19 Aralık 2011 Pazartesi

Lafa değil ‘bütçeye’ bakarım!


Aralık ayı, devlette “bütçe ayı.” Kamu kurumları, gelecek yıl bütçeden ne kadar pay alacağının derdine düşer. TBMM gece gündüz çalışır, ziyaretçi kabul edilmez, vekiller tam takım hazır bulunur. Yoğun görüşmeler yapılır. Ama bu nasıl bir “görüşme” ise, hükümet bütün istediklerini alır, muhalefet bütçede beş kuruşluk değişiklik yapamaz. 

Ankara’da, meclisteki bütçe görüşmelerini, denk geldikçe, izliyorum. İnanın, buna“tiyatro” dersek, sanatçılara ayıp olur! Ortada, bırakın siyasi parti gruplarının iradelerini, tek tek milletvekillerinin “vicdani” olarak aktif katılımını ortadan kaldıran bir yapılanma söz konusu. Sanki bütçe yasası meclise sadece okunup onaylanmak için getirilmiş!

İktidar partisi milletvekilleri, bütçe üzerinde çok genel konuşuyor, ayrıntıya, rakama girmiyor.  Böyle olunca da olay “icraatın içinden”e dönüyor. Muhalefet milletvekillerinin verdiği bütün önergeler, içeriğine de pek bakılmaksızın reddediliyor. Örneğin asgari ücretten vergi alınmaması, muhtar ücretlerinin asgari ücret seviyesine çıkarılması önergeleri anında reddedildi. 
Üstelik,  Bakan Mehmet Şimşek’in, “Bu tür önergeler Anayasaya aykırıdır” demesi çok ilginçti.
Mecliste bütçe harcamalarını artırıcı önerge verilemez” dedi.
 Hani, demek geçiyor içinizden, “Madem kılına dokunulmayacak, neden bunun adına bütçe görüşmesi diyoruz!”
Görüşülen bütçenin kendisi olamayınca, tabi herkes bol bol politika konuşuyor; polemikler, bardaklar havada uçuyor.
İşin aslı… Bütçe, rejimin en hayati mekanizmasıdır. Bir devletin evrensel, çağdaş değerlere ne kadar yakın/uzak olduğunu nerden anlayacaksınız? Elbette meydanlarda söylenen kuru laflara bakarak değil, parayı kimden alıp kime verdiğine bakacaksınız. Para nereye gidiyorsa, önceliğiniz odur!
Elbette burada bütçeyi kapsamlı analiz etme şansımız yok. Ama sadece cetvel ve icmallere bakarak, vardığım sonuç şu: 
Devlet 2012 yılında da vergilerin büyük bölümünü ücretli kesimden ve dolaylı vergilerle tüketiciden alacak. Faiz, rant ve sermaye kesimi yine yakayı kurtaracak.
Patron” Mehmet Şimşek, vergi yükünü para kazanandan alıp “tüketici” durumundaki vatandaşa yıkan yüksek oranlı dolaylı vergi eleştirilerini yanıtlarken, “Maalesef doğru. Ama bu, vergi ve kazançlardan alınan verginin çok düşük olmasından kaynaklanıyor” dedi. 
İyi de, bunu düzelmek partinizin adındaki “adalet” in gereği değil mi? Vergini parayı çok kazananlardan almak kimin görevi!
Peki, bütçe nereye gidecek? Eğitim, sağlık ve SGK’yı bir yana bırakırsanız, üst gelir gruplarına, devleti vatandaşın tepkisinden koruyan-maalesef sadece bu yönü ile ele alınan- “emniyete”, askere. Diyanet, yine birçok bakanlıktan fazla para alacak.
İşte rakamlar…
Gelirler: 2012’de net 323 milyar liralık toplam bütçe gelirinin 300,9 milyar lirası vergi. Bunda gelir ve kazançlardan alınan para topu topu 86,7 milyar lira. Bunun 56,7 milyarı Gelir Vergisi, 30 milyar lirası Kurumlar Vergisi. Yani bu ülkedeşirketler, kurumlar, çalışanların yarısı kadar bile vergi vermiyor! Gelir Vergisi’nin 52 milyar lirası tevkiften, yani maaşlı çalışan işçi ve memurdan alınıyor. İşyeri sahiplerinin bulunduğu beyana dayalı kesimden alınan verdi sadece 3,5 milyar lira.
131,2 milyar lira dahilde alınan mal ve hizmet vergisi. Bunda 50 milyar KDV, 70,3 milyar ÖTV. Buna  dış ticaret ve muamelelerden alınan vergiler (58,9), Damga Vergisi (7,3), harçlar (9,4), teşebbüs ve mülkiyet gelirleri (9,4) para cezası (6,9) ekleniyor.
Bütçeden en yüksek miktarı alan kurumlar ise şöyle: Maliye Bakanlığı: 88,5,Hazine 64, 7, Milli Eğitim 38,1, Çalışma ve Sosyal Güvenlik 31,5, Milli Savunma18,2, Sağlık 14,3, Emniyet G. Müdürlüğü 12,1, G. Tarım ve Hayvancılık 10,4, Aile ve Sosyal Politikalar 8,8, Adalet Bakanlığı 5,2, Jandarma G. Komutanlığı4,9, Gençlik ve Spor Bakanlığı 4, 4, Diyanet İşleri Başkanlığı 3,8,  İçişleri  2,5, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı 2, 2 milyar lira.
Gider toplamı 350,8 milyar. Buna 26 milyar hazine yardımını ekleyince, açığın boyutunu siz hesaplayın.
İyi pazarlar


19 ARALIK 2011, Pazartesi 

16 Aralık 2011 Cuma

Merkozy’ ve ‘Yeni Avrupa’


Avrupa ekonomisinin son 10 yılda rekabet gücünü yitirmesi, “Euro bölgesi”ni büyük bir borç krizine sürükledi. Çıkış, yeni patron “Merkozy”nin iki dudağında. Merak etmeyin, iflas falan etmeyecekler. Ama Avrupa artık “medeniyet”, “refah” çıtasını hayli indirecek. 


Sevgili okurum, bu köşeden uluslararası ekonomik gelişmeleri analiz etmeye çalışırken dikkat çektiğim şeylerden birisi “küresel sermaye”nin Çin, Hindistan gibi ucuz emek ve hammaddeye yönelmesi ile kapitalizmin kaleleri Avrupa, ABD gibi merkezlerin rekabet gücünü hızla yitirmeleriydi.
Bugün Avrupa’da “Euro krizi” diye ifade edilen şeyin ardındaki gerçek tam da bu. Avrupalı dev firmalar üretimlerini Uzakdoğu’ya kaydırdı, işleri tıkır tıkır yürüyor. Ama Fransız, Alman vatandaş işini kaybediyor, eskisi gibi kazanamıyor. 

Vergi vs. gelirleri azalan devletler, mevcut standartları korumak için o kadar borçlandı ki, artık bu borçlar ödenemez hale geliyor. Yunanistan’ı kilitleyen buydu. Devlet emeklinin maaşını ödeyemez hale geldi. İtalya, İspanya, Portekiz vs. de aynı durumda.
Fransa da farklı değil. S&P kredi notunu boşuna düşürmedi. Kamu borçları 1,7 trilyon Euro’ya tırmanmış. Bu, YSYİH’nın yüzde 86,2’si demek. Fransa, emperyalist devlet geleneğini bir türlü bırakamayıp asker-silahlanma giderlerini yüksek tuttuğu için ekonomide zayıf kaldı. Bu yüzden Fransızlar, alttan alta Almanya’ya gıpta ederler. 

Geçen hafta Der Spiegel’de bir yazı çıktı ve Courrier International bunu Fransızcaya çevirip yayınlayınca okuma şansım oldu. Yazıda ülkenin rekabet gücünün nasıl yerlerde sürüldüğü anlatılıyor. Örneğin Fransızlar brüt ücret üzerinden devletin Almanya’da yüzde 28 vergi alırken, kendilerinden yüzde 49 alınmasını “felaket” olarak değerlendiriyor. 2000-2010  yılları arasında işgücü maliyetlerinin Almanya’da yüzde 19 artarken, Fransa’da yüzde 39 artması, Fransa’daki şirketleri yurtdışına “kaçma”nın eşiğine getirmiş.
Ekonomide AB’nin patronu kuşkusuz Almanya. Ama “pazarı” durumundaki ülkeler kemeri sıktıkça zora girecek.  
Herkes birbirine “kayış atma” derdinde. Yunanistan gibi zayıf ülkelerin büyüklere “kayış atma” şansı olmadığına göre, faturayı vatandaşına yıktı; “Teknokrat hükümetler” ile ipleri IMF ve Avrupa Merkez Bankası’na teslim ettiler.
Fransa, biraz işin “organizasyonu” ile öne çıkmayı planlıyor. Zaten Sarkozy, “Bakın, AB’yi krizden ben çıkardım” diyecek bir gerekçe bulamazsa, gelecek ilkbaharda sandığa gömülecek.  
Almanya, ağırlığı ekonomiye veriyor. Bütün ülkeler şakır şakır Euro istemiyor mu? Almanya para musluklarını açabildiği ölçüde bütün ülkelerin iplerini de eline almış olacak. Alman sermayesi, 2. Dünya Savaşı ile fethedemediği Avrupa kıtasını ele getirmek için önündeki bu fırsata bakıyor.
 “Merkozy” diye anılmaya başlayan Sarkozy ve Merkel ikilisinin “yeni Avrupa”planları da bu.
Ne istiyorlar?
·         Finansal ve mali denetim (İplerin tamamen Berlin’e geçmesi-İngiltere’den itiraz beklerim-, daha fazla vergi, daha az sosyal devlet.).
·         Emek piyasasının yeniden düzenlenmesi (Ücretlere sert bir fren, emeklilik yaşının yükseltilmesi, örneğin İtalya’da 66’ya çıkacakmış).
·         Vergi oranlarının uyumlu hale getirilmesi (Fakir ülkelerin daha fazla vergilenmesi).
·         Bütçe açıklarının yüzde 3’de tutulması (Fransa’da oran yüzde 7)
·         Avrupa fonlarının Euro bölgesinde kullanılması (Türkiye’ye vs. AB musluklarını kapatma).
 “Finansal kriz”, küresel sermayenin ipleri daha fazla ele geçirmesiyle çözülüyor.
Türkiye’deki 2001 krizi gibi!
Merkozy’nin kuracağı “Yeni Avrupa”,  hem devletler hem de toplum ve sınıflar arasında daha adaletsiz bir Avrupa olacak.
İyi pazarlar


12 ARALIK 2011, Pazartesi 

5 Aralık 2011 Pazartesi

Zorunlu askerlik fakire kaldı!


Kendimi bildim bileli, erkek sohbetlerinin konusu aynı: “askerlik hikayeleri”. İki erkek bir araya gelmeye görsün, laf kadın kız muhabbetinden dönüp dolaşıp askerliğe gelir ve bıkıp usanmadan konuşuruz. Komutandan yediğimiz dayağı, işittiğimiz küfrü bile iştahla anlatırız. Şimdi “adalet ve kalkınma” hükümeti, 30 bin lirayı bastıran zengin çocukları için zorunlu askerliği kaldırarak, geyik ortamlar için tam bir adaletsiz durum yarattı... 


Asker elbisesi giymemek, eline bir silah bile almamak, anlatacak askerlik hikâyesi olmamak… 
Şu zengin, paralı aile çocuklarının düştüğü duruma çok üzülüyorum… 
Zavallılar, artık erkek meclisinde tık laf edemeyecek, erkeklerin bulunduğu yerlere sokulmaya çekinecek, erkek sohbetine katılamayacak, iki laf etmeye yüzleri olmayacak! 
Şaka bir yana, “zorunlu askerlik” zengin için fiilen kaldırıldı...
Adı bile konulmadan ve adaletsizliklerle.
“Bedelli”, ne bizim toplumsal kültür ve geleneklerimize uyuyor, ne de sanıldığı gibi AB’ye…
Bedelli,  “Mehmetçik” kültürümüze kocaman bir darbe vuruyor.
Ayrıca soruyorum, hangi Avrupa ülkesinde “Ya bedava askerlik yapacaksın ya da şu kadar para vereceksin” diye bir uygulama var?
Gerçek şu ki, devletler kalabalık askerler beslemek istemiyor.
Ülke kalkınmasının yolu, askeri harcamaları kısmak, parayı askere, silaha değil eğitime, sanayiye, bilime, teknolojiye, kalkınmaya vs. ayırmaktan geçiyor.
Askerliğin “vatan borcu” sayıldığı dönemler geride kaldı.  Artık, bir vatandaşın ülkesi için yapacağı en iyi şey, eline silah almak değil.
Dev askeri bütçeler, kalkınmanın önünde bir engel olarak görülüyor. ABD gibi silah üretimini ekonomisinin can damarlarından birisi haline getiren, onunla para kazanan birkaç ülkeyi bir kenara bırakırsanız, herkes askeri harcamaları kısmak, refaha, üretime, bilime, eğitim ve sağlığa daha çok kaynak ayırmak istiyor. 
Türkiye’de bu sürece katılmak durumunda.
Ve askerlik süreleri kısalıyor. Hiç birimiz babamızdan, dedemizden dinlediğimiz gibi 5-10 sene askerlik yapmadık. Benim devremde kısa dönem 8, uzun dönem 18 aydı. Şimdi kısa 6 ay, uzun dönem 15 ay. 15 ayın ilk etapta 9 aya, ardından 6 aya düşürülmesinin hükümet kanadında hazırlık yapıldığını biliyoruz. 
Ve… zorunlu askerlik tamamen kaldırılacak, “profesyonel-paralı askerlik” gelecek.
Bakınız, zorunlu askerliğin kalktığı ülkelerden bazıları ve kaldırılma tarihleri şöyle:
ABD (1973), Belçika (1994), İngiltere (1960), Bosna Hersek (2006), Bulgaristan (2008),  Fransa (2001), Hırvatistan (2008), Hollanda (1997), İspanya (2001), İsveç (2010), İtalya (2004), Litvanya (2006), Macaristan (2004), Lübnan (2007), Polonya (2008), Romanya (2007),  Portekiz (2004), Slovenya (2003).
18 aylık askerlik sadece  Cezayir, İsrail, Kuzey Kore gibi ülkelerde kaldı.
Ayrıca zorunlu asker illa da silah altında olmak anlamına gelmiyor. Zorunlu askerlik olan ülkeler  “sivil alternatif hizmet” seçeneği sunuyor. Vatandaş kendi meslek alanında bir işte çalıştırılarak da, asker elbisesi giymeden askerlik yapmış sayılıyor. Çalışırken parasını alıyor ve normal askerlik süresi bitince ayrılıyor.
Genelkurmay, personel sayısını açıkladı. Buna göre, TSK, general/amiral (365), subay (39 bin 975), astsubay (95 bin 824), uzman jandarma (24 bin 700), uzman erbaş (40 bin 515),  yedek subay (6 bin 829), erbaş/er (458 bin 368) ve sivil memur/işçi (53 bin 424) olmak üzere toplam 720 bin kişiden oluşuyor.
Yani, her bin TC vatandaşından 10’u asker!
 “Asker millet” olmakla övünmek mi gerekiyor,  bilmiyorum.
Ama durumun AB’ye ters olduğu muhakkak. AB’de asker sayısının ülke nüfusuna oranı binde 1,4 (İsveç) ile 5,8 (Fransa) arasında değişiyor. Koskoca Almanya, asker sayısını 150 bine düşürmeyi planlıyor. Tabi Yunanistan’ı (yüzde 14) bir istisna olarak ayırmak gerekiyor. Kriz jetonun düşmesini sağladı, komşu, zorunu askerliği 2012’de kaldıracak. 
Unutmadan, “terör” çevresinde yaratılmaya çalışılan hassasiyetlerin içinin boş olduğu da kanıtlandı bence. Gerçi çözüm siyaset, hukuk, demokrasi içinde değil,  şiddet ve “bastırma”da aranıyor. Ama yönetim bu işi “mehmetçik” ile değil polis ve asker “özel” birliklerle halletmeye hazırlanıyor.  Tabi bu durumda, adı konulmamış kardeş kavgasında yer almayı vicdani açıdan reddetmek isteyenlere, vicdanlarını rahatlatacak bir formül de şaşırtıcı olmayacaktır.  
İyi pazarlar…

 

05 ARALIK 2011, Pazartesi 

23 Kasım 2011 Çarşamba

Kriz, lider falan tanımaz!


Ekonomi muhabiri olmaktan mıdır bilmem, ekonominin her zaman siyasete baskın çıktığını düşünmüşümdür. 
Son olaylar da beni doğruluyor. 


Baksanıza, İtalya’da yıllardır sağduyulu insanların uyarılarına karşın saltanat süren, politik entrikalarla her hengâmeyi atlamayı başaran Berlusconi’nin sırtını yere getiren ekonomik kriz oldu.
İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İtalya… 
Peki, sırada ne var?

2008’in son aylarında patlayan ve bugünlerde çoğu insanın “Çoktaaan geride kaldı” diye düşündüğü küresel mali kriz, özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Çin fenomeni ile ortaya çıkan yeni dengeleri bir tür deprem testinden geçirmişti. 
Ama mevcut finansal yapının, ortaya çıkan yeni duruma uygun olmadığı, kapitalizmin mabedi sayılan ABD’deki “mortgage krizi” ile kabak gibi ortaya çıktı.
Madem, dev Amerikan firmaları işlerini, “ucuzcu cenneti” Çin’de yaptırıyor, fabrikalar bir bir taşınıyordu; öyleyse Amerika’da bir sürü insan işsiz kalacaktı.
İşini kaybetmese bile artık eski ücretini alamayacaktı. 
Aynı nedenle ürettiğini daha ucuza satmak, saat başına daha az ücret almak durumundaydı. 
Böyle olunca da,  hiç yol kazası olmayacakmış işi ve geliri garantiymiş gibi 15-20 yıllığına borçlanarak aldığı konutun taksitlerini ödemek sorun haline gelecekti!
Nitekim kriz böyle patlak verdi. 
Eh, buna bir de dev finans kuruluşlarının yarattığı  “saadet zinciri” balonu eklenince, çöküşler başlamıştı.
Amerika’da devlet, vatandaşın trilyonlarca dolarını bu finans canavarlarına, ciddi bir politik muhalefetle karşılaşmadan, tereyağından kıl çeker gibi aktarmayı başardı. 
Son gösterilerde “Biz yüzde 99'uz” diyen vatandaşı da ipleyen olmadı, New York sokaklarında birkaç yüz polisi copla, gazla üzerlerine sürmek yeterli oldu.
Aylardır haber bültenlerinde duyduğumuz “Euro krizi”konusunun altındaki de, özünde aynı konu.
Aynen Amerikalılar gibi AB üyesi ülkelerde de vatandaş, artık gelirinin yıldan yıla azaldığını görüyor. 
Çünkü Avrupalı firmalar da artık Çin’i, Hindistan’ı, Uzakdoğu’yu, yani “ucuzu” keşfetti.
AB üyesi ülkelerde vatandaş, artık daha ucuza çalışmak, ürettiğini de daha ucuza satmak zorunda.
Büyük firmalar, markalar kazançlarını artırıyor, ama içeride ekonomi canlılığını yitirince, devletin vergi gelirleri azalıyor.
Peki, sanayi bölgeleri ölüm sessizliğine bürünen, insanları işsiz kalan AB üyesi bir ülke, mevcut çarkın devamı için ne yapacak?
Tabi ki borçlanacak!
Ve hepsi de mevcut memur, işçi, emeklilik maaşlarını ödemek, “sosyal devlet” olmanın gereklerini yerine getirebilmek için, uluslararası finans kuruluşlarından deli gibi borçlandılar.
Yunanistan milli gelirinin iki katı borç aldı, İtalya’nın borcu 2 trilyon Euro’ya yaklaştı.
Ve işte zaten şu anda AB’deki krizin adı da “Borç krizi”…
Euro krizi” falan, işin çok ufak bir bölümü.
Ne yani, şimdi Yunanistan, “Kardeşim ben Euro’dan çıkıp Drahmi’ye dönüyorum” dese, Alman ve Fransız bankaları, milyarlarca Euro alacağının üzerine ayran mı içecek!
Bir de krizin madara ettiği liderlere bir bakalım:
2009’da, ilk darbeyi İrlanda Başbakanı Brian Cowen yemişti. İş, tabi Cowen’in koltuğundan olması ile bitmedi, ülke resmen iflasını ilan etti ve ülke yönetimi IMF, Avrupa Merkez Bankası (ECB)  Avrupa Birliği'nin kontrolüne geçti.
Brian Cowen, 2011 Martında yerini Enda Knny’ye devrederken, aynı ay içinde IMF yardımı ile paçayı kurtaramayan Portekiz Başbakanı Jose Socrataes 6 yıldır oturduğu koltuktan istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Pedro Coelho seçildi.
İspanya’da Başbakan Jose Luis Rodguez Zapatero geçen sene 20 Kasım’da, seçimi de dört ay erkene alarak, apar topar gitti.
Slovakya Devlet Başkanı Ivan Gasparoviç, Başbakan Iveta Radicova’nın tüymesinden sonra şimdi hükümet kurduracak adam arıyor.
Yunanistan’da PASOK’un lideri Papandreou, her türlü siyasal tartışmadan galip çıkmış, koltuğunu korumayı başarmıştı; ama krizde pes etti, çekileceğini açıkladı.
Aynı şekilde hem siyasi muhalifleri, hem yolsuzluk ve seks davaları ile baş eden İtalyan zengini Silvio Berlusconi 17 yıllık siyaseti kötü sonla noktalıyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin yıldızının kaydığın da söyleyelim.
Bu filmin devamını göreceğinize de kalıbımı basarım.
Bütün bu ülkelerdeki gelişmelerin tipik özelliklerine bakalım:
·         Hükümetler mevcut standartları koruyamayacaklarını görünce “kemer sıkma” politikalarına yöneliyor.
    Kemeri zenginler değil, hep ücretli ve orta direk sıkıyor. Ücretlerinin makaslandığını, gelirinin azaldığını gören, işsiz kalan halk sokakları dolduruyor.
·         Hükümet partileri hızla saygınlığını yitiriyor. 
Muhalefet partileri –alternatif bir çözüm planları olmasa da- ön plana çıkıyor ve iktidar partileri siliniyor. (2002 seçimlerinde, krizin iktidarı DSP, MHP ve ANAP sandığa gömülmesi gibi)
·         Yönetime “teknokrat kadro” hâkim oluyor. İpler, uluslararası finans kuruluşlarının eline geçiyor. (Yani hepsine birer Kemal Derviş buluyorlar).
·         Yeni hükümetler artık ülke ekonomilerini dış borç ödeme mekanizmasına döndürüyor. Sistem tamamen uluslararası finans kuruluşları ve şirketlerin istediği şekilde şekilleniyor. (Mesela tarım sürekli kan kaybediyor, yerli üretim yerine ithalat öne çıkıyor vs. )

Kaderin cilvesi değil, ekonomi…

İyi pazarlar.



13 KASIM 2011, Pazartesi  

POLSAN hakî OYAK'ın mavi rakibi mi?


OYAK’ın, Türkiye’nin en büyük grup şirketlerinden birisi olduğunu biliyoruz. Askerlerin haki renkli dev holdingine, polislerden bir rakip geliyor gibi… Son yıllarda yıldızı parlayan ve hızla büyüyen POLSAN şimdiden bir çok sektörde hatırı sayılır işler yapıyor. 

Sevgili okurlar, bu Pazar sizlere Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Bakım ve Yardım Sandığı’ndan (POLSAN) söz etmek istiyorum. POLSAN, aslında Ordu Yardımlaşma Kurumu’ndan (OYAK) çok daha önce, 1952 yılında kurulmuş bir “sandık”. Ancak 1961 yılında askerlerin kurduğu OYAK hızla büyüyüp bugün öz sermayesi 12 milyar lirayı bulan dev bir şirketler grubuna dönüşürken, POLSAN, meslek çevresi dışında adı pek kimsenin bilmediği bir kuruluş olarak kalmıştı.
Ancak özellikle son yıllarda, -Ak Parti hükümetleri döneminde demek daha doğru olabilir- POLSAN dikkat çekici bir atağa kalkmış durumda. POLSAN, statü olarak aynen OYAK’a benziyor. Kuruma, “Emniyet Genel Müdürlüğü’nden maaş alan herkes” üye olabiliyor. 120 bin civarında üyesi olan POLSAN’a, polislerden, emekliliğe esas maaşlarının yüzde 8’i kadar aidat kesiliyor. Kurumun Haziran 2011 itibariyle öz kaynakları toplamının 860 milyon 825 bin lira olduğu bildiriliyor.
Resmi verilere göre, geçen yılki net karı 81,5 milyon lira olan POLSAN, bu karın yaklaşık yüzde 40’nı (32,5 milyon lira) kar payı olarak dağıttı. POLSAN üyelerine emeklilik, ölüm ve maluliyet yardımı altında ödemeler yapıyor. Örneğin yıllık emeklilik yardımı yaklaşık 20 milyon lira. Yine polisler 2010 yılında kurumdan toplam 367 milyon lira borç para almışlar. POLSAN 2 bin 500 memuru ev sahibi, 5 bin 300 memuru da araba sahibi yapmış. Taşıt ve konut kredilerinde faiz oranı, piyasanın normalde yüzde 10, Olağanüstü Hal bölgesinde yüzde 30 altında uygulanmış.
POLSAN’ın şirketlerinin durumu ise şöyle:
Polsan Turizm: A grubu seyahat acentesi. 
Poltek Teknoloji ve Yazılım A.Ş., Amerikan-Alman silah markası SigSauer’in Türkiye distribütörü. Silah satışını yanı sıra savunma, mayın temizleme aletleri üreten Alman Minewolf, Smiths Heimann, İspanyol Indra, Danimarkalı Damasec firmalarıyla da ortak işler yapıyor. 
Polsan İnşaat A.Ş. Ankara’da TOKİ ile binlerce konut üretiyor. 
Ankara Sigorta A.Ş. 250 çalışan, 800’den fazla acenteye sahip. Polsan Portföy’ün ödenmiş sermayesi 600 milyon lira. 
Atasu firması Atatürk Orman Çiftliği ve Çamlıca suların işletiyor. 
Bolu’daki Boluda Alışveriş ve Eğlence Merkezi, bölgenin en önemli bir cazibe merkezi. 
Bolpet ise Yozgat’tan başlayan bir akaryakıt zinciri kurmaya hazırlanıyor.
POLSAN’ın henüz, 2009 yılı öz kaynakları 10,8 milyar lira olan OYAK ile boy ölçüşecek hali yok. Ancak bu iştiraklerin son 6-7 yılın ürünü olduğunu düşünürseniz, POLSAN’ın “önlenemez yükselişi” de ortada. 
Kuşkusuz, bu tür “sandık”lar, her ne kadar aidat öderken çalışanlara bir yük gibi görünse de özellikle emeklilikte büyük avantajlar sağlıyor. Ayrıca örneğin askerler OYAK sayesinde otomobili sıradan vatandaştan daha ucuza alabiliyordu, şimdi buna polisler de eklendi.
Ancak bu kuruluşların artık aidat ödeyen üyelerine hizmet etme hedefini “aşıp” yeni bir güç merkezi haline geldiğini de görmek zorundayız. Generallerin bir bir gözaltına alındığı son aylarda, hükümetin OYAK’ı lağvetme, bağlı şirketleri kamu kuruluşu haline getirme yolundaki girişimleri konuşulmuştu.
Bakalım POLSAN’ın başına da benzer bir şey gelecek mi?
Ya da biz, hükümetin haki bir OYAK yerine, mavi bir POLİSAN’ı tercih ettiği yolundaki yorumların haklı çıktığını mı göreceğiz?
İyi pazarlar…

 
20 KASIM 2011, Pazar 

9 Kasım 2011 Çarşamba

Ucuz kurbanlık nasıl olacak?

Kurban kesmek, artık sadece dinsel bir görevi yerine getirmek değil, aynı zamanda muhafazakâr ağırlıklı toplumun en yangın geleneklerinden birisi. Hepimiz ucuz kurbanlık arıyoruz.  Ama biraz araştırınca görüyoruz ki, tek tek sığır, koyun değil; hayvancılığın kendisi yıllardır yanlış politikaların “kurbanı”!



Kurban Bayramı deyince hepimizin aklına, olanaklar ölçüsünde kurbanlık hayvan alıp kesmek geliyor. Açıkçası, kişisel olarak, kentlerde bu yaptığımız işin,  olayın ruhuna ne kadar uygun olduğu kafamı hep karıştırmıştır. 
Öncelikle kurban kesmek, İslam dinine göre de, “Benim maddi durumum iyi, az çok zengin sayılırım, bunun sadakası için yoksullara, karnı aç yatan insanlara yardım ediyorum” demektir. 
Ve kesilen hayvanın en azından, üçte ikisini fakir-fukaraya dağıtmak esastır.
Dürüst olalım, yaşadığımız manzara şu: 
Zengin olmayı bir tarafa bırakalım, borçtan iflahımız kesilmiş bile olsa, “komşudan geri kalmamak için” gider büyük- küçük bir hayvan alırız…  Tek başımıza alamazsak “ortak” alır etini paylaşırız (İşin burası benim kafama hiç girmiyor, çünkü küçükken bize anlatılan kurban kesmek, hayvanı alıp kurban etmektir. Kesip kilo ile paylaşmak, dini açıdan ne derece doğru bilmem) Sonra bizim evde kurban kesilir, apartmandaki alt, üst, yan komşulara, en fazla birkaç apartman ötedekine pay göndeririz. Sonra genellikle pay gönderdiğimiz evde de zaten kurban kesilmiştir, onlar da bize gönderir! 
Ve... Diyelim bir koç kesmişsen, bir şekilde mutfaktaki buz dolabının etle dolduğunu görürüz! Sonuçta bol bol kavurma yaparız, mangal yaparız ve Kurban Bayramı da bir “Et bayramı”na dönüşür. 
Doğrusu, yüksek et fiyatları nedeniyle yılın 12 ayında et iştahımızı tavukla vs. geçiştirmekten bir hal olduğumuz için bu da çok hoşumuza gider, hakikatten bu “et bayramı”na bayılırız… 
Elbette bu bizim suçumuz da değil, öyle bir kent atmosferindeyiz ki, hangimiz, hangi komşunun sofrasında ne kaynadığını, aç mı tok mu olduğunu biliyoruz? Kanımca bu ayrı ve çözülmesi gereken önemli bir sorun.
Ama bu bayram gününde dikkatinizi, “ucuz kurbanlık” hayalinin gerçek olma koşullarına çekmek istiyorum.
Bakınız, Türkiye’de vatandaş, geçen yıl kurbanlık hayvan için cebinden yaklaşık 5 milyar lira para ödedi. Satılan sığır sayısı 600 bin, koyun, keçi sayısı da 2 milyon 250 bin oldu. Bu yıl da yaklaşık o kadar satılması tahmin ediliyor. Yani bu bayram da 5 milyar lira hayvancılık sektörüne akacak.
Hayvan üreticileri, özellikle et ve süt fiyatlarındaki istikrarsızlık yüzünden son yıllarda üretimi genelde Kurban Bayramı’na göre planlıyor. Yetiştirici en iyi parayı kurbandan kazanır halde. 
Hem toplu hayvan satışı, hem de canlı hayvanı kasaplara vermenin sıkıntılarından kurtulma var...  
5 milyar lira küçümsenecek bir rakam değil. Ancak maalesef üreticilerin yarasına merhem olmuyor ve işte olayın püf noktası bu: 
Kurbanlık fiyatlarından ne yetiştirici memnun ne de kurban kesen vatandaş. 
Çiftçi fiyat ucuz diye yolu trafiğe kapatıp eylem yapıyor, vatandaş ise pahalılık nedeniyle kurban alamamaktan yakınıyor.
İkisi de aynı kentte oluyor.
Türkiye sözde bir tarım ülkesi, ama et fiyatları, mübarek benzinde, doğalgazda ve elektrikte olduğu gibi mesela Avrupa’dan çok yüksek! Sığır etinin kilosu Almanya’da ortalama 5 Euro, bizde 20 liranın üzerinde. Alman vatandaşının alım gücünden falan söz etmiyorum. 
Bulgaristan AB üyesi, bu yıl oradaki Müslümanlar kurbanlık koyunu 100-150 Euro’dan, sığırı 500 Euro’dan aldı.
Şimdi rakama bakarsanız, bizim çiftçinin Almanya’daki çiftçiden çok kazanıyor olması lazım.
Öyle mi? Asla!
Tam tersine, Alman çiftçisi malını yetiştirici birlikleri aracılığı ile satar, pazarda öyle ayaz yemez,  beyler gibi yaşar.  
Keza Bulgaristan’da hayvanın satış fiyatı ucuz da olsa, çiftçi bizdekinden fazla kazanır.
Peki neden? Örneğin Almanya’da –Bütün AB ülkeleri gibi- hayvancılık ciddi şekilde desteklenir, topluluk bütçesinin yüzde 60’ı tarıma gider. 
Çiftçi, sütünün miktarına, doğan buzağı, beslediği inek, tosun sayısına göre ciddi maddi yardımlar alır. 
Mazotu, ilacı, gübreyi uygun fiyattan alır.
Yani çiftçi neredeyse, satış fiyatına yakın bir desteği üretim aşamasında devletinden görür.
Aynı şekilde örneğin eski sosyalist ülkelerde meraya dayalı ucuz beslenme oldukça iyi organize edilmiş durumda, bu da üretim maliyetlerini etkiliyor.
Oysa Türkiye’de bugün hayvancılığa sağlanana destekler, maalesef sadece üç-beş gözü açığın işine yarayacak şekilde düzenlenmiş. Yem bitkisinden, et ve süte, “üretime bağlı” maddi destekler ya hiç yok, ya da çok yetersiz.
Kurban murban…  Sonuçta üretilen, satılan şey ettir. 
Ucuz etin en önemli kaynaklarından birisi meralar. Maalesef Türkiye’de yıllardır mera ıslahının sadece lafı yapılıyor. Mera ve otlakların büyük bölümü, ya konut vs. şeklinde işgal ediliyor ya da araziye açılıyor. Meraların hızla azaldığı bir gerçek.
Ayrıca adına “terör” denen olaylar, hayvancılığa en büyük darbeyi vurdu. Örneğin şiddetin son aylardaki tırmanışına bakarak, önümüzdeki ilkbahar ve yaz aylarında, yine 1990’lardaki gibi “yayla yasağı” geleceğinden endişeliyim. 
Bu yasaklar sanmayın ki sadece Hakkari’de, Tunceli’de oluyor. Karadeniz, hatta İç Anadolu’da bunlar yaşanıyor. Sadece “yayla yasağı” değil, insanlar yakın meralarda bile akşam güneş battıktan sonra dışarıda hayvan otlatmaya çekiniyor.
Halbuki, Anadolu’da, yılın büyük bölümünde ıslah edilmiş, bakımlı mera ve yaylalarda otlatarak pek ala hayvancılık üretim maliyetlerini, vatandaşa ucuz et sağlamak mümkündür.
Kurban Bayramı’nda hem ucuz kurban kesmek, hem de üreticinin yüzünün gülmesi için mutlaka bu temel sorunların hallolması gerekiyor. Aksi takdirde,  et fiyatı yükselince ithalat silahını çiftçinin ensesine dayayan, sadece üç-beş firmanın cebini dolduran bu politikalarla ne üretici, ne de vatandaşın tatmin olması mümkün, diye düşünüyorum.
Kurban Bayramınız kutlu olsun


 06 KASIM 2011

7 Kasım 2011 Pazartesi

Deprem içinde deprem...

Van ve Erciş’i yıkan deprem, 17 Ağustos Marmara depremini hatırlattı.
Yüzlerce insan yaşamını yitirdi, binlerce aile dondurucu kış soğuklarının hemen arifesinde, evsiz barksız kaldı. 
Ama galiba asıl depremi vicdanlarda yaşıyoruz. 


17 Ağustos 1999 sabahı erkenden foto muhabiri arkadaşım Zafer Meydan ile birlikte Yalova’ya vardığımızda, yüzlerce apartmanı yerle bir olmuş, yer yer yangın ve dumanların yükseldiği, insanların kendini battaniye veya pijama ile parklara attığı, herkesin yakın akrabalarını kurtarmaya çalıştığı, yıkıntılar arasından çığlıklar ve yardım edin seslerinin yükseldiği, bazı çökmüş binalardan cesetlerin pencerelerden sallandığı bir sahil kenti ile karşılaşmıştık.  
Telefonlar kesikti ve yaklaşık yarım saatte gezip, dolaşıp edindiğimiz bilgilerle ilk haberi, Orhangazi yakınlarına gelerek, telsizle geçebilmiştik. 
Türkiye Yalova’daki depremi böylece ilk olarak, bizden, A.A.’nın (Anadolu Ajansı) haberi ile öğrenmişti.
Gece saat 03:30 gibi yaşanan depremi, radyo ve televizyonlardan, demek ki, saat 08:00’den sonra ancak duyurulabilmişti.  
Yani, Marmaranın göbeğindeki bir sahil kentinde koskoca bir deprem olmuş da, yaklaşık 5 saat boyunca kimsenin haberi olmamıştı!
Ve ilk gün boyunca inanın, hiçbir profesyonel kurtarma çalışması yoktu. 
Sabah saatlerde Yalovalılar bir birini kurtarmakla meşguldü ve en fazla insan kurtarma bu ilk saatlerde yaşanmıştı. 
Depremden sağ kurtulanlar, can havliyle enkaz altında kalan yakınlarına ulaşmaya çalışıyorlardı. 
Yalova Valisi, çatlayan valilik binasına girememiş, pijamasıyla çevresine bazı görevlileri toplamış, kamu kuruluşlarına ait iş makinelerinin şoförlerini aratıyordu.  
Köpekli Sivil Savunma ekipleri ertesi gün ancak gelebildiler. AKUT falan bilinmiyordu. Askeri birlikler gelmişti,  ama ellerinde G3 tüfeği ile gönderilen asker sadece seyretmekle yetiniyordu. Yerli yabancı kurtarma ekipleri ancak ikinci günün sonundan itibaren gelebildiler
Şaşıracaksınız, Yalova'da ekip olarak ilk Almanları gördük. Hiç unutmam, gelen ilk köpekli ekip Almanya’dandı. Kızılay’ın çadırları üç-dört gün sonra gelebilmişti. Neyse ki havalar sıcaktı.
Tabi,  Türkiye’yi kalbinden vuran deprem, tam bir soğuk duş oldu ve aradan geçen sürede gerek depreme dayanıklı bina yapımı, gerek kurtarma vs. alanında ciddi mesafeler kaydedildi. Örneğin Van ve Erciş’e depremin ilk gününde kurtarma ekipleri gidebildi. 
Deprem fiziki yıkımın yanı sıra tam bir şok hali. İnsanlar bir anda kendilerini tam bir umutsuzluğun içinde buluyor. Canınızı sağ kurtarsanız bile, yakınlarınızı kaybetmişsiniz, evsiz kalmışsınız, sokaktasınız, yemeye içmeye yok, tuvaletinizi yapmanız bile sorun.
Tabi insanlar, doğal olarak, “Nerede bu devlet”  moduna giriyor. 
Mutlaka Van ve Erciş’te de benzer şeyler yaşanmıştır.
Ancak üzülerek yazmak zorundayım ki, ben Van’da, 7,2’den çok daha büyük ve yıkıcı bir depremi hissediyorumHem bu depremi hissetmek işin Van’a gitmem de gerekmiyor. Örneğin Ankara’nın göbeğinden çok acı şekilde hissediliyor. Bu depremin adı: vicdanlardaki bölünme…
Günlerdir “sosyal medya”da sergilenen sorumsuzluğu, kışkırtıcı mesajları izliyoruz. Kendilerini “milliyetçi” sananlar Kürt-Türk düşmanlığını kışkırtmak için elinden geleni yapıyor. Ağıza alınmaz küfürler, “Van’a gıda göndereceğime, köpek maması alırım, hiç olmazsa köpekler ihanet etmez” ile simgeleşen tepkiler sözde PKK ve BDP’ye gönelik gösterilse de doğrudan Kürt’lere hakaret anlamı taşıyor ve bunu artık bu hakaretlerin sahipleri de gizlemiyor!
Facebook’ta bir dosya: “BDP’li belediye başkanının elini sıkmayan emniyet müdürü”, aslan, kaplan, kahraman Türk…paylaş, beğen, alkışla!
Sonra biraz bu mesajların kaynağına bakıyorsunuz, birkaç çok ilginç: “Özel Kuvvetler”, “Özel Harekat Polisi” vs.  
Yakın tarihimizde radikal sol veya alevi kesime yapılan benzer saldırıların arkasında yine bu güçler vardı, ama ortalıkta “ülkücü”ler görünüyordu. Bazı ülkü ocağı derneklerinin bu depremde Van’a kamyonlarla battaniye vs. göndermesi gerçekten önemli. 
Ama bu güçlerin yeni gruplar oluşturduklarını da hisseder gibiyim.
Efendim “Bunlar insan olsa yardımı yağmalamazlar” diyenlere soruyorum: Siz Yalova’da, Gölcük’te benzer yağmalamalar olmadı mı sanıyorsunuz?
Siz eğer düzenli ve de yeterli bir yardım ağı organize edemiyorsanız; depremde insan psikolojisidir, ulaşabildiği şeye, hücum ediyor.  
Ama şimdi Van ile Yalova da aynı değil! 
Bizde bölücülüğü sadece PKK yapmıyor, maşallah “Türk milliyetçileri” de ondan geri kalmıyor. Ve sonuçta artık bölge insanı başına ne gelse, “Bu bize Kürt olduğumuz için yapılıyor” önyargısı taşıyor.
İş zor… Yardım işini polise askere verdiğinizde, onlar zaten bölge nüfusunu potansiyel PKK’cı görüyor ve ona göre davranıyor...
Bu hafta, sözü, usta meslektaşımız Mehmet Ali Birand’ın köşesinden alıntıyla noktalamak istiyorum.
 Birand,  şöyle diyor:  
Bölgede iki devlet var. Birisi BDP-KCK, diğeri TC. Devleti. TC.  Devleti çok güçlü. Polisi, askeri,  parası, dev olanaklarıyla yenilmesi son derece zor bir olgu.  Ancak halkın kalbini çalan, inandığı ses ise BDP-KCK örgütü.
Bizler istediğimiz kadar birliktelik nutukları atalım, devletin şefkat dolu elinden söz edelim. Bölge çoktan bölünmüş bile. İnsanların kafalarında bölünmüş, siyah ve beyaz gibi… Bizlerin bu durumu görmezden gelerek bir yerlere varabileceğimizi de sanmıyorum.
Tren kaçmış. Treni tekrar yakalamanın yolu temelden bir tutum değişimi gerektiriyor. Buna da kimsenin niyeti yok. Kavga, dövüş… Halklar arasında uçurum giderek artıyor. Bunu görmek için birkaç günlüğüne bölgeye gidin, sokaktaki insanları dinleyin, ardında da resmi yetkililerin nabzını tutun yeter.”
Galiba asıl deprem, bu!
İyi pazarlar
.

 30 Ekim 2011, Pazar 

13 Ekim 2011 Perşembe

‘Açık’ düzeninde tek bir tuğla…


 

TCMB bugünlerde dolara hücumu frenlemek için ihale üstüne ihale yapıyor. Umarız ki, epeydir döviz rezervlerinin fazlalığı ile övünen banka, doların ateşini söndürür.


 Ancak geçmiş deneyimlere ve tek bir tuğlası bile sökülemeden sapasağlam duran cari açık ekonomisine bakılırsa, “merkez”in dövize hücum edenlere “alın size dolar” diye piyasaya dolar saçmasının etkileri sınırlı kalacak.  Zaten hükümet de “enflasyon artabilir” açıklaması ile olacakları kabullenmiş görünüyor.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) doların 1,9 lirayı görmesi ve psikolojik sınır kabul edilen 2 liraya ulaşacağının anlaşılması üzerine geçtiğimiz hafta içinde iki rekor ihale açtı, piyasaya 2 milyar dolara yakın döviz sattı.  
Merkez, ayrıca bankaların döviz yükümlülüklerini de hafifleterek, dolara talebi frenlemek istedi. Bu operasyonla dolar 1,85 liraya geriledi. Dolar, haftayı 1,84 lira ile bitirdi.
Elbette, ilk göze çarpan şey, rekor döviz satışına rağmen kurun çok da fazla düşmemiş olması. Ayrıca gözünü “yurtdışı piyasalardaki olumsuz gelişmeler”e diken ve bu yolla güvenini yitiren piyasa aktörlerinin her an dolara yüklenebileceğini, paniğe çok açık bir ortam oluşmaya başladığını da görmek gerekiyor.
Sizlere, doların önümüzdeki günlerde nereye kadar çıkacağını söyleyebilecek durumda değilim. Ama bu gidişin hiç de hayra alamet olmadığını ve daha şimdiden toplum olarak bunun faturasını ödemeye başladığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Daha dün, doğalgaza küt diye yüzde 12 zam yapıldı. Enflasyonu yüzde 6-7 diye açıklayan Türkiye, hem enerjide hem ısınmada en temel ürünlerden birisi olan gaza bir kalemde yüzde 12 zam yapabildi! Demek ki bu kış vatandaş ısınmak için yüzde 12 daha fazla ödeyecek. Aynı şekilde doğalgaz kullanan bütün fabrikaların, işyerlerinin yakıt, enerji giderleri artacak.
Tabi iş doğalgaz fiyatı ile kalamaz. Bakın, hemen elektriğe yüksek oranlı bir zam yapıldı, zira artık Türkiye elektriği büyük ölçüde doğalgaz yakan santrallarda üretiyor.
Eee tabi, yarın doğalgaz, elektrik maliyetleri artan firmalar, kuşkunuz olmasın ki, bunu fiyatlarına yansıtacaklardır ve “iğneden ipliğe”  her şeye şakır şakır zam gelecektir.
Türkiye uzun yıllar yüksek enflasyonla yaşadı ve geleneksel olarak enflasyonun kaynağı kamudur. Zira öteden beri devlet ilk adım olarak benzine, mazota, elektriğe zam yapar. Gerekçesi de –her zaman olduğu gibi- “döviz fiyatlarındaki artış” olur. 
Burada, devletin bütçe açıklarını kapatmak için kendi elindeki “KİT”lerde yaptığı zamları da unutmamak lazım. İçki ve sigaradan şekere, uçak biletinden TEKEL kibritlerine, boğaz geçişinden belediye otobüs biletine, okul harçlarına, her şeye zam yağardı.   
Üretimdeki en temel girdiler olan akaryakıt ve elektrik faturaları kabaran özel sektör de şakır şakır zam yağdırmaya başlardı.  
Tabi bu zam ve enflasyon oyununun en büyük kuralı adaletsizliktir
Mutlaka güçlü ve örgütlü olanlar diğerlerine fark atarlar… 
Enflasyonun belirleyici dinamiği, “fiyat artışının, ücret artışından fazla olması” dır. Yani elinde satacak malı olanlar, piyasayı kontrol edenler daima ücreti, emeği ile geçinenlerden daha avantajlıdır. 
Zaten “adaletsizlik”, bir kesimden diğerine gelir transferi olmasa enflasyon kimsenin işine gelmez!
Düşünsenize, hem mallar ve hizmetler, hem de ücretler aynı oranda arttı… 
Kimse kimseden bir şey aşıramadı!… 
Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır! 
Zaten böyle olsa kimse fiyat artırmaya kalkmazdı. 
Giderlerin yüzde 50 artacaksa, niye durup dururken malının fiyatına yüzde 50 zam yapacaksın ki? 
Kasaya girenle çıkan eşitlenirse, niye boşa çabalayacaksın ki? 
Yüksek enflasyon toplumda adaletsizliği artırır, ücretliler aleyhine bir dengesizlik yaratır. Bu yüzden haklın gözünde onun adı “enflasyon canavarı”dır! 
Yüksek enflasyon sadece ücretlileri değil, çiftçi-köylü kesimini de ezer. 
Satın aldığı her şeye zam geldiğini görüp, kendi ürettiği şeyleri ucuza satmak zorunda kalan çiftçiler bu durumu, “Onlarınki sanayi malı, bizimki enayi malı” diye tanımlardı!
Doların yükselişini film seyreder gibi izleyenler ve bu filmin İstanbul Kapalıçarşı ile borsa, banka sahnelerinden ibaret kalacağını sananlar için yine hatırlatalım ki, bu iş salt fiyat artışları ile kalmayacak.
Enflasyonun yarattığı “adaletsizlik”, doğal olarak ücretli kesimleri vuracak. 
Ürünlerine zam yaparken gözünü çalışanın cebine diken firmalar satışlarının azaldığını görecekler. 
Satışların azalması ve durgunluk, insanları işsiz kalmasına, finansman yapısı zayıf olan firmaların zora girmesine, kapanmasına yol açacak.
Konu iyimser veya karamsar olmak değil. Ekonominin kendi kuralları var ve sizin iradenizden bağımsız olarak, kendi kulvarında yürür. 
Türkiye son on yılda, dış konjonktürün de etkisi ile sağladığı yüksek büyüme ortamını iyi değerlendiremedi ve örneğin şu döviz dengesini bir türlü kuramadı. Sizin ekonominiz ithalat ile dönüyorsa,  dışarıya sattığınız mal, satın aldığınız malın neredeyse yarısı ise, bu durumu sürdüremezsiniz! 
Değil karamsar olmak, iyimserlikten uçsanız, yatıp kalkıp hükümete methiyeler de düzseniz bu cari açık orada dururken, sonucu değiştiremezsiniz.
Hükümetler değişiyor ama ithalata dayalı ekonomi devam ediyor. Ne hükümet tek bir çivi sökebiliyor, ne de muhalefet bir alternatif geliştirebiliyor.  Bakan Ali Babacan, güya döviz dengesini sağlamak için “İthalat kalemlerini tek tek inceliyoruz” diyor.
Kolay gelsin, bakalım kaç sene daha izleyeceksiniz!...
Türkiye’de bu yılın Ocak-Eylül döneminde toplam 602,2 bin araba satılmış. Bunun 235,8 bini yerli, 366,3 bini ithal. Burada üretilen araçlarda ithal parça oranlarının yüksekliğini de eklersek, koskoca bir sektör harıl harıl döviz yiyor!
Başbakan Erdoğan, isim vermeden Koç Grubu’ndan “Türk otomobili” istiyor, “babayiğit” bekliyor… 
Koç’un patronu sıkıştı. Ortakları Fiat ve Ford’u ikna etmeden bu işe girişemez. 
Böyle bir babayiğitliğe soyunursa Başbakan Koç’u koruyacak mı?
Hadi herkes göstersin “babayiğitliğini”, görelim. Yüksek faizli yabancı kredi ile at oynatmak kolay. 
Gelin, yollarda Türk otomobilleri dolaşsın,  döviz dışarı gitmesin. 
Şu cari acık düzeninde tek bir tuğla sökülsün!
İyi pazarlar…

  
9 Ekim 2011

6 Ekim 2011 Perşembe

Savunun, dolar ‘dalgalanıyor’!




Dolar bugünlerde, her bir kilometrede yeni rekorlar kırarak ilerleyen maraton koşucusu gibi. 
Döviz kuru “dalgalı” olunca, iniş çıkışların nerede duracağını da kime bilmiyor. Doları “serbest piyasa”ya bırakmanın rahatlığı piyasada panikleri önlese de bu “dalga”, yıllık enflasyonun üç katı devalüasyon, önümüzdeki dönemde kimi canları fena halde yakacak. 



Öncelikle dikkatinizi çekmek isterim ki, dolar kurunun 1,5 liradan, 1,85-1,90’a gelmesi, 2 liranın telaffuz edilmeye başlaması,  bal gibi devalüasyondur, hem de yüksek bir devalüasyondur. Hatırlayalım, en son büyük devalüasyonu  2001 krizinde yaşamıştık ve dolar yaklaşık (bugünün sıfırları ile yapılan hesaba göre) 0,7 liradan, 1,2 liraya yükselmişti. 
“Dalgalı kur” henüz yoktu, hükümetin kontrolünde yürüyen “sabit kur” da fren tutmamıştı. Bu artışın bir gecede olması, tabi büyük bir patlamaya yol açmıştı. 
Dolar, krizin ilk aylarında 1,7 lirayı yakalamış ancak ithalatın bıçak gibi kesilmesi ile tutunamamış, uzun seneler 1,5 liranın altında seyretmişti. Ve en önemlisi,  yüzde 60 devalüasyon yaşandığı dönemde, enflasyon da o civardaydı. Yani bütün mal ve hizmetlerin bir yılda yaptığı fiyat artışını, dolar bir gecede yapmıştı!
Bugün yaşanan büyük devalüasyonu görmezden gelenlerin önce,  doların 1,5 liradan 1,9 liraya yükselmesi ile oluşan yüzde 30 civarındaki devalüasyonun, yıllık enflasyonun yüzde 7-8 olduğu bir dönemde yaşandığını görmeleri gerekiyor. Yani enflasyonun 3-4 katı bir devalüasyondan söz ediyoruz. Böyle büyük bir devalüasyonun “teğet geçeceği” falan düşünüyorsa, kusura bakmayın, bu eşyanın tabiatın aykırıdır. 2001 yılında, yüksek devalüasyonla tetiklenen kriz ülkeyi nasıl bir durgunluğa sürüklediyse, bu devalüasyon da mutlaka hükmünü icra edecektir!
Kuşkusuz ki, 2001 yılından bu yana derenin alından çok sular aktı. Ekonomi, özellikle finans sistemi batılı liberal sistemin yerleştirilmesinde önemli bir yol kat etti. Dünya Bankası’ndan gelen Kemal Derviş bunun mihmandarlığını yaptı. Bankacılık sisteminde “balonlar” patlatıldı vs. Ancak, Derviş’in  mihmandarlığını yaptığı, devletin ve başta ABD olmak üzere batının büyük desteğini alan bu model, Türkiye’de reel ekonominin temel kronik sorunlarına hiç el atmadı.
Bankalar, uluslararası bankacılık sistemindeki büyük krizlere rağmen büyük borç krizlerine girmediler. Buna, dünyadaki “ucuz döviz” de destek verdi. Yüksek faizin kokusunu alanlar dolar yağdırdı, sorun çıkmadı.
Dikkatinizi çekerim, sağ-sol koalisyonları ile Türkiye’nin topyekün izlemesi istenen programda, reel ekonominin, üretimin yeri olmadı. Üretimdeki temel kronik sorunlara hiç dokunulmadı. Tam tersine, içeride reel ekonomi dışsal rüzgarlara açık hale getirildi, adeta herşey uluslararası sermayenin çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edildi. 
Mesela bunların en başında da ithalata, dolayısıyla da cari açığa dayalı büyüme politikası geliyor… 
ANASOL-D, REFAH-YOL gibi siyasi koalisyonlarla istediği neticeyi alamayacağı sonucuna varan güçler, sonuçta Ak Parti ile tek partili ikidarla, siyasi rekabet ve muhalefet tartışmalarından kurtularak, “yolundaki taşları temizleyerek”, “siyasi istikrar” içinde bu planı rahatça uygulamaya soktular.  
Son on yılda kaydedilen ve doğal olarak Ak Parti’nin hanesine yazılan bu “başarı” ve yüksek büyüme rakamları, işte bu planın sonuçlarıydı.
Bu modelin üç temel ayağı vardı: İşçilik maliyetini azaltma, dış borçlanma ve özelleştirme…
Özelleştirmede tarihi rekorlar kırıldı, taşeronluk yaygınlaştırıldı, özellikle özel sektör boğazına kadar borçlandı,  zira dolar “ucuzdu”. Bugün, TCMB’nın açıklamasına göre, toplam olarak şirketlerin 194 milyar dolar, bankaların 83,5 milyar dolar döviz borcu var. 
Bütün önemli projeler döviz kredisi ile yürüyor.
Kritik konu şu: Siz, üretim maliyetlerini azaltma, üretimi destekleme, sonuçta iç tüketim ve ihracatı artırma politikalarını bir kenara bıraktınız. 
Pahalı enerji,  düşük altyapı, pahalı arsalar, yüksek rantlar ve düşük ücretle üretimi mengene altına aldınız. 
Bir yandan düşük ücret politikası ile iç piyasada talep daralırken, diğer yandan yerli hammadde ve aramallarla çalışanlar üretim yapamaz hale geldi. 
Herkes ithal mala hücum etmeye devam etti. 
Sonuçta da ithalatınız ihracatınızın neredeyse iki katına çıktı.
İthalat bağımlısı olarak, ne zaman yüksek büyüme haberi okusak, “eyvah kriz geliyor” diye korktuk. 
Çünkü büyüme demek yüksek cari açıklar demekti!
Bu yapı aynen,  yıllar itibariyle korundu, güçlendi... 
Hiç aksamadı, cari açık verilmeyen tek bir senemiz bile olmadı. Tersine açıklar sürekli büyüdü.  
Ak Parti hükümetleri bu kronik sorunu hiç üzerine almadı, ucuz dolar ile işlerin böyle ilelebet yürüyeceğini sandı.
Şimdi tabi doların yükselmesi boşuna değil.
 “Efendim uluslararası piyasalardan gelen haberler..”
Kimse kendini kandırmasın. Evet, dolar artıyor, çünkü, açık büyük, dolar yetmiyor. Ortada 70 milyar dolar bir açık varsa, yani harcadığın kadar dolar kazanamıyorsan, kayıt dışı ticaret, hatta “kara para” da bu açığı kapamaya yemiyorsa, hiç kusura bakma, mutlaka bu dolar kıymete binecektir!
Ve tabi ki, bu önce döviz borcu olan firmaları vuracaktır. Dolar borçları için ödenecek paralar hızla çoğalırken, hiç merak etmeyin, bunun faturasını sadece firmaların patronları ödemeyecek.
 Hatta artık geçmiş kriz dönemlerinde çokça görüldüğü gibi, patronlar hemen faturayı çalışana yıkmaya çalışacaktır. 
Yüksek devalüasyon, yine geçmişte olduğu gibi durgunluğu körükleyecektir.
Dövizdeki “dalga” büyük fırtınalara gebe gibi görünüyor. Belki en güzel düş, bu ithalata dayalı büyüme modelinin masaya yatırılması ve hiç değilse orta-uzun vadede bu yaraya bir neşter vurulmasıdır. 
Ama galiba bu sadece bir düş
Zira siyaset yine sertleşiyor, içeride dışarıda yeni krizler, gerginlikler yaratılıyor.
Hükümetler, ekonomi kötüye giderken, mutlaka bir iç-dış düşman yaratmak istermiş, derler.
Kim bilir, belki de bu artan “Kürt” ve Kıbrıs gerginliğinin altında da bu vardır.
Kim bilir?
İyi pazarlar
.