmalı ki, buraların bir zamanlar
yayla olduğunu sadece küçük küçük düzlüklerden, taş duvar yıkıntılarından, eski
çeşmelerden vs. anlıyorsunuz.
ANTİK KALINTI’NIN İLGİNÇ ÖYKÜSÜ…
Büyükbatan
Yaylasının orta yerinde antik tarihi harabeleri andıran yapılar
dikkat çekici.
Beton ve demir kullanılmasına bakılırsa öyle binlerce yıl
öncesine ait olmamalı.
Ama nedir bunlar?
Köye inince merak edip sordum.
70 yaşlarında bir köylünün açıklaması hayli
düşündürücüydü. Meğer bunlar Atatürk’ün talimatıyla tomruk üretim ve nakliyesi
için kurulan bir tür havai raymış!
Anlatıyor:
“Kurtuluş
Savaşı’da Atatürk ile birlikte
savaşmış bir komutan varmış. Albay
İbrahim Çolak. Bozüyük’lü.
Atatürk
Albay Çolak’a ‘Buraları sana verelim, sen çalıştır, örnek bir ormancılık işletmesi
kur. Milletimiz bu ormanları en iyi şekilde değerlendirmeyi öğrensin’, der. Albay demek ki, lafı sözü
geçiyormuş, burada seferberlik gibi çalışmış. Taraklı diye bir yer var. Oradan ta, Bıçkı Deresi, Domuz Deresi… Karasu’ya kadar bazen yerde sürüyerek,
kimi yerde havadan demir halatlarla tomruk taşınmış. Yayladaki o büyük taşlar
işte o havai hattın ayaklarıymış. Ben
çalışırken görmedim, ama benden on, onbeş yaş büyük olan komşular görmüş, anlatırlardı.
Çok da tomruk sararlarmış. Kimi yerde bele kadar karda katırlarla tomruk
çekilirmiş. Tabi şimdiki gibi traktör yok, yol yok. Para yok. Hepsi el gücüyle.
Yahu elle o yolları nasıl yapmışlar, o kayaları nasıl ayırmış arasından yol
geçirmişler. İnsan hayret ediyor. Bazen havadan, bazen yerden… Eskiden o Küçükbatan’da bakkal falan da varmış. Atatürk gelip görmüş, çok sevinmiş.
Gelince Atatürk Köşkü denen binada
bir iki gün dinlenmiş. (Atatürk Köşkü, yakınlarda orman içinde bir yer.
Bakımsız, kaderine terk edilmiş görüntüsü var). O binayı da Atatürk istemiş,
ancak çok güzel olduğunu görünce, kızmış İbrahim albaya. ‘Bu kadar masrafa
lüzum yoktu, ben sana fazla masraf et demedim’ demiş.”
Ortalıkta tarihi kalıntı, şekilli büyük taş vs.
görüldüğünde insanımızın ilk tepkisi nedense çevresinde “hazine” aramak oluyor. Yaşlı
köylü de galiba oralarda birşeyler yaparken sapsarı bir para bulur:
“2000’lerde
çalışırken 1341 tarihli para gördük. Aynen sapsarı altın gibi duruyor. Hiç
küflenme, paslanma yok. Bir gün sarrafa götürdük, belki de altındı, ama altın
değil dedi. Muhtemelen Osmanlı parasıydı, altındı. Tabi üç kuruşla aldılar.”
KÖYLÜNÜN UCUZ EMEĞİNE DAYANAN ORMANCILIK…
Bozüyük’te
çalışıp orada yaşayan akrabalarıyla köy çevresinde neşeli bir gün geçiren bu
abi anlattıkça, dalıp gidiyorum.
Meğer Atatürk
ne kadar yurtsever, ileri görüşlü bir insanmış…
Dağdan tomruk indirmek için demir havai hatlar yaptırmak,
o devirde nasıl bir ileri görüşlülük…
Kanada’da
vs. tomruk işinin nasıl yapıldığını gösteren videolar geliyor gözümün önüne.
İleri teknolojili makinelerle, dev ağaçları peynir keser gibi saniyelerde kesip
soyan ve kamyonların üzerine istifleyen sistemler…
Sadece işçi ve operatörlerin düğmelere basmasıyla yapılan
verimli orman işletmeciliği…
Bir de Türkiye’de olanlara bakıyorum.
Bir de Türkiye’de olanlara bakıyorum.
Atatürk’ün
başlattığı ormancılık tekniklerini, günümüz teknolojisiyle geliştirme şöyle
dursun, tamamen iptal eden…
Tomruk hatlarını antik eserlere dönüştüren…
Ormancılık işini tamamen yoksul köylünün ucuz işçiliğine
dayayan bir ormancılık sistemi…
Varını yoğunu satıp, banka kredisiyle aldıkları
traktörlerle, mazot parasına, büyük risklerle çalışan yoksul orman köylüsü…
“Orman
işçiliği, inşaattan da daha zor ve risklidir. Derelerden, uçurumlardan tonlarca
ağacı zincire bağlayıp yola çıkarmak her babayiğidin işi değildir. Yaralanan,
ölenler oluyor. Hiç yoktan iyi, ama para da kazanılmıyor. Bir metreküp tomruk için
sadece 70-80 lira alıyoruz” diyor bir köylü.
Ormancılık bu insanların sırtında. Köyler iyiden
boşaldığında, memleketin ormancılık politikası nasıl yürüyecek? Nerede
bulacaklar ucuza çalışan köylüleri merak ediyorum.
Ormanlar burada daha bir bakımlı duruyor.
Örneğin yol
kenarlarında zararlı sinekler için kapanlar görüyoruz. Ayrıca ana arterlere stabilize malzeme
çekilmiş. Anlaşılan köknar hayli kazançlı bir orman ürünü.
ORMANLARIN ÖZELLEŞMESİ
Atlamış olmayayım, anlaşılan Atatürk ormanda bir bölgeyi örnek işletme kurma şartı ile bir
aileye vermiş. Aslında Avrupa’da da ormanların kayda değer bir bölümü özel mülkiyete
tabi. Gerektiği gibi bakım yapman, verimli kereste vs. üretmen şartıyla
devletten orman satın alabiliyormuşsun.
Türkiye’de
ormanların özelleşeceği haberleri duyunca birden kaygılanıyorum. Zira her
toprak parçasını, üzerinde rantı yüksek binalar yapmak olarak gören bu kafayla
özelleşme tam bir felaket olur diye düşünüyorum.
Oldukça dik bir yamaçtan zirveye çıkıyoruz. Tam tepede ne
olduğunu bilmediğimiz bir “anten”
var. Orada öğle molamızı verip karnımızı
doyuruyoruz.
Ancak bir anda korktuğumuz oluyor ve gökgürültüsü,
şimşek, sis, sağanak…
Dönüşte arkası dik bir uçurum olan tepenin üzerinde
yarısı yıkılmış, tuğlaları açığa çıkmış bir yangın gözetleme kulesi görüyoruz.
Burası hâkim bir tepe ve bol manzaralı olması lazım, ama sisten biryeri
göremiyoruz.
Yürürken hiç ormancı görmedik. Sadece ormancıların kullandığını
sandığımız bir karavana rastladık.
HER BİRİSİ TABLO GİBİ…
Kuş seslerine, ara sıra, uzaklardan motorlu testere sesi
karışıyor.
Yaylalara doğru inince hava açıldı. Gökyüzünün maviliği
ve ormanların yeşilliği ile müthiş manzaralar ortaya çıkıyor.
Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Manzara o kadar güzel ki, her
birisi, çerçeveleyip duvara asılacak türden.
Kozpınar’a
inerken girişte ve köy kahvesinde insanlarla karşılaşıp sohbet ediyoruz.
Kahvehanede bizden çay parası almayan insanların misafirperverliği hepimizi
mutlu etti.
Kahvehanede birkaç orman memurunu görünce merak ettiğimiz
yer ve ağaç adlarını sordum. Anlaşılan bunlar sadece traktörlerin tomruk
taşıdığı yollarda gezmişler resmi araçlarıyla. Örneğin mola verdiğimiz 2 bin metre civarındaki zirvenin neresi
olduğunu bilmiyorlardı. Köylüler oraya “Tavşantepe”
dedi.
“Ormanda izinsiz
dolaşmak yasaktır” diyen memurun, kendi görev yeri olan dağlarda çok da
dolaşmadığı izlenimi edindim. Tabi, biz doğa yürüyüşlerini dağcılık lisanslarıyla
yapıyoruz, yani izinsiz değil. Anlatıyoruz.
Batan
yaylaları, Ercek, Yirice yaylası…
Bölgede en son Ercek
Yaylası terk edilmiş.
İnsanlara niye yaylaya gitmiyorsunuz, hayvanlar bedava
beslenir aylarca, ot çok diyorum. Ama köyde pek hayvan kalmamış.
“Hayvancılık için
çok para lazım. Az para ile olmaz o iş. Baharın al, çıkar yaylaya, güze sat,
verdiğini alırsın” diyor birisi.
Sansartepe,
Kömürcü, Kaladağ...
Artık bu isimler de unutulmaya yüz tutmuş.
Anlaşılan birkaç yaşlı dışında kimse buraların neresi
olduğunu bile bilmiyor.
Yürümeye, dağları, ormanları, köyleri, insanları velhasıl
memleketi tanımaya devam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder