15 Haziran 2019 Cumartesi

Kozpınar, Batan Yaylası, muhteşem köknar ormanları…




Doğa yürüyüşlerimiz kapsamında önceki gün (12 Haziran Çarşamba 2019) Bursa-Kütahya-Bilecik sınırlarındaki muhteşem köknar ormanlarında « keşif gezisi » yaptık.  

Sadece bir tanesinin evinizin, sitenizin bir köşesinde olmasını hayal ettiğiniz köknar ağaçlarından kocaman bir orman tasavvur edin.

Her birisi apartman yüksekliklerinde, kalem gibi düzgün ağaçlar.
Ve yaylalar, yaylalar…
Küçükbatan, Büyükbatan Yaylaları…
Nüfusu hızla azalıp kapanmanın eşiğine gelen köylerde hayvancılık olmayınca bu yaylalar da bomboş… Öyle ki, artık değil yaylaya gitmek, orta yaşın altındaki köylüler bu yaylaların adını bile unutmuş.
Her taraf yemyeşil ot, adını bilmediğimiz türlü çiçekler.
Koza Dağcılık kulübünde bütün
yürüyüş güzergahımızı çizen, her pazar bizimle en ön sırada yürüyen değerli hocamız Harun Bayram’ın öncülüğünde 4 kişilik bir grupla İnegöl’den sonra Mezitler civarında Bilecik’in Bozüyük  ilçesine bağlı Kozpınar köyüne gittik.
Burası Bursa-Bilecik-Kütahya sınırlarında bir ormanlık bölge. Kozpınar  ile çevremizdeki  Aksutekke Bilecik Bozüyük’e,  Safa köyü Kütahya Domaniç’e, Mezit köyü de Bursa İnegöl’e bağlı.
Kozpınar da hızla nüfus kaybeden bir orman köyü. Nüfus 2007’den 2018’e 78’den 50’lere düşmüş.
Yine yaşlı ve emekli insanlar.

Kozpınar, “Köy”. Mesela İnegöl’e bağlı Mezitler gibi “Mahalle” değil.
Peki aradaki fark ne derseniz, Kozpınarı’ndaki çöp konteynerinin üstünde
mahalle olanlar gibi bir belediye adı değil, “Bilecik İl Özel İdaresi” yazıyor.  Başkaca da bir fark ben göremedim.
Buranın ara sokakları da kilitliparke taşı..
Üstelik üç oluklu köy çeşmesi gürül gürül bedava akıyor.



Aracımızı köy meydanında bıraktıktan sonra yemyeşil ormanlara doğru yürümeye başladık. Belirteyim, ben sadece gruba yol arkadaşlığı yapıyorum. Bizi yürüten, kalabalık grubu gezdirmek için uygun rotayı bulan, bunu bulmak için bir sürü denemeler yapan kişi Harun hoca. Bu keşif gezilerine katılınca fark ettim ki, yürüyüş gruplarına rehberlik etmek hiç de kolay iş değilmiş. Düşünün 15 km. yürüyüş parkuru belirleyebilmek için akşama kadar tam 26 km yürümüşüz. Bunun ciddi bir bölümü, kalabalık grup için uygun olmayan sarp, şif, zor yürünen orman içi yerler. Yani biz grup olarak haftada bir gün yürürken, rehberimiz meğer haftada iki gün yürüyor, yetmiyor aksaksız bir yürüyüş için, gecenin bir saatinde evdeki bilgisayarın başında rotaları yeni baştan düzenleyip GPS’li telefonuna kaydediyormuş… Meğer güzel hafta sonu gezilerimiz Harun hocanın ciddi fedakârlıkları sayesinde oluyormuş.
İyi ki varsın Harun hoca diyorum.

Köyde bembeyaz çiçekleriyle  ilginç bir ağaç dikkatimi çekti. Kahvehanede konuştuğumuz köylüler, “Burada bu ağaçlardan çok fazla. Birkaç sene önce Eskişehir’den birileri geldi, çiçeklerini topladı, götürdü. Kanseri tedavi ediyor dediler. Ama öyle kaldı. Şimdi kimse dokunmuyor” diyor.
Köyün üst kotlarında bahçenin kenarına park edilmiş, uzun yıllar orada bekleyip hurdaya dönmüş, camları kırılmış, kabininden erik ağacı geçmiş birkaç kamyon görüyoruz. Yazık, hurda olarak bile değerlendirilmemiş, öylece çürümeye bırakılmış.


Kozpınar köyünden yukarı traktör ve orman yollarında çıkarken, ilk defa bu kadar yoğun bir köknar ormanı ile karşılaştım. Bunlar, uzunluğu 30-40 metreye, çapı bazen bir metreye varan devasa ağaçlar. Kereste ağaçlarının en değerlilerinden.
Hava kapalı. Tahminler yağış gösteriyor, ama bulutlar yükselmekte. Gece yağdığını duyunca, tamam, artık yağmaz diyoruz.
Bölgede birbirini kesen pek çok orman yolu, yolların birleştiği ve odun deposu halini alan kavşaklar…

Kavşaktaki bu “depo”larda, köknar tomrukları ya da odunları yok. Buradaki sıra sıra istiflenmiş ağaçlar kayın. Odun ya da sunta yapımında kullanılacak gibi bir hali var. Anlaşılan devlet kuruluşu Orman İşletmesi’ne ait değil, ama kime ait anlayamıyoruz.
Yer yer gürgen (kayın) ormanları da görüyoruz. Ancak bunlar niyeyse köknar ormanları kadar ilgimizi çekmiyor.


DOĞAL TEMİZLİK MADDESİ

Orman yolu kıyısında en çok dikkatimi çeken şeylerden birisi, “sönmüş kireç dağı” gibi duran bir bölge oldu. Elinle dokunduğun zaman sanki un, kil tozu gibi… Dönüşte köylülere sorduk. Bu toprak, çok eskiden temizlikte kullanılıyormuş. Hani sabun, şampuan vs. olmadığı, evlerde kül, kil vs. kullanılan dönemlere ait… Hem banyo, hem mutfak hem de çamaşırlarda kullanılan toprağı  ilk defa bu kadar büyük bir kütle olarak görüyorum.
Birkaç sene önce bir şirket bunu değerlendirmek istemiş, buradan toprak götürmüş, ama arkası gelmemiş.

Yükseldikçe büyük hozanlara, orman içi otlaklara ve nihayet gürül gürül pınarları ile yaylalara çıkıyoruz. Kerestelik orman alanının içinde irili ufaklı yaylalar var.  Küçükbatan, Büyükbatan vs.
Kozpınarı, Aksudede ve çevre köyler bir zamanlar bu yaylaları kullanırlarmış. Yaylalarda binlerce hayvan olurmuş. O zaman köyler kalabalıkmış.
Terk edileli uzun yıllar geçmiş olmalı ki, buraların bir zamanlar yayla olduğunu sadece küçük küçük düzlüklerden, taş duvar yıkıntılarından, eski çeşmelerden vs. anlıyorsunuz.

ANTİK KALINTI’NIN İLGİNÇ ÖYKÜSÜ…

Büyükbatan Yaylasının orta yerinde antik tarihi harabeleri andıran yapılar dikkat çekici.
Beton ve demir kullanılmasına bakılırsa öyle binlerce yıl öncesine ait olmamalı.
Ama nedir bunlar?

Köye inince merak edip sordum.
70 yaşlarında bir köylünün açıklaması hayli düşündürücüydü. Meğer bunlar Atatürk’ün talimatıyla tomruk üretim ve nakliyesi için kurulan bir tür havai raymış!
Anlatıyor:
 Kurtuluş Savaşı’da Atatürk ile birlikte savaşmış bir komutan varmış. Albay İbrahim Çolak. Bozüyük’lü. 
Atatürk Albay Çolak’a ‘Buraları sana verelim, sen çalıştır, örnek bir ormancılık işletmesi kur. Milletimiz bu ormanları en iyi şekilde değerlendirmeyi  öğrensin’, der. Albay demek ki, lafı sözü geçiyormuş, burada seferberlik gibi çalışmış. Taraklı diye bir yer var. Oradan ta, Bıçkı Deresi, Domuz Deresi… Karasu’ya kadar bazen yerde sürüyerek, kimi yerde havadan demir halatlarla tomruk taşınmış. Yayladaki o büyük taşlar işte o havai hattın ayaklarıymış.  Ben çalışırken görmedim, ama benden on, onbeş yaş büyük olan komşular görmüş, anlatırlardı.
Çok da tomruk sararlarmış. Kimi yerde bele kadar karda katırlarla tomruk çekilirmiş. Tabi şimdiki gibi traktör yok, yol yok. Para yok. Hepsi el gücüyle. Yahu elle o yolları nasıl yapmışlar, o kayaları nasıl ayırmış arasından yol geçirmişler. İnsan hayret ediyor. Bazen havadan, bazen yerden… Eskiden o Küçükbatan’da bakkal falan da varmış. Atatürk gelip görmüş, çok sevinmiş.
Gelince Atatürk Köşkü denen binada bir iki gün dinlenmiş. (Atatürk Köşkü, yakınlarda orman içinde bir yer. Bakımsız, kaderine terk edilmiş görüntüsü var). O binayı da Atatürk istemiş, ancak çok güzel olduğunu görünce, kızmış İbrahim albaya. ‘Bu kadar masrafa lüzum yoktu, ben sana fazla masraf et demedim’ demiş.”

Ortalıkta tarihi kalıntı, şekilli büyük taş vs. görüldüğünde insanımızın ilk tepkisi nedense çevresinde “hazine” aramak oluyor.  Yaşlı köylü de galiba oralarda birşeyler yaparken sapsarı bir para bulur:
2000’lerde çalışırken 1341 tarihli para gördük. Aynen sapsarı altın gibi duruyor. Hiç küflenme, paslanma yok. Bir gün sarrafa götürdük, belki de altındı, ama altın değil dedi. Muhtemelen Osmanlı parasıydı, altındı. Tabi üç kuruşla aldılar.”

KÖYLÜNÜN UCUZ EMEĞİNE DAYANAN ORMANCILIK…


Bozüyük’te çalışıp orada yaşayan akrabalarıyla köy çevresinde neşeli bir gün geçiren bu abi anlattıkça, dalıp gidiyorum.
Meğer Atatürk ne kadar yurtsever, ileri görüşlü bir insanmış…
Dağdan tomruk indirmek için demir havai hatlar yaptırmak, o devirde nasıl bir ileri görüşlülük…
Kanada’da vs. tomruk işinin nasıl yapıldığını gösteren videolar geliyor gözümün önüne. İleri teknolojili makinelerle, dev ağaçları peynir keser gibi saniyelerde kesip soyan ve kamyonların üzerine istifleyen sistemler…

Sadece işçi ve operatörlerin düğmelere basmasıyla yapılan verimli orman işletmeciliği…
Bir de Türkiye’de olanlara bakıyorum.
Atatürk’ün başlattığı ormancılık tekniklerini, günümüz teknolojisiyle geliştirme şöyle dursun,  tamamen iptal eden…
Tomruk hatlarını antik eserlere dönüştüren…
Ormancılık işini tamamen yoksul köylünün ucuz işçiliğine dayayan bir ormancılık sistemi…
Varını yoğunu satıp, banka kredisiyle aldıkları traktörlerle, mazot parasına, büyük risklerle çalışan yoksul orman köylüsü…

“Orman işçiliği, inşaattan da daha zor ve risklidir. Derelerden, uçurumlardan tonlarca ağacı zincire bağlayıp yola çıkarmak her babayiğidin işi değildir. Yaralanan, ölenler oluyor. Hiç yoktan iyi, ama para da kazanılmıyor. Bir metreküp tomruk için sadece 70-80 lira alıyoruz” diyor bir köylü.  
Ormancılık bu insanların sırtında. Köyler iyiden boşaldığında, memleketin ormancılık politikası nasıl yürüyecek? Nerede bulacaklar ucuza çalışan köylüleri merak ediyorum.
Ormanlar burada daha bir bakımlı duruyor.
Örneğin yol kenarlarında zararlı sinekler için kapanlar görüyoruz.  Ayrıca ana arterlere stabilize malzeme çekilmiş. Anlaşılan köknar hayli kazançlı bir orman ürünü.

ORMANLARIN ÖZELLEŞMESİ

Atlamış olmayayım, anlaşılan Atatürk ormanda bir bölgeyi örnek işletme kurma şartı ile bir aileye vermiş. Aslında Avrupa’da da ormanların kayda değer bir bölümü özel mülkiyete tabi. Gerektiği gibi bakım yapman, verimli kereste vs. üretmen şartıyla devletten orman satın alabiliyormuşsun.

Türkiye’de ormanların özelleşeceği haberleri duyunca birden kaygılanıyorum. Zira her toprak parçasını, üzerinde rantı yüksek binalar yapmak olarak gören bu kafayla özelleşme tam bir felaket olur diye düşünüyorum.
Oldukça dik bir yamaçtan zirveye çıkıyoruz. Tam tepede ne olduğunu bilmediğimiz bir “anten” var.  Orada öğle molamızı verip karnımızı doyuruyoruz. 
Ancak bir anda korktuğumuz oluyor ve gökgürültüsü, şimşek, sis, sağanak…
Dönüşte arkası dik bir uçurum olan tepenin üzerinde yarısı yıkılmış, tuğlaları açığa çıkmış bir yangın gözetleme kulesi görüyoruz. Burası hâkim bir tepe ve bol manzaralı olması lazım, ama sisten biryeri göremiyoruz.
Yürürken hiç ormancı görmedik. Sadece ormancıların kullandığını sandığımız bir karavana rastladık.


HER BİRİSİ TABLO GİBİ…

Kuş seslerine, ara sıra, uzaklardan motorlu testere sesi karışıyor.
Yaylalara doğru inince hava açıldı. Gökyüzünün maviliği ve ormanların yeşilliği ile müthiş manzaralar ortaya çıkıyor.
Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Manzara o kadar güzel ki, her birisi, çerçeveleyip duvara asılacak türden.
Kozpınar’a inerken girişte ve köy kahvesinde insanlarla karşılaşıp sohbet ediyoruz. Kahvehanede bizden çay parası almayan insanların misafirperverliği hepimizi mutlu etti.

Kahvehanede birkaç orman memurunu görünce merak ettiğimiz yer ve ağaç adlarını sordum. Anlaşılan bunlar sadece traktörlerin tomruk taşıdığı yollarda gezmişler resmi araçlarıyla. Örneğin mola verdiğimiz 2  bin metre civarındaki zirvenin neresi olduğunu bilmiyorlardı. Köylüler oraya “Tavşantepe” dedi.
Ormanda izinsiz dolaşmak yasaktır” diyen memurun, kendi görev yeri olan dağlarda çok da dolaşmadığı izlenimi edindim. Tabi, biz doğa yürüyüşlerini dağcılık lisanslarıyla yapıyoruz, yani izinsiz değil. Anlatıyoruz.

Batan yaylaları, Ercek, Yirice yaylası
Bölgede en son Ercek Yaylası terk edilmiş.
İnsanlara niye yaylaya gitmiyorsunuz, hayvanlar bedava beslenir aylarca, ot çok diyorum. Ama köyde pek hayvan kalmamış.
Hayvancılık için çok para lazım. Az para ile olmaz o iş. Baharın al, çıkar yaylaya, güze sat, verdiğini alırsın” diyor birisi.
Sansartepe, Kömürcü, Kaladağ...
Artık bu isimler de unutulmaya yüz tutmuş.
Anlaşılan birkaç yaşlı dışında kimse buraların neresi olduğunu bile bilmiyor.

Yürümeye, dağları, ormanları, köyleri, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder