10 Temmuz 2017 Pazartesi

Medya nereden nereye (1)








“… Hep şehirdeki asfalt yolları yazma
Bir de bizim köyde eşek geçmeyen yolları yaz,
Yaz yaz gazeteci yaz,
Yaz, yaz, yaz efendim yaz…”

1970’lerin başlarında, İstanbul’a gidip gele köylülerin elinde gezen pilli teyplerden dinlediğim ilk türkülerin birinde, işte böyle deniyordu. 
Bir düğmeye basıvermekle koca bir ozandan sazlı sözlü türküler dinlemek, bende müthiş bir etki yaratmıştı o günün koşullarında. 
Bir insan sesini ilk kez insandan değil de makineden duyduğumuz yıllardı.  
Ozan almış sazı eline, gazetelere ve gazeteciye sitem ediyordu…
“Hep ojeli parmakları yazma/Nasırlı elleri de yaz” diyordu.
Sosyetenin maceralarını değil, “Alamancıların” geride bıraktıklarını yazmasını istiyordu: 
“Bizim köyde dul kalan kulları da yaz!”
Aşık Mahsuni’nin türkülerini köyde beğenmeyene rastlamamıştım.
Şimdi, ozanın dediklerini yapmak için gazeteciliğe başladığımı söylersem, doğrusu çok iddialı olur; ama bu sözlerin aklımın bir köşesine kazındığı da muhakkaktır.
İnsanların gazetelerden, gazetecilerden çok şey beklediği yıllardı 70’lı yıllar.
Toplumun üst gelir grupları, zenginler için gazete ve gazeteciler ne anlama geliyordu; hiçbir fikrim yok. Ama içinde yaşadığım yoksul köylü, kasabalı, taşralı kesim gazete ve gazetecilere büyük bir güç vehmederdi.
Gazeteler hep İstanbul’dan, birkaç büyük şehirden söz ederdi. Her gün devlet büyüklerinin fotoğrafları, zengin ailelerin güzel kızları, yakışıklı oğullarının fotoğrafları olurdu sayfalarda. Pırıltılı, varsıl şehir yaşamının, “gazeteler yazdığı için, yayınlar sayesinde varolduğuna” inanmak gibi bir şeydi bu vehim.
Eğer gazeteciler “doktorsuz köyler”i yazarsa, hemen ertesi gün köye doktor gelir; “eşek geçmeyen yolları”ı yazarsa, hemen devlet köylere asfalt yollar yapar; “dul kadınları” yazarsa, devlet dul kadınların elinden tutar, kocaları yaban ellere gitmekten kurtuluverirdi!
Ortaokul yıllarında babamdan gazete merakım yüzünden fırça yemiştim. Bir gazete bir ekmek fiyatına satılıyordu. Bakkaldan hem bir ekmek hem de bir gazete satın alma şansım yoktu. Birisini tercih etmek zorundaydım. Ekmek yerine gazeteyi tercih etmem babamın tepkisini çekiyordu. Zira o kuşak gazeteyi sadece kasabaya inince görürdü, okuma alışkanlığı yoktu; gazetelerin yaşamında bir yeri de yoktu. Gazeteler genelde bakkallarda kese kâğıdı için kullanılırdı. Bugünkü plastik poşetler yoktu. Taşımak için file vardı ve en yaygın ambalaj malzemesi günü geçmiş gazeteler olurdu.

GAZETE ‘HAYAT BİLGİSİ’ KİTABI…

Madem bir somun ekmek parası verdim, eve götürür, reklam ve ilânlar dahil satır satır, gazetede okunmadık yer bırakmazdım!
En çok köşe yazıları ve yazı dizileri dikkatimi çekerdi. Abdi İpekçi, Oktay Akbal, Yunus Nadi, İlhan Selçuk… Çok güzel edebiyat sayfaları olurdu. Gazetelerin insanları, olayları ve dünyayı algılamada müthiş bir şimşek çaktırdığını belirtmem gerekiyor. Özellikle sanat edebiyat sayfaları, özenli yazım kuralları algımı hayli genişletti. Belirli konulardaki dizi yazılara bayılırdım.  Gazeteler bir çeşit, memlekette olup biteni öğrendiğim, güncel ders kitabı olmuştu...
1970’lerin ikinci yarısında gazetelerde bir anda siyasetin, kutuplaşmanın öne çıktığını hatırlıyorum. Manşetlerde siyasi parti liderlerinin ağzından ağır sözler, hakaretler… “Vatan haini”, “Anarşist”, “Kahpe”…
Ve artık gazeteler adeta insanların birbirini “tanıma”, kimlik kartı gibi olmaya başladı. Mesela elinde Cumhuriyet gazetesi gördüğün kişi kesin solcuydu, komünistti. 
Tercüman gazetesi okuduğun görülürse de sağcı damgasını yemiştin. 
Milliyet biraz entel hava veriyordu, ama kasaba eşrafı hazzetmezdi. 
Günaydın ile dolaşırsan, kimse sana yönünü çevirip de bakmazdı bile, kahve köşelerinde renkli kadın resimlerine bakıp duran ya da futbol taraftarı falan sayarlardı… 
Elinde Hürriyet gazetesi varsa, hali vakti yerinde, memur, apolitik sayılırdın. Kimse sana ilişmezdi. Etlisi sütlüsü olmayan kişiydin. Asker, polis olduğun bile düşünülürdü.
Sokakta, eline alıp sallaya sallaya en rahat taşıyabileceğin gazete Hürriyet ve Tercüman’dı.
Cumhuriyet ya da Yeni Ortam veya sol haftalık gazeteleri alanlar yanına bir de Hürriyet veya Tercüman alır, katlayıp onun arasına saklarlardı.  
Gazete okumanın bende çok ciddi bir değişim yarattığını hatırlıyorum. 
Köyde “eski mektep”e gittiğim, toprak damlı evimizin çatısına çıkıp rastgele ezan okuduğum, sala verdiğim dönemlerde, “Allahutealanın emirlerini yerine getirmeyen kişilerin katli vaciptir” noktasında olan, yabancı devletleri hep “düşman” belleyen ben; gazete okudukça insanların birbirinden farklı dini inanca, siyasi görüşe sahip olabileceğini, bunun da “normal” olduğunu fark ettim! 
Benim gibi düşünmeyen pek çok arkadaş vardı okulda, çevrede ve pek âlâ öyle de olabiliyordu işte! İyi insan olabilmek için illa da her gün beş vakit namaz kılmak gerekmiyordu!
1974 Kıbrıs olayında Milliyet’ten Abdi İpekçi’nin Yunanistan ile barıştan söz etmesi, işte, Ege’nin “Barış Denizi” olmasına ilişkin yazıları da bende pek çok paradigmayı devirmişti.
İlerleyen yıllarda hem sokakta hem gazetelerde siyaset gittikçe ön plana çıkmaya başladı. Zamanla yarı legal, yarı illegal gazeteler görmeye başladık.  Yani gazete aslında yasaldı; İstanbul’da bir matbaada basılıp, diğer gazetelerle birlikte getirilmiş, diğer gazetelerle aynı tezgâha konulmuş, satılıyordu. Ama sanki yasakmış gibi insanlar alıp okumaya çekiniyordu. Her bayide de satılmıyordu. Çoğu haftalık olan bu gazetelerin şöyle bir özelliği vardı; gazeteyi okuyan, aynı zamanda onun taraftarı oluyordu! Gazete bilgilenme değil de daha ziyade örgütlenme aracı gibiydi... Bu gazetelerden hem sağ hem de sol siyasi kesimlerde vardı.

COŞKULU FİKİR TARTIŞMALARI

Bu gazeteler çok “sivri”, pek duymaya alışık olmadığımız şeyler söylüyordu. Çok da ilgi çekiyordu, satır satır da okunuyordu. Reklâm, spor haberleri, fal, bulmaca filan olmazdı. Siyasi yazılar vardı, hani “memleketi kurtarıyor”lardı.
Doğrusu, bu dönemde çok radikal, cesur, sansürsüz tartışmalara tanıklık ediyorduk ve bu tartışmaların çoğu zaman ufkumuzu genişlettiğini düşünüyorum.  
Okul sıralarında öğretmenlerin verdiği ödevlerle sınırlı bir eğitime karşılık bu canlı ortam sayesinde pek çok öğrencinin şakır şakır konuşan, kendine güvenen kişiler haline geldiğini izlemek güzeldi. 
Pek çoğumuz ders kitaplarının yanı sıra, Türkeş’in Dokuz Işık’ından Karl Marx’ın Kapital’ine, Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri’ne, Nazım Hikmet şiirlerine kadar envai çeşit kitapları gizli saklı okurduk. Sıkı fikir tartışmaları olurdu. Bu tartışmalar sırasında bizler, memlekette, çevremizde olup bitenlere bir anlam vermeye başlamış, daha güzel bir dünya için hayaller kurar olmuştuk.  
Ancak köylü, kasabalı çocuklarındaki bu dinamizm bir süre sonra okul yönetimi ve kasaba eşrafında hoş karşılanmamaya başladı. 
1976’lardan itibaren kasabadaki siyasi parti etkinliklerine öğrenciler de katılmaya başladı. Bir taraftan da Kaymakamlık ve okul müdürlükleri bu işe müdahil olmaya, öğrenciler arasında ayırım yapmaya başladılar. 
İşin rengi değişti; tadı tuzu kaçtı. Sınıfta, mahallede, “münazara” yapan, “fikir yarıştıran” öğrenciler, birbirine adeta “düşman” gibi bakar oldu.  Artık çantada ders kitabı dışında kitap bulundurmak en büyük suç olarak karşılanır olmuştu.  

‘SUÇ ALETİ’ GAZETE!

Hani neredeyse, gazeteler artık bizim dünyada, memlekette olup biteni daha iyi anlamamıza katkıda bulunan; politika, edebiyat vs. hakkında bilgilenmemize yol açan şeyler değil de bizi kötü yola iten bir “suç aleti” olmuştu.  
Hatırlıyorum, bir gün bir arkadaşımız okulun bahçesinde, kitabının arasından yere bir gazete düşürmüş. Müdür de bunu görmüş. Gitmiş gazeteyi yerden almış. Derse geldi, çıkardı arkadaşı tahtaya, elindeki gazeteyi sallayarak, “Oğlum yazık değil mi! Kendine acımıyorsan babanın emeklerine acı. Okul hayatının bitmesini mi istiyorsun” diye azarladı. 
Gazete kıvrılıp rulo yapıldığı için hangi gazete olduğunu anlayamamıştık. Ama siyah-beyazdı, muhtemelen Cumhuriyet gazetesiydi.  
Gazete okumaktan çekinmeye başladık.   
Ama sadece gazete okumak değil; hayatın kendisi, varolma durumları riskli hale geliyordu... 
Bizim kasabada pek şiddet, kavga dövüş olayı olmazdı; ama radyolardan, gazetelerden öğreniyorduk. Kim vurduya, bir kör kurşuna gidebilirdiniz. 
Olaylar büyük kentlerde, sokaklarda, fabrikalarda, mahallelerde her yerde tırmanıyordu. Gazetelerde ölü sayıları veriliyordu. 
Ama Abdi İpekçi’nin sokak ortasında arabasının içinde öldürüldüğünü duyduğumda, bu çok farklı olmuştu. İpekçi’nin gazetede yazılarını okuyordum, her okuduğumda yeni şeyler öğreniyordum. Sanki bir öğretmeni, büyüğü, yakın tanıdık akrabayı kaybetme gibiydi, çok üzülmüştüm.

GAZETECİLİK OKULU TERCİHİM

“Peki, ne akla hizmet için, liseden sonra gazetecilik okulunu tercih ettin”, diyeceksiniz!
Onun da aslı şuydu: Yemin ederim bir art niyetim yoktu!
Ben aslında köylü olmaktan kaynaklı, memlekete toprakla, hayvanla ilgili bir işte çalışarak yararlı olacağımı düşünüyordum. Örneğin ziraat mühendisi, veteriner falan olmak isterdim. 
Ama fakirliğin gözü kör olsun...
Veteriner ve ziraat fakültelerinde devam zorunluluğu vardı. Oysa okul masrafını kendim çıkarmak zorunda olduğum için bunu göze alamadım. Yazları inşaatlarda çalışmaya başladığım Ankara en ideal ildi. Aynı puanlarla girilebilen Basın Yayın Yüksek Okulu’nda ise (ben üniversite sınavına girdiğim sene adı AİTİA Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu idi)  devam zorunluluğu yoktu. Okulda para bitince ara verip bir inşaatta çalışmaya başlayıp, biraz para biriktirince de okula, derse devam edebilecektim. 
Ve öyle de oldu. Bu konuda hayal bile edemediğim kadar başarılı oldum. Yılın 4 ayını inşaatlarda çalışıp (120 yevmiye yaptığım yılları hatırlarım) kalan 8 ayında da okulda öğrencilik yapabildim. Ama bu arada, “gazetecilik yapıp, insanlara gerçekleri yazma, daha adil ve kalkınmış bir ülkenin oluşmasına katkıda bulunma” gibi uçuk düşlerim de yok değildi.
Basın Yayın Yüksekokulu’nda, YÖK öncesiydi, hukuktan ekonomiye, istatistikten kamu yönetimine, uluslararası politikadan mesleki konulara kapsamlı bir eğitim vardı. 
Özetle, çağdaş bir ülkede bir gazeteci nasıl bir şey olacaksa, bizi de ona göre yetiştirdiklerini düşünüyorum. Mezun olduğumuzda hadi başla deyince, hemen başlamaya hazır değildik, pratik yoktu; ama teori deyince işi bitirmiştik…

‘EKONOMİ GAZETECİSİ’ OLMAK  

Ancak son sınıfta, katıldığım stajların ve bazı olumsuz deneyimlerin, gözlemlerin sonunda “Bana öğretilen gazetecilik bu değil. Ben bu işi yapamam” noktasındayken, bir anda şansım döndü ve düşlerimizi süsleyen iki kurumdan birisi olan Anadolu Ajansı’nda işe başlama fırsatım oldu.
A.A. benim için bir okul oldu. Örneğin, çalışmaya başladığım Ekonomi Haberleri Müdürlüğü’nde bir yandan haber peşinde koşturup, diğer yandan peş peşe ekonomi kitapları okudum. 
Her yeni kitap, yeni bir çarkı öğrenmemi sağlıyordu.
Türkiye’de ekonomi gazeteciliği Özal dönemi ile çok büyük bir sıçrama kaydetti. Gazetelerde ekonomi sayfaları olmaya başladı, ekonomi dergileri, gazeteleri yayımlanmaya başladı.
 O dönemde ekonomi gazeteciliğinde iki “okul” vardı. Birisi Dünya Gazetesi, diğeri bizim A.A.’daki birim. Müdürümüz Vecdi Seviğ ile Nursel Gürdilek, Levent Sanin, Semra Cora, Maruf Buzcugil gibi isimlerin yanında çalışmak, kendini yetiştirmek benim için büyük bir şanstı.   
O yıllarla ilgili iki şeyi paylaşmak isterim.
Birincisi şuydu: Türkiye’de gazetecilik okulları vardı, (2 Ankara, 1 İstanbul ve 1 Ankara, toplam 4 okul) mezunlar veriyordu, ama gazetelerde “okullu” sayısı bir elin parmakları kadardı. Herkes “alaylı” idi. Çünkü gazetecilik okullarına genelde maddi durumu iyi ailelerin çocukları geliyormuş. Her birisi köşe yazarı, ünlü gazeteci olmayı düşleyen bu öğrenciler diplomayı alıp Rüzgarlıya (Ulus’ta, Ankara’nın Babıali’siydi sayılan bölge) gittiklerinde ne çalışma koşullarına katlanıyor, ne de verilen ücreti beğeniyorlarmış. Bu yüzden de okul mezunlarının, hep gazetecilikle ilgisi olmayan işlerde çalıştığını duyardık.

GAZETECİLİKTE YENİ KUŞAK FARKI... 

İlk defa bizim kuşak, yani benden bir önceki sınıfta olanlar ile bizim sınıftan itibaren gazetelerde “okullu”lar çalışmaya başladı… Çünkü biz “tuzu kuru” kesimden gelmiyorduk, Rüzgarlı’nın sömürü çarkına da, adaletsizliklerine de direnecek kumaşa sahiptik.
İkincisi de şudur: Gazetelerde “okullu” sayısının da artışı ile gazeteciler arasında, bugünkü kuşağın anlamakta zorlanacağını düşündüğüm bir dayanışma, yardımlaşma, kolektif çalışma vardı. 
Örneğin, bizim kuşaktan pek çok arkadaş bugün bile birbirine  “hocam” der.  İşte bu “hocam” hitabı,  30 yıl öncesine ait bir kavramdı. Gerçekten biz pek çok şeyi birbirimizden öğrenirdik ve sahiden herkes birbirinin “hocası” gibiydi.
Günlük haber koşturması içinde küçük bir firmanın üretimi, ihracatı, pazarlamasından tutun da bakanlıkların, merkezi hükümetin bütçesi ile ilgili haber yazmak; Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı gibi uzman kurumların bilançolarını okumak, verilerini değerlendirmek, sonuçlar çıkarmak ve haberleştirmek, müthiş bir deneyim sağlıyordu. Bunları da mezun olduğumuz okuldan ziyade, ajanstaki “hoca”larımızdan öğreniyordum!
Ekonomi gazeteciliği konusunda başından beri şuna inanmaya başladım: Her olayın mutlaka bir ekonomik, parasal yanı vardır. Ve olayları anlamak için mutlaka bu ekonomik, maddi yanını anlamak gerekiyor. Maddi, ekonomik boyutları anlaşılamayan bir olay zaten hiç anlaşılmamıştır! Ekonomik boyutu belli olmayan bir şey hakkında ileriye dönük kestirimlerde bulunmak asla mümkün değildir. Ekonomisi,  rakamı, verisi yoksa gazete seni aydınlatamaz!
Böyle düşündüğüm için gazetecilikte, mümkün olduğu kadar ekonomi haberlerine koştum. Böylesi, olayları daha iyi anlamamı sağladı, daha sağlam analizler yapma olanağı yarattı diye düşünüyorum.

BURSA’DA YEREL BASIN FARKI

1984 sonbaharında A.A. Bursa Bölge Müdürlüğü’ne tayinle geldiğim ilk gün, masada yerel gazeteleri görünce afalladım! Ankara’da yerel gazete olarak, en büyüğü Barış Gazetesi’ydi; iki ay çalışmıştım, günde tek bir pide parasına; ama 10-12 sayfalı, siyah-beyaz bir gazeteydi. 
Oysa Bursa’da, önümdeki masanın üzerinde, bildiğin İstanbul gazeteleri gibi rengarenk basılmış, bol resimli, bol sayfalı, ekli mekli gazeteler duruyordu. Bursa’nın Sesi siyah beyaz, Hakimiyet, Bursa Hakimiyet, diye rengarenk gazeteler...
Sevgili okurum, bugün basının, gazetecilik mesleğinin nereden nereye geldiğini düşünürken, bunu toplumsal gelişmelerden bağımsız ele alma ve böylece olanları kavrayabilme şansımızın olmadığını düşünüyorum.

'4. KUVVET' OLMAK

Basın, demokrasinin çok temel bir kurumudur. Basın 4. Kuvvettir. Yasama, yürütme ve yargı olarak üç ayrı “kuvvet”in dışında, toplumda iletişim köprüsü kurarak, sorunları, eksiklikleri, yanlışlıkları, yazma gibi bir işlevi vardır. Özet olarak basının görevi “gerçek”leri yazmak, dillendirmek, toplumu bunlardan haberdar etmektir.
Toplumun kalkınması, haksızlık ve adaletsizliklerin giderilmesi; her şeyin sürekli daha güzelini, daha iyisini oluşturabilme ancak basının yazma ve eleştiri mekanizması sayesinde olur. Hükümetler, bakanlar, patronlar ne olup bittiğini, bütün gerçekleri gazetelerden öğrenecekler ki, daha sağlıklı, doğru karar verebilsinler… 
Gazeteler, televizyonlar, hatta sosyal medya ne kadar özgür çalışırsa, hem toplum hem de ülkeyi yönetenler “gerçeği” daha iyi görür. 
Yasama, yürütme ve yargı da bu sayede daha sağlıklı, objektif kararlar verir. 
Yani basının ters giden şeyleri yazıp çizmesi, eleştirmesi, demokrasilerde toplumun da devletin ve yönetenlerin de yararınadır!  
Dördüncü kuvvetin mantığı da budur.
Benim demokrasi tarifim şu: “Demokrasi, yönetilen çoğunluğun, halkın; gerektiğinde kendilerini yönetenlerin gözünün üstünü morartabilmesi durumudur!”
Halkın,  oy vererek seçtiği iktidardan, gerekirse hesap sorabilme, ona sınırlarını gösterebilme gücü varsa, demokrasi vardır! 
Demokrasi bir tür “güçler arası denge”dir yani.
Bakınız, “Nerde o eski gazeteler, gazeteciler!” deniyor ya… Gazetecilerin iktidara söz geçirme devrinin kapanmasıdır, aslında efkârın kaynağı.
Ben bu sözü şöyle algılıyorum:
“Nerede halkın o eski gücü, dayanışması, demokrasi, adalet”. “İktidarın vatandaştan zerre korkusu kalmamış!”


* Devam edecek.... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder