29 Nisan 2013 Pazartesi

Şoktayız, çünkü paradigma iflasta!


  Bu yazı 29 Nisan 2013, Pazartesi 12:25:12 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Farkında mısınız toplum şoka girdi! Türkiye’de mevcut paradigmanın iflası ile gelinen yer, herkesi şaşkın ördeğe çevirdi. 


Yakın zamana kadar büyük suç kabul edilen, devlete karşı suç kapsamında şiddetle cezalandırılan şeyleri bugün, üstelik devlet erki ile bütünleşmiş, din tandanslı  muhafazakar sağ bir siyasi iktidar söylüyor, ve de yapıyor! En ufak  demokratik talebi “devletin birliğine, güvenlik kuvvetlerine hakaret” olarak gören sağcı yazarlar, şimdi maşallah solcuları geçti... Daha garibi, sokakta sol grupların karşısına sopayla çıkanlar radikal sağ ülkücülerden ziyade,  ‘ulusalcı / Atatürkçü’ler olmaya başladı.

“İşçi sınıfı, köylü, emekçi” diyen muhalif siyasi grupları ezan / kuran / bayrak diyerek cezaevlerinde çürüten, işkenceyle İstiklal Marşı söylettiren devletten; iktidar temsilcilerine “Türk bayrağı” sallanmasına geldik…
Çelişkileri sıralasam, bu köşe yetmez.
Ama gelin biraz anlamaya çalışalım.
Öncelikle, devletin yönetim paradigmasının, değerlerin, algıların çöktüğünü görmek zorundayız.
Örneğin, şu “süreç”…
Lütfen anlayın, bu bir AK Parti, Erdoğan politikası değil… Bu bir devlet politikası.
Ne demek?
Ülkede üç şeyi, para, silah ve siyaseti elinde bulunduranların politikası, demek!
Bu salt iktidar partisinin politikası, girişimi olsaydı Genelkurmay, istihbarat, "derin" güvenlik birimleri, TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON, (Sam Amca’yı da ekleyin mutlaka) çoktan buna engel olur, hükumeti indiriverlerdi. 
Demek ki, Başbakanı, “bebek katilini muhatap alıyor" falan diye suçlamak anlamsız.  
Çünkü, Başbakan Tayyip Erdoğan değil de Kemal Kılıçdaroğlu veya Devlet Bahçeli olsa da durum değişmeyecekti!
Zira devlet artık bu işi silahla, zorla, askerle, özel birliklerle falan halledemeyeceğini fark etti!
İyi ki de fark etti, yoksa bu iş faciaya gidiyordu.
Şimdi yeni bir sayfa açma zamanı… Daha dün “Kürt” lafına katlanamazken artık Kürtçe TV, anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlenmes, özerklik vs. kulağımızı fazla tırmalamıyor.
Bakın, Kürtler kendisini içinde ifade edemediği için “Türk” lafını sınırlamaya başladık.
Sırada “şehit/gazi” söylemini terk etmek var... Öyle ya, madem kardeşiz, “eşit vatandaş” olacağız,  o zaman düşmanlık çağrıştıran “şehit” lafını iki taraf da terk edecek.
Elbette, gencecik evlatlarını kaybeden insanlar, şehit ana babaları şaşkın, öfkeli… Belki bir gün, bu halk, öfke dinince, “Madem bu iş siyasetle halloluyordu, niye kurban ettiniz çocuklarımızı” diye birilerinin yakasına da yapışacaktır! Olursa, şaşmam! 
Türlü türlü askeri araçlar, zırhlı personel taşıyıcılar çekilecek sokaklardan. Sadece dağlar değil, şehirler de silahtan arınacak.
Askerimiz artık Ankara, İstanbul gibi Güneydoğu’nun sokaklarında da elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilecek, KTM’ler kalkacak!
Artık ekonomik, demokratik, emek, hak, hukuk mücadelesi “bölücülük”le itham edilemeyecek…
Ama bunların olabilmesi için muhalefetin, demokrasi isteyenlerin katılımı zorunlu.  
CHP Lideri Kılıçdaroğlu, en son “Demokrasi ve Özgürlük Bildirgesi” hazırladı.  
16. Madde. Bildirge, özetle şöyle:  1.Özel yetkili mahkemeler kalksın, 2. Davaları normal mahkemeye aktarılsın, 3. Cezaevindeki vekiller çıkarılsın, 4. Uzun tutukluluklar sona ersin. 5. Söz, yazı vs. terör kapsamından çıkarılsın, 6. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri sınırlanmasın, 7. İçerdeki öğrenciler salıverilsin, 8. Siyasi Partiler Yasası lider sultasına son verecek şekilde yenilensin, 9. Diyarbakır Cezaevi müze olsun. 10. Uludere olayı aydınlatılsın, sorumlular yargılansın. 11. Seçim barajı kaldırılsın, 12. İşkence ve faili meçhul cinayetler aydınlansın, zaman aşımı kalksın, 13. Devlet her inanca eşit uzaklıkta olsun, 14. Gizli tanık uygulaması kaldırılsın, 15. Nevruz bayram kabul edilsin. 16. Medya özgürlüğü için şeref sözü verilsin.
Çok güzel. Ama yeter mi?
Yetmez, zira, anamuhalefet ve solda bir partisiniz. Devletin, isyancı bir silahlı örgüt ile pazarlık yapıp, demokratik çözüme kapı açtığı, anadilde eğitim, âdemi merkeziyet, iki tarafı da aynı kefeye koyabilecek “Akil İnsanlar” ulusal farklılıkları içeren yeni Anayasa için adım attığı bir ortamdayız…Bunları Öcalan'ın talepleri olduğu da sır değil.
CHP örneğin, "AKP ile PKK'nin yörüngesinde olmam" diyor. O halde sarılacağı şey demokrasidir. Bu çerçevede de örneğin "terör”e karşı kurulmuş her türlü, antidemokratik, militer özel savaş birliklerinin tasfiyesi, yaşamın normalleştirilmesi, Diyanet İşleri’nin, devlet bütçesi ile bağını kesecek şekilde özerkleşerek tam bir laiklik... Sadece Kürt değil, Çerkez, Arnavut herkese ulusal ve kültürel haklar… Sendikal örgütlenme, basın özgürlüğü, bireysel özgürlükleri, herkesin özgürce yaşadığı, demokratik bir Türkiye talebiyle öne çıkmayı düşünebilir. Bunlar da yazılabilirdi bildirgeye.  Ancak böyle güçlü ve cesur demokratik adımlarla öne çıkabilirler.   
Daha fazla demokrasi isteyen taraf her zaman muhalefet değil miydi?
İyi pazarlar.

23 Nisan 2013 Salı

İyi ki varsın YENİ DÖNEM!


  Bu yazı 23 Nisan 2013, SALI 13:16:43 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
YENİ DÖNEM Gazetesi’ni çıkarma hazırlıklarını ilk kez, ailece tanışmaktan gurur duyduğum çok değerli meslektaşım, arkadaşım Binay Kazan’dan öğrenmiştim. 


Binay, gazeteciliği, teknik adamlık, girişimcilik, işadamlığı, STK yöneticiliği gibi faaliyetlerle birlikte sürdürmeyi başarabilen, enerjisine, yeteneklerine hayran olduğum bir insandı. Oysa ben sadece muhabirlik yapabilmiştim ve emekli olduktan sonra da, sadece Ekohaber Gazetesi’nde çalışabiliyorum, bu da bütün zamanımı alıyordu...
Bursa’da, güçlü bir yerel medya var. Gazeteler, televizyonlar… Ancak bu “medya”ların hepsi kentin önde gelen işadamlarına aitti. 
Biz meslek insanları açısından bu “sahiplik” konusu hep sorunlu oldu. Patronlar, işadamı kimliği nedeniyle gazeteleri salt reklam/satış ile yürüyen bir ticarethane gibi görmüş; bizim çok önemsediğimiz tarafsız, yansız, doğru habercilik, demokrasi, “dördüncü kuvvet” falan onların gözünde bir şey ifade etmeyince kendimizi rahat, özgür hissetmemişizdir! 
Gazetelere “patron gazetesi” demek kolay; ama, “Hadi madem öyle, siz çıkarın bir gazete” dendiğinde de, orada kalırız… Zira, gazete çıkarmak, matbaa satın almak… Bizim gibi vasat ücretlerle haber peşinde koşan insanların yanından bile geçebilecekleri işler değil. Bursa’da sadece meslektaşımız Tahsin Ardıç “Ekohaber” i istikrarlı olarak çıkarmayı başarmıştı, ama o da sadece ekonomi ve haftalık bir gazeteydi.
Günlük bir kent gazetesine ihtiyaç vardı.  Bursa’da uzun yıllar meslek içinde kendini yetiştiren çok değerli meslektaşım Salih Demirci, varını yoğunu bu hayale adadı. 
Çıktı” “çıkacak” derken, yaklaşık bir yıllık zorlu bir mücadelenin ardından “YENİ DÖNEM” ilk sayısını, 3 yıl önce çıkardı. Hem de 23 Nisan günü…
Renklerini ay yıldızlı bayrağımızdan alan YENİ DÖNEM, zaman içinde kendi ekibini, yayın çizgisini, tarzını yarattı.
İlk sayısından beri burada yazıyor olmak nedeniyle gerçekten çok mutluyum, gururluyum. Gücünü sermayeden değil meslektaşlarımızın emeği, alın terinden alan bu gazetede sadece haftada bir gün, pazar günleri yazabilmek bile harika…
Benim kişisel şanssızlığım, Ankara’da yaşamaya başlamış olmam nedeniyle gazeteyi bayiden alıp okuma zevkini tadamamak… O hasreti de www.yenidonemgazetesi.com sitesinden gidermeye çalışıyorum.
Sadece Salih Demirci ve Binay Kazan değil, uzun seneler birlikte haber peşinde koştuğumuz, bu mesleğin emektarları, Ayşe Aygör, Hülya Saatçi, Tayfun Çandır, Yüksel Baysal, epeydir ticaretle uğraşmasına rağmen meslekten kopamayan sevgili Gürhan Çetinkaya, kent sevdalıları Sabri Erdem, Ziya Güney ve diğer isimlerle de aynı gazetede olmaktan gururluyum. 
Bir de özel teşekkürüm var… 3 yıl boyunca sevgili patronum ve Yazı İşleri Müdürüm tek bir satırıma bile müdahale etmedi, sansürlemedi… Bunu çok önemsiyorum. Zira ben oldum olası dobracıyımdır,  Gerçekliğine inandığım olgu ve olayları,  iktidar, muhalefet, parti vs. demem,  yazarım. Koca koca gazetelerde, ünlü şanlı meslektaşların tek tek işine son verilmesini izlerken, bunun değerini daha iyi anlıyorum.
Yazamamak, bir gazeteci için ölümdür aslında…
Türkiye’de 70-80 gazetecinin cezaevinde olduğu konuşuluyor. Ama yazdırılmayarak fiilen nefes alması engellenen gazetecilerin sayısını merak eden bile yok…
Türkiye ciddi değişimlere gebe…
Yeni Türkiye, YENİ DÖNEM gibi, gücünü özgürlüğünden alan gazetelerle kurulacak. 
İyi ki varsın YENİ DÖNEM!

22 Nisan 2013 Pazartesi

Ekonomi Bakanı Çağlayan’a mektubumdur!


  Bu yazı 22 Nisan 2013, Pazartesi 12:39:47 eklenmiştir.

Sayın Zafer Çağlayan, 
Değerli Ekonomi Bakanımız, 
“Yerli Otomobil” konusunda geçtiğimiz hafta içinde söylediklerinizi televizyondan izleyince size aşağıdaki mektubu yazma zorunluluğu hissettim. Bir şekilde elinize ulaşırsa, birkaç dakikanızı ayırıp, bir gözden geçirmenizi temenni ederim. 

Sayın Bakanım, 30 yıldır gazetecilik işiyle uğraşıyorum ve bunun neredeyse tamamı Bursa’da geçti. Çalıştığım basın kuruluşlarında “ekonomi muhabiri” olarak görev yaptım. Siyasetten önce Ankara’nın önde gelen işadamlarından birisiydiniz. Çok iyi bildiğiniz gibi Bursa, Türkiye’de otomotiv sektörünün kalbidir. Haliyle ben de gerek ana sanayi, gerek yan sanayi kuruluşları olarak bu sektördeki işletmeleri yılardır takip ediyorum. Hangi fabrikada ne üretildiğini, hatta nasıl üretildiğini, çarkın nasıl döndüğünü de iyi kötü öğrenme fırsatım oldu.
Efendim, Sayın Başbakanımız yerli marka “Türk otomobili”ni gündeme getirip bunun için bir “babayiğit” çıkmasını istediğinde, emin olun herkes gibi ben de çok heyecanlandım.
Aslında, bu konuyu biz de gazeteciler olarak pek çok kez, sektörün önde gelen yetkilileriyle konuşmuşuzdur. Örneğin, Bursa’da bu konuyu bizzat Rahmi Koç’a sorduğumu hatırlarım.
Koç bize bu işin mevcut piyasa düzeni, ilişkiler içerisinde mümkün olmadığını, hatta “rantabl olmayacağını” da söylerdi. 
Ama bu işe 10 yıldır iktidarda olan güçlü bir başbakanın el atması çok farklıydı, her şeyi değiştirebilirdi...
Demek ki, hükumet bu işte elini taşın altına koymaya hazır, gereken planı, hazırlığı yapmıştır, diye düşündüm.  Ama gelişmelere bakınca pek de öyle olmadığı anlaşılıyor.  Zira, zaman zaman bu “babayiğit”ten umudu kestiğinizi hissettiren sitemlerinizi okudum gazetelerden.  
Naçizane görüşlerim ve önerilerim şöyle efendim:  
-          Hükumetiniz, galiba yerli otomobil üretmeyi Koç Grubu’ndan bekledi. Mustafa Koç elbette size “hayır, olmaz” diyemezdi. Sanıyorum sunucunu bildiği halde, lisansör ortakları Ford ve Fiat ile bir dizi görüşmelerde bulundu, bir çözüm bulmaya çalıştı. Hatta bir ara TOFAŞ’ta üretimden kaldırılan “Albea” modelinin çıktığı bantta aşağı yukarı Albea’ya benzeyen ve “Türk otomobili” diye bir araba üretilmesi bile görüşüldü. Yani İtalyan Fiat, bize “Milli Otomobil” üretecekti! Bu sizin içinize siner miydi Sayın Bakanım? Valla ben, İtalyanların izni, organizasyonu, patronajı altında üretilen bir arabaya “Türk otomobili” demez, içime sindiremezdim!
-          Bu, zaten İtalyanların da içine sinmedi. Daha başından “Bu araba Fiat’ın arabaları ile rekabet edecek şekilde planlanamaz, buna izin vermeyiz” falan demeye başlamışlardı.  Yok yok, Sayın Bakanım, kalıbımı basarım, aynı şekilde Ford da buna izin vermez… Fiat gibi Ford da, ortakları Koç Grubu’nun kendi markaları ile rekabet edecek bir araba yapmalarına asla izin vermezler. Bırakın dünya pazarını, iç pazarda bile böyle bir rekabeti istemezler. Bu yüzden de Mustafa Koç’a fazla yüklendiğinizi kabul etmelisiniz. Hele onun için “kendisi intihar etmiştir, rahmetli dedesinin kemiklerini sızlattı” gibi konuşmanız, bence haksızlık…
-         Demem o ki, sadece Koç Grubu değil, diğer otomobil fabrikalarının patronlarından da sizin beklediğiniz babayiğit çıkmaz… Zira hepsinde nihai karar dışarıdan veriliyor.
-        Sadece bu olsa… Bizdeki yan sanayi kuruluşları da aynı… Hani, diyelim ki, bir mucize oldu da birisi çıktı Türk markalı, ulusal sermayeli bir araba üretmeye başladı…Robert Bosch’un, hatta yarı yarıya yerli sermayeli olan yan sanayi kuruluşlarının bu fabrikaya kolayca yedek parça satabileceklerini mi sanıyorsunuz?
-          Sayın Bakan’ım, seneler önce bir otomotivci (adını yazmama gerek yok, ama eminim siz de şahsen tanışıyorsunuzdur) şöyle demişti: “Kardeşim biz kendi otomobilimizi yapacaksak, bu iş için birkaç deli lazım… Akıllı adam bu maceraya girmez.  Hepimiz yabancı markalarla çalışıyoruz. Valla anında ipimizi çekerler…” 
-          Sayın Bakanım, naçizane önerim de şu: Ben “deli” diyeyim, siz “babayiğit” deyin, buna soyunacak birileri çıkabilir aslında. Ne cevval adamlar var bizde… Ama önce “babayiğit”liği sizden beklerler… Hükumet olarak sizin“babayiğit”liğiniz, bunu dile getirmekle sınırlı olmasın lütfen. Mesela bu işe kalkışan girişimcileri, dünya devlerinin pençesinden, ayak oyunu ve baltalamalardan, acımasız rekabetten hükumet olarak koruyup kollamaya var mısınız? Kore devleti Hyundai’yi nasıl dünya markası yaptıysa, mesela… 
      Hani, bir devlet politikası olarak
Bence en büyük “babayiğit”lik budur…
Sonrası çorap söküğü gibi gelir, diye inanıyorum.

Saygılarımla

Dursun EROĞLU 

15 Nisan 2013 Pazartesi

Yelkenleri şişirdik, tam gaz ileri!


  Bu yazı 15 Nisan 2013, Pazartesi 12:44:51 eklenmiştir.


Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın haftanın son gününde “Kanal İstanbul” projesi ile ilgili açıklaması, hükümetin, hem de yelkenleri şişirmiş olarak tam gaz ileri gittiğini gösteriyor. Ekonomi ve sosyal politikalarını toplumsal adalet, gelir dağılımı, ekonomik/siyasi bağımsızlık açısından yanlış bulsam da kendi içinde gayet tutarlı olduğu su götürmez. Anlaşılan bu “süreç” şimdiden meyvelerini vermeye başlamış, “yabancı sermaye” lambası yeşile dönmüş!


AKP’nin en önemli seçim vaatlerinden olan “Kanal İstanbul” projesi Türkiye’de hazırlanan en büyük rant yaratma projelerinden birisi. 100 milyar doların üzerinde bir yatırımdan söz ediyoruz! Projenin ikinci bir su yolu açarak İstanbul Boğazı’ndaki deniz trafiğini hafifletme gibi olumlu yanları var kuşkusuz; ama büyük ölçüde yabancı sermaye ile gerçekleşecek bu dev projede, paraların yeni konut, AVM vs. sektörlerine akacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Babacan açıklama yapmadan, yeni kanalın açılacağı bölgede yüzlerce irili ufaklı firma arazileri kaptı bile. Toprak rantı tavan yapıyor… Projeler büyük ölçüde dış kredilerle yapılacak ve anlaşılan uluslararası konjonktür de tam buna uygun, dolarlar gani…
Suriye’deki istikrarsızlık nedeniyle Türkiye’ye yaklaşan ve muhtemel İran saldırısı için yedeklemeyi planlayan ABD Başkanı Obamaİsrail gezisinde öyle bir gol attı ki, (pardon İsrail’e özür diletti ki)  hükümet İsrail yönetimi ile anında can ciğer kuzu sarması oluverdi. ABD Dışişleri Bakanı Ankara’yı su yolu yapıverdi bu ara...
Ne pazarlıklar yapıldı bilmiyoruz.
Ne hikmetse BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırıp, meclisten hapse göndermeyi planlayan hükümet birden “İmralı süreci”ni keşfetti. “Akil İnsanlar” oluşturuldu. “Barış süreci” başlatıldı.
Açıkçası, bu “süreci” herkesin desteklemesi gerektiğini savunuyorum. 
CHP ve MHP ise maalesef yöre halkına hitap edecek bir söylemden hala uzak.
Kaygım, bu işte ipin “big brother”da olması ve olayın “ateşkes”ten öteye gidememesi.
Örneğin, neden sadece işi “PKK sınır dışına çıktı/çıkmadı”ya bağlıyoruz ki? Diyelim, koruculuk sisteminin lağvedilmesi; özel yetkili, istediğini asan kesen güvenlik birimlerinin, “özel harekâtçı”, “özel kuvvet” birimlerinin çekilmesi, hatta dağıtılması… Sokaklarda panzerle dolaşmaya son verilmesi, siyasi tutukluların salıverilmesi, anadilinde eğitim, yörenin kalkınmasına yönelik bir seferberlik…
Bunlar olsa “Terör örgütüne taviz” mi olur?
Tam tersine yöre insanının kalbi, desteği kazanılmış olmaz mı?  


***

Doğalgaz fiyatı devlet sırrı!

Doğalgaz fiyatları başından beri tartışmalı oldu. Çünkü maalesef sadece Türkiye değil, birçok devlet doğalgazı Rusya’dan kaç liraya satın aldığını “devlet sırrı” gibi saklıyor.
Ama Rusya’nın önde gelen gazetelerinden Izvestiya, doğalgazın kaç liraya satıldığını araştırdı, buldu, yazdı.
Habere göre Gazprom’un bazı ülkelere uyguladığı fiyat (bin metreküp/dolar olarak) şöyle:
Belarus 165 dolar, İngiltere 313, Almanya 379, Fransa 394,Bulgaristan 501, Çek Cumhuriyeti 503, Bosna Hersek 513,Polonya 526, Makedonya 564 dolar.
Fiyatta ulaşım-nakliye kadar siyasi hesapların da etkili olduğu ifade ediliyor.
Listede Türkiye yok, dolayısıyla bizde doğalgaz fiyatı gizemini koruyor. Tek bildiğimiz şu ki, evlerimizde doğalgazın (bin) metreküpüne yaklaşık bin lira ödüyoruz.
Yani vatandaş 560 dolar ödüyor.
İyi pazarlar.

 

8 Nisan 2013 Pazartesi

Cari açığa Arjantin modeli: İthalat kadar ihracat zorunlu!


 08 Nisan 2013, Pazartesi 11:59:31 eklenmiştir.


Türkiye 2012 yılını, 2009 krizinden sonra yaşanmış en kötü yıl olarak geride bıraktı. Büyümedeki düşüşe (yüzde 2,9) rağmen “cari açık”ın artış eğilimine girmesi ise dikkat çekici. Kuşkusuz dış ticarette denge kurmak bu adaletsiz küresel ekonomide hiç kolay değil. Ama Arjantin’in uyguladığı “her firma ithalatı kadar ihracat yapmak zorunda” uygulamasının ciddi dersler taşıdığını düşünüyorum. 

Geçtiğimiz hafta ABD’nin saygın gazetelerinden The Wall Street Jurnal’de “Elektronik fabrikaları karides ihraç ediyor” başlıklı bir araştırma haber yayımlandı. S. Schaefer Munoz imzasıyla yayımlanan haberde, özetle, Arjantin’de bayan devlet başkanı Cristine Kirchner’in dış ticarette dengeyi sağlayabilmek için uygulamaya koyduğu tedbirler ele alınıyor.

Kirchner, Arjantin’de oldukça popüler bir başkan. Hugo Chavez kadar medyatik ve coşkun olmasa da aynı “Peronist” gelenekten geliyor. 
Yani en büyük hassasiyeti bağımsızlık, anti emperyalizm…
Milliyetçiği bizdeki gibi birbirini yeme olarak değil, ekonomide bağımsızlık olarak ele alıyor. Bu nedenle de kimseye bağımlı, borçlu olmak istemiyor; dış ticarette öteden beri sol felsefenin vazgeçilmezi olan“denge” üzerinde duruyor.
 “Denk bütçe”, “denk dış ticaret”…
Ancak dengesiz küresel ekonomi dünyasında eğer petrol zengini falan değilseniz, bu dengeyi  kurabilmeniz çok zor. Şuradan anlayın ki, Türkiye, dış ticaret dengesini son 60 yıldır bir türlü kuramıyor. Bunu yapamadıkça da ekonomide, süreç içerisinde hem hammadde ve aramalı, hem teknoloji, hem de sermaye olarak dışarıya bağımlılık sürekli artıyor.
Çok tuhaf olsa da bizim “milliyetçi”ler bunlarla hiç ilgilenmez…
Ama, Kirchner, isyan edip kolları sıvamış ve ülkeye yabancı mal getirip satan bütün firmalara “İthal ettiğiniz mal kadar yerli malını ihraç etmek zorundasınız” demiş.
Tabi iş böyle olunca şenlik manzaralar oluşmuş…
Örneğin, Japon JVC’ye video kamera, Sanyo’ya plazma televizyon üreten ve fason üretimde kullandığı bütün girdileri ithal eden Newsan firması, kendi dış ticaretini dengeleyebilmek için mezgit balığı ve karides ihracatına başlamış! 
Artık Newsan Avrupa, Rusya ve Çin’e yılda 3 bin 600 ton deniz ürünü ihraç eden bir firma haline gelmiş.
BMW’nin ana distribütörü olan bir firma deri ve pirinç ihracatına başlamış.
Ülkede yurtdışına çıkan şarabın yüzde 20’si şarap üreticileri tarafından değil, sanayi kuruluşlarınca ihraç edilir olmuş.
Uygulama, Arjantin’in dış ticaret dengesine çok olumlu katkı sağlamış. Uygulamanın ana hedefi, hükümetçe şöyle tanımlanıyor: “Sermayenin ülke dışına çıkışını engellemek, ülke sanayisini, üretimini korumak, işsizliğin artmasını durdurmak…”
Eee boru değil, bu “sermaye”; hele hele “küresel sermaye” öyle bir şey ki, neyi nerede ucuz bulursa oraya kaçıp gidiyor, “dini imanı da vatanı da yok”!
Tabi, tahmin edileceği gibi uygulama politik açıdan çok doğru olmakla birlikte,
uygulama hiç de kolay olmamış. Hem merkez bankası rezervlerini zorlamış hem de piyasada hayli tepki almış.
Örneğin, IMF buna şiddetle karşı çıkmış.
Kirchner’in , “Emperyalizmin sözcüsü IMF”ye aynı şiddetle yanıt vereceğini tahmin etmek zor değil.
Ancak iş bunlarla sınırlı kalmamış. İki önemli sorun yaşanmaya başlanmış. 
Birisi, bu ihracat zorunluluğu nedeniyle, firmalar hiç de ilgili, yetkin olmadıkları alanlarda faaliyet göstermeye başlamış.
Düşünün ki, BMW ithalatı yapan Borusan, sırf ihracat olsun diye tavukçuluk işine girmiş… Borusan ne anlar tavukçuluktan demeye başlıyorsunuz ve “Borusantavuk” baştan piyasada gözden düşüyor!  Örnekler yayılmış.  
Ayrıca firmalar, bakıyorlar ki, sırf ihracat yapmak için farklı bir sektörde faaliyet göstermek kendilerine göre değil, bu sefer, bu işi yapan firmalara yüzde 10 civarında komisyonlar ödeyerek yeni bir sektör yaratıyorlar!
Düşleyin ki, VW otomobili ithal eden Doğuş, gidiyor meyve sebze ihracatı yapan Penguen’e, yüzde 10 komisyon ödüyor ve Penguen ihracatını Doğuş Oto üzerinden yapmış oluyor! Alan razı veren razı…
Abartı yok, durum bu…
Tabi böyle bir durumda ilk akla gelen soru şu: Penguen’in ürünlerinin gıdayla ilgisi olmayan bir firmaca pazarlanmasının yurt dışında tüketicinin gözündeki prestij kaybı…
Demem o ki, dış ticarette denge sağlamak gerçekten zorlu bir süreç. 
Ama yiğitlik, vatanseverlik, milliyetçilik de biraz bunun için mücadele etmekten geçmiyor mu?
İyi pazarlar
.

2 Nisan 2013 Salı

'Süreç’ ve kalpleri kazanma zorunluluğu…



  Bu yazı 01 Nisan 2013, Pazartesi 12:39:35 eklenmiştir.
Dursun EROĞLU
Siz karşınızda bir gerilla yaratmışsanız, halkın desteğini çoktan kaybetmişsinizdir. O zaman savaştaki zaferiniz ‘Pirus Zaferi’ olmaktan öte geçemezsözü ağzımdan çıktığında, yanı başımızdaki subayın suratında bir dalgalanma oldu. 

Komutan, ders sonunda beni odasına çağırmış, öfkeyleSen üç beş çapulcunun, askerimizle başa çıkacağını mı sanıyorsun” diye çıkışmış, “Biz daha asla bu tür laflar etmeyeceksin” talimatıyla, odasından kıpkırmızı bir suratla çıkmıştım.


Sevgili okurum, yediden yetmişe herkesin “Süreç” konuştuğu bir dönemdeyiz. Hükumet hiç alışık olmadığımız çıkışlarla topluma adeta barış müjdeliyor… Nevruz günü, Diyarbakır’daki coşku, polisin ortalıkta görünmemesi; copsuz, gaz bombasız bir Nevruz yaşanması, beklentileri öyle şişirdi ki, bu rüzgârla yelkenin kısa bir süre sonra memleketi barış, huzur, kardeşlik limanına götüreceğine yürekten inanmaya başladık.

Keşke bir mucize olsa da, bunlar gerçek olsa… Ancak, kişisel olarak bu “süreç”ten geçici, ateşkeslerden öte bir şey bekleyemiyor, çözüme ilişkin ciddi işaretler göremiyorum.

...Fırçayı yedikten sonra kıpkırmızı suratla, topuk selamı verip kapıdan çıktığımda sene 1987, yer Kırkağaç Komando Alayı’ydı. “Komando”, “Gerilla”, “Terörizm” alanlarında hayli kitap okumuşluğum olduğu için komutanlarım sözlü dersleri bana anlattırır, rütbem Çavuş da olsa anlattıklarım hayli ilgilerini çekerdi.  Askerde bu tür doktrinler NATO ve ABD menşelidir. Eline silahı alıp canını ortaya koyacak kişi asker olduğundan, öncelikle ne yaptığını bilmesi, yürekten inanması gerekir, eğitimin amacı da buydu.
Doktrin şu:
Komando kimdir: Ülkede yönetime isyan eden silahlı ve gayri nizami mücadele veren gerilla birliklerine karşı devletin özel yetiştirdiği asker. İleri muharebe yetenekleri ve hafif silahları ile düşmanı (gerilla) etkisiz hale getiren birlik.
Gerilla kimdir: Antidemokratik, baskıcı yönetim, işgal vs. koşullarında normal demokratik talepleri şiddetle bastırılan halkın arasında, iktidara, devlete karşı silahlı, gayrinizamî savaş veren, belli bir askeri hiyerarşi içinde örgütlenmiş kişi. Hafif silahlı, sürekli hareket halinde, her türlü desteği (para, silah, barınma, gıda vs. ) halktan alır.
Ayrıca poliste “Özel Harekât” birimleri ile Genelkurmay 2. Başkanlığı bünyesindekiÖzel Kuvvetler Komutanlığı var. Bunların PKK yanı sıra tehlikeli kabul edilen sol siyasi grupları, kişileri, hukuk dışı yöntemlerle bertaraf etmek için kullanıldığı iddia edilir. .
“Gerilla” lafı, pek çok insanda “meşruiyet” ifade ettiği için devletler, (Söylemi Pentagon belirliyor. Yoksa, önceden bizde 'eşkıya', 'şaki' ifadeleri vardı. Sonradan ABD menşeyli terörist tanımı benimsendi. ABD, Kaddafi, Saddam dahil bütün karşıtlarına bu ifadeyi kullanıyor)  gerilla yerine “Terörist” ifadesini kullanıyor.
Terörle mücadele” aslına bakarsanız bir asayiş sorunudur; çünkü “terör”, baskı, yıldırma, dehşet, şiddet kullanmadır. Terörist de zaten en fazla, üç beş kafadarın oluşturduğu sopalı, silahlı grubun üyesi olabilir.  “Terörist” meşruiyet çağrıştırmaz. Vatandaşın can ve mal güvenliğine yöneliktir, insanlık dışıdır. Adî veya en fazla organize suç çetesidir.    
Yani, sen kendine “komando” diyorsan, karşındaki güç zaten teorik olarak “gerilla”dır!  
İşte zurnanın zırt dediği yer burası dostlar…
Demokratik bir ülkede “gerilla” olamaz! Terör örgütü, hele bu çapta bir terör örgütü hiç olmaz...
Zira vatandaş, taleplerini normal yasal yollarla dile getirir, mücadelesini verir, devlet de vatandaşının sorunu çözer. Hukuk işler, kimse dağa çıkmaz!
PKK’yı yaratan 12 Eylül şiddeti, işkenceler, toplu mezarlar değil miydi?
Terör örgütünü muhatap almam” diyen hükümetler,  acaba yasal STK’ları, partileri, sendikaları zaten hiçbir şekilde muhatap almadıklarının da farkındalar mı?
Başkentin göbeğinde,  pankart açan memurlara, öğrencilere kimyasal gaz ve coplarla,TOMA'larla müdahale eden hükumetlerin “terör karşıtlığı” inandırıcı olabilir mi?
Doğrusu Güneydoğu kentlerinde, kırsalında şimdi ne değişti merak ediyorum…
CNN Türk’te Başbakan ısrarla “Biz kimseyle (PKK) pazarlık yapmadık, bir şey vaat etmedik. Terörle mücadelemiz aynen devam ediyor” derken, Taha Akyol’un “Peki öyleyse Öcalan ne oldu de durup dururken PKK’nın sınır dışına çekilmesi talimatı verdi?” sorusu yanıt bulamadı. Tabi, Öcalan’ın 11 metrekare odasına 12 kanallı bir televizyon koyup, günde bir saat spor izni, haftada birkaç saat diğer mahkûmlarla konuşma hakkı verilmesini yeterli bulursanız, bilmem…
Kuşkusuz, “gerilla”ya (artık terör örgütü de deseniz fark etmiyor)  destek veren halk da bıktı usandı bu kandan… Ama bunu diz çökmek olarak okuyup, “süreç”in başarısının bölge halkının gönlünü kazanmaktan geçtiğini göremezsek, her şey nafile olur, diye hissediyorum.  

İyi pazarlar.