Arkadaşlar dün (18 Kasım 2018), Koza Dağcılık'ın organizasyonu ile Keles'e bağlı Kıranışıklar, Orhaneli Çayı ve Kemaliye köyleri arasında kah orman, kah hayli terkedilmiş tarla bahçe, kah gürül gürül akan çay kenarında yaklaşık 19 kilometre doğa yürüyüşü yaptık.
Yine pazar mesaisi gibi olabildiğince erken başlayıp, hava kararıncaya kadar, zorunlu aralar dışında, durmadan...
Bu doğa yürüyüşleri tutkuya dönüşüyor galiba. Öyle ki mesela yağmur yağıyormuş, ıslanıyormuşsunuz, yol çamurmuş, önünüzde bir yol, iz yokmuş falan hiç birşey sizi caydırmıyor. Hatta, sadece ayakkabılar değil paçalarım da dize kadar çamur olduğu halde dün, asfalt yola çıktığımız bir yerde, hemen öncümüze "Asfalt değil, ben çamurda yürümek istiyorum" deyivermişim!...
Hava kapalıydı. Şaka değil, saat 12'den sonra akşam saatlerine kadar öyle sağanak yağış olmadı: ama "ahmak ıslatan" dediğimiz çise hiç durmadı. Hava tahminleri yağmurlu gösterdiği için su geçirmez kıyafetler giymiştim. Ama akşam, yürüyüş bitip de minibüse binince, çantadaki yedek atletin de ıslandığını fark ettim. Meğer sırt çantam yağıştan ıslanmış. Üzerimdeki yağmurluk su geçirmese de terlediğim için onun içerisi de ıslanmış. Anlayacağınız belden yukarısında kuru birşey kalmamış...
Dünkü yürüyüşümüz Keles'e 7 kilometre uzaklıktaki Kıranışıklar köyünden başladı. Kıranışıklar dağ yöresindeki pek çok köy gibi "Dağlı", "Yörük, Türk köyü". Seyitömer tarafından gelen 7 ailenin kurduğu, ilk caminin 1719'da yapıldığı söyleniyor.
Önceleri Orhaneli'ye bağlıymış, 1934'de Keles'e bağlanmış. Köylüler geçmişlerinden gurur duyuyor. "Saadettin Efe"lerin torunları olmaktan, Kurtuluş Savaşı'ndaki kahramanlıklarından... Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti sevgisiyle dolu olduklarını ifade ediyorlar.
Tabi bizim köy meydanındaki kahvehanede, sabah saatlerde köylülerle pek sohbet imkanımız da olmadı.
Yürüyüşümüzün bitiş noktası ise, akşam saatlerinde alttan yukarı çıktığımız Kemaliye oldu. Buranın eski adı Kızılkilise imiş. Bu ad, köyün karşısındaki kızıla çalan renkte taşlardan yapılmış kiliseden gelirmiş. Tabi ortada kilise falan yok. O tepeye kocaman bir Türk Bayrağı çizilmiş. Köyün adı 1922 tarihinde Kemaliye olmuş. Palamur, Akçaviran buraya bağlı imiş. Antik devir kalıntıları varmış. Sultan Murat'ın vakıf köyüymüş.
Anlaşılan Osmanlı öncesi Bizans döneminde falan da buralar yerleşim yeriymiş. Pek çok kültüre ev sahipliği yapmış.
Aslında bunu arazide gezerken anlamak mümkün. Ormanlık alanda gezerken, bir zamanlar yaya ve atlı, katırlı dönemde yoğun olarak kullanıldığı anlaşılan, kenarı taşla örülü yol kalıntılarına rastlıyorsunuz.
Köye eski adını veren kilise de zaten bu topraklarda yerleşimin çok eskilere dayandığını gösteriyor. Gerçekten de gürül gürül akan suları, altından geçen Orhaneli Çayı (Kocasu) zengin doğasıyla bu toprakların özellikle insanların keçi koyunla geçindikleri dönemlerde önemli yerleşim alanları olduğunu ortaya koyuyor.
Tabi bu köylerin, bu "ata topraklarının" çok eskilere uzanan geçmişi, inanın benim kafamda başka şeyler canlandırdı. Doğrusu, kaygılarımı artırdı.
Niye mi?
Bakınız, ahanda yazın bir kenara...
Sessiz sedasız o toprakları terk ediyoruz!
Öyle savaş, yenilgi falan da olmadan...
Bir zamanlar, el gücüyle uğraşılıp taşları temizlenmiş, ekilip dikilmiş tarlaların, bahçelerin bir bir terk edildiğini görmek hüzün verici.
Mesela Kamaliye'ye çıktığımız akşam saatlerinde kahvehanede sohbet ettiğim yaşlı insanlara şunu sordum: "Nasılsınız? Bu köyde insanlar nasıl geçiniyor? Örneğin sadece bu köyde yaşayıp kazandıkları ile geçinen aileler var mı?"
İnsanlar önce "Meyve yaparız, sebze yaparız, hayvancılık var.." falan dedi.
Ardından, durumu açığa döktüler, "Valla burada hepimiz emekliyiz. Gelir bu. Yoksa bizim tarladan bahçeden aldıklarımız sadece kendi ihtiyacımız için"!
"Köyde genç kalmadı. Çoğu Bursa'da yaşıyor. Eskiden 100 haneye kadar yaşardı. Şimdi burada 50 hane bile kalmadı."
Anladık ki, yumurta ve ekmeği bile çoğu köylü bakkaldan satın alıyor.
Mesela satın almak için yumurta, peynir falan bulamadık. "Köy ekmeği" için fırında denk geldiğimiz bir kadın, sırf canımız çekti diye kıramadı, ama "Bunları satmak için yapmadım. Biz yiyeceğiz" dedi.
Nasıl olsa artık "köylü" değil, büyükşehir ile "şehirli, mahalleli" olmuşlar!
Köyde evlerin birçoğu terk edilmiş, belli. Ama şehirde yaşadığı ve parayı şehirde kazandığı anlaşılan bazı kişiler bir tür yazlık gibi evler yapmışlar.
"Şehir" olmanın simgesi nedir diye baktım...
Sadece belediye otobüs saatlerini gösteren bir ışıklı levha, köyün girişinden geçen asfalt yol, çocukları olmasa da varolan oyun parkı... Her eve bağlanan su ve elektkrik saatleri...
Köyde geleneksel evler, İç Anadolu'da rastladığımız türden bir mimariye sahip.
Sokağa açılan tek bir kapı. Kapıdan içeri girince kocaman bir avlu. Ev, ahır, samanlık, kümes ne varsa içeride. Evin dış kapısını hem traktör, hem hayvanlar hem de insanlar birlikte kullanıyor!
Evlerlin çoğu iki katlı.
Alt katı ahır, üst katı ev.
Alt kat, bölgede en bol bulunan yapı malzemesi olarak taş duvarlarla yapılmış. Üst katlar ise ahşap ve kerpiç.
Anlaşılan kışları, evi büyük ölçüde, alt kattaki hayvanlar ısıtıyor.
Belediye, şehir, medeniyet falan insanlarla hayvanların yerleşim yerlerini henüz ayıramamış!
"Yol medeniyettir" denir, ama demek ki sadece, mahalle kenarına ulaşan asfalt dönüşüm için yetmiyor.
Dikkat ettim, kendi içinde ciddi bir özel tasarım, bir zevk, önemli bir mimari, bir kültür ve incelik taşıyan taş yığma duvar, nişler, ağaç kolon ve kirişler, çıkma balkonlarıyla eski evler tamamen yok sayılıyor...
Ev mi lazım?
Hemen dozerle yerle bir et o geçmişi, kültürü...
Bir kalıp, beton ve tuğla...Al sana kibrit kutusu gibi tekdüze ve buz gibi beton evler...
Yüzlerce sene ayakta kalan bir mimariyi silip at, ömrü 50-60 seneyle sınırlı binaları dikiver!
Bizim insanımız, özellikle de kırsal kesimde, geçmişi ile övünmeyi çok seviyor...
Bununla sanki, "Ahh ah, bakma bizim sefilliğimize, aslında biz..." demek istiyor.
"Cesur efelerin torunlarıyız"... İşte şu kadar sene cihana hükmettik... "Türkiye", "Türk", "Müslüman, imanlı"!..
İyi de arkadaş, sen ne yapıyorsun?
Bu şanlı geçmişe ne katıyorsun?
Tık yok.
İnsanlar büyük bir çaresizlik, ya da "öğretilmiş çaresizlik" duygusu içinde.
Tabi bu kendiliğinden olmamış.
Dağ yörelerinde "Keçi yasağı" ile başlayan, sözde ormanı korumak amaçlı uygulamalar ile tarımdaki yanlış politikalar insanları üretimden bezdirmiş.
Toprağını sahiplenme, birşeyler yapma isteği kalmamış.
Dünya kadar tarla sahibi, Orman İşletmesi ile mahkemelik ve tapu alamıyor. Hadi, tapun olsa ne yazar, mazot parası şu kadar, tohumdu, ilaçtı derken zaten boşa çalışmış oluyorsun.
Belki de insanlar, sırf bu nedenle, sadece kendi yiyeceği kadar ekip biçiyor.
Veeee, insanların köylerden ayağı kesiliyor!...
Şimdi ihtiyarlar bekliyor o toprakları.
Köyde doğan gençler, "yazlık yapıyor", ata toprağına hasret gidermek için...
Ama 2. 3. nesil?
Bu köylerin tamamen şehirde doğan, büyüyen yeni kuşaklar için hiç bir anlamı olmayacak!
Gitmeyecekler!
Eğer Türkiye, bu ekonomik politikalarla yoluna devam ederse -ki, iktidarın hangi partide olmasının pek önemi olmayacak-, bu köyler yakın gelecekte tamamen terk edilecek.
Peki sonra ne olacak?
Satılacak ya da kiraya verilecek.
Kime?
Hiç merak etmeyin, kuşkunuz da olmasın, yabancı sermaye sahiplerine!
Nasıl olsa cari açıklarımız büyüyecek. Nasıl olsa Büyükşehir ile buralarda eski mera, yaylak, kışlak ve orman kanunları işlemeyecek.
Bunun ipuçları var. Bakın altın madenlerinin tamamını yabancılar işliyor...
Bildiğin, yeraltından çıkarıyor, saflaştırıyor, gemilerle, TIR'larla götürüyorlar .
İnsanın aklına Abdülhamit Han'ın kurduğu Duyun-u Umumiye Rejisi yönetimi geliyor.
Türkiye kendi toprağından çıkan altının doğru dürüst vergisini bile alamadı bugüne kadar. (En son trajik örneğe bakar mısınız, Bergama'da Eurogold şirketi tonlarca altını çıkarıp götürdü, kaynak azalınca ocağın gerisini FETÖ'ye teslim ettiler, filmin sonunu biliniyor)
Ha, altının sahibi görünen Türk inşaat şirketleri mi? Onlar sadece işin hamallığını yapıyor.
Orhaneli bölgesinde dağ taş mermer ocağıyla dolu. Ortalığı duman ediyorlar.
Ve nasıl bor, krom vs. madenler ham olarak dışarı gidiyorsa, mermerimiz de işlenmeden "Blok mermer" diye gidiyor dışarı. Düşününki, mermerden minnacık bile katma değer kazanamıyor memleket.

Doğa gezilerinde, bir yandan doğamızın harika olması, bir yandan da onu çok hovardaca kullandığımız gerçeği ister istemez insanın gözüne sokuluyor.
Bu gezide de hoş sürprizler de oldu.
Örneğin melki (çam mantarı) ve çam reçinesi topladım. Bu bölgedeki çam ağaçlarında gördüğüm ve yaşlı çam ağaçlarının gövdesinde "şelale" gibi duran reçineleri, başka yerde görmemiştim.
Çocukken, köyde kakasından kıl kurdu, tenya gibi şeyler çıkan çocuklara çam sakızı veya reçine önerilirdi. Onun suyu bağırsak ve mideyi temizlermiş.
Bizim büyük büyük tıp okullarımız, koca proflarımız hiç tenezzül etmeseler de halk tababetinde yeri var gibi.
Bu arada reçinenin ne işe yaradığı, yada nasıl kullanıldığı konusunda bilgisi olan varsa, lütfen buraya yazsın...
Memleketi, doğa ve insanımızı tanımaya, yürümeye devam...
Yine güzel bir yazı. Eline sağlık dostum.
YanıtlaSil