GERÇEKTE NEYİ KAYBEDİYORUZ...
NEREDE O ESKİ GAZETELER?
Madem ekonomi gazetecisi olmaktan söz ediyorum; gelin gazetecilik mesleğindeki aşınma, mevzii kaybının altında ne tür bir ekonomik toplumsal değişim tablosu var, ona bakalım.
Aşağıdaki grafik, ABD, İngiltere, Kanada, İrlanda ve Australya’da 1930-2000 yılları arasında toplumsal adaletin, gelir dağılımının nereden nereye geldiğini
gösteriyor.
Avrupa’daki, hatta Türkiye’deki grafik de bundan çok
farklı değil.
Ana trend şu: En zenginlerin oluşturduğu yüzde 1
nüfusun, vergi öncesi toplam gelirlerden aldığı pay 1930’lu yılların sonuna
doğru nispeten azalmaya başlıyor. Daha adil bir paylaşım söz konusu.
Hani bunun 1940-45 bölümünü 2. Dünya Savaşı
ortamından kaynaklandığına ve “herkesin
fakirleştiğine” yoralım.
1945-1975 arasındaki 30 yıl gelir dağılımının en
adil olduğu yıllar; dolayısıyla da demokrasinin en parlak dönemi…
BASININ EN ÖZGÜR OLDUĞU DÖNEM!
Fransızların “Les
Trentes Glorieuses-30 muhteşem yıl”
diye andığı bu dönemle ilgili birkaç cümle yazmam lazım:
Malum 2. Dünya Savaşı sonunda Hitler’in Sovyetler Birliği tarafından yenilmesi yeni bir durum yarattı. Artık sosyalizm sadece Sovyetler Birliği gibi bir devletle sınırlı olmaktan çıkmış, Almanya’yı ortadan bölmüş, Avrupa’da pek çok ülkede sosyalist rejimler kurulmuştu (Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Yogoslavya vs.)
Malum 2. Dünya Savaşı sonunda Hitler’in Sovyetler Birliği tarafından yenilmesi yeni bir durum yarattı. Artık sosyalizm sadece Sovyetler Birliği gibi bir devletle sınırlı olmaktan çıkmış, Almanya’yı ortadan bölmüş, Avrupa’da pek çok ülkede sosyalist rejimler kurulmuştu (Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Yogoslavya vs.)
ABD
dahil, batının kapitalist devletleri “Komünizm
Heyulası”nı enselerinde hissetmeye başlamışlardı. Koskoca Rus
Çarı’nı yerle bir eden, Hitler’i
tarihe gömen şu işçi denen çapulcuların, kızılların, bir gün kendi ülkelerinde
de baltayı çekmesi an meselesiydi!
Ve savaşın yıkımlarıyla yüzyüze kalan kapitalist devletler yeni bir şeyi
keşfetti: Sosyal Devlet!
Koruyucu,
herkes için baba devlet!
Sovyetler Birliği’nin şiar edindiği “Proleterya diktatörlüğü” batılı zengin
sınıfa gece uykusunu haram ederken, batılı kapitalistler, sistemlerini ayakta
tutabilmek için kendi lükslerinden fedakârlık ederek, çalışan kesime insanca
bir yaşam sağlayacaklarını kanıtlama derdine düştüler.
Bu, ezilen toplum
kesimlerinin, adaleti sağlamak için illa da devrime ve sosyalizme başvurması gerekmediğini
cümle âleme gösterme, kanıtlama iddiasıydı.
“Avrupa Sosyalizmi” denen şey işte budur.
Artık sadece günlük 8 saatlik çalışma
daha düzenli olmakla kalmadı, çalışanlara yıllık izinler, dernek, sendika, siyasi parti kurma, örgütlenme, işsizlik
yardımı, köylere kadar her yere kamusal hizmet götürme… Ücretsiz eğitim, sosyal
güvenlikle ücretsiz sağlık… Her yere sinema, spor, tiyatro salonları açmak,
özellikle yerel basına büyük destekler…
Ve hızlı bir planlama, kalkınma…
Altyapı,
yeni fabrikalar, üretim ve refah artışı…
Fransızlar boşuna “30 Muhteşem Yıl” demiyor.
Kentleşmeden, kültür sanata; bugün neredeyse “Avrupa medeniyeti” adına ne varsa, işte bu dönemde gerçekleştirildi.
Mesela konut sorunu, tarım reformu, demiryolu ve ulaşım ağı, sanayi altyapısı o yıllarda tamamladı batılı ülkelerde.
Kentleşmeden, kültür sanata; bugün neredeyse “Avrupa medeniyeti” adına ne varsa, işte bu dönemde gerçekleştirildi.
Mesela konut sorunu, tarım reformu, demiryolu ve ulaşım ağı, sanayi altyapısı o yıllarda tamamladı batılı ülkelerde.
“Demokrasi”nin
sahiden altın yılları oldu bu dönem.
Sistem, güçlü bir azınlığın devlet zoruyla
toplumu bastırması üzerinde değil; hukuka, bir anlamda karşılıklı güç dengesi üzerine oturdu.
Sol,
sosyal demokrat partiler bu dönemde altın çağını yaşadılar ve bu 30 Muhteşem
Yıl’ın neredeyse tamamında Avrupa’da “sol”,
sosyal demokrat partiler iktidar oldu.
Bütün dünyada basının en özgür, en saygın olduğu
dönem de bu yıllara denk geldi.
Zira halkın
sesi olan gazeteler, halkın güç ve irtifa kaybettiği, haksızlığa uğradığı,
pastadaki payının azaldığı, zayıflatıldığı dönemlerde nasıl güçlü, bağımsız,
özgür olabilirdi ki?
Grafikte, toplumun en zengin yüzde 1’lik kesiminin vergi öncesi gelirden aldığı payın en az olduğu, yani toplumun en adil olduğu
yılların 1970-1985 arası olduğu görülüyor.
Fark etmişsinizdir, gelir
dağılımının en bozuk olduğu ülke ABD’dir, bugün de öyle…
Grafikteki eğrinin durumu Türkiye’de de benzer bir
yol izledi ve gelir dağılımında en adil yıllar 1976-78 yıllarıydı…
Basın
özgürlüğü açısından da en parlak yıllardı bu dönem. En azından hatırladığım
kadarıyla envai çeşitte gazete vardı, hatta yasalarda resmen suç sayılan
konuları yazanlar için bile kısmi de olsa fiili bir “özgürlük” var gibiydi.
Televizyon yayını sadece TRT’de, o da sınırlı olarak vardı. Televizyon yayını akşam saatlerde başlar
gece yarısına doğru İstiklal Marşı ile biter, ekran kararırdı.
Gazetelerin
sahibi bugünkü gibi büyük sermaye gruplarının sahipleri, büyük patronlar
değildi. Aydın Doğan, Demirören, Sancak,
Doğuş falan yoktu. Gazeteler gazetecilere aitti. Gazetelerin sahipleri aynı zamanda
gazeteciydi.
Gazetecilerin toplumda bir saygınlığı vardı.
İktidar da muhalefet
de gazeteciyi dinlerdi.
Gazetecinin objektif, adil yazdığı varsayımı yaygındı.
Bir şeyin doğruluğunu kanıtlamak için “Gazetede
yazıyor” denirdi.
Gazetecilerin toplumda saygınlıklarının en yüksek
olduğu dönemlerin, gelir dağılımının en adil olduğu dönemlere denk gelmesi
tesadüf olabilir mi?
Yukarıdaki grafik de 1950-2000 arasında gelir
dağılımının en önemli göstergesi sayılan “Gini
Katsayısı”ndaki değişimi gösteriyor.
Gini Katsayısı 0 ila 1 arasında bir değer içerir. Rakamın sıfıra yaklaşması, yani küçülmesi, gelir dağılımının daha adil olması anlamına geliyor. Rakamın yükselmesi ise adaletsizliğin çoğalması, zenginle fakir arasındaki uçurumun artması anlamına geliyor.
Gini Katsayısı 0 ila 1 arasında bir değer içerir. Rakamın sıfıra yaklaşması, yani küçülmesi, gelir dağılımının daha adil olması anlamına geliyor. Rakamın yükselmesi ise adaletsizliğin çoğalması, zenginle fakir arasındaki uçurumun artması anlamına geliyor.
Burada Gini katsayısı, dünya ortalamasını ifade ediyor. Demek ki
Avrupalıların Muhteşem 30 yılı, aşağı yukarı bütün dünya için de adaletin en
iyi olduğu yıllar olmuş.
Görüldüğü gibi gelir adaleti 1980’lerin sonundan
itibaren hızla bozuluyor.
GELİR DAĞILIMININ BOZULMASI TESADÜF MÜ?
Peki dünyada gelir dağılımın özellikle 1980’in
ikinci yarısından itibaren keskin şekilde bozulması tesadüf mü?
Adaletin
terazinin şaşması ile sosyalist blokun dağılmasının aynı yıllara denk gelmesi
sizce bir rastlantı olabilir mi?
Keza Avrupa’da sosyal demokrat partilerin hızla güç
kaybetmesi, devlet erkinden dışlanması… Sendikaların, çalışanlar arasında
dayanışmanın zayıflaması, "taşeron işçiliği", ücret gelirlerindeki reel kayıpların
artması, esnek, süreli çalışma, ‘part time’ adı ile çalışanların kalıcı gelir kapılarından kopuş ile yüz yüze kalması, güvencesizlik…
Ve de zenginin daha zengin, fakirin daha fakir
olması anlamına gelen gelir dağılımı
adaletsizliğinin kronik hale gelmesi, tesadüfen mi bu yıllarda oluyor acaba?
Çöktüyse sosyalist sistem çöktü. Kapitalist
ülkelerin daha adil, daha görkemli olması gerekmez miydi?
Aşağıdaki grafik de Türkiye’den.
“Gini Katsayısı” 0,4’ün biraz altında.
Grafik, son bir yılda zenginlerin biraz daha zenginleştiğini, fakirlerin biraz daha fakirleştiğini gösteriyor.
Dikkat ederseniz “orta sınıf”ların pastadan aldığı pay da yıldan yıla azalıyor.
Grafik, son bir yılda zenginlerin biraz daha zenginleştiğini, fakirlerin biraz daha fakirleştiğini gösteriyor.
Dikkat ederseniz “orta sınıf”ların pastadan aldığı pay da yıldan yıla azalıyor.
Hani, “Bir
ülkede demokrasinin göstergesi orta sınıfın gücüdür” denir ya…
Görüyorsunuz,
orta gelir grubunun pastadan aldığı pay her yıl biraz daha azalıyor Türkiye'de.
Bizde pastadaki payı büyüyen tek kesim, en fazla
zengin olanlar!
'KÜRESEL ADALET' VE ŞAHLANAN TERÖR…
Basın özgürlüğü alanında yaşananların ekonomiyle
bağlantısı açısından dünyada son 20 yılda yaşananları da anlamak gerektiğini
düşünüyorum.
Şöyle ki; gelir dağılımının bozularak demokrasinin
işleyişini aksatan tek şey sosyalist/komünist sistemin çökmesi, “doğu-batı” dengesinin bozulması ve bir
anlamda kapitalistlerin meydanı boş
bulup, halkın kazanılmış haklarına tek tek hücum etmesi olmadı.
Çin’in
muazzam altyapısı ve potansiyeli ile “küresel
sermaye”nin üretim merkezi olması da dünyada yeni bir durum yarattı.
Çin’deki ucuz emek, ucuz arsa, hammadde, enerji imkânını değerlendirmek isteyen batılı şirketler yatırımlarını Çin, Hindistan, Bangladeş gibi ülkelere kaydırdıkça Avrupa ve ABD’de dengeler bozuldu.
Çin’deki ucuz emek, ucuz arsa, hammadde, enerji imkânını değerlendirmek isteyen batılı şirketler yatırımlarını Çin, Hindistan, Bangladeş gibi ülkelere kaydırdıkça Avrupa ve ABD’de dengeler bozuldu.
Bu da “küresel
adalet” dediğim, “Allahın sopası yok
ki” dedirtecek bir durum ortaya çıkardı. Küresel pazarda fiyat rekabetinin
körüklediği “ucuz yarışı” sonunda
Çin, Hindistan vs. fakir ülkelerde hızlı büyüme oranları gerçekleşti,
zenginleşme arttı; ama batılı zengin devletler fabrikalarını kaybetti, büyüyemedi,
yerinde saydı. Son 15 yıldır batılı zengin ülkeler yıllık yüzde 1 bile
büyüyünce bayram ederken; Çin, Hindistan,
petrol fiyatlarındaki artışla Rusya, yüzde 10’larda büyüme kaydetti.
Türkiye coğrafyada olduğu gibi yeni yarışta da iki grup arasında kaldı, yıllık ortalamayı yüzde 5’lerde götürdü.
Türkiye coğrafyada olduğu gibi yeni yarışta da iki grup arasında kaldı, yıllık ortalamayı yüzde 5’lerde götürdü.
Bugün zengin Avrupa ülkelerinin derdi büyüme değil; hükümetlerin en büyük sorunu, mevcut yaşam standartlarını koruyabilmek!
Evet, Çin’de paranın en büyüğünü kazananlar aslında
batılı şirketler. Aklınıza gelen bütün batılı dev markalar artık üretimini
Çin’de yapıyor. Onlar ucuz hammadde ve emek sayesinde hızla zenginleşiyor. Onlar
servetlerini katlarken, Avrupa ve ABD’de işsizlik artıyor, ücretler
düşüyor, sosyal güvenlik sistemi zorlanıyor. Hükümetler emekli maaşlarını nasıl öderim
diye kara kara düşünüyorlar.
Örneğin, Fransa’da
“sosyalist” hükümetin bütün derdi,
emeklilik yaşını yükseltip emeklilerin sayısını azaltmak, mevcut emeklilerin
maaşlarını tırpanlamak, işyerlerinde 2 kişinin yaptığı işi 1 kişiye yüklemek,
taşeronluğu yaygınlaştırmak, kamu harcamalarını olabildiğince kısmak; eğitim, sağlık, ulaşım vs.
pek çok alanda faturayı daha çok vatandaşa yüklemek… (Yazı yazıldığında E. Macron dönemi başlamamıştı)
Avrupa’da bütün hükümetler
halka kemer sıktırma programlarına asılıyor.
Yunanistan, İspanya’da olanları yazmayayım.
'GÜVENLİK' ADALETSİZLİK GÖSTERGESİ
Gelir dağılımındaki adaletsizliğin ve demokrasinin
güç kaybetmesinin en önemli göstergelerinden birisi de “güvenlik” alanıdır.
Bir ülkede polis ve jandarma sayısı ne kadar artarsa, adalet o kadar hızla bozuluyor demektir! Sonuçta asıl amaç içeride oluşacak "tehdit"lere karşı "müesses nizamı", yönetimi korumaktır.
Bir ülkede polis ve jandarma sayısı ne kadar artarsa, adalet o kadar hızla bozuluyor demektir! Sonuçta asıl amaç içeride oluşacak "tehdit"lere karşı "müesses nizamı", yönetimi korumaktır.
Türkiye’de “özel
güvenlik”te 300-350 bin kişinin çalışıyor olması, resmi “güvenlik kuvvetlerinin” sayısındaki hızlı
artış; polis, özel harekatçı vs. olmanın özendirilmesi ve neredeyse “en
garantili iş, en saygın meslek” haline gelmesi…
Son birkaç ayda orduya yazılmak
için tam 234 bin kişi başvurmuş!
Varsa yoksa güvenlik…
“Göktürk” uydusu yüzde 20 yerli üretimle bir Fransız-Alman yapımı
olarak fırlatılınca bilimsel araştırma yapacak veya televizyon yayınları daha
kaliteli olacak sanmıştım. Meğer o da “güvenlik” amaçlı fotoğraf görüntü çekimi vs. içinmiş!
Gençler için hatırlatayım, bundan 30 sene önce “özel güvenlik” diye bir şey yoktu.
Polis, jandarma dışında sadece geceleri sokaklarda düdük öttüren gece bekçileri
vardı.
Ha, sadece bizde değil, bütün dünyada askeri harcamalar artıyor.
Çin devasa
bir ordu, dev silahlanma programları yürütüyor.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra ordusunu lağvedip varını yoğunu kalkınmaya
harcayarak ülkesini en ileri ülkeler sınıfına sokmayı başaran Japonya bile
yeniden ordu kuruyor.
Şiddet her türlü tırmanıyor.
Bir yanda demokratik muhalefeti kendilerine
tehdit gibi algılayan iktidarlar barışçıl, demokratik sokak göstericilerine
kımıl zararlısına bile yapılmayacak şekilde, haşere ilaçlar gibi suyla, gazla,
plastik mermilerle dalıyor; bir yanda da bin bir çeşit silahla ortalığı kan
gölüne çevirip devletlere meydan okuyan silahlı örgütler görüyoruz.
Peki bunların, “Gini
Katsayısı”nın 0,4’e çıkmasıyla, basınla, gazetecilerin işini yapamamasıyla ne
alakası var, mı diyeceksiniz?
O zaman “alakasız
(!)” görünen son bir noktaya daha değinip, bu bahsi kapatayım.
Türkiye ekonomisi “cari açık ekonomisi” olarak isimlendirdiğim, eşi menendine pek az
rastlanan bir duruma imza attı.
Düşünün; Memlekette her ay döviz dengesi kabaca
5 milyar dolar açık veriyor. Normal yıllarda rakam bu; “cari açık” yıllık 60-70 milyar dolar.
İşlerin sarpa sardığı, üretimin, piyasanın daraldığı yıllarda bu rakam yarı yarıya kadar düşer. Çarklar işlemeye başlayınca tekrar yükselir, “motor ısındı” der bizim ekonomiciler; büyüme yüzde 10’a, cari açık 70 milyar dolara fırlar ve yeniden frene basılır vs.
İşlerin sarpa sardığı, üretimin, piyasanın daraldığı yıllarda bu rakam yarı yarıya kadar düşer. Çarklar işlemeye başlayınca tekrar yükselir, “motor ısındı” der bizim ekonomiciler; büyüme yüzde 10’a, cari açık 70 milyar dolara fırlar ve yeniden frene basılır vs.
Çark budur. Bizim ekonomi böyle
işliyor, böyle kurgulanmış!.
Kroniktir.
50-60 yıldır cari açığın olmadığı tek bir sene bile yaşanmamıştır.
50-60 yıldır cari açığın olmadığı tek bir sene bile yaşanmamıştır.
Peki siyasi iktidarlar Allahın her ayı bu 4-5 milyar
doları nereden buluyor?
Elbette kayıt dışı dâhil her yolu deneyerek!
İstanbul’dan, Akdeniz sahillerinden yabancılara mülk
satışı mı dersin…
Bavul ticareti mi dersin, güneyde kaçak sınır ticareti mi
dersin.
Birkaç yıl önce “Suriye’den kaçan
rejim muhaliflerini barındırma karşılığında” Katar ve Suudi kralının Türkiye’ye
10 milyar dolar nakit verdiği iddiaları vardı. Gerçek mi bilmem, ama sanırım
yalanlanmadı.
“Kaynağı
belirsiz döviz girişi” diye de bir oğlumuz var artık, nur
topu gibi! TCMB bilançolarında görünüyor.
Ve son 20 yıldır miktarı giderek artan bir durum:
Borçlanma…
Neredeyse bütün kamusal
yatırımlar; köprü, baraj, havaalanı, metrodan tutun da yollara, belediyenin
önemli projelerine, hastanelere, inşaat sektörüne… Artık her şey yabancı parayla,
krediyle yapılıyor.
Eskiden devlet, bu işleri bütçeden yapar, kaynaklar
yeterli olmayınca da işler yıllarca sürerdi.
Çünkü tasarruf adeti yok bizde. Dış borç lazımsa da devlet borçlanırdı.
Çünkü tasarruf adeti yok bizde. Dış borç lazımsa da devlet borçlanırdı.
Şimdi devlet kamusal projeleri özel
şirketlere ihale ediyor, onları borçlandırıyor, kendisi de “hazine garantisi” sağlıyor. Dünya Bankası, uluslararası finans kuruluşlarınca geliştirilen Public Privat Partnership (Kamu özel ortaklık) işlerini koordine ediyor. İşler yolunda giderse devletin
kasasından tek kuruş çıkmıyor; ama şirket çuvallarsa borç hazinenin sırtında
kalıyor.
İşte bu çarkı sürdürebilme adına, cari açığı kapatacak döviz için hükümet sürekli,
milyar dolarlık yeni ve büyük projeler üretmek durumunda kalıyor.
Her ay 4-5 milyar doların girmesi lazım!
Her ay 4-5 milyar doların girmesi lazım!
Çanakkale’ye
boğaz köprüsü, İstanbul’a ikinci
boğaz; ikinci, üçüncü nükleer santral, her ile bir havaalanı, paralı otoyollar,
şehir hastaneleri…
Madem elektrik lazım, Ovaakça santralı niye yıllarca boş
yatıyor? Demek ki, konu başka. Sürekli yeni enerji yatırımları lazım; enerji
yabancı için tatlı kazanç, garantili iş demek… Bir nükleer santral demek 25
milyar doların T.C. sınırlarına girmesi, çıkması demek! Yaşadık, cari açığa koca bir
yama işte… Yoksa dolar patlar maazallah!
Ekonomi yönetiminin düştüğü durumu anlayın yani!
Şimdi Türkiye bu yolda kritik bir aşamaya geldi.
Yabancı sermaye girişi olağan haliyle sürdürülür olmaktan çıkıyor.
Bir yandan şirketlerin dış borcu artık sınırlarda, bir yandan da yeni para girişi yavaşladı.
Finans merkezleri artık daha fazla taviz ve de faiz istiyor.
Garantiler,
yüksek reel faizler istiyor.
Geçiş garantili köprüler, satış ve kira garantili
lüks residanslar, alım garantili doğalgaz santralları, ve de tepki gösteren
vatandaşa gaz ve cop garantili termik santraller, altın madenleri, dağlar,
güzel koylar!
12 Eylül askeri darbesinin gerekçesi bence 24 Ocak Kararları’ydı. Toplumsal muhalefet bastırılmadan, “devlet şiddeti” olmadan, o kararları uygulanma şansı yoktu…
Güçlü sendikaların, işyerlerini işgal edebilecek örgütlülüğe sahip işçilerin olduğu yerde reel ücretlerle fazla oynama şansınız yoktu.
12 Eylül askeri darbesinin gerekçesi bence 24 Ocak Kararları’ydı. Toplumsal muhalefet bastırılmadan, “devlet şiddeti” olmadan, o kararları uygulanma şansı yoktu…
Güçlü sendikaların, işyerlerini işgal edebilecek örgütlülüğe sahip işçilerin olduğu yerde reel ücretlerle fazla oynama şansınız yoktu.
Şimdi, dış borçlanmayı sürdürme zorlaşıyor. Piyasada
çarkların yavaşlaması yüzünden şirketlerin döviz borcunu ödemesi zorlaşmaya
başladı. Örneğin, özel sektörün kısa
vadeli (bir yıl içinde ödenmesi gereken) dış borcu kabaca 90 milyar dolar, ama
vadesi bittiği halde ödenmemiş olanları eklediğinde bu rakam 140 milyar dolara
çıkıyor. Doların 3,5 liraya çıkması yüzünden TL ile para kazanıp Dolar ile borç
ödeme riske giriyor.
Ve de yeni projeler için şimdi yabancı fonlara daha
yüksek maliyetler ödemek zamanı. Uluslararası finans kuruluşlarına daha yüksek
faiz, kâr fırsatı yaratmak, daha ucuz işgücü, daha ucuz doğal kaynak, daha ucuz
arazi bulma zorunluluğu…
Bunlar vatandaş için, özellikle dar ve orta
gelirliler için daha fazla fedakârlık, daha düşük ücret için daha fazla süre
çalışma, daha çok kemer sıkmak, bildiğini yoksullaşma demek.
Yerli üreticiler için de daha fazla haksız rekabet,
altından kalkamayacağın teknoloji yatırımları, daha pahalı borçlanma, daha az
kazanma, iflas riskinin artması demek.
Ayrıca…
Bu gidişle, çarkların sekteye uğraması
yüzünden yüksek döviz borçlu şirketlerin borcunu ödeyememesi, yaygın iflaslar; sonra
da özel sektörün döviz borcu yükümlülüklerini devletin sırtlanması gibi bir duruma
doğru gitmek var...
Ve yeni “müesses
nizam” da bunun üzerine kurulacak!
Ekonomide her kriz bir “elek”tir; zayıflar elenir, safdışı kalır; piyasayı güçlüler kurar.
Peki bu “ameliyatlar”
yapılırken, neşteri iyice bileyip hazır etmek gerekmez mi?
Yapılanları eleştiren, olağan hallerle karıştırıp,
kendini demokratik bir ülkede sanıp itiraz eden; yazan gazetecilere, mevcut
yaşam standartlarından fedakârlık etmek istemeyen; karşı çıkan sivil toplum kuruluşlarına,
siyasi partilere vs. “normal”, “demokratik” kibar-nazik davranarak
bunlar sağlanabilir mi?
Vatandaş kendi “onayı”,
kendi rızasıyla sofrasından lokması, elinden işinin alınmasına razı olur mu? Elinden
ekmeğini aldığınız vatandaş ilelebet size oy vermeye devam eder mi?
Her kriz döneminde, elimizi kolumuzu bağlayıp bize yutturdukları
hap için, “Acı ilaç” dememişler
miydi?
Açıkçası, mesela 2008 sonunda patlayan krizde 11
milyar dolar, Gezi sonrası şak diye gelen 12 milyar dolar gibi “kaynağı belirsiz” dövizlerle “kriz”
şoklarının atlatılmasını sağlayanlar, hani bir 15-20 milyar dolar daha atıp bu
dalgayı da sistem açısından savuşturabilir mi, bilmem. Ama bu böyle olsa bile önümüzdeki dönemde
olacakları “yumuşatacak” şeyler
değil.
Hatta tersine, kendisini bu “kaynağı belirsiz” büyük paralarla garantiye aldığını düşünen bir
siyasi iktidarın girişebileceği akıldışı atraksiyonları tahmin etmek bile
mümkün değil.
Farkındayım, bu faslı uzattım. Ancak mesleki olarak “kaybettiklerimiz” deyince, bunun arka
planında bir ekonomik durumun, buna uygun bir politikanın da olduğunu görmek
gerektiğini düşünüyorum.
* Devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder