“…
Hep şehirdeki asfalt yolları yazma
Bir
de bizim köyde eşek geçmeyen yolları yaz,
Yaz
yaz gazeteci yaz,
Yaz,
yaz, yaz efendim yaz…”
1970’lerin başlarında, İstanbul’a gidip gele köylülerin
elinde gezen pilli teyplerden dinlediğim ilk türkülerin birinde, işte böyle
deniyordu.
Bir düğmeye basıvermekle koca bir ozandan sazlı sözlü türküler dinlemek, bende müthiş bir etki yaratmıştı o günün koşullarında.
Bir düğmeye basıvermekle koca bir ozandan sazlı sözlü türküler dinlemek, bende müthiş bir etki yaratmıştı o günün koşullarında.
Bir insan
sesini ilk kez insandan değil de makineden duyduğumuz yıllardı.
Ozan almış sazı eline, gazetelere ve gazeteciye
sitem ediyordu…
“Hep
ojeli parmakları yazma/Nasırlı elleri de yaz” diyordu.
Sosyetenin maceralarını değil, “Alamancıların” geride
bıraktıklarını yazmasını istiyordu:
“Bizim köyde dul kalan kulları da yaz!”…
“Bizim köyde dul kalan kulları da yaz!”…
Aşık
Mahsuni’nin türkülerini köyde beğenmeyene rastlamamıştım.
Şimdi, ozanın dediklerini yapmak için gazeteciliğe
başladığımı söylersem, doğrusu çok iddialı olur; ama bu sözlerin aklımın bir
köşesine kazındığı da muhakkaktır.
İnsanların gazetelerden, gazetecilerden çok şey
beklediği yıllardı 70’lı yıllar.
Toplumun üst gelir grupları, zenginler için gazete
ve gazeteciler ne anlama geliyordu; hiçbir fikrim yok. Ama içinde yaşadığım yoksul köylü, kasabalı, taşralı kesim gazete ve gazetecilere büyük bir güç vehmederdi.
Gazeteler hep İstanbul’dan, birkaç büyük şehirden
söz ederdi. Her gün devlet büyüklerinin fotoğrafları, zengin ailelerin güzel
kızları, yakışıklı oğullarının fotoğrafları olurdu sayfalarda. Pırıltılı,
varsıl şehir yaşamının, “gazeteler
yazdığı için, yayınlar sayesinde varolduğuna” inanmak gibi bir şeydi bu vehim.
Eğer gazeteciler “doktorsuz köyler”i yazarsa, hemen ertesi gün köye doktor gelir; “eşek geçmeyen yolları”ı yazarsa, hemen devlet köylere asfalt yollar yapar; “dul kadınları” yazarsa, devlet dul kadınların elinden tutar, kocaları yaban ellere gitmekten kurtuluverirdi!
Eğer gazeteciler “doktorsuz köyler”i yazarsa, hemen ertesi gün köye doktor gelir; “eşek geçmeyen yolları”ı yazarsa, hemen devlet köylere asfalt yollar yapar; “dul kadınları” yazarsa, devlet dul kadınların elinden tutar, kocaları yaban ellere gitmekten kurtuluverirdi!
Ortaokul yıllarında babamdan gazete merakım yüzünden
fırça yemiştim. Bir gazete bir ekmek fiyatına satılıyordu. Bakkaldan hem bir ekmek hem de bir gazete satın alma şansım yoktu. Birisini tercih etmek zorundaydım. Ekmek
yerine gazeteyi tercih etmem babamın tepkisini çekiyordu. Zira o kuşak gazeteyi
sadece kasabaya inince görürdü, okuma alışkanlığı yoktu; gazetelerin yaşamında bir yeri de yoktu. Gazeteler genelde
bakkallarda kese kâğıdı için kullanılırdı. Bugünkü plastik poşetler yoktu.
Taşımak için file vardı ve en yaygın ambalaj malzemesi günü geçmiş gazeteler
olurdu.
GAZETE ‘HAYAT BİLGİSİ’ KİTABI…
Madem bir somun ekmek parası verdim, eve götürür, reklam
ve ilânlar dahil satır satır, gazetede okunmadık yer bırakmazdım!
En çok köşe yazıları ve yazı dizileri dikkatimi çekerdi. Abdi İpekçi, Oktay Akbal, Yunus Nadi, İlhan Selçuk… Çok güzel edebiyat sayfaları olurdu. Gazetelerin insanları, olayları ve dünyayı algılamada müthiş bir şimşek çaktırdığını belirtmem gerekiyor. Özellikle sanat edebiyat sayfaları, özenli yazım kuralları algımı hayli genişletti. Belirli konulardaki dizi yazılara bayılırdım. Gazeteler bir çeşit, memlekette olup biteni öğrendiğim, güncel ders kitabı olmuştu...
En çok köşe yazıları ve yazı dizileri dikkatimi çekerdi. Abdi İpekçi, Oktay Akbal, Yunus Nadi, İlhan Selçuk… Çok güzel edebiyat sayfaları olurdu. Gazetelerin insanları, olayları ve dünyayı algılamada müthiş bir şimşek çaktırdığını belirtmem gerekiyor. Özellikle sanat edebiyat sayfaları, özenli yazım kuralları algımı hayli genişletti. Belirli konulardaki dizi yazılara bayılırdım. Gazeteler bir çeşit, memlekette olup biteni öğrendiğim, güncel ders kitabı olmuştu...
1970’lerin ikinci yarısında gazetelerde bir anda
siyasetin, kutuplaşmanın öne çıktığını hatırlıyorum. Manşetlerde siyasi parti
liderlerinin ağzından ağır sözler, hakaretler… “Vatan haini”, “Anarşist”, “Kahpe”…
Ve artık gazeteler adeta insanların birbirini “tanıma”, kimlik kartı gibi olmaya
başladı. Mesela elinde Cumhuriyet gazetesi
gördüğün kişi kesin solcuydu, komünistti.
Tercüman
gazetesi okuduğun görülürse de sağcı damgasını yemiştin.
Milliyet biraz entel hava veriyordu,
ama kasaba eşrafı hazzetmezdi.
Günaydın
ile dolaşırsan, kimse sana yönünü çevirip de bakmazdı bile, kahve köşelerinde
renkli kadın resimlerine bakıp duran ya da futbol taraftarı falan sayarlardı…
Elinde Hürriyet gazetesi varsa, hali
vakti yerinde, memur, apolitik sayılırdın. Kimse sana ilişmezdi. Etlisi sütlüsü
olmayan kişiydin. Asker, polis olduğun bile düşünülürdü.
Sokakta, eline alıp sallaya sallaya en rahat taşıyabileceğin gazete Hürriyet ve Tercüman’dı.
Cumhuriyet
ya
da Yeni Ortam veya sol haftalık
gazeteleri alanlar yanına bir de Hürriyet
veya Tercüman alır, katlayıp onun arasına
saklarlardı.
Gazete okumanın bende çok ciddi bir değişim
yarattığını hatırlıyorum.
Köyde “eski mektep”e gittiğim, toprak damlı evimizin çatısına çıkıp rastgele ezan okuduğum, sala verdiğim dönemlerde, “Allahutealanın emirlerini yerine getirmeyen kişilerin katli vaciptir” noktasında olan, yabancı devletleri hep “düşman” belleyen ben; gazete okudukça insanların birbirinden farklı dini inanca, siyasi görüşe sahip olabileceğini, bunun da “normal” olduğunu fark ettim!
Köyde “eski mektep”e gittiğim, toprak damlı evimizin çatısına çıkıp rastgele ezan okuduğum, sala verdiğim dönemlerde, “Allahutealanın emirlerini yerine getirmeyen kişilerin katli vaciptir” noktasında olan, yabancı devletleri hep “düşman” belleyen ben; gazete okudukça insanların birbirinden farklı dini inanca, siyasi görüşe sahip olabileceğini, bunun da “normal” olduğunu fark ettim!
Benim gibi düşünmeyen pek çok arkadaş vardı okulda,
çevrede ve pek âlâ öyle de olabiliyordu işte! İyi insan olabilmek için illa da
her gün beş vakit namaz kılmak gerekmiyordu!
1974 Kıbrıs olayında Milliyet’ten Abdi İpekçi’nin
Yunanistan ile barıştan söz etmesi, işte, Ege’nin
“Barış Denizi” olmasına ilişkin
yazıları da bende pek çok paradigmayı devirmişti.
İlerleyen yıllarda hem sokakta hem gazetelerde
siyaset gittikçe ön plana çıkmaya başladı. Zamanla yarı legal, yarı illegal
gazeteler görmeye başladık. Yani gazete
aslında yasaldı; İstanbul’da bir
matbaada basılıp, diğer gazetelerle birlikte getirilmiş, diğer gazetelerle aynı
tezgâha konulmuş, satılıyordu. Ama sanki yasakmış gibi insanlar alıp okumaya çekiniyordu.
Her bayide de satılmıyordu. Çoğu haftalık olan bu gazetelerin şöyle bir
özelliği vardı; gazeteyi okuyan, aynı zamanda onun taraftarı oluyordu! Gazete bilgilenme değil de daha ziyade örgütlenme aracı gibiydi... Bu
gazetelerden hem sağ hem de sol siyasi kesimlerde vardı.
COŞKULU FİKİR TARTIŞMALARI
Bu gazeteler çok “sivri”, pek duymaya alışık olmadığımız şeyler söylüyordu. Çok da
ilgi çekiyordu, satır satır da okunuyordu. Reklâm, spor haberleri, fal, bulmaca
filan olmazdı. Siyasi yazılar vardı, hani “memleketi
kurtarıyor”lardı.
Doğrusu, bu dönemde çok radikal, cesur, sansürsüz tartışmalara tanıklık ediyorduk ve bu
tartışmaların çoğu zaman ufkumuzu genişlettiğini düşünüyorum.
Okul sıralarında öğretmenlerin verdiği ödevlerle sınırlı bir eğitime karşılık bu canlı ortam sayesinde pek çok öğrencinin şakır şakır konuşan, kendine güvenen kişiler haline geldiğini izlemek güzeldi.
Okul sıralarında öğretmenlerin verdiği ödevlerle sınırlı bir eğitime karşılık bu canlı ortam sayesinde pek çok öğrencinin şakır şakır konuşan, kendine güvenen kişiler haline geldiğini izlemek güzeldi.
Pek çoğumuz ders kitaplarının yanı sıra, Türkeş’in Dokuz Işık’ından Karl Marx’ın
Kapital’ine, Politzer’in Felsefenin Temel
İlkeleri’ne, Nazım Hikmet
şiirlerine kadar envai çeşit kitapları gizli saklı okurduk. Sıkı fikir tartışmaları olurdu. Bu
tartışmalar sırasında bizler, memlekette, çevremizde olup bitenlere bir anlam
vermeye başlamış, daha güzel bir dünya için hayaller kurar olmuştuk.
Ancak köylü, kasabalı çocuklarındaki bu dinamizm bir süre sonra okul yönetimi
ve kasaba eşrafında hoş karşılanmamaya başladı.
1976’lardan itibaren kasabadaki
siyasi parti etkinliklerine öğrenciler de katılmaya başladı. Bir taraftan da
Kaymakamlık ve okul müdürlükleri bu işe müdahil olmaya, öğrenciler arasında ayırım
yapmaya başladılar.
İşin rengi değişti; tadı tuzu kaçtı. Sınıfta, mahallede, “münazara” yapan, “fikir yarıştıran” öğrenciler, birbirine adeta “düşman” gibi bakar oldu.
Artık çantada ders kitabı dışında kitap bulundurmak en büyük suç olarak
karşılanır olmuştu.
‘SUÇ ALETİ’ GAZETE!
Hani neredeyse, gazeteler artık bizim dünyada,
memlekette olup biteni daha iyi anlamamıza katkıda bulunan; politika, edebiyat
vs. hakkında bilgilenmemize yol açan şeyler değil de bizi kötü yola iten bir “suç aleti” olmuştu.
Hatırlıyorum, bir gün bir arkadaşımız okulun
bahçesinde, kitabının arasından yere bir gazete düşürmüş. Müdür de bunu görmüş.
Gitmiş gazeteyi yerden almış. Derse geldi, çıkardı arkadaşı tahtaya, elindeki
gazeteyi sallayarak, “Oğlum yazık değil
mi! Kendine acımıyorsan babanın emeklerine acı. Okul hayatının bitmesini mi
istiyorsun” diye azarladı.
Gazete kıvrılıp rulo yapıldığı için hangi gazete
olduğunu anlayamamıştık. Ama siyah-beyazdı, muhtemelen Cumhuriyet gazetesiydi.
Gazete okumaktan çekinmeye başladık.
Ama sadece gazete okumak değil; hayatın kendisi,
varolma durumları riskli hale geliyordu...
Bizim
kasabada pek şiddet, kavga dövüş olayı olmazdı; ama radyolardan, gazetelerden
öğreniyorduk. Kim vurduya, bir kör kurşuna gidebilirdiniz.
Olaylar büyük
kentlerde, sokaklarda, fabrikalarda, mahallelerde her yerde tırmanıyordu.
Gazetelerde ölü sayıları veriliyordu.
Ama Abdi
İpekçi’nin sokak ortasında arabasının içinde öldürüldüğünü duyduğumda, bu
çok farklı olmuştu. İpekçi’nin
gazetede yazılarını okuyordum, her okuduğumda yeni şeyler öğreniyordum. Sanki
bir öğretmeni, büyüğü, yakın tanıdık akrabayı kaybetme gibiydi, çok üzülmüştüm.
GAZETECİLİK OKULU TERCİHİM
“Peki,
ne akla hizmet için, liseden sonra gazetecilik okulunu tercih ettin”,
diyeceksiniz!
Onun da aslı şuydu: Yemin ederim bir art niyetim
yoktu!
Ben aslında köylü olmaktan kaynaklı, memlekete toprakla, hayvanla ilgili bir işte çalışarak yararlı olacağımı düşünüyordum. Örneğin ziraat mühendisi, veteriner falan olmak isterdim.
Ben aslında köylü olmaktan kaynaklı, memlekete toprakla, hayvanla ilgili bir işte çalışarak yararlı olacağımı düşünüyordum. Örneğin ziraat mühendisi, veteriner falan olmak isterdim.
Ama fakirliğin gözü kör olsun...
Veteriner ve
ziraat fakültelerinde devam zorunluluğu vardı. Oysa okul masrafını kendim
çıkarmak zorunda olduğum için bunu göze alamadım. Yazları inşaatlarda çalışmaya başladığım Ankara en ideal ildi. Aynı puanlarla girilebilen Basın Yayın Yüksek Okulu’nda ise (ben
üniversite sınavına girdiğim sene adı AİTİA
Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu idi) devam zorunluluğu yoktu. Okulda para bitince
ara verip bir inşaatta çalışmaya başlayıp, biraz para biriktirince de okula,
derse devam edebilecektim.
Ve öyle de oldu. Bu konuda hayal bile edemediğim kadar
başarılı oldum. Yılın 4 ayını inşaatlarda çalışıp (120 yevmiye yaptığım yılları
hatırlarım) kalan 8 ayında da okulda öğrencilik yapabildim. Ama bu arada, “gazetecilik yapıp, insanlara gerçekleri
yazma, daha adil ve kalkınmış bir ülkenin oluşmasına katkıda bulunma” gibi
uçuk düşlerim de yok değildi.
Basın
Yayın Yüksekokulu’nda, YÖK öncesiydi, hukuktan ekonomiye, istatistikten kamu yönetimine, uluslararası
politikadan mesleki konulara kapsamlı bir eğitim vardı.
Özetle, çağdaş bir
ülkede bir gazeteci nasıl bir şey olacaksa, bizi de ona göre yetiştirdiklerini
düşünüyorum. Mezun olduğumuzda hadi başla
deyince, hemen başlamaya hazır değildik, pratik yoktu; ama teori deyince işi
bitirmiştik…
‘EKONOMİ GAZETECİSİ’ OLMAK
Ancak son sınıfta, katıldığım stajların ve bazı
olumsuz deneyimlerin, gözlemlerin sonunda “Bana
öğretilen gazetecilik bu değil. Ben bu işi yapamam” noktasındayken, bir
anda şansım döndü ve düşlerimizi süsleyen iki kurumdan birisi olan Anadolu Ajansı’nda işe başlama fırsatım
oldu.
A.A.
benim için bir okul oldu. Örneğin, çalışmaya başladığım Ekonomi Haberleri Müdürlüğü’nde bir yandan haber peşinde koşturup,
diğer yandan peş peşe ekonomi kitapları okudum.
Her yeni kitap, yeni bir çarkı
öğrenmemi sağlıyordu.
Türkiye’de
ekonomi gazeteciliği Özal dönemi ile
çok büyük bir sıçrama kaydetti. Gazetelerde ekonomi sayfaları olmaya başladı,
ekonomi dergileri, gazeteleri yayımlanmaya başladı.
O dönemde ekonomi
gazeteciliğinde iki “okul” vardı.
Birisi Dünya Gazetesi, diğeri bizim A.A.’daki birim. Müdürümüz Vecdi Seviğ ile Nursel Gürdilek, Levent Sanin, Semra Cora, Maruf Buzcugil gibi isimlerin yanında çalışmak, kendini yetiştirmek benim için büyük bir şanstı.
O yıllarla ilgili iki şeyi paylaşmak isterim.
Birincisi şuydu: Türkiye’de gazetecilik okulları
vardı, (2 Ankara, 1 İstanbul ve 1 Ankara, toplam 4 okul) mezunlar veriyordu,
ama gazetelerde “okullu” sayısı bir
elin parmakları kadardı. Herkes “alaylı”
idi. Çünkü gazetecilik okullarına genelde maddi durumu iyi ailelerin çocukları
geliyormuş. Her birisi köşe yazarı, ünlü gazeteci olmayı düşleyen bu öğrenciler
diplomayı alıp Rüzgarlıya (Ulus’ta,
Ankara’nın Babıali’siydi sayılan bölge) gittiklerinde ne çalışma koşullarına
katlanıyor, ne de verilen ücreti beğeniyorlarmış. Bu yüzden de okul mezunlarının,
hep gazetecilikle ilgisi olmayan işlerde çalıştığını duyardık.
GAZETECİLİKTE YENİ KUŞAK FARKI...
İlk defa bizim kuşak, yani benden bir önceki sınıfta
olanlar ile bizim sınıftan itibaren gazetelerde “okullu”lar çalışmaya başladı… Çünkü biz “tuzu kuru” kesimden gelmiyorduk, Rüzgarlı’nın sömürü çarkına da, adaletsizliklerine de direnecek kumaşa
sahiptik.
İkincisi de şudur: Gazetelerde “okullu” sayısının da artışı ile gazeteciler arasında, bugünkü
kuşağın anlamakta zorlanacağını düşündüğüm bir dayanışma, yardımlaşma, kolektif
çalışma vardı.
Örneğin, bizim kuşaktan pek çok arkadaş bugün bile
birbirine “hocam” der. İşte bu “hocam” hitabı, 30 yıl öncesine ait bir kavramdı. Gerçekten
biz pek çok şeyi birbirimizden öğrenirdik ve sahiden herkes birbirinin “hocası” gibiydi.
Günlük haber koşturması içinde küçük bir firmanın
üretimi, ihracatı, pazarlamasından tutun da bakanlıkların, merkezi hükümetin
bütçesi ile ilgili haber yazmak; Merkez
Bankası, Hazine Müsteşarlığı gibi uzman kurumların bilançolarını okumak,
verilerini değerlendirmek, sonuçlar çıkarmak ve haberleştirmek, müthiş bir
deneyim sağlıyordu. Bunları da mezun olduğumuz okuldan ziyade, ajanstaki “hoca”larımızdan öğreniyordum!
Ekonomi gazeteciliği konusunda başından beri şuna
inanmaya başladım: Her olayın mutlaka
bir ekonomik, parasal yanı vardır. Ve olayları anlamak için mutlaka bu
ekonomik, maddi yanını anlamak gerekiyor. Maddi, ekonomik boyutları
anlaşılamayan bir olay zaten hiç anlaşılmamıştır! Ekonomik boyutu belli olmayan
bir şey hakkında ileriye dönük kestirimlerde bulunmak asla mümkün değildir. Ekonomisi,
rakamı, verisi yoksa gazete seni
aydınlatamaz!
Böyle düşündüğüm için gazetecilikte, mümkün olduğu kadar
ekonomi haberlerine koştum. Böylesi, olayları daha iyi anlamamı sağladı, daha
sağlam analizler yapma olanağı yarattı diye düşünüyorum.
BURSA’DA YEREL BASIN FARKI
1984 sonbaharında A.A. Bursa Bölge Müdürlüğü’ne tayinle geldiğim ilk gün, masada
yerel gazeteleri görünce afalladım! Ankara’da yerel gazete olarak, en büyüğü Barış Gazetesi’ydi; iki ay çalışmıştım,
günde tek bir pide parasına; ama 10-12 sayfalı, siyah-beyaz bir gazeteydi.
Oysa
Bursa’da, önümdeki masanın üzerinde, bildiğin
İstanbul gazeteleri gibi rengarenk basılmış, bol resimli, bol sayfalı, ekli
mekli gazeteler duruyordu. Bursa’nın
Sesi siyah beyaz, Hakimiyet, Bursa
Hakimiyet, diye rengarenk gazeteler...
Sevgili okurum, bugün basının, gazetecilik
mesleğinin nereden nereye geldiğini düşünürken, bunu toplumsal gelişmelerden
bağımsız ele alma ve böylece olanları kavrayabilme şansımızın olmadığını
düşünüyorum.
'4. KUVVET' OLMAK
Basın, demokrasinin çok temel bir kurumudur. Basın 4. Kuvvettir. Yasama, yürütme ve yargı
olarak üç ayrı “kuvvet”in dışında, toplumda iletişim köprüsü kurarak, sorunları, eksiklikleri, yanlışlıkları,
yazma gibi bir işlevi vardır. Özet olarak basının görevi “gerçek”leri yazmak, dillendirmek, toplumu bunlardan haberdar
etmektir.
Toplumun kalkınması, haksızlık ve adaletsizliklerin giderilmesi; her şeyin sürekli daha güzelini, daha iyisini oluşturabilme ancak basının yazma ve eleştiri mekanizması sayesinde olur. Hükümetler, bakanlar, patronlar ne olup bittiğini, bütün gerçekleri gazetelerden öğrenecekler ki, daha sağlıklı, doğru karar verebilsinler…
Toplumun kalkınması, haksızlık ve adaletsizliklerin giderilmesi; her şeyin sürekli daha güzelini, daha iyisini oluşturabilme ancak basının yazma ve eleştiri mekanizması sayesinde olur. Hükümetler, bakanlar, patronlar ne olup bittiğini, bütün gerçekleri gazetelerden öğrenecekler ki, daha sağlıklı, doğru karar verebilsinler…
Gazeteler, televizyonlar, hatta sosyal medya ne kadar özgür çalışırsa, hem
toplum hem de ülkeyi yönetenler “gerçeği”
daha iyi görür.
Yasama, yürütme ve yargı da bu sayede daha sağlıklı, objektif
kararlar verir.
Yani basının ters giden şeyleri yazıp çizmesi, eleştirmesi, demokrasilerde
toplumun da devletin ve yönetenlerin de yararınadır!
Dördüncü kuvvetin mantığı da budur.
Benim demokrasi tarifim şu: “Demokrasi, yönetilen çoğunluğun, halkın; gerektiğinde kendilerini
yönetenlerin gözünün üstünü morartabilmesi durumudur!”
Halkın, oy
vererek seçtiği iktidardan, gerekirse hesap sorabilme, ona sınırlarını
gösterebilme gücü varsa, demokrasi vardır!
Demokrasi bir tür “güçler arası denge”dir yani.
Bakınız, “Nerde
o eski gazeteler, gazeteciler!” deniyor ya… Gazetecilerin iktidara söz
geçirme devrinin kapanmasıdır, aslında efkârın kaynağı.
Ben bu sözü şöyle algılıyorum:“Nerede halkın o eski gücü, dayanışması, demokrasi, adalet”. “İktidarın vatandaştan zerre korkusu kalmamış!”
* Devam edecek....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder