29 Temmuz 2016 Cuma

'Suşi, pizza değil; keşkek!'



Ömür Akkor, sıradışı bir marka. Üstelik bir Dünya Markası! 

Dünyanın en prestijli yemek kitabı yarışmasında, 2009'da 'Bursa Mutfağı' ile büyük ödülü alan Akkor, 2013'de de 'Selçuklu Mutfağı' ile bu alanın Nobel'i sayılan bir ödülle adını dünya çapında duyurdu. O artık kendi alanında en çok tanınan, bilinen isim.


Ömür Akkor, Bursa Business Academy'deki marka zirvesinde kendi öyküsünü anlattı. Özellikle yemek ve mutfak alanında Türkiye'nin zenginliklerine dikkat çekti, başarı ve bereketin “yerel”de olduğuna vurgu yaptı. İşte Ömür Akkor'un anlattıkları:



“Uludağ Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunuyum. Üniversiteyi dört senede kazandım. İlkokulda bir yıl kaldım. Lisede bir sene kaldım ve bana sürekli 'Bu adam olmaz' dediler. Büyüklerim yüzde 100 böyle düşündüler!
İnsanların hayatının nasıl yönetildiği ile ilgilenirseniz, sizin hayatınıza yazık olur. Ben buna izim vermedim; ben kendi istediğim hayatı yaşıyorum. Şu anda seyahat ediyorum ve yazıyorum. Benim hayat düsturum, 400 sene sonra da okunmak. Başka hiçbir şey düşünmüyorum, dünyada başka hiçbir isteğim yok... İşte evim olsun, arabam olsun; para gelsin, gitsin, hiç birisiyle ilgilenmiyorum. Kitap yazabildiğim için çok memnunum. Sadece bu elimden alınmasın, benim için yeterli.
Ben yerel olan şeyin dünyada kıymetli olduğunun farkına vardım. Hem dünyayı geziyorum, hem Türkiye'yi geziyorum. Gördüğüm bir şey var: Bende olan herşey çok kıymetli. 
Ben Paris Belediye Başkanına da yemek yapıyorum, yakın arkadaşım. İşte Amerika'ya gidiyorum, protokol yemeklerini yapıyorum. Dünyaca ünlü konukları ağırlıyorum.
Katar'da her sene, danışmanı olduğum bir Amerikan şirketinin projeleri için varım. Tek bir sebeple oralardayım... İyi piza yaptığım, rizotto yaptığım için değil... 'Keşkek yap bize kardeşim' diyorlar bana. Elimde bir tane yüz yıllık kazan, bir tane ahşap kepçe... 35 ülke oldu şu ana kadar keşkek yaptığım...
Kimse bana, 'Lütfen bu gece de bir makarna yap' demedi. Ben de farkettim ki, ne kadar yerele bakıyorsam, ne kadar doğuya bakıyorsam, dünyada o kadar kazanıyorum.
Herkes şöyle bir yanılgı içinde... Benim bütün arkadaşlarım. Bizde bir batı şeyi var... Yönümüz batı, hep batı... Benim arkadaşlarım da böyle. Adam sürekli batıya bakıyor. 
Ne yapıyor? 'Aaa İtalyanlar pizza yapıyor, falanca şey yapıyor.' Bakıyor, bakıyor.. 
Şunu net söylüyorum, ve iddia ediyorum: 'Dünya yuvarlak... Daha fazla batıya bakarsanız, ayağınız doğuya doğru gelirsiniz!'
Biz 13 bin yıllık, bildiğin Kanlıca, Anadolu buğdayından ekmek yapıyoruz. Bunun benzerini ortaya koyacak bir ülke varsa gelsin kardeşim! Yok. Neden yok? Çünkü böyle bir kültür yok... Buğday burada stoklanmaya başlıyor. 
Biz bereketin tam ortasında oturuyoruz. Buğdayı, burada Anadolu'da biz stokladığımız için...
Yani ben avcılık, toplayıcılık yapıyorum. Gidiyorum bir hayvan vuruyorum ve üç gün boyunca yemek yiyoruz. Dördüncü gün açız! Neden? Yiyecek kalmadı...
İnsanoğlu bin yıl önce buğdayı bulmuş. Bir sene sonra bakıyor ki, bu buğday yenebilecek halde. Diyor ki, 'Artık bunu yiyebilirim, aç değilim. Toplayıcılık yapmayabilirim. Avcılık da yapmayabilirim. Çünkü bununla karnımı doyurabilirim...' İş bu noktaya geldiği anda artık iş yeni şeyler icad etmeye, medeniyete kadar gidiyor.
Tekerleği icad ediyorlar, tekerleği buluyorlar. İş bir anda değişiyor. Yani şimdi sen bu topluluktan çıkacaksın, gidip Avrupa'ya mı yemek yapacaksın?


ÖNCE YERELDE MARKA OLMAK...


Benim tek bir tespitim var, isteğim var. Dünya markası olmak istiyorsan, önce yerel marka olmalısın!
Ama bakın, Türk Hava Yolları (THY) 95 yılda bugün çok iyi bir yere geldi. Fakat 'WhatsApp' bir fikirdi, 4 yılda geldi aynı yere... 
Yani Türkiye'de binlerce insan 95 yıldır THY için çalıştı, bir marka yaptı... Adam çıktı Amerika'da iki dakikada bir fikir buldu, 4 sene sonra 4 THY satın alacak parayı kazandı!
Yani sen kendi içinden çıkamazsan, dünya sana niye pirim versin? Benim tek yaptığım şey, dünyanın her tarafına çini koleksiyonlarını taşıyorum. Babaannemin kazanlarını taşıyorum. Bakır kazanlarını... O bakır kazanlarda yemek pişiriyorum. Dünyanın her tarafına babaannemin 90 yıldır kazanlarını taşıyorum, kendi yemeklerimizi taşıyorum.
Mesela ne yapıyorum dışarıda?
Diyorum ki örneğin, 'Size bu akşam bir lor sunacağım!'. 
Şimdi soruyorum, lor kıymetli midir sizce? 
Kariyerli bir şef, size ilk tabak olarak lor mu sunar? 
Diyorum ki 'Bu lor tabağının Türk mutfak tarihi açısından 3 önemli göstergesi var.'
Önce tabağınız bir çini tabak.... Üzerinde renk olarak kırmızı varsa, 16. yüzyıl ve üzeri. Mavi beyaz ise 11-16. yüzyıl... Sarı renk varsa, Selçuklu ve Bizans karışımı... Yeşil renk varsa yine Selçuklu dönemi var orada.

'KENDİ DEĞERLERİNE SEN DEĞER VERMİYORSAN...'

'Bakın' diyorum, 'Size hangi renk gelecekse siz de o yüzyıla aitsiniz.'
İkincisi, Anadolu'da 1950'ye kadar tabaklar silinirdi. Bu yemek tabakları neyle silinirdi? Gülsuyu, turunç yaprağı... Helva yeniyorsa, gülsuyu ile siliniyor tabak... Ana yemek olarak et veya etli veriyorsa, onu bir parça tarçınla tatlandırıyor, üstüne yemeği koyup veriyor. Tabağımız portakal kabuğu ile silinir. Üzerine bir parça lor konulur. Üzerine de biraz istuzu... 
Neden 'istuzu' ekledim? Çünkü biz şu an füme yapılmış herşeyi batıya malediyoruz. Somon füme batının, o batını bu batının... Füme birşey varsa mutlaka batının!...
Halbuki Türkler 1000 yılında deniz tuzlarını topluyorlar, portakal ya da pırasa üzerine bırakıyorlardı ocağın yanına, sabaha kadar isleniyordu. Kullandıkları bu isli tuzları da yemeklerine kullanıyorlardı.
Ücüncüsü de 'islituzlu' bu tabağın bin yıllık bir arkası, bir tarihi var... Dünyanın neresine giderseniz gidin, belki Türkiye'de bir ses bulamayabilirsiniz, ama dünyanın her tarafında o tabak için inanılmaz sesler çıkıyor. 
Bursa'ya da bu tabakla geliyorum. Şimdi kendi değerlerine sen değer vermiyorsan, başkası nasıl versin.

LÜBNAN MUTFAĞI ÖRNEĞİ...

Fransa'da bir dükkânın 40. yılı kutlamasına Cumhurbaşkanı eşlik etti... 41 yıl sadece bu dükkanın yaşı!
'Lübnan Mutfağı' diye bir kitap çıktı.
1940'da Lübnan haritadan silindiğinde dünyanın her tarafında 'Lübnan Lokantası' varmış! Holywood'a gidiyorsun Lübnan Lokantası, Fransa'ya gidiyorsun Lübnan Lokantası... 
Düşünün... Ülken yok, ama senin bir mutfağın var. 
Sadece mutfakla, hiç bir kralın sahip olmadığı bir taça sahip oluyorsun! Ülken yok, mutfağın dünyanın her tarafında...

YEMEK BARIŞTIRIR, BİRLEŞTİRİR...

Mutfak, işte bu kadar çok kuvvetlidir. Bu konuda çok da iddialıyım. Eğer Putin ile Erdoğan'a başbaşa yemek yedirebilsek, onları barıştırız arkadaş'...
Çünkü yemek bizim hayatımızın tam ortasında duruyor. Ölüyoruz arkasından yemek yiyoruz, doğuyoruz yemek yiyoruz, kız istiyoruz yemek yiyoruz, asker uğurluyoruz yemek yiyoruz. Ramazan'ın özel yemekleri var. Orta Asya'dan çıktığından beri her şeyde yemek yiyor Türkler. Bunu kullanırsan çok politik bir silah.

'BURSA MUTFAĞI' KİTABINI YAZMAK...

Ben 'Bursa Mutfağı' kitabının yazarıyım. Burası, Bursa, bin yıllık Türk şehri. Ben Gaziantepliyim. Buraya üniversite için gelmiştim. Denebilir ki, Bursa Mutfağı'nı yazmak sana mı kaldı?
Kültür Müdürlüğü'ne gittim, 'Ben böyle bir araştırma yapıyorum. Yemekleri yazacağım' dedim. 
Bana 'Oğlum, burada yemek varsa biz yazarız sana ne gerek var', dediler. Beyefendi hâlâ burada müdür. Ben 140 ödül aldım. Üstelik daha İskender yok, pideli köfte yok... 120-140 tane tarifi bir araya getirdim ve Bursa Mutfağı kitabı yazdım. 
Bursa Kitabı'nı yazmak aslında bana kalmamalıydı.
Biz 'Osmanlı Mutfağı' deyince şunu anlıyoruz: Topkapı Sarayı'nın 18. yüzyılı... 
Mesela Bursa'da Beysarayı'nın yerini bilen var mı? Pek çok insan yerini bile bilmez Beysarayı'nın. Peki bu padişah bu Beysarayı'nda yemek yemedi mi? 
Bursa'da 150 yılda padişahlar hiç mi bir şey yemedi, içmedi? Neden o döneme ilişkin bir bilgi, bir kültür yok?

Ben bugün burada konuşan insanların, maksimum, fabrikalarındaki müdürler kadar para kazanabiliyorum... Ben yerime insan konulamadığı için marka oldum. Kimse Türk kültürü yazmadığı için, Türk mutfağına kafa yormadığı için marka oldum. Belki o üniversitelerden birisi çıkıp yazsa ben marka olamayacaktım.
Bursa Mutfağı ilk ödülüm oldu.  
Selçuklu Mutfağı kitabını yazdığımda 'Dünyanın En İyisi' seçildim. 
2014'te görme engelliler için engelli alfabesiyle yemek kitabı yazdım ve bir kez daha dünyanın en iyisi seçildim. 
28 Mayıs'ta Çin'e gittim. 7. Yüzyıl üzerine bir mutfak kitabı yazmıştım: 'İslam Mutfağı'. Güneykore, Amerika, İngiltere, Türkiye, Malezya ve Ürdün ile yarışıyoruz bu alanda. Bu ödülü de alırsam, bu ödülü üst üste alan tek adam olacağım. Selçuklu Mutfağı ile ilgili kitabım, Selçuklu kültürü üzerine dünyadaki ilk sosyal eser olacak. 12 yıl sürdü bu kitabı yazmam. Son 20 yılın en iyi yemek tarihi kitabı seçildi. Birincilik ödülü Avusturya'ya gitti, ikincisi bize...

Bir seyahatname yazıyordum. 15. yıl mutfağı konusunda. 80 ili gezdim şu ana kadar. 350 bin kilometre yol yaptım. Sadece yemek odaklı geziyorum. Bu sabah teslim ettim. Hakkari, Ağrı, Iğdır, Ardahan... 36 nokta var.

DÜNYADA EŞİ OLMAYAN GEZİ REHBERİ...

Bakın 1931 senesinde Bursa'da bir rehber çıkıyor. Bursa'da 6 saat kalacaklara, 24 saat kalacaklara, 3 gün kalacaklara. 'Gezi Rehberi' diye. Şu an bunun benzeri dünyada yok. O rehberi hiç bozmadan yayımlıyorum. Ücretsiz dağıtılacak. Komili sponsor oluyor. İnternetten ücretsiz indirilebilecek. 9 bin basılacak. Şanslıysanız 'kitapgönder@komilizeytinyagı.com'dan ücretsiz gönderiyoruz.
İlginç birşey, kitapları önce yurt dışında yayımlayabiliyorum, sonra Türkiye'de çıkıyor.

BÜYÜKELÇİNİN JESTİ...


Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın bir projesi var, 'Culinary Diplomacy' diye... Amerika'nın çok ünlü şefi geliyor, ülkelerde geziyor. 'Bir şartla, sen Ankara'ya gideceksin dediler. Geldim, Ankara'ya. Amerika'nın Ankara Büyükelçisi dedi ki, 'Sana özel bir davetimiz var'... Vay anasını, koskoca Amerikan büyükelçisi adıma davet veriyor! Baya heyecanlandım. Hiçbir konuğun arabası büyükelçilik konutuna alınmadı. Özel bir görevliyle içeri girdik. Şık bir pantolon giydim. Büyükelçi ile yan yana oturuyoruz... 120 konuğumuz var. 100'ü Türk, 20'si yabancı. Hiç birisi beni tanımıyor. 
Evin içinde tanışıyoruz... Gelenler, 'Aaa siz bu evde çalışıyorsunuz galiba, Türksünüz' diyor, Büyükelçinin yanına gidiyor. Herkes beni evde çalışan ahçıbaşı sanıyor... 
Kimsenin aklında o adamın, yani büyükelçinin benim adıma davet verebileceği gelmedi. Aslında ben de düşünmüyordum.
Ben Büyükelçinin yanında oturuyorum, çevrede meraklı bakışlar var.
Neyse, Büyükelçi kalktı dedi ki 'Ömür Akkor'u tanımak ister misiniz? Babası Bursa Santral Garaj'da çalışıyordu. Ömür Akkor üniversiteyi bitirdiğinde babasından bir para aldı ve bir lokanta açtı.' 
Benim ilk yerim Santralgaraj'daydı. Büyükelçi, ev sahibi olarak, konuklarına o dükkanın hikayesinden başlayarak benim hayat hikayemi anlattı... 
Ben de şok oldum. Çünkü bugüne kadarki bütün etkinliklerimde 'Bizim aşçı' idim. Bir anda, Amerikan büyükelçisinin onuruna davet verip hayat hikayesini anlattığı adam, oldum! 
Tabi o andan itibaren konuklar 'Vay arkadaş, sen neymişsin' diye yanıma geldiler. Başta kimse bize pas vermiyordu.

Amerikan Büyükelçisini etkileyen şey, ben onun için Bursa'da yaptırdığım bir tabak götürmüştüm, çini koleksiyonu... Yemekler geleneksel yemek ve bakır tencerelerdeydi. Amerikan Büyükelçisi beni suşi, piza yapmam için çağırmamıştı. Geleneklerime sahip çıktığım için, bu duruşla dünyanın her tarafında kazandığım için, işimi iyi yapmaya çalıştığım ve insaniyetten dolayı çağırmıştı...”

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Çaycılıkta Bursa'da doğan bir marka: Demlik




Türkiye'de sudan sonra en çok içilen şey nedir” diye sorulsa, herhalde bu soruya kestirmeden, “Çay” diyebiliriz. Her ne kadar “milli içecek” ayran kabul edilse de çayın ayranı çoktan solladığı bir vaka artık. Çoğumuz, özellikle kırsal kesimli olanlar çocukluk, gençlik döneminde ayranın en yaygın içecek olduğunu hatırlar. Ama şimdilerde çay, çoktan ayranı açık ara sollamış durumda.
Peki bu kadar yaygın tüketilen bir içecek konusunda neden bir marka yok?
İşte Bursalıların yakından tanıdığı Özgen Çay Bahçesi'nin en genç sahiplerinden Erman Ademoğlu da buna kafa yormuş ve birkaç yıl gibi kısa bir zamanda “Demlik” markasını yaratmış. “Demlik” şimdilerde AVM'lerde hızla sayısı artan, Türkiye'nin her yerine bayiliklerle yayılmaya başlayan bir marka oldu bile... 2,5 yıl gibi kısa sürede 26 şehirde 50 şube açmak, sanki daha büyük başarıların, Türkiye markası olmanın müjdecisi gibi.
Demlik'in öyküsünü, markanın yaratıcısı Erman Ademoğlu'ndan sizler için dinledik. Erman Ademoğlu, Bursa Businesse Academy'nin mini markalar zirvesinde Demlik'in ortaya çıkışını, kendisiyle bütünleşen öyküsünü anlattı. İşte Ademoğlu'nun ağzından “Demlik” ve öyküsü...



“Türkiye'de en yüksek ciroyu yapabilecek şeylerden birisi ekmek, birisi de çay diye düşünüyorum. Ancak bu kadar yüksek talep gören bir üründe marka çıkmamış olması şaşırtıcı geldi bana. Memlekette, hesaplara göre, bir günde 300 milyon bardak çay içiliyor. Çay içilen kahvehane sayısı ise 600 bin civarında.
Siz bana Demik'in hikayesini soruyorsunuz. Aslında biz daha hikayemizi bitirmedik, henüz yazıyoruz. Ama başlangıcı güzel oldu. Bursa'da üç tane Özgen kahve, eski adı ile 'Özgen Çay Bahçesi' var. Şimdi biz günümüzün 'cafe restaurant' tarzına uygun olarak Özgen'i yeniden kurduk diyebilirim. Bunu da yapan amcam ve babamdır. Biz de bu Özgen markasını update etmeye (güncelleştirmeye) çalıştık. Bizim de kanımızda göçmenlik var. Babam ve amcamızdan aldığımız bu bayrağı daha yukarılara taşımaya çalışıyoruz.
Özgen Çay Bahçesi ile ilgili şöyle anılarım oldu. İşte biz çay bahçesi işletiyoruz. 'Çaycı' falan deniyor, çevrede öyle söyleniyor bize. Çocukken bu laf benim gücüme giderdi. O zaman kendi kendime 'Ben bir gün bu çay yüzünden çok büyük bir marka olacağım, insanlara dersini vereceğim' derdim.
Üniversiteyi İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde okudum. Öğrenciyim, genelde araştırmacı gibi gezerim. Bir mekâna gittiğimde, masayı sandalyeleri izlerim, tabağı bardağı incelerim. Benim üniversite öğrenciliğim sürecinde her tarafta bir AVM patlaması oldu. Yurt dışında bu kadar AVM yok. Bizde inanılmaz bir AVM patlaması var. Baktım, insanlar artık genelde AVM'ye gidiyor.
Yeni trend AVM. Bizim işyeri geri planda kaldı. Birisi Kültürpar'a gidecek, o kadar yol tepecek, özel olarak bu iş için gidecek, arabasına park parası verecek, gelecek de.. ben ona çay satıp para kazanacağım! Dedim ki, 'Ya insanlar buraya gelmesin, ben onlara gideyim.' O insanlar nerede? AVM'lerde. AVM'lerde hızlı yemek işyerleri var ve genelde çay veriliyor, ama lezzetsiz çay satarlar. Çünkü asıl işleri çay değil, yemek satmak. Ve hızlı yemek yenilen yerler AVM'lerin en kalabalık yerleridir. Benim için en önemli şey, yemekten sonraki çay... Pazarda böyle de bir açık farkettim.
Cumhurbaşkanımız, 'Milli içeceğimiz ayran' dedi ama bence çaydır. En büyük hayalim de bir gün Cumhurbaşkanımıza bunu söyletmek, 'Bizim milli içeceğimiz çaydır' dedirtmektir. İnsanların toplu bulunduğu yerlerde lezzetsiz çay içilmesinden etkilendim.
'Demlik' hikayesi böyle çıktı. Türkiye'nin milli içeceği çaydır, mantığı ile kırmızı-beyaz renklerle bir kurumsal logo çalışması yaptık. 'Demlik' adı çayı hatırlatır dedik. Limonata, boza, salep hep bizim geleneksel lezzetlerimiz. Onlar da maalesef insanların kalabalık gittiği yerlerde çok kaliteli sunulmuyor.

BÜYÜK MARKALARDAN ÜRKME...

Benim hitabettiğim kitle genellikle orta halli kesim. Bizim bu insanımız, büyük ve yabancı markaların önüne geldiğinde ürküyor. Bunu göremeyen insanlarımız var. Asgari ücretle çalışan bir arkadaşı düşünün. 'Ben (bu büyük markalardan birisine) içeri girsem kaç lira öderim' diye diye düşünüyor, içeri giremiyor. Ama 'Demlik' adı, sempatik. İnce detaylar, ama ben kısa sürede Demlik markasını bu kadar hızlı yayılmasının ardında bu detayların da etkili olduğunu düşünüyorum.

AVM'LERE GİRMEK...


Şu anda Demlik olarak 26 şehirde 50 şubemiz var.
İlk 10 şube yapmak çok önemli bir olaydı. Günümüzün işadamlarını dinliyoruz. Bunlar 1980'lerin, 90'ların şartları ile birşeyler yapmışlar. Tabi ki, çok önemli. Fakat bizim gibi genç neslin işi daha zor. Biz bugünün koşulları ile yarışıyoruz. Örneğin ben AVM'lere girmeye çalışıyorum. Beni büyük markaların hiç birisi oraya sokmuyor. Çünkü beni soktukları zaman, o pazarı komple ellerinden alacağımı düşüyorlar. Bu nedenle benim büyük AVM'lere girmem başlangıçta çok zor oldu.
Dubai'ye gittim. 'Türk kahvesi', 'Türkçe' Orta Asya ülkelerinde inanılmaz moda. Beni Dubai'ye çeken Arapların ilgisiydi. Biz de heyecanlandık, daha yeniyiz, böyle bir talep almışız. Biz bir hata yaparak, o dünya devlerinin olduğu fuara gittik. Ağzımızın payını aldık. Hataları seviyorum, sonunda doğru yolu buluyorsunuz. 'Durup oturalım, kendimize bir standart getirelim' dedik. İşte bugün bize 15 ayda 10 şube yaptıran başarı, o hatanın ardından geldi. 2,5 yılda 50 şube. Bu çok büyük bir rakam.
Ben ilk beş yılın sonunda, diyebilirim ki Demlik'te daha hâlâ çok iyiyiz, diyemiyoruz. Hâlâ hata yapıyoruz. 'Beşinci yılımızda 100 şube olacağız' deyince insanlar gülmüşlerdi. Bugün 50 şube olmuşuz. Zamanın yarısı daha.
Küçükten 'Bir araba alacağım, içinde çay yapılacak' diye düşler kurardım. Malum aile olarak işimiz çay işiydi.

'YURT DIŞINDAN İSTEKLER GELİYOR'


Biz sudan sonra en ucuz ürünü satıyoruz. Amacımız marka yaratmak. Bunu da başarmaya çalışıyoruz. 'Demlik' markası şimdi benim bebeğim gibi oldu. İnşallah yurt dışına da gider. Bize Türkiye'den ziyade yurt dışından istekler geliyor.
Türkiye'de ben kahve kültürünün ölmeyeceğini düşünüyorum. Mesela ben 'Kahvehane' markasını almak istedim, ama vermediler. Çünkü ononim bir fikri mülkiyetmiş.


İTİBAR MARKADA NE KADAR ETKİLİ...


Çay, Türk Kahvesi ve yanındaki lezzetlerin sunumu... İtibar markada ne kadar etkili, bakın burada babama, amcama çok teşekkür ediyorum. Ben Özgen'in sahibiyim ama aynı zamanda müşterisiyim. Hem tecrübe, hem sosyal anlamda... 'Kervan yolda düzülür' derler... Biz daha yolun başındayız. Yanımızda yardım alacağımız babalarımız, amcalarımız var. Çay pek çok yerde birinci sınıf muamele görüyor. Çin'e gidiyorsunuz, adamlar Çay'ı baş tacı etmiş... Londra'ya gidiyorsunuz, adamlar için çay, su kadar önemli. Bizde ise siyah çay biraz hakir görülüyor.


'PORSELEN DEMLİĞİ MASAYA KOYDUM VE... '

Hayatı çay ocağında geçen birisi için 'Demlik' adını bulmak zor olmamalıydı ve olmadı. Marka yaratalım diye kafa yorarken, bir gün bir porselen demliği masaya koydum ve 'Bunun içine çalışanları koy, dükkan haline getir' dedim tasarımcı arkadaşa!
Çıkış noktası bu oldu, çok iyi hatırlyorum. Önce şaşırdı, ama bir süre sonra hazırladığı projeyi getirdi. Harika olmuştu. Kocaman bir demlik, içinde çay yapılıyor, küçük bir işyeri... Burada, 'Demlik'te çay demleniyordu!

FRANCHISE AMA FARKLI...

'Franchise' sistemi bugün en zor takip edilen, devamlılığı olan bir sistem. Ama bu sistemde 'Marka kazanır' deniyor, kaçılıyor. Yatırımcıları bu ürkütüyor. Bunu gözlemledim. Şöyle birşey var: Büyük firmalar, yatırımcıları sürekli kâr payı, ciro payı, isim hakkı falan, sürekli sömürüyorlar...
Ben bunu yapmamalıydım. Herkes 'Demlik' açabilmeliydi. Ancak bir standardı koruyabilmeliyiz. Nasıl yaptım onu da... Herkes cirodan pay alıyor. Bu benimki gibi ambalajlı kullanılmayan, ambalajlanmayan, kutulanmayan bir ürün için cirodan pay almak çok yanlış. Açık ürün satıyorsunuz bunun adetini söyleseniz de koysanız, kontrol etmeniz çok zor. Açık ürün satıyorsunuz, kesinlikle sabit bir bedel alacaksınız. Herşeyin tarifini, ölçüsünü de verseniz, sattığınız her bardan çayın aynı kalitede olduğunu kontrol etmeniz çok zor. Her noktada aynı fiyata da satamazsınız. Kesinlikle sabit bir bedel almak zorundasınız. Mekanları 'A noktası', 'B noktası', 'C noktası' diye ayırdık, sınıfladık. Örneğin birir Havaalanı 'A noktası'dır. Cadde üstü işyeri bir 'B noktası'dır. Belki bir okul bahçesi kazanç açısından 'C noktası'dır. Hem alım gücü, hem sirkülasyon değerine göre bir fiyat belirledik.


ŞUBELERE İSKONTO...


Her ürünü satmada da sorun var. Örneğin bazı firmalar kendi kıymasını, kendi sosunu, kendi piza hamurunu kendisi yapıyor. Bunu üstüne koyuyor. Aynı sosu başka yerlerden aldığınız zaman kalite standardını düşürürsünüz. Bir de böyle hatalar gördüm.
Kendi çalıştığımı bütün firmaların, hepsinin aynı yerden almasını sağlıyorum. Aldığım iskontoyu aynen onlara da uyguluyorum ki, başka yol aranmasın diye. Böyle bir standart koymazsanız marketten almayı engelleyemezsiniz.
Kendi çalıştığım bütün firmalara kendi iskontomu kullandırarak, yatırımcı olmalarını istedim. Bu iskontolardan para kazanmadım. Sadece peçete, logo, şeker gibi şeylerden para kazanıyorum, o da çok küçük, sevkiyat maliyetine kazandım. Amacım Demlik markasını büyütmek. Yatırımcının çıkarını korumaya özen gösterdik. Böyle bir standart koymaya çalıştık. Ve başarılı oldu ki 2,5 yılda 50 şubenin 40'ı franchise. Kendimi iyi bir hamle yapmış birisi olarak düşünüyorum.


'DEMLİK' ÇAYA NE KATIYOR?


Ben çay profesörü değilim, bildiğiniz çayı alıp demliyorum. Yaptığımız demlenmiş çayı ne çok erken, ne de bayat şeklilde sunmamak. Bizim üzerinde durduğumuz bu. Bayat olmasın. Demlenmeden de olmasın, müşteriye verilmesin. Çaya su olarak damacana, temiz su kullanıyoruz. Yani aslında herkesin yaptığı şeyi yapıyoruz. Asıl üzerinde titrediğimiz şey çayı bayat sunmamak. Bir de dikkatimi çekiyor, yemek yerleri, çayı angarya olarak görüyor. 'Yemekten sonra bir çay ikram edeyim mi' Halbuki çay öylesine bir şey değil, birinci sınıf bir muamele görmeli. Bunu yapmaya çalışıyoruz. Londra'da, Çin'de, Japonya'da çay nasıl özel muamele görüyorsa, bizde öyle olsun diyoruz.


HERYERDE AYNI ÇAYI MI YAPIYOR?


Bütün Demlik şubelerinde sunulan çayın aynı kalitede olması bizim için çok önemli. Peki nasıl olacak? Ben bu işin kontrolünü şöyle, tam olarak sağlıyorum dersem, yalan atmış olurum. Ama reçeteler veriyoruz. Her şube açılışına bizden 2-3 eğitmen gidiyor, o mağazadaki garsonun eğitimini veriyor. Hem çayı, kahveyi yapanı, hem de diğer yiyecek üretimlerine bakanları, ayrıca o mağazanın alım satımını yapanların eğitimini veriyor. 15-20 günde sistemi oturtuyor, geliyorlar. Belli periyodlarda da denetimler yapılıyor. 5. yılda bu marka tam istediğimiz düzeye gelebilir. Biz hala daha hikayemizi yazıyoruz. Bolu'daki Demlik ile Antalya'daki Demlik ancak 5 yıl sonra birbirinin aynısı olabilir. Hatalarımızdan ders alıyoruz. İyi olduğumuz, sayılarımızdan belli ama daha iyisini yapacağız.


MARKA İÇİN DEVLETTEN DESTEK VAR MI?


Devlet kuruluşu olan ÇAYKUR, 'Çayla' diye kendi markasını yaratmaya çalışıyor. Devlet erbabı ile bir konuyu konuşamıyorsunuz. Keşke bana yardımcı olsalar. Ben Demlik'i onlara satıp CEO'su olmayı teklif eder duruma geldim. Çünkü Türkiye buna el atsa, 2020 Olimpiyatları'nı almaya çalışıyoruz, bunu rahatça başarabiliriz. Demlik olarak biz bile bu küçük halimizle böyle birşeyin sponsoru olabilirdik. Görselimiz, renklermiz kırmızı-beyaz, bayrağımızın rengi. Bizim ufkumuz bu kadar geniş ama masaya oturduğumuzda, olmuyor. Onların anlayabildiği kadar anlatabiliyorsunuz ve bir süre sonra da yorulup tıkanıyorsunuz.”




14 Temmuz 2016 Perşembe

Balkan komşularla ticarete SİAD dopingi...





Hem coğrafi hem kültürel olarak çok yakın olan Balkan ülkeleri ile ekonomik ve ticari ilişkiler çok cılız. 2015'te dış ticaret yüzde 9 daraldı. Ancak işadamları ve SİAD'lar fuarlarla, iş buluşmalarıyla buzları eritme derdinde.



Balkan ülkeleriyle ilişkiler Bursa açısından özel bir öneme sahip. Zira hem Bursa'da bu ülkelerden göç eden çok sayıda insan var, hem de bu ülkelerin vatandaşları arasında hatırı sayılır bir kitle, Bursa ve yöresinden göçetmiş insanlardan oluşuyor. Sosyal ve kültürel bağlar uzun bir tarihi geçmişe uzanıyor. 
İnsanlarımız yakın tarihe kadar iç içe yaşamış. Topraklarını terketmiş insanların seyahatlerinde gözyaşları eksik olmuyor.
Ancak konu ekonomi olunca, ülkelerin resmi politikalarının dışına çıkmak pek mümkün olamıyor. Yakın tarihe kadar Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk “sosyalist” rejim ve “demir perde” adı ile tamamen farklı bir yönetimi tercih etmişti ve bırakın ticareti, insanların turist olarak bu ülkelere gidip gelmesi bile yasak kapsamındaydı. Yunanistan ise NATO ve AB kurumlarında Türkiye ile yan yana olunmasına rağmen, Osmanlı'dan bağımsızlığını kazanması, Kıbrıs meselesi vs. yüzünden, hep Ege'nin “öte yakasında” yakındı, hem de siyasi gerginlikler yüzünden ekonomide gündeme bile gelemedi.

HERŞEY AB İLE BAŞLIYOR...

Balkan ülkeleriyle ekonomik ilişkilerin AB ile ilişkiler çerçevesinde canlandığını görüyoruz. AB, Türkiye’nin en önemli ticari partneri. Balkanlar da Türkiye’nin bu önemli pazara erişiminde hayati öneme sahip. Bu sadece coğrafi olarak Almanya, Fransa gibi ülkelerde arada olmasından kaynaklanmıyor. Balkan ülkeleri artık Avrupa Birliği ülkesi ve dış ticareti topluluk kuralları çerçevesinde geliştirmek zorunda. Bu bakımdan ekonomik, ticari ilişkileri anlamak için hem Türkiye'nin AB, hem de AB'nin Balkan ülkeleri ile ilişkilerini incelemek gerekiyor.

AB'NİN BALKAN POLİTİKASI

AB’nin belli başlı ticaret politikası eksenlerinden biri Balkanlar. AB'nin “Batı Balkanlar” politikası kapsamına Arnavutluk, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Kosova giriyor. Ticaret AB’nin “bölgede barış, denge, özgürlük ve ekonomik refahı geliştirme” gayretlerinde önemli bir rol oynamayı hedefliyor.
AB politikasının ana unsuru uzun yıllar “İstikrar ve Ortaklık Süreci”, daha sonradan da “AB Politikası” oldu.
Pratikte yürüyen projeler ise Haziran 2003 Selanik Zirvesinde netleşen şekliyle şöyle:
Sözleşme ilişkileri (ikili istikrar ve ortaklık anlaşmaları ), ticari ilişkiler (özerk ticaret önlemleri),
mali yardım (Katılım Öncesi Yardım Aracı) ile bölgesel işbirliği ve iyi komşuluk ilişkileri...
Ticaret sözkonusu olduğunda, mal ticaretinin serbestleşmesi, AB kurallarının uygulanması ve fikri
mülkiyet haklarının korunması üzerine odaklanılırken, “Batı Balkan” ülkesi menşeli ürünler 2000 yılından bu yana, gümrük vergileri veya miktar kısıtlamaları olmadan AB'ye serbest giriş için (birkaç
istisna dışında) “özerk ticaret” tedbirlerinden yararlanıyor.
Tercihli ticaret” formüllerinin de uygulandığı ilişkilerde “çapraz kümülasyon” ile bölgesel ticaretin entegrasyonu kolaylaştırıldı.
AB bütün Batı Balkan ülkelerinin Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olmalarını şiddetle destekliyor.
Arnavutluk (2000), Makedonya (2003) ve Karadağ (2011) halihazırda DTÖ üyesi. Bosna-Hersek’in ve Sırbistan’ın DTÖ’ye üye olmaları için görüşmeler devam ediyor.
“Otonom ticaret” tercihleri bu ülkelerin AB’ye şarap, buzağı eti ve bazı deniz ürünleri dışında miktar kısıtlamalarından muaf hale getirdi.
Bu ülkelerin, AB’nin dış ticaretindeki paylarına bakıldığında, 2015 yılı verileriyle AB’nin balkan ülkelerinden ithalatı 15 milyar Euro, ihracatı ise 23,3 miyar Euro. Yani Balkan ülkeleri AB’nin ithalatında yüzde 1, ihracatında yüzde 1,4’lük bir paya sahipler.
Türkiye’nin payı da ithalatta yüzde 3,8, ihracatta yüzde 2,2. AB ülkeleri ithalatta Rusya ve Çin’den
sonra dördüncü, ihracatta da AB, Rusya ve ABD’den sonra dördüncü sırada.
Balkan ülkeleri AB üyesi ve ticari ilişkilerde AB Gümrük mevzuatı çalışıyor. Burada vergi
muafiyeti, serbest bölgeler, gözetim, tarife kotaları ve serbest dolaşımdaki bazı mallar için menşe beyanı sunma gerekliliği gibi tedbirlere ilişkin eksiklikler devam ediyor.
Türkiye, menşe, coğrafi kapsam ve ürün kapsamına ilişkin AB kurallarıyla tam bir uyum sağlamamakla birlikte, genelleştirilmiş tercihler sistemini AB rejimiyle uyumlu olarak gözden geçirdi. Gümrük Birliği sayesinde, Türkiye’nin AB ortak ticaret politikasına uyumu da oldukça yüksek düzeyde.

BALKAN ÜLKELERİ İLE EKONOMİK İLİŞKİLER

İlişkilerde “milat” olarak 1990, Gorbaçov’un Glastnost ve Berlin Duvarı’nın yıkılması yılları kabul edilir.

Türk Dil Kurumu'nun “Balkanlar” ifadesini bu tarihlerde “Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ,
Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan bölge" şeklinde tanımlaması dikkat çekicidir...
1989'daki Bulgaristan'dan zorunlu göç olaylarını bir yana bırakırsak, Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerinde ciddi sorunlar olmadı. Bu olumlu tablo, Türkiye’nin 24 Ocak 1980 kararlarından sonraki liberal ekonomi ve ihracata dayalı kalkınma modeli uygulaması kadar, Balkan ülkelerinin 1990’dan sonraki dışa açılma politikalarından da kaynaklandı.
Türkiye, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, dış ticaretini devlet eliyle yapan ülkelerle ticari ilişkilerini hangi çerçevede kurmuşsa, 1990 öncesinde Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerinin de aynı doğrultuda ele almıştı. Bunun pratikteki anlamı, ticaretin neredeyse sıfır olmasıydı. “Karşılıklı ticaret” ana başlığı ile yürütülen ilişkilerde ticarette bir tür takası (clearing) ve de sonuçta tarım ürünlerini aşamamıştı.

Yine 1990’lar öncesi süreci ikili ekonomik ilişkiler açısından yönlendiren önemli bir unsur da “Karma Ekonomik Komisyon” toplantılarıydı. Bu toplantıların hukuki metni olarak ortaya çıkan ikili antlaşmalar ve/veya mutabakat vardı, ortalıkta şirketler değil devletlerin resmi temsilcileri dolaşırdı, konuşurdu, toplantılar yaparlardı. Örneğin, bir Türkiye-
Romanya, Türkiye-Çekoslovakya, Türkiye-Bulgaristan, Türkiye-Yugoslavya, Türkiye-Arnavutluk Karma Ekonomik Komisyonu toplantısından önce, konunun Türkiye tarafı sorumlusu Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı (1983’ten önce Ticaret Bakanlığı, 1994’ten sonra Dış Ticaret Müsteşarlığı, 2011’den sonra Ekonomi Bakanlığı) Anlaşmalar Genel Müdürlüğü’ndeki hazırlıklar ve yoğun çalışmalar, Balkan Ülkeleri ile olan ekonomik ve ticari ilişkilerin, bürokrasi tarafındaki odak noktasını oluştururdu.
Bu çalışmalar sonucunda bürokratlar tarafından hazırlanan doküman, aynı zamanda, ilgili bakanların, muhatap ülke bakanlarıyla yapacakları müzakerelere dayanak teşkil eden temel belgeler ve notlar niteliğine sahip olmuşlardı. Bu çalışmalar her zaman, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının ve özel sektör temsilcilerinin görüşleri alınarak yapıldığından, muhatap ülke ile gerçekleştirilen müzakereler, tam bir “takım çalışması” niteliğindeydi, ama ortalıkta henüz ticaret neredeyse yoktu.
Balkan ülkeleriyle ilşliler özellikle son yıllarda, kamu dışında işadamlarının girişimleri ile canlandı. Bunda en önemli katkıyı Bursa'da sayılar artan Balkan kökenli işadamı derneklerinin faaliyetleri oldu. Bir yandan kamu destekli “Alım Heyetleri” oluşturulurken, bir yandan başkan ülkelerinden işadamları artık Bursa'ya gidip gelmeye başladı. Düzenlenen “Balkan Zirveleri”, fuarların yanı sıra bazı Bursalı sanayicilerin Balkan ülkelerinde kurduğu fabrikalar, yatırımlar yeni bir dönemi başlatıyor.


TÜİK verileri, Türkiye'nin Balkan ülkeler ile ticaretinin 1989'a kadar ya hiç olmadığını ya da çok düşük düzeyde olduğunu gösteriyor. Balkan ülkeleri ile ticari ilişkiler (Milyon dolar) şöyle:

Türkiye'nin Balkan Ülkeleri ile 1989 ve 2014 yılları
İthalat/İhracatı(Milyon ABD Doları)


Ülke                     İthalat                            İhracat
                        1989    2014                    1989              2014
Arnavutluk      1           96                       4                   319
Bulgaristan      3           2846                   27                 2040
Romanya         239       3363                   53                 3008
Yunanistan      101        4044                  125                1537
Yugoslavya      17            -                      13                   -
Bosna-Hersek   -           171                     -                   322
Karadağ            -           7                          -                  35
Kosova             - 1         3                         -                  276
Makedonya       -             79                       -                 348
Hırvatistan        -            137                      -                 287
Sırbistan           -             274                     -                  506
Slovenya          -             302                      -                  743
Liste Toplamı  361         11332                 222              9421
Toplam             15792    24.2177             11.625         157.617.207


Tabloda görüldüğü gibi, Türkiye'nin Balkan ülkeleri ile ilişkisi genelde Türkiye aleyhine olmuş. Yani 11 milyar 332 milyon dolar ithalata karşılık, bu ülkelere sadece 9 milyar 421 milyon dolar ihracat yapılabilmiş.
Verilere göre, 2015 yılında Balkan ülkeleri ile ticaret yüzde 9 oranında daraldı.
Bu ülkelerin tamamına 7,8 milyar dolar ihracat yapılırken, bu ülkelerden yapılan ithalat 8,7 milyar dolar oldu.
Ticaretin en fazla olduğu Romanya'ya ihracat 2 milyar 815 milyon dolar, ithalat 2 milyar 600 milyon dolar olurken, Yunanistan'a ihracat 1 milyar 400 milyon, ithalat 1 milyar 860 milyon dolar,
Bulgaristan'a ihracat 1 milyar 676 milyon, ithalat 2 milyar 254 milyon, Hırvatistan'a ihracat 252 milyon, ithalat 135 milyon dolar, Bosna Hersek'e ihracat 292 milyon, ithalat 250 milyon dolar;
Makedonya'ya ihracat 325 milyon, ithalat 81 milyon dolar; Sırbistan'a ihracat 493 milyon, ithalat 238 milyon dolar;

Balkan ülkeleriyle ticarette, petrol türevlerinden, bakır ve bakırdan eşyaya, elektrikli makineden ağaç odun kömürü, yağlı tohumlara, plastik ve mamüllerinden tekstile, kazanlara çok farklı kalemler öne çıkıyor.
Mevcut ticaretin “potansiyeli yansıtmadığı”ne vurgu yapılırken, ticareti geliştirmek için fuarlara, iş gezilerine ağırlık verilmesi gerektiği düşünülüyor.

GÖRÜŞLER... 

Levent Bilek (BALKANTÜRKSİAD Başkanı):

'Balkan Sanayi Konseyi Türkiye'nin önünü açacak'


“Balkan ülkelerinin ithalat kapasitesi tam 500 milyar dolar. Türkiye'nin yaptığı ihracat nedir? 8,5 milyar dolar. Biz en yakın ülkeyiz, Bulgaristan'a en yakın ülkeyiz, içiçeyiz, buna rağmen ticarette üçüncüyüz. Almanya birinci, İtalya ikinci, biz üçüncüyüz. Yani biz Balkanlarda çok gerilerdeyiz. Bizim hesabımıza göre bu 8,5 milyar dolar çok kısa sürelerde 50 milyar dolara çıkabilir. Bakın ilave 40 milyar doların üzerinden bir ihracat... Yani Türkiye'nin ihracatı bir anda 150 milyar dolardan 200 milyar dolara çıkabilir. Bu nedenle mutlaka Balkanlara yönelmemiz lazım. Bursa zaten aslında bir Balkan şehri ve şöyle bir avantajı var: Otomotiv, makine ve tekstilde çok iyiyiz. Balkanlarda bu konular ciddi anlamda alıcı buluyor. Bizim dernek olarak Balkan Sanayi Konseyi projemiz var. Bu projemiz makine otomotiv, tekstil, gıda ve inşaat sektörleri üzerine. Bu sektörler Balkan ülkelerinde yoğun bir şekilde revaçta ve bizim de çok iyi olduğumuz sektörler. Her ülkeden 10'ar kişinin katıldığı 120'ler kişilik gruplar ve 5 grupta toplam 600 kişinin oluşturduğu bir Balkan Sanayi Konseyi'nden sözediyoruz. Bu konsey Türkiye'nin önünü çok açacak. Çünkü bu konseyimiz ortak projeler üretecek. Ortak ihracat veya ithalat alanları yaratacak. Bu fikir nerden çıktı? Slovenya'da bir büyük plastik kalıp istediler. Bu kalıbın içeriği Slovenya'da üretiliyor ama makine yok. Slovenya'dan Türkiye'ye çelik geliyor, Türkiye'de işleniyor. Geri Slovenya'ya gidiyor ve kalıp olarak iş yapıyor. Demek ki böyle bir işbirliğine ihtiyaç var. Bu kalıp neden Almanya'ya gitsin? Buraya gelsin, işlensin gitsin.. Yine gıda ürünleri var. Neden o gıda ürünleri Türkiye'de üretilmesin. Orada ham tarım toprakları var. Biz neden gidip işlemeyelim? Onları getirip burada neden işlemeyelim veya neden orada işleyip üçüncü ülkelere satmayalım? Çok bakir alanlardan bahsediyorum.
Sektörler olarak bakarsak Yunanistan'da turizm, Romanya'da sanayi var. Bulgaristan'da iş yaptığım için biliyorum, Yunanistan'dan Romanya'ya giden, Türkiye'den Avrupa'ya çıkan olmak üzere iki otoyol var. Bu iki yol Bulgaristan'da kesişiyor, ordan geçiyor. Çok merkez bir konumda. İki önemli otoyolun kesişim noktası. Bu yüzden özellikle Plovdiv, Filibe Sofya arasında işler yapılabilir. Ayrıca orada bazı İtalyan firmaları orada hidrolik üniteler yapıyor. Bulgaristan çok geri bir ülke değil, sadece çalışkan değil. Biz yaparsak olur. Bütün işadamı sivil toplum kuruluşlarının da bir çabası var. Biz BALKANTÜRKSİAD olarak gidip yerinde sinerji toplantıları yapıyoruz. Bugüne kadar 12 ülkeye gittik. 3 ay sonra Arnavutluk'a gideceğiz, şu anda grubumuz doldu. Büyük ilgi var. Eskiden ilişkiler sadece devlet görevlilerinden oluşurdu, şimdi öyle değil. Orada iş yapmaya çalışan insanlar bunlar. Mesela Slovenya'ya bir firmamızla (Waffle Art) beraber gittik, orda bayilik verdi. Bizimle giden arkadaşın artık orada bir firması oldu. Yine Mastaş, bizimle gittiği Yunanistan'da, bayilik verdi. Bunlar oluyor, olacak, devam edecek.”

Eren Ertoksöz (Girişimci):

'En önemli sorun yok...'


Yunanistan'daki kriz nedeniyle insanlar hareketlenmiş. Kriz onları yoksullaştırmış ve fazla çalışmaya itmiş. Yunanlılar çalışmıyor diyen gitsin Selanik Organize Sanayi Bölgesi'ni görsün. Bulgaristan da aynı. Ancak teknoloji olmadığı için makineler eski, Avrupa'nın fasoncusu durumundalar. Avrupa markalarının fasonlarını yapıyorlar. Bildiğiniz saç işleme makineleri,
ağaç işleme makineleri Avrupa'nın büyük firmalarının ürettilerini Bulgaristan'da yapıp, Made in Germany vs. markaları vurularak satılıyor. Bir de Rusya ile iş yapamayan, satamayan Türk firmalar Bulgaristan'da şirket kurup buradan Rusya ile iş yapmaya devam ediyor. Tekstilde bunlar çok. Yani bir tür İstanbul'daki bavul ticareti Bulgaristan üzerinden kendine yeni bir yol bulmuş. Bulgaristan'a fabrika kuran işadamlarımız da var. Makedonya ne uzuyor, ne kısalıyor. Romanya'da elektrik ve elektromekanik üretimde yüzde 70 Fransız firmaları var. Oto yedek parça, alternatör, farikaları var. Bizim de kendi Oktel BG diye, emaye bobin teli, bakır ve alüminyum bobin teli ihracatı yapan firmamız var. Ticarette bir canlanma var. Benim tavsiyem açık hesap çalışıyorlarsa da mutlaka banka teminatı ile çalışsınlar. Ticari kültürü bizden farklı, bazı kötü alışkanlıkları da bizden öğrenmişler gibi. Bu ülkelerde gelir seviyesi yüksek olmadığı için son tüketiciye yönelik ürünler değil de daha çok üretimde kullanılan ara mallar satılıyor. Bakır, alüminyum enjeksiyon ürünleri, yarı mamül plastik körük, hammadde elyaf vs. Gördüğüm en büyük sorun yol. Bizim Kurşunlu'nun yolları gibi. Yüz kilometre yolu 2-3 saatte alıyorsun. Otoban dedikleri bile bizim duble yollardan kötü. Mazot bizden ucuz ama, Yunanistan dışında hiçbirisinde düzgün yol yok. Bu yüzden de kargo taşımacılığı müthiş pahalı. Bir palet malı buradan 120 liraya taşıyorsun Adana'ya, ama Plovdiv 600 km, fiyat bin Euro. Sofya, Bükreş aynı. Bir de Makedonya'da Euro yerine Dolar ile satabilirsin.”


Rıdvan İşbaşaran (BTSO Meclis Üyesi):

'O pazara bir türlü açılamadık'

“Ben mobilya üzerine çalışıyorum. Balkanlardaki ticaret hacmimiz şu anda artmıyor. Hatta biraz düşme bile var. Ofis mobilyası açısından konuşuyorum. O pazara bir türlü açılamadık. Bunun sebeplerinden birisi Yunanistan'daki kriz. Bulgaristan'daki hacimsizlik, hareketin olmaması, ya da oradaki gençlerin Avrupa'ya göçüp gitmesi, oralarda iş bulup yaşamaya başlaması. Avrupa'daki hareketlilik, ticaret hacmindeki iyileşme gelişmekte olan ülkelere henüz yansımadı. Bunlardan dolayı mobilya konusunda bir türlü istediğimiz hacmi yakalayamıyoruz mobilya sektörü olarak. Evet Bursa'da bu ilişkilerin artmasına çalışan sivil toplum kuruluşları, dernekler var ama daha yeni başladı diyebiliriz. Geçen sene bir fuar yapıldı. Bu sene de inşallah yapılacak. Takipçisi olacağız, ikili ilişileri geliştireceğiz. Geçen yıl Bursa'daki fuar teşebbüsümüz vardı, insanlar gelen olur mu diye şüpheli yaklaşıyordu. Genelde kamu kuruluşllarından genel oldu. Tüketici, perakendeci, dağıtıcı çok gelen olmadı. Tabi ilkti. Hemen hevesimizi, umudumuzu kaybetmememiz lazım. Çalışacağız, daha da aktif pazarlama yapacağız.
Balkan ülkelerinde genelde büyüme sorunu var. Yarıtımcı yok. Türkiye dinamik bir ülke. Devletimizin aslında bize çok yardımcı olmamasına, katkısı olmamasına rağmen sürekli bir hamle içindeyiz. Ama oraya gittiğiniz pazar bulamıyorsunuz. Sorun o. Bizim mobilya sektöründe Almanya mobilya üretimini Polonya'ya kaydırdı, orada daha ucuz, uygun şartlarda işçilik buldu. Tabi bizde de sorun var. Yani kaliteyi biraz daha artırmamız, Avrupa müşterisinin istediği malları üretmemiz gerekiyor. Bizde de biraz sorun var. biz devamlı fuarlara katılıyoruz, yurt dışında seyahatlere gidiyoruz. Üsküp Fuarı'na katıldık. Ev mobilyasında aslında Avrupa piyasasını yavaş yavaş yakalıyoruz. Ama ofis mobilyasında şu anda biraz gerideyiz. Evet bazı ofis mobilya markalarımız var, kaliteleri güzel, ancak üretimleri çok düşük rakamlar. Orada dönen paralara göre... Biz bütün dünyada dönen mobilya ihracatının sadece 1,7'sini yapabiliyoruz, buna ev mobilyası dahil. Biz son yıllarda yavaş yavaş hareketlendik. Aslında mobilyada yönümüzü Ortadoğu'ya ve Araplara çevirmiştik. Kuzey Arika'nın bir kısmı başladı ya çevirmiştik. Kolay bir müşteri portföyü var. Türklere yatkın, mobilyalarımız birbirine uyumulu, tarz olarak birbirimizi benimsediğimiz için o taraflara önem veriliyordu. Ama Şimdi petrol fiyatlarının çok düşmesi, Libya krizi, Suudi Arabistan'da talebin düşmesi, Kuzey Irak'ta İŞİD'in ortaya çıkışı falan... Biz artık yönümüzü Avrupa'ya dönderdik. Ama Avrupa'da da çok hızlı bir piyasa değil. Bir durgunluk var.”



Doç Dr. Yüksel Özkan (BALGÖÇ Başkanı):

'Türklerin yaşadığı bölgelerde yatırım çok az'


“Kısa bir sürede 1 milyon 400 bin Türk'ün isminin değiştirildiği bir döneme denk geliyor BALGÖÇ'ün kurulması. Onları sesini duyurmak, hakkını hukukunu korumak, lobi çalışması yapmak, dolayısıyla sorunları da Uluslararası arenaya taşıma amacıyla kurulan bir derneğiz. 1985'den beri 17 Ocak'ta 31 yılımızı kutladı. Biz bir gepki örgütü olarak kurulduk ama gelişen dünya konjonktüründe Balkan coğrafyasında çok şey değişti. Biz de diğer dernekler gibi Türkiye ile balkan ülkeleri arasında köprü görevi görüyoruz. BALGÖÇ Bulgaristan'da ekonomi zirvelerinin organizasyonunda öncü rol almıştır. Kardeş belediyelerin oluşmasında rehberlik yaptık. Kardeş müftülüklerin oluşmasında, kardeş okulların oluşmasında rehberlik yaptık.
Göç İdaresi kuruldu, biz de o yapının içinde yeraldık. 1989'da 70 günde 350-400 bin insan Türkiye'ye gelmişti, deneyimleriz var. Türk yatırımcılar var orada, ama arzu edilen noktada değiller. Geçmişte bazı engeleler çok barizdi. Türk yatırımcı olmasından dolayı. Bunlar ortadan kalktı. Bulgaristan 2007'den beri AB ülkesi oldu, çok şey değişti, ama yatırımlar arzu edilen noktalarda değil. Özellikle Türklerin yaşadığı yerlerde yatırımlar çok az. Bulgaristan yöneticilerinin söylediği bir şeydir, Bulgaristan halkının yüzde 50'si fakir. Bunu Bulgaristan yetkilileri söylüyor."

Erol Kılıkçıeer (RUMELİSİAD YKB):
"Biz yapacağız demiyoruz, yaptık diyoruz"

“RUMELİSİAD olararak arkadaşlarımızın orada faaliyetleri var. Yönetim Kurulu üyelerimizden Şahap Aktaş'ın fabrikası var. Erdinç Kırcımanoğlu'nun fabrikası var. Ali Mutlu arkadaşımız orada fabrika yapıyor. Bunlar yönetim kurulu üyelerimiz. Ünibul şirketi var. Genel Sekreterimiz Ferdi Yılmaz beyin işyeri var. Biz orada çeşitli teşebbüslerde bulunuyoruz ve Balkanlar ile ticaretimiz ciddi manada gelişiyor yani. Biz yapacağız demiyoruz, yaptık diyoruz. Göç ve durgunluk bütün dünyanın sorunu.
Bize göre ekonomik ilişkiler iyi gidiyor. Son yaptığımız Balkan ekonomi zirvesi de bunu kanıtlıyor. Her geçen gün yeni insanlar geliyor ve ciddi ticaretler yapılıyor. Ekonomi Bakanlığı bir alım heyeti oluşturuyor, yüzlerce işadamı bir araya geliyor. Bunlar ciddi gelişmeler. İlk fuarımıza gayet tabi resmi kişiler geldi ama beraberinde ticaret erbabı da geliyor. Ekonomi Bakanlığı zaten heyete işadamlarını alıyor. Sanayiciler kendi parasıyla geliyor. Gelen kişiler siyaset adamıysa, kendi masraflarını kendileri karşılıyorlar.
Romanya ekonomisi nispeden daha iyi görünüyor. Ama hepsi de birer AB ülkesi olmalarına rağmen şu anda ciddi problemler yaşıyorlar. Özellikle Yunanistan... Ama Bulgaristan'da ciddi oranlarda işsizlik var. Makedonya'da yüksek bir işsizlik var. Ciddi oranlarda işsizlik var. Çünkü sanayi yok. Balkan ülkelerinin çoğunda sanayi yok aslına bakarsan. Ne Makedonya'da, ne Kosova'da... O anlamda bizim yaptığımız ticaretin onların ekonomisine katkıda bulunacaktır diye düşünüyorum.
Bulgaristan'da eskiden kalma fabrikalar var, ama yeterli değil. Teknoloji gelişmemiş. Türkler mesela Bulgaristan'da çok büyük yatırım yapıyorlar. Örneğin Paşabahçe'nin çok ciddi yatırımı var. İşsizlik de var.”






11 Temmuz 2016 Pazartesi

Yeni bir sanayi devrimi gümbür gümbür geliyor!


Uludağ Üniversitesi Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Necmi Gürsakal, sadece akademi dünyasında değil, Bursa'da başta BTSO ve BUSİAD olmak üzere iş dünyasında da yakından tanınan, bilinen, sanayicilerle yakın ilişkileri olan bir isim. Prof. Dr. Gürsakal ile üniversitede görev yaptığı anabilimdalı istatistikten başlayıp, teknolojideki değişimleri, trendleri konuştuk. 
Amerika'da verinin petrolden değerli hale geldiğini söyleyen Prof. Dr. Gürsakal, bu ülkede en çok parayı veri bilimcilerin kazandığına dikkat çekti ve Türkiye'de "veri" sorununun ülke yönetimi dahil her düzeyde ciddi sonuçları olacağını vurguladı. Çarpıcı teknoloji öykülerine değinirken ise, Prof. Dr. Gürsakal insanlığın artık robotların devreye girmesi ile tarihte ilk kez farklı bir durumla karşı karşıya kaldığını, "gümbür gümbür gelen bu yeni sanayi devrimi" ile dünyanın devasa boyutlarda işsizlik sorunu ile yüzleşeceğini söylüyor.Sorularımız ve Prof. Dr. Gürsakal'ın çarpıcı gözlemleri, değerlendirmeleri şöyle:


Hocam, uzmanlığınızla, istatistik ile başlayalım. Yaygın şekilde veri sıkıntısı yaşıyoruz. TÜİK de olmasa hiç bir konuda elimizde rakam, bilgi olmayacak... Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Veri meselesi bir kültür meselesi. Önce, dünya ne tarafa gidiyor ona bakmak isterim. Dünyada kalite yöntemleri uygulandı. 'Total Quality', ardından '6 Sigma' vs. 'Total Quality' Japon kaynaklı bir yönetim anlayışıydı. '6 Sigma' Amerika'dan, Motorola'dan gelen bir kalite anlayışıydı. Ama bu kalite anlayışlarının içinde, istatistik gittikçe çok önemli bir hale geldi. Hatta bu tür toplantılarda anlayış o hale geldi ki, 'Elinde veri olmadan konuşma' denildi. Hangi açıdan? Firma açısından. Bu işler gelişti, gelişti, gelişti ve özellikle Amerika'da, istatistiğin üstüne, istatistiğe benzer, 'Veri Bilim' adında (data science) bir dal gelişti. Bugün Amerika'da en fazla parayı 'Veri Bilimciler' kazanıyor. 'Veri Bilim' ile istatistiğin farkı var. Veri bilim, veriden bir takım ürünler üretiyor. İşin teknik tarafı, ama veri olmadan hiçbir şeyi yönetmek mümkün değildir... Daha doğrusu verisiz doğru karar vermek mümkün değildir. Elinizde ne kadar veri varsa o kadar doğru karar verirsiniz. Bu kişilerin, işadamlarının yatırım kararları için de böyle, firmaların kararları için de böyle. Bu, ülke yönetimi için de böyle...
Kentlerin yönetimi çerçevesinde en son 'smart city' (akıllış şehir) gündeme geldi. Bir şehrin 'akıllı şehir', veya bir binanın 'akıllı bina' olabilmesi veri olmadan mümkün olabilir mi? Bina ısıya ilişkin veriyi toplayacak, neme ilişkin veriyi toplayacak, başka konularda veri toplayacak, ona göre çalışacak...
Bizde veri konusunda hata çok. Örneğin, TUİK Bursa, Bilecik ve Eskişehir'i birlikte veriyor. Niye? Zamanında AB böyle istemiş. Bir kararnameyle. Oysa Bursa ile Bilecik'in hiç bir benzer tarafı yok. Eskişehir'in de yok. Neden üçü bir arada enflasyon yayınlanıyor? Ben bunu anlamıyorum. Bu mümkün de değil. Zamanında AB demiş ki, 'Bunları bir araya getirin'. Mantık yok. Verinin talebe göre toplanması lazım.
Kültür dedim ya, örneğin caddede dolaşıyorsun, birisi yaklaştı soru soruyor, anket yapıyor. Aslında onların çoğu anket değil. Çünkü amacı sana soru sormak değil. Diyelim sana devremülk pazarlamak... Veri kültürü böyle de bozuluyor. Sonra da veri önemsiz hale geliyor. Oysa günümüzün, kabul edelim, en gelişmiş ekonomisi Amerika. Amerika'da veriye petrol gözüyle bakılıyor. Yakında bir 'Veri Borsası' kurma önerileri var. Doğru veri, sağlıklı veri, herşey...
Veri veri... Şu büyük şirketlerde adamlar sabah akşam veriyle uğraşıyor, her saniye raporlar geliyor.

Verinin iki yanı var, biz gazeteciler açsından, dünyayı, olup biteni anlamak, yorumlamak ve doğru yansıtmak. Diğeri de yönetenlerin elindeki verilerle toplumu doğru yönetmesi galiba... Verisizlik veya eksik verinin sonuçları hakkında ne dersiniz?

Doğru veri olmadığı zaman alacağınız kararlar yanış olur. Bu kadar basit. Yanlış karar verirsin. Borsa hakkında iyi bilgi sahibi değilsen, doğru senede yatırım yapamazsın. Doğru hisse senedine yatırım yapamazsan da, paranı kaybedersin. Bu kadar da basit... Elinde işin nereye gittiğini anlayabileceğin veriler olmazsa, veya topladığın verilere göre karar verip devam etmezsen, sonuçları mutlaka olumsuz olacaktır. En basiti, sabah erken evden çıkarken, çok iyi bir hava raporuna sahipsen, -Microsoft şimdi 'whether.com' diye çok büyük bir şirket kuruyor-, yanına şemsiye alırsın, veya almazsın. Olacaklara uygun giyinirsen, zatürre olmazsın, nezle olmazsın ya da boşu boşuna yanında bir şemsiye taşımış olmazsın. Veri var, senin verdiğin karar var ve onun sonuçları var. Sonuçları kesinlikle olur. Teknolojinin sürekli olarak bilgisayara, yazılıma doğru gittiğini biliyoruz. Şu cebimizde taşıdığımız akıllı telefonlar yazılımla çalışıyor. Her iş yazılımla başlıyor, yazılımla bitiyor. Dünyada 'UBER' diye bir şirket var. Şirkette taksi kiralanıyor. Ama şirketin bir tane taksisi yok... Tek bir taksisi bile olmayan şirketin bugünkü değeri General Motors'un değerinden daha büyük. Tek bir tane odası, binası olmayan 'airbnb'nin değeri dünya kadar. 'Bed and Breakfast', insanların kullanmadığı evini, yazlığını kiraya veriyor. Yatak, kahvaltı. Uçak biletleri düzenliyor. Bu airbnb, uber nedir, birer yazılım. Platform... 'Bu şirket bir yazılım platformudur' dediğinizde ne anlama geliyor? Hiç... Standart bakış açısıyla hiçbirşey anlatmıyor, şunu üretiyor, satıyor diyeceğiniz birşey yok. Tabi bu bize, gümbür gümbür gelen yeni bir sanayi devrimini anlatıyor. Yeni bir sanayi devrimi ile karşı karşıyayız.
Sonuçlar diyorsun, bir defa çok iyi araştırıyorlar. Büyük firmalar Türkiye'den çok daha kaliteli ve daha ucuz emeğin olduğu bir yeri bulurlarsa, denk getirse, orada yatırım yapmaz mı? Nasıl tutacaksın buradaki fabrikaları...

Yeni sanayi devrimi, Endüstri 4.0 deyince korkuyorum biraz. Çünkü Türkiye olarak teknolojide hep üretici değil, kullanıcı pozisyonlardayız. Kapıda mevcut pozisyonu da kaybetme riski mi var?

İnsan Kaynakları konusunda, Çalışma Ekonomisi ile ilgilenen arkadaşlarla ben senelerdir bu yazılımın, bilgisayarların işsizliği nasıl etkileyeceğini konuşurum. Tartışma şuydu eskiden: Bu teknoloji bazı işleri ortadan kaldırdığı gibi, yeni birtakım fırsatlar, istihdam olanakları oluşturur. Bu nedenle o kadar da kötü birşey değildir. Şimdi Endüstri 4.0 ile bu noktayı geçtik. Bu iki kere ikinin dört etmesi kadar net. Gelecekte dünya çok büyük işsizlik sorunları ile uğraşacak. Bunu söylemek falcılık malcılık değil. Zaten başladı. Herşeyi insanlar değil, robotlar yapacak. Bugün git, TOFAŞ'a, başka büyük kuruluşlara, robotu görürsün. İşsizlikte inanılmaz boyutlarda sorunlarla karşılaşacağız. Yok, yeni istihdam olanakları falan... Olsa bile çok az olacak. Öbür yanda, önüne gelen mesleği tırpanlayacak. 1980'lerden başlayalım, gazetelerde neler vardı neler... Dizgiciler, pikajçıları, montajcılar... Bu mesleklerin hepsi bilgisayarla ortadan kalktı. Mesela akıllı cep telefonlarında bir özellik var. Notlar'da mikrofona bastığın zaman, telefon senin konuşmanı, doğru bir şekilde yazıyor... Artık sekretere falan gerek yok... Oradan bir de mail at kendine, al sana broşür, kitap, dizgisi de olmuş şekilde. Yani işsizlik konusunda çok büyük sorunlar var ufukta. Dünya böyle bir tarafa gidiyor. Herkesle birlikte biz de bundan olumsuz etkilenirsek, etkileniriz.
Ama teknoloji konusunda asıl mesele şu: herkes yazılımla uğraşırken... Bakın Hindistan'da çok büyük yatırımlar yapılıyor. Güney Kore çok ilerde. Açık konuşalım. Samsung işe yazılımla falan başlamadı ki... Samsung meyve sevze ihracat şirketiymiş.. Bizim Merinos Yünlü Sanayi fabrikası ile birlikte başlamışlar...

Merinos ve Samsung'un öyküsü iki ayrı tercihi mi yansıtıyor?

Güney Kore... Bizim Kore gazilerimiz var. Hangi durumlarda olduklarını çok iyi biliriz. Ama onlar teknolojiyi seçtiler. Biz teknolojiyi seçmedik. Seçmemiz lazım. Bu ülkenin insanı da bu işi yapabilir. Amerika'da, başka yerlerde çok başarılı olan insanlarımız var. Niye yapamasın? Neden okullarda daha fazla yazılım dersi öğretilmesin? Üstelik eğitim de değişti. Kitle halinde eğitim veren internet siteleri var artık. Ha, dil sorunu var, ama çevirilebilir, olur biter. Eğitim bina demek değil. Durmadan bina yapmamamız gerekiyor. Bir bilgisayar, iyi bir internet bağlantısı, eğitimde çok şeyi halleder.

Üniversitelerde neden 'cod' yazma gibi işin asıl teknolojik yönüyle ilgilenilmiyor?

Tamamen yok değil, üniversitelerde dersler de var, ama bu iş liseden, ortaokuldan bile başlayabilir. İkincisi, bizim mantığımız, devlet üniversitelerini düşünürsek, 'Herkes ne kadar para alacaksa yazılımcı da o kadar alacak'... Derece, kademe, gösterge falan. Yazılımcı biraz fazla istiyorsa veremeyiz. Vermediğin zaman da adam gelmiyor. Çünkü 'Standart memur değilim, dışarıda bana daha fazla para veriyorlar' diyor, 'kendime iş kurarım' diyor. Bu işin başka bir anlayışla yapılması lazım. Ama çok önemli bir iş. Yazılım için fabrikaya, fazla yatırıma gerek yok. Yazılım sadece bilgi ile dönüyor. Hatta Türkiye'de oturup, Amerika'daki yazılım firmalarına çalışan insanlar var. Hintliler bunu uzun yıllardır yapıyorlardı. Amerika'da büyük firmaların muhasebesi Hindistan'da tutuluyor. Küreselleşmenin getirdiği şeyler bunlar. Mekanın önemi yok. Köprü, yol, otoyol, liman ekonominin çarklarının dönmesi için elbette elzem, ama yazılım konusu binayla olmuyor. Bilgi, merak, heves...

 Herhalde bütün üniversitelerde teknopark var. Ama üniversite-sanayi işbirliği çabaları kimseyi mutlu etmiyor. Ne düşünüyorsunuz?

Bildiğim bir şey var. 1976'dan beri akademide başladım, işadamı derneklerinde olsun, BTSO'da olsun çalışmalarım oldu. Tanırım. Hiç teknoparkı hesaba katmadan söylüyorum, üniversite-sanayi işbirliği Türkiye'de hiç bir şekilde doğru düzgün olmadı. Olmadı, biz bunu kotaramadık. Teknoparklar vs. organizasyonlarda hatalar da olabilir.

Neden?

Önce iki taraf da birbirine çok samimi bakmıyor. Asıl mesela orada.

Bir şirket, 'Benim şöyle bir sorunum var, ey Uludağ Üniversitesi, ya da ULUTEK gel, bir çözüm bul buna' demiyor mu?

Şimdi Teknoloji Transfer Merkezleri var. Mekanizmaların çoğu şu anda kurulmuş durumda. Mekanizmalar var. Ama karşılıklı samimiyette ben eksiklik görüyorum. Yani ben bir şirket sahibiyim, şöyle bir şeye ihtiyacım var diye gidip Teknoloji Transfer Merkezi'ne başvuruyorum. O belki o beni Teknopark'taki bir firmayla tanıştıracak vs. Yine Türkiye genelinde üniversitelerin büyük bir çoğunluğu teknolojik devrime uyum sağlayamadı. Çok çok yeni bir şey. Ders programlarının bile teknolojiye göre elden geçirilip değiştirilmesi gerekiyor. Burada sorumluluk çok önemli. Yani, anlayış olarak, 'Ben konuşuyorsam, ben hiçbir şeyden sorumlu değilim'. 'Hep benim dışımdakiler kötü, yanış, sorumlu, sorunlu'.. Oysa bu işlerde hepimizin sorumluluğu var. Akademi tarafında da olsak, sanayi tarafında da olsak, bunlar birlikte yürütülecek şeyler. Takım oyununu hiç bir zaman beceremiyoruz. Açıkça hatamızı görelim. Genelde bizim alışageldiğimiz oyuncu tipi, topu alıp, herkesi çalımlayıp, tek başına gidip golü atandır!

Üniversitenin birisinden bir teknoloji şirketi çıksın, 'Tek başıma yaptım, ben yaptım ulan' desin, herkesi çalımlasın... O da yok!

Yok yok.. Yani Samsung gibi birşey yok. O düzeyde, küresel diyorsan yok. Ama, hiç yok değil. Örneğin Vestel'in televizyon vs. konularında yararlandığı çalışmalar olduğunu düşünüyorum. Tabi teknoloji tarafını çok fazla bilmiyorum. Arçelik'in de kocaman Ar-Ge merkezi var. Var, hiç yok demek haksızlık olur. Vestel, Arçelik, Beko da küresel anlamda iş yapıyor. Ama konuştuğumuz hikaye başka. Teknoloji işinde en büyük para galiba tıp, sağlık alanından gelecek. Genetikle, ilaçlarla ilgili hikayeler... Ağlar konusundaki çalışmalar.. Aldı başını gidiyor.

Tıpla ilgili teknolojiler Türkiye'nin neredeyse hiç olmadığı bir alan.

Yani evet eksideyiz, eksiğiz. Çünkü insan gerçeği ne zaman doğru dürüst görürse ona göre hareket eder. Daha çok sosyal bilimlere yöneliyoruz. Daha kolayına kaçıyoruz...

'Anlat evladım...'

'Anlat, anlat..' 'Maddeler halinde sıralayınız!' Ya, analitik bakış açısı... gerekli olan bu.

Bizde yerli teknoloji üretememe durumu... Sanki yapısal sorunlarımız var. Örneğin teknolojinin en ileri düzeyde kullanıldığı otomotiv sektöründe, burada hangi arabanın, hangi parçasının nasıl yapılacağı, teknik resimlerine kadar dışarıdan geliyor. Fabrikaların neredeyse mühendise bile ihtiyacı yok diye düşünüyor insan... Teknoloji hazır. Lisanslar nedeniyle üzerinde oynama şansın da yok. Bize sadece 'Gel kardeşim, sen sadece ucuz işçisin, şunu yap' deniyormuş gibi...


Doğru. Ama ben de diyorum ki, ya da çoğu insan diyor ki, onların her dediğine uymayacak derecede güçlü olalım. Biz de bir takım şeyler yapalım. Haklısın. Burada model belirlenmiyor. Hatta çok önemli parçalar burada üretilmiyor. Ama biz de bu üretime daha fazla katılmak için daha fazla çaba harcayamaz mıyız? Küresel şirketler gerçekten çok büyük şirketler. Ama sen eğitiminle, teknolojinle yava yavaş kendi tasarımını yapmaya, kendi markanı üretmeye başladığın anda, onların da sana bakışı değişecektir. Örnek, Güney Kore... Nasıl yapmış. Bu dediğim dedik çokuluslu şirketlerin laflarını başında dinliyor muydu, dinlemiyormuydu? Hindistan, dinliyor muydu, dinlemiyor muydu? Ama kıpırdamak lazım.


Lisanslı üretimin en yoğun olduğu sektör otomotiv galiba.

Otomotiv, makine sanayi son derece önemli. Savunma sanayiine çok kolay dönüşebilir. Dünyada böyle bilinir. Bu sektörlerin yazılıma büyük önem vermeleri gerekir. Steave Jobs'un hayatına bakın. Üniversiteyi bırakıyor çoğu gibi. Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'e bakın... Amerikan donanmasının hurdalığından topladıklarıyla bilgisayar yapıyor. İlk yaptığı işlerden birisi hurdalıklardan topladıklarıyla bedava telefon görüşmesi yapmak... 100 dolarla satıyorlar. Hatta papaya bedava telefon açıyorlar. Bunlar okulu asan gencecik çocuklar... Bu bir kültür. Bizde herkes facebook'ta. Herkes kullanıcı, en önemli fark bu. Türkiye 'smart phone'a en fazla para yatıran ülkelerden birisi. Bu olmaz! Bu parayı verelim belki, ama üretelim birşeyler. 'Tarımı bırak' falan havalı laflar söyleniyor. Ama dönüp dolaşıp tarımda da iş teknolojiye geliyor. Nedeni verimlilik...

Herşey, bilgisayara, yazılıma mı odaklanıyor?

Yazılım konusunda şöyle bir gelişme var. İş dünyasının bunu mutlaka gözönüne alması gerekir. 'Açık kaynak kodlu yazılım' sürekli ön plana çıkıyor. Microsoft gibi bir yazılım devi açık kaynak kodlu yazılımları destekliyor. 'Açık kaynak kodlu' ne demek? Kodları herkes alıp istediği şekilde kullanabilir, demek. İnternetteki bir yazılım açık kaynak kodluysa, herkesin kullanımına açıktır.
Biz istersek de, microsof, windows'un kodlarını alamayız. Çünkü firma onu satar. Ama 'linux' herkese açıktır. Adamın birisi Benford Yasası diye birşey bulmuş. Elinizde muhasebe verileri gibi veriler varsa, sayıların ilk hanelerinin dağılımının grafiğini bulmuş... Genelde rakamların başında 1,2,3 çok olur ama, 9 çok az olur. Verileri aldın, doğru mu yanlış mı, bedava test ediyorsun. Test ettin, o dağılıma uygun çıkmadı, o zaman aklına, 'Acaba bu rakamlarla oynayanlar mı var' diye düşünüyorsun, soruyorsun. Bunu yapmak bugün bedava. Kaç kişi raporları test ediyor? Bana kalırsa hiç kimse. Açıkçası muhasebecilerin çoğu da 'Benford Yasası', paket maket duymamıştır. Yanına varan yok. Yani yazılıma yakın duran yok. Oysa bedava... 'PYTHON Yasası'... Bilgi ortak. Üretirken de herkes ortak üretiyor. Bizim üniversite güzel birşey yaptı. Veri tabanını sanayiye açtı.
Uludağ Üniversitesi'nde hocaların kullandığı makaleleri sanayiciler görebiliyor artık. Yurt dışında benzer kaynaklarda binlerce makale var. Hocaların, doktora öğrencinin bütün makalelerine buradan ulaşılabilir.

İş yapma yöntemleri gibi meslekler de eskiyor. Geleceğin işlerinden söz eder misiniz?

Yaş ortalaması artıyor. Kısa dönemde alzheimer, parkinson'un çaresi yok gibi... Yaşlılarla ilgili sorunlar, yaşlı bakımı bir numaraya çıkacak. Diğer ucunda da yapay zeka, makinenin öğrenmesi çok çarpıcı gelişiyor. Yani makine internet sayesinde 'Büyük Veri'den öğreniyor, ona göre, sen ne istiyorsan onu yapıyor. Ve kullanmayı çoğu zaman bilmiyoruz teknolojiyi. Elimizde İphone var ama, özelliklerinin yarısını bile kullanamıyoruz.
Akademisyenler için söyleyeyim. Google'in 'Google Alert' diye bir hizmeti var. Diyelim, birisi büyük veri konusunda doktora yapacak. Oraya 'uyar beni' ve 'big data' yazıyorsun. Konunla ilgli anahtar kelimeleri giriyorsun. Google Alert sana dünyada o konuda ne yazılmışsa topluyor, maillle gönderiyor... Bedava... Bedava olan şeyleri de kullanmıyoruz.

"MAÇ İNSANLA MAKİNE ARASINDA... YANİ DURUM VAHİM..."

Pek çok şeye hazırlıksız mı yakalanıyoruz?

Biz neden teknolojiyi konuşuyoruz? 2020'ye doğru sürücüsüz arabalar geliyor. Sürücüz araba demek yazılım demek. Gazetelerde okuyoruz, 'Fiat Google ile konuşuyor, anlaşıyor' vs. Teknolojik devrimler, sanayi devrimleri çok büyük devrimlere, savaşlara yol açıyor. Bunun lamı cimi yok. Zamanında at arabası kullananlar, trenleri taşlayanlar... Bunların hepsi oldu. Yine olmaya devam edecek. Teknoloji ile insan arasında bir itiş kakış asırlardır var. Tekerlek 2 bin yıldır var. Ama kendi kendine dönünce, at işini kaybetti. Şimdi dikkat et, kritik bir noktadayız... İnsanlar sanki makineye karşı yenilmeye başladı, bazı oyunlarda... Çok farklı bir nokta. Eskiden işler insanlar arasında değişiyordu. At arabacılar kaybetmiş, otomobilciler kazanmıştı. Dizgiciler kaybetti, bilgisayar yazılımcıları kazandı. Ama yine kazanan bir insandı sonuçta. Şimdi maç insanla makine arasında yapılıyor... Yani durum vahim. Sadece Türkiye değil, dünya geneli için söylüyorum...





Not. Bu yazı Ekohaber Gazetesi'nin 1053 sayısında yayınlandı.