11 Temmuz 2017 Salı

Medya nereden nereye (3)


İnsanları sevindiren bir gelişme olduğunda, “Bak, işte ben yazmıştım, bu işte benim de emeğim var” diyebilmek…
Mesleğe yeni başladığım yıllarda, gözümüz ne aldığımız ücreti, ne sigortayı, ne de açlığı, parasızlığı,  yorgunluğu görürdü. 
Yeter ki, haberimiz gazetede şöyle bir güzel yer alsın… Dünyalar bizim olurdu. 
Haberimiz manşetten verilsin, adımız yazılmasa da olurdu!
Ankara’da stajyer olarak ilk çalıştığım günlük Barış gazetesi ile okuldan mezun olduktan sonra işe başladığım Anadolu Ajansı’nda sadece ben değil, bütün muhabir arkadaşların heyecan kaynağı habercilikti.
İsterdik ki, her olayda en hızlı haberi, en kısa sürede, en doğru şekilde biz verelim.
Muhabirler arasında dayanışmanın bugünden çok daha yüksek olduğunu hatırlıyorum. 
Ekonomi Servisi’nde başlamıştım, haber pratiğim yoktu, gidip izlediğim bir olayı ya da önüme konulmuş bir basın açıklamasını okuyup ondan bir haber yazmak yavaş ilerliyordu, daktiloyu iki parmakla ve yavaş yavaş yazıyordum, şehri pek tanımıyordum, hangi kurum nerede bilmiyordum, gittiğim yerlerde insanları tanımıyordum, kimi nasıl nerede bulacağımı bilmiyordum, tanıdık haber kaynaklarım yoktu, telefon ajandam bile yoktu...
Söylemesi ayıp “Sen gazeteci olacaksın” diye çok değerli bir ağabeyimin hediye ettiği ses kayıt cihazını, pil ve kaset alamama yüzünden kullanamıyordum, zırt pırt otobüse, minibüse binmek için cebimde para olamayabiliyordu, serde köylülük vardı vs. vs.  
Ama bu ve daha pek çok “yok”ların yanında “var” olan tek şey çalıştığım işyerinde çalışanlar arasındaki yardımlaşmaydı ve bu yardımlaşma, dostluk, karşılıklı saygı, sevgi, özveri sayesinde hepsinin üstesinden geldim.

ÖNCE DAYANIŞMA, ARKADAŞLIK FORA...

Sen bana yardımcı olurdun, ben sana…  Birbirimize bilgi, belge, ulaşım vs. her desteği verirdik. Sonuçta da başarı hepimizin başarısıydı!  
Biz 6-7 kişi orada sabahtan akşama, ertesi gün basında ses getirecek ne kadar çok ve güzel haber üretebilirsek, o kadar mutlu olurduk.
Muhabirler arasında “haber atlatma”ya ilk Hürriyet ve Günaydın gazetelerinde tanık oldum.
Aslında Hürriyet’e staj için gittiğimde, orada çalışan bir sınıf arkadaşımla konuştukça sağlam bir habercilik faaliyeti olduğunu fark ettim. En çok da Ankara temsilcisinin (oranın patronu gibiydi, ama adını hatırlamıyorum, Erol Simavi’ye çok yakın, denirdi) bir muhabire çıkışırken, “Bizim  Cumhuriyet’ten neyimiz eksik” diye siteminden etkilenmiştim. Anlaşılan haberin daha düzgün olmasını istiyordu. Cumhuriyet özellikle Türkçe’yi iyi kullanmada, yazım kurallarını eksiksiz uygulamada demek ki, Hürriyet’te de örnek alınıyordu!
Ancak özellikle “polis adliye muhabirleri”nin kendi aralarında haber kapıştırmaları, “telsiz yarışları”, “sen değil ben yazmalıyım”, “önemli habere ben gitmeliyim”, zor işi arkadaşına yıkma; sabahları görev dağılımı yapılırken gazetede daha çok yer alacağı bilinen olaylarda başkasını ekarte etmek için ayak oyunları, “sen bakanı izle, başbakan bende” havaları, tavrı, fiskos fiskos ve “atlatma”lar, doğrusu bana çok tuhaf ve itici gelmişti.
1984’te Bursa’ya geldiğimde, artık Anadolu Ajansı’nın ekonomi bültenine normal haber yazabilen bir muhabir olmuştum.
O sene bizim Bursa bürosunda muhabir olarak tek bir kişi çalışıyordu, gazetecilik eğitimi falan olmayan, farklı kanallardan gelmiş, iyi daktilo kullanan birisiydi, benim bildiğim “muhabirlik” yapmazdı. Mesela haber peşinde falan göremezdiniz. Sabah gelir, akşam gider, oturduğu yerden yerel haber derler, gönderirdi. Şımarık memurlara benzetirdim. Orada bir “makam”ı, titri olması onun için her şeyden önemliydi. Hani şu her gün ütülü elbiseyle, kravatla gelip “koltuğu doldurma”, havasını satma derdinde olanlar vardır ya…
Ama büroda muhabir sayımız arttıkça durum değişti. Büromuz giderek güçlü bir haber merkezi oldu. Gazetelerde daha çok haberimiz çıkmaya başladı.
Tabi Bursa’da mesleğin kalbinin arttığı yerler daha ziyade yerel gazetelerdi. Her birinde onlarca muhabir çalışıyordu.

BGC-ÇGD

Derken, gazetecilerin bir arada olma, dayanışma isteği ve bazı girişimlerin sonunda baktım ki, meslek örgütü olarak Bursa Gazeteciler Cemiyeti diye bir yer var. Ancak cemiyet genç meslektaşlara şaşı! Üye olmak istediğinde “yaşın küçük” diyor, “Sarı Basın Kartın yok” diyor; diyor da diyor… Adamlar küçük dağları biz yarattık der gibi bakıyor bize.
Böceğiz onların gözünde.
Cemiyet’in, bugün yerinde Tayyare Kültür Merkezi olan bir iş hanında bürosu vardı; bildiğin meyhane… 
Yaklaşınca kesif içki kokusundan anlıyorsun. 
Aslında tamam lan gelin, üye olun deseler,  bizim akşamları oraya takılacak halimiz de yok!
Adındaki “cemiyet”in “cemaat”ı çağrıştırmasına bir de bunlar eklenince doğrusu hiç kanım kaynamamıştı.
Tabi sonradan, BGC de kendine çeki düzen verdi, “çanta”dan kurtulup kendi yerinin sahibi oldu, kurumsal bir hale kavuştu, bugün Türkiye’deki cemiyetlerin içinde en çok etkinliği olan, en aktif cemiyet oldu, kooperatifleşerek gazetecilerin konut sahibi olmasına çok büyük katkılarda bulundu vs.
BGC’nin, o biz gençleri biraz da “sakıncalı” göründüğü dönemde Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi kuruldu. 
ÇGD genç muhabirler arasında ciddi bir ilgi odağı oldu. İlk defa bir gazetecilik meslek örgütü, “Perşembe Söyleşi”leriyle uzun yıllar her hafta kent yönetimi, siyaset, kültür sanat, bilim ve akademi dünyasından isimleri genç gazetecilerle buluşturdu.
Derneğin çıkardığı  “Çağdaş” ben dahil pek çok meslektaşımın ilk kez haber dışında “makale”, “eleştiri”, “yorum”, “röportaj” yazmayı denediği bir yer oldu.  
Sanıyorum birkaç arkadaş da Çağdaş’daki yazılarından sonra gazetelerde “köşe yazarı” oldular!
ÇGD kâh kent kültürüne katkı, kâh derneğe maddi destek amacıyla konserler düzenledi, sivil toplum örgütleri ile birlikte Bursa’da demokratik eylemlere katıldı, destek verdi. ÇGD Ödülleri ile Türkiye’de insan haklarından basın özgürlüğüne, pek çok konuda duyarlılık gösterdi.
Kişisel olarak ÇGD’nin özellikle genç meslektaşlarımızın mesleki gelişmelerine katkısı olduğuna inanıyorum.
Ancak  “statükocu”lar bu gelişmelerden duydukları rahatsızlığı gizlemediler. Yapabildikleri ölçüde “Cemiyetçi-Çağdaşçı” çizgisi çizmeye, araya aşılmaz duvarlar örmeye çalıştılar.  Bursa’da Olay, Bursa Hakimiyet ve Hakimiyet diye üç büyük gazete vardı, bu üç gazetenin sahibinin üçü de Bursa’nın en önde gelen işadamıydı ve BGC’nin üyesiydiler. BGC yönetimleri bir yandan bu patronlardan daha çok maddi destek alma hayaliyle, bir taraftan da “gençler gelirse yönetime girerler” kaygısıyla bu duvara tuğla taşıdılar.  

ÇGD üyeleri için “solcu” imajı vermeye çalıştılar, patronlara da “Ya gazetelere sendika getirirlerse…” korkusu saldılar.
BGC-ÇGD gerginliğinde “Bayram Gazetesi”ni çıkarma yarışı tam bir bilek güreşine dönüşmüştü. 
Malum, yasaya göre Ramazan ve Kurban Bayramlarında “Bayram Gazetesi”ni ilde en fazla üyesi olan basın kuruluşu çıkarır.
Bayram Gazetesi de habercilik aşkından ziyade piyasada bayram reklâmlarını kapma işidir…  
Konu para yani… 
Bayram Gazetesi’ni kotarma yarışı epey bir süre BGC ve ÇGD’nin üye defterlerini evlere şenlik hallere sokmuştu! Üye sayısını fazla göstermek için nasıl bir cambazlık yarışıydı o! 
Bu “liste ayarlama” yarışını BGC kazandı sonunda.
Tabi zamanla, BGC genç gazetecilere ve bizlere kapılarını açtı. 
ÇGD’ye üye olanlara BGC’ye üye olma yasağı kalktı! 
Bu durum BGC yönetimlerinde de değişime yol açtı. Pek çok gazeteci iki derneğe de üye olmaya başladı.
Başladı ama, tam sevinecekken… Daha başka, kötü bir şey oldu; gazetecilerin meslek örgütleri ile bağlarında ciddi aşınmalar başladı.  
Artık haftalık Perşembe Söyleşileri aksamaya, Çağdaş’ı çıkarma zorlaşmaya başladı. 
Gazeteciler derneğe pek uğramaz oldular. Lokal işletmeciye verilmişti, müdavimler değişmiş, içkili bir yer olup çıkmıştı…
BGC de farklı değildi. İş çıkışı buluşmak, iki laf etmek için gidecek bir yer arayan, bir lokal için ikide bir BGC yönetiminin kafasını ağrıtan gazeteciler, BGC lokali açtığında, sanki sırra kadem basmıştı...
BGC ile ÇGD’yi aynı safta tutan ve artık her 24 Ocak’ta Setbaşı’nda toplanarak başlayan Uğur Mumcu Yürüyüşü dışında, gazetecilerin aynı pankart arkasında yürümesi tarihe karıştı.  Örneğin birkaç keresinde 1 Mayıs alanında derneği temsilen korteje getirilen pankartı sadece iki kişi taşımıştık!

NEDEN HERKES ÇİL YAVRUSU GİBİ DAĞILDI…

En azından Perşembe söyleşilerinde, ÇGD lokalini doldurup heyecanlı sohbetler ederken, derneğe gelip sadece bira içen, kimseyle tek laf etmeyen birkaç meslektaşı fark etmiştim. Gidip konuştum. Arkadaşlar polis adliye muhabiriydi. Meğer zaten çekinerek geliyormuş, kendisine “solculardan uzak durması” tavsiye ediliyormuş!
Kim bu solcular, diye düşünüyorum kendi kendime… Solcu, komünist olmak nasıl bir şey? Bizler “solcu” demeyi hak ettirecek ne yapıyoruz ki diye düşünüyorum; yemin ederim, tatminkâr bir karşılık bulamıyorum.
2000’li yılların başına doğru manzara şuydu: Yerel televizyon kanalları, Olay TV, As TV, çok sayıda yerel radyo, İHA ve CHA haber ajansları ile “medya” artık koskoca bir sektör olmuş, ortalıkta yüzlerce meslektaşımız olmuştu
Sayımız hızla artıyordu. Ama “medya” büyürken, sayımız artarken,  gazetecilik halleri de hızla buharlaşıyordu! 
Babıâli’de dillendirilen “En iyi mümderacat (içerik) ilândır” düsturu daha yakıcı hissedilmeye başlandı. 
Yarış, habercilikten reklâm pastasından pay kapmaya doğru kaymıştı...
Milliyet, Hürriyet, Tercüman, Türkiye, Zaman, Sabah, Akşam, Star gazeteleri, bazı televizyon kanalları… neredeyse bütün İstanbul medyası Bursa’da büro açtı.
Bu bir habercilik aşkı mıydı, yoksa buradaki sanayi potansiyeline sulanıp reklâm kapma derdi miydi, artık günahları boynuna diyeceğim…
Bizim A.A.’da medya kuruluşlarına yönelik farklı haber aboneliği çalışması vardı, ama reklâmla işimiz olmazdı. Fakat giderek siyasi iktidarları kollama yönünde bir tavır söz konusu olmaya başlamıştı. 
Artık başımızda, “Evladım, kesinlikle taraf tutmayacaksınız. İster sağ, ister sol parti olsun. İster muhalefet, isterse de hükümet partisi olsun... Haber doğruysa kimsenin gözünün yaşına bakmayacaksın. Millet doğruyu bilecek. Arkanızda ben varım” diyen Genel Müdürümüz Hüsamettin Çelebi gibi birisi yoktu artık. 

MUHABİRİNİ ASKERİ YÖNETİME KARŞI KORUYAN ÇELEBİ İNSAN...  

“Tek bir konuda tarafız, o da Türkiye Cumhuriyeti’dir, ülkemizdir” diye çizgiyi çeken Çelebi ki, 12 Eylül’ün, generallerin kılıcının en keskin olduğu dönemde, benim gibi sıradan, gariban bir muhabiri “konsey”e karşı koruyabilen bir yürekti!…
Düşünün, 80’lerin yarısı, Kenan Evren dönemi. Bir el işaretiyle anında kendini hapiste bulabilir, bir kör kurşuna gidebilirsin…  
Süleyman Demirel’in adını bir haberde kullanmamla yer yerinden oynamıştı. 
Milliyet, Tercüman, Güneş dahil büyük gazeteler “Anadolu Ajansı Süleyman Demirel’in demecini geçti!” diye manşet attılar… 
 Olay, Demirel’in sözleri, yıllarca başbakanlık yapmış bir siyaset adamının güncel bir konudaki açıklamaları falan değildi. Olay Demirel adını yazabilmekti işte!… 
Çünkü Demirel yasaklıydı, gazetelerde adını yazmak sıkardı...  
O zamanın en hızlı Demirelcisi Nazlı Ilıcak bile köşesinde ondan “Bir bilen” diye söz ediyordu…
Halbuki adamın yasağı siyasiydi ve sonuçta bir gazeteci için Türkiye’de uzun yıllar Başbakanlık yapmış  bir insanın adını yazmak, güncel bir konudaki görüşünü haberleştirmek nasıl bir günah olabilirdi ki? 
Normal olanı bu değil miydi? Ben de işte bunu yapmıştım.
Ankara’da 5’li general döneminde, onların yasakladığı bir siyasinin haberini, korkmadan yazmıştım, hem de patronu devlet olan  A.A.’da…
En önemlisi de o, adı gibi çelebi genel müdürüm, MGK’den gelen telefona rağmen habere, haberciliğe, haberin namusuna, onu yazan kişi olarak da bana sahip çıkmıştı! 
Ruhu şad olsun. Bugünkü ilişkilere bakınca insan mesleğin bittiğini düşünüyor! 
Durum çok değişti, her kademede “güce tapma”, “yaranma”, “yalakalık” kural haline geldi. Senden istenen cesurca haber yazman değil, “amirlerine itaat etmen”…

 ‘SENİ İŞTEN ATTIRACAĞIM’

Mesela şöyle durumlar oluyordu: Biz kamu kuruluşuyuz, valilik bizi kendine bağlı bir kurum olarak biliyor.  Yani TRT ve bizim ajans bir bakanlığa bağlı olduğu için, taşra teşkilatı protokol şemasında vali yardımcılardan birisine bağlı görünür. Ama pratikte, bu “amirimiz” varsayılan vali yardımcısını tanımazdık bile. Teamül böyle oluşmuştu. Karışmazlar, ilgilenmezlerdi.
Ancak, şemaya bakarak, örneğin, birkaç kez, valiler, “kendine bağlı personel” sayıp, hoşlarına gitmeyen bir haber yüzünden devreye girdi, muhabiri, müdürü cezalandırmaya kalktı. 
Tabi sonuç alamadılar. Çünkü iyi işleyen bir özerk konum vardı ve doğrusu ajans yönetimi çalışanını korurdu; yani gazetecilik işiyle ilgili yargıyı başkasının vermesine müsaade etmedi!
Bir örnek vereyim...
Marmara Depremi sabahı Yalova’dayım. Yalova depremini ilk duyuran muhabir olmuştum.
Sabah ortalık ana baba günü. İnsanlar beşer, onar, kapalı kasa araçlarla kaldırıyor cesetleri, gözümüzün önünde… Yalova Valisi sabah sabah ortalıkta gecelik pijamayla dolaşıyor. Belli ki kaldığı ev hasar almış, o da kaçmış.
Diyorum ki, “Efendim, depremde ölü sayısı nedir?”
Çünkü haber lazım, Türkiye dört gözle Yalova’da ne olduğunu bilmek istiyor. 
Oradaki bir Vali Yardımcısı “Depremde şu ana kadar ölü sayısı 3’tür, öyle yazın” gibi bir şey söyledi.
Vali yardımcısının yanına yaklaşıp, “Efendim siz ölü sayısının 3-5 kişi olmadığını iyi biliyorsunuz.  Tahmininiz nedir” şeklinde bir sorum oldu.
Vali yardımcısı birden celallendi, bağırmaya başladı,  çalıştığım yeri sordu. Söyleyince adam nasıl bir rahatladı, çekti bir sandalye, oturdu, “Tamam, şimdi talimat veriyorum, seni derhal işten attıracağım. Sen nasıl bana böyle konuşursun!”
Önce şaşırdım, sinirlendim, böyle bir günde olacak iş değil. Sonra bana da bir rahatlama geldi; çünkü telefonlar çalışmıyor, kimseyi arayamazdı! Polisler de can derdinde, ortada hiç birisi yoktu…
Neyse, ilerleyen günlerde yatıştı, şartlar yardımlaşma ortamını dayattı. 
Bir de taraflı haber yazma konusu var.
Dışarıda “A.A. devlet kuruluşu, hükümetin borazanı, tarafsız gazetecilik yapmaz” görüşünde olanlara rastlıyordum. 
Ancak en azından çalıştığım sürenin çok büyük bir bölümünde, bunun böyle olmadığını söylemeliyim. Piyasada en iddialı gazetelerden bile daha özgür bir gazetecilik yaptığımı düşünüyorum. Bu yargıya da emekli olduktan sonra, özel sektördeki iş deneyimlerimden sonra vardım. Tabi bunda, kurumda yerleşmiş bir habercilik kültürü, kadroların rolü kadar, sendikanın bulunması, gazeteciyi ertesi gün kapının önüne koymanın güçlüğünü de hatırlatmam lazım. Sendika, sadece toplusözleşme değil, normal 212 Sayılı bizim meşhur yasanın uygulanmasının da güvencesiydi valla. 
Sendika gitti, gazete ve televizyonların büyük çoğunluğu 212'yi uygulamıyor.      
Tabi A.A.'da da köprünün altından sular akmaya devam ediyordu. “Serbest piyasa”, “kazan kazan” evrensel habercilik standartlarının sorgulanmasını ve tahribatı getirdi. 
Gazetelerde olanlar zamanla ajansı da etkiledi. Örneğin eskiden TGS ilk toplusözleşmeyi A.A.’da yapardı, sonra gazetelerde TİS’ler bizim sözleşme üzerinden yapılırdı. Zamanla gazeteler sendikayı kapı dışarı etti, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın tek sözleşme yapma yetkisi olan işyeri neredeyse biz kaldık. Sonra tabi ajans da piyasadaki eğilime uymaya zorlandı. En son, işte sırf TGS'yi yetkisiz hale getirmek için yeni bir sendika kuruldu vs. 
Şimdi artık kağıt üstündeki sendika da son dönemini yaşıyor gibi.
TGS'nin değeri şimdi daha iyi anlaşılıyor! 
Meğer sendika ve sözleşme ne büyük bir şeymiş! Piyasada TGS’nin devredışı kalmasının ardından gazetelerde işten çıkarmalar, ücretlerde düşüş, çalışanlar arasındaki dayanışmanın, dostlukların uçup gitmesi gibi çok yönlü kayıplar yaşanmaya başladı. Çalışanlar, yöneticinin iki dudağından çıkacak söze mahkûm oldular. 
Akşam mesai saati bitince, işten çıkan muhabirler, artık “müdürden önce çıkmaz” oldular.
Sendika sadece ücret artışı değildi. İşler daha düzenli olurdu. İş disiplini daha sıkıydı. Günlük çalışma 8 saatti. 09-16.00 dışında çalıştığında fazla mesai alırdın. Haftada iki gün, yılda 30, 10 yılı tamamlayanlar yılda 45 gün ücretli izin kullanırdı.
Sadece ajansta değil Milliyet, Hürriyet gibi gazetelerden ayrılanlar ciddi tazminatlar alır, ev sahibi olabilirlerdi.
TURBAN diye kamuya ait turistik tesislerde yarı fiyatına tatil yapardık. THY, telefon, tren vs. ücretleri yarıya indirimliydi. 
Ve sendikayı etkisiz hale getirmeyi başaran rüzgâr herkesi önüne katıp savurmaya başladı.
İktidarlar değişti, sonuçta kişisel olarak baktım ki, başımıza getirilen kadroların niyeti bozuk, kendi isteğimle ayrıldım.  O günkü Genel Müdürümüz şaşırdı, ilk kez kendi isteğiyle kurumdan emekli olmak isteyen kişi benmişim! Teşekkür yazısı yazdı, anı olarak saklarım. 
Tabi mevki makamı mesleki faaliyetin dışındaki yeteneklerle sağlamaya çalışmak da her zaman sürdürülebilir olmuyor işte. 
Hükümet değişti ve siyasetle gelenler de siyasetle gitti. Üstelik onlar kendi istekleri dışında ayrılmak zorunda kaldılar, arkalarında tekme iziyle... 

MUHABİRE ‘KAŞIK DÜŞMANI’ MUAMELESİ…

Gazete ve televizyonlarda çalışan arkadaşların habercilik yaparken inisiyatif alanlarının günden güne daraldığını gözlemlemeye başladım. Gazetelerin reklâm servisleri özellikle de ekonomi muhabirlerine neredeyse iş tarif etmeye, “Falanca firmanın haberi yazılacak” demeye, röportajı yapılacak kişinin kim olacağına karar vermeye başladılar.  
Ya kardeşim, şirketin “haber niteliği” olacak bir şeyi varsa, evet bu bir haberdir, zaten koşup yazarım...
Ama baktık ki, sevda habercilik yapma değil; “haber”in amacı sadece o şirketten alınacak reklâma yol yapmak!
Elbette gazetelere, televizyonlara reklâm lazım. 
Gazeteci ister ki, çalıştığı gazete çok sevilsin, satılsın, okunsun, reklâm geliri iyi olsun. Kendisi de para kazansın. 
Anca destursuz her şeye reklam diye dalan bu kafayla aramızdaki fark şuydu: 
Ben diyorum ki, arkadaş, çok güzel habercilik yapalım, insanlar gazetemizi kapışsın, tiraj, satış, okuyucu çoğalsın… Reklâm verenler salak değil ki... Hedeflediği kitleye en çok hangi yayınla ulaşacaksa ona reklâm verecektir zaten!
Batılı gazetelerden örnekler veriyorum, Newsweek aboneliğimden söz ediyorum, "Beni Newsweek'in pazarlamacıları abone yapmadı, bakın adamların reklam büroları bile yok, ama şirketler, kurumlar gidip orada reklamım çıksın diye kıçını yırtıyor vs. vs. anlatıyorum..
Ama hayır, nafile...
Adamın gazetecilik, habercilik diye bir derdi yok. 
İşe reklâmla zengin olacağım diye girdiği için çalışandan bütün istediği reklâm!
En gözde elemanı reklâmcı.
Muhabir onun gözünde “kaşık düşmanı”!

BÜTÜN SAYFALAR REKLAM OLSA DA...

Yapabilseler, bütün sayfaları reklâmla dopdolu gazeteler çıkaracaklar ve de bizden kurtulup bayram edecekler!
Bir de… “Patron bunun yazılmasına izin vermez”, “Bunu yazarsak o şirketten hayatta reklâm alamayız”lar hızla çoğaldı. 
Artık bir olay izlenirken, kime yararı olup olmayacağı,  bunun sonuçta gazeteye bir “getirisi”nin olup olmayacağı hesap edilir oldu. Patronun seveceği, ona para getirecek haberi yazmak, röportajı ona göre dizayn etme çabası gittikçe çıplak, gözle görünür hale geliyordu.
Gazete ve televizyonların sahipleri zaten patrondu, adamların başka büyük şirketleri vardı. Açıkçası ticaret yapıyorlardı ve basın kuruluşları da “ürün çeşitlemesi” kapsamında bir şeydi işte.
 “Tam sayfa reklâm gelmiş” denildiği zaman, muhabir olarak senin o sayfaya haber koyma şansın yok artık!
2001’e emekli girdim, birkaç sene de çalışmadım.  Ardından haftalık bir ekonomi gazetesi çıkarma macerası oldu. Ancak gazetenin patronu, yani parayı veren kişinin esnaflık ile gazetecilik arasındaki sınırı görememesi yüzünden ayrıldım (kovuldum da desem sonuç değişmez).
Bir ara, İstanbul’da yayımlanan bir aylık “sektörel ekonomi dergisi”nden “Bursa Temsilcimiz olur musun” dediler. Kabul ettim. 
Haberler, röportajlar gönderiyorum, heyecanla. Ama baktım pek memnun değiller.
Telefonla arayıp, “Haberlerimi beğenmiyor musunuz” gibi sorduğumda, karşımdaki patron gayet net, “Ya, biz derginin içeriğini zaten dolduruyoruz. Bize reklâm lazım. Sen bize reklâm gönder” deyince şaşırdım. 
Meğer, başarılı bir muhabir olarak adımı duyunca, “Tamam şirketler elindedir, bize reklâm yağdırır” diye düşünmüşler! O iş o gün bitti…
Yine İzmir’de haftalık çıkan bir "ekonomi gazetesinin" temsilciliği için arayan, patron, “Büro tutacaksın, kirası, masrafı sana, karışmam, normal ücret de ödemem, sadece aldığın reklamdan komisyon alırsın” deyince sohbetimiz otel lobisinde öylece kalmıştı.

Pek çok değer “out” olmuş, yeni yeni davranışlara tanık oluyorduk. Artık benim “güce tapma” dediğim “yalaka” kalemşorluk gittikçe moda oluyordu. 
Yatıp kalkıp belediyelere, iktidara, belli başlı büyük firmalara, yani para ve güç kimdeyse onlara dönük methiyeler yazma… 
Bunun bir yanı reklamın yolunu döşemek, bir yanı da iktidar sahibine siyaseten  “bak, ben senden yanayım” mesajı vermek. Zira her daim düstur aynı: Zenginliğin kaynağı devlet!  




* Devam edecek... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder