29 Ocak 2019 Salı

ODUN ATEŞİNDE ISINIP, İNSAN SICAKLIĞINA HASRET KALMAK: DOMANİÇ SAFA KÖY


Doğa gezileri kapsamında dün (27. 1. 2019 pazar) Kütahya'nın Domaniç ilçesi bölgesinde Kocayayla, Üçtepeler-Safa köyü-Topuk Göleti arasında çok güzel kayın (gürgen) ve yer yer Karaçam ormanında yürüdük.
Bir metreyi aşan karın üstünde, öğleye kadar kapalı ve sisli, öğle sonrası pırıl pırıl, masmavi gökyüzünün altında; yarısı orman yolu ve patika, yarısı da orman içinde yaptığımız bu yürüyüş, galiba en güzel kış yürüyüşlerimizden birisi oldu.
Koza Dağcılık'ın organizasyonu ile 66 kişilik grubumuz, Bursa'dan İnegöl'e vardıktan sonra, araçlarımız  önce Bursa-Eskişehir yoluna girdi, Alibey civarında ayrılıp, İnegöl- Taşvanlı yoluna saptı.  Tahtaköprü'den sonra, yükseldikçe başlayan, yolun sağında solundaki bembeyaz kar ve orman görüntüleriyle "Kocayayla Geçidi" denen yere vardık.
Bu Kocayayla, Keles'teki, bildiğimiz Kocayayla değil, Domaniç'in Kocayayla'sı... Bölgede deniz seviyesi yüksekliği  1400-1800 metre civarında değişiyor. Yemyeşil ormanlar ve de adından anlaşılacağı gibi kocaman yaylalar!...
Bölgeye geçtiğimiz sonbahar aylarında da gelmiştik. O zaman kar sadece tepelerdeydi. Tabi, bütün  diğer yaylalar gibi Domaniç Kocayayla da artık yayla falan değil.  Sonbaharda bile çevrede hayvan sürüsüne rastlamamıştık. Kocayayla'da, belki de uzun yıllar önce yayla yapılan, köylülerin hayvan sürüleriyle birlikte yaylaya çıktığı alanda şimdi Orman İşletmesi'nin odun, tomruk deposu ve tesisleri var.
Foto: Harun Bayram
Yazları rağbet gören piknik yerlerinden birisi ve o tarz yapılar var.  "Domaniç Orman İşletme Müdürlüğü Sınırı" tabelası dikkat çekiyor. Malum buralar, Bursa-Kütahya sınırındaki ormanlık alan.
Yürüyüşümüz bu orman deposunun olduğu yerden başladı. Bu Kocayayla Geçidi'nden orman yoluyla Üçtepeler mevkii yolundan, büyük ölçüde traktörlerin kullandığı orman yolunu izleyerek Safa köyüne indik. Havanın kapalı, yer yer kar yağışlı olması yürüyüşe engel çıkarmadı.
Ha, "engel" deyince...
Şunu bilmenizi isterim, bizim doğa yürüyüşlerinde kar, yağmur, soğuk, sıcak, bulut, sis, fırtına... aklınıza gelecek doğal olaylar şimdiye kadar hiç engel olmadı... Sadece önceki hafta, Uludağ "Küçük Zirve"ye çıkmak  isteyen bir grup arkadaşımız, aşırı fırtına ve rüzgar yüzünden zirveye varamadan geri dönmüşler, o kadar...
Yürüyüşlerde iyice anladım  ki, her mevsimin, her hava durumunun ayrı bir güzelliği var...
Yani doğada yürüyüş, sadece ilkbaharda her yanda rengarenk çiçekler varken güzel değil...
Çisi çisi yağan yağmurun, lapa lapa düşen karın altında yürümek...
Bazen pırıl pırıl bir güneşin altında güneş gözlüğü takmadan önünü göremezsin...
Bazen de kara bulutlar, sis kapatır gözünün önünü.
Bazen donmamak için hızlı atarsın adımlarını; bazen serinlemek için ağaç gölgelerini, dere kenarlarını seçersin...
Ama hepsinin sizde yarattığı mutluluk farklıdır.
Mesele, koşullara uygun kıyafet, hazırlık vs...
Mesele biraz kendinizi doğaya teslim edebilmek!
Ya da siz sonunda her koşulda mutlu olmanın, keyfini çıkarmanın bir yolunu bulursunuz..
Örneğin yeni buluşlarımdan birisi şu: Yağmurda olabildiğince yavaş yürümek!  Zira yağmurluklar genelde teri de tutuyor ve şakır şakır yağmurun altında hızla yürüyüp terlediyseniz, bir süre sonra üzerinizde kuru birşey kalmıyor!
Tabi bu yazın, hava sıcakken sorun olmuyor, ama soğukta, kışta dikkatli olmanız gerekiyor.
Dağda kar kalınlığı bir metre ve üzerindeydi.  Ancak hava yumuşamış, kar hafiften erimeye başlamış ve yeni karla üzeri sertleşmişti. Sonuçta biz yol boyunca galiba yerden 50-100 santim yüksekte yürüdük!
Birkaç noktada merak edip elimdeki yaklaşık bir buçuk metrelik batonu, üzerinde yürüdüğüm kara sağladım. Baton "köküne kadar" kara girdi yani!...
Tabi kar kalınlığı fazla olduğu için ormanda kereste taşıyan traktörlere vs. rastlamadık.
Öğle molası Safa Köyünde verildi. Köy meydanında, camiin yanındaki kahvehanede oturup yemeğimizi yedik, çayımızı içtik.
Safa Köyü, 70-80 hane var diyorlar ama, o yazınmış.
Köyün yukarısında, tüten bacalardan köyde yaklaşık 20 hanenin yaşadığı anlaşılıyor.
Dikkat ettim, köylüler bizim yürüyüş grubunu görünce hayli sevindiler...
Pencereye, balkona çıkıp izlediler, selamlaştık...
Doğası gibi pırıl pırıl, sıcak kalpli, dost canlısı  insanlar...
"Ya şu kahvehaneye baksana... Şu an o kadar sevindim ki, anlatamam... Eskiden işte böyle neşe dolu, cıvıl cıvıldı her  taraf. İnsan vardı" dedi bir köylü.
Doğrusu bizim grup, kadınlı erkekli, her yaştan, meslekten insanla kahvehanede, masaları da sofraya benzetip, yeyip içmeye, sohbete, kaynatmaya başlayınca içerisi sahiden de cıvıl cıvıl olmuştu.
Evden kalkıp yanımıza sohbete gelenler oldu.
Mevsim itibariyle insanların eve kapanması, köyde ilkokul da olmaması... Köyde sadece yaşlı kesimin kalması...
Meğer insanlar kalabalığı özler olmuş!
Gevrek gürgen odunu yanan sıcak sobanın karşısında, insan yüzünün sıcaklığına hasret kalmanın nasıl bir şey olduğu anlamaya çalışıyorum.
Safa'da odun bol, ancak evlerde yalıtım yok.
1960 doğumlu bir "devrem"le karşılaşıyoruz. Şehirde çalışıp emekli olduktan sonra köye yerleşmiş.
"İyi ki köye geldim. Çok rahatım. Şehirden bıkmıştım"  diyor. 
Çocukları evlenmiş, hepsi şehirde.
"Çocuklar emekli olunca köye gelir mi" diyorum.
"Yok, bitti o iş. Oğlum istese gelinim  istemez, torunlar istemez. Bizim nesilden sonra köy işi biter" diyor.
Kışları köyde yaşayanlar buranın "gerçek nüfusu" galiba..
Yazları gelen "tatilci"ler, sanki köyde doğdukları için köyle bağlantısını koparmak istemeyen, ama belli ki, ileride köyde yaşama gibi planları da olmayan insanlar.
Zira bu insanlar şehirlerde iş, meslek sahibi, geliri olan kişiler. Köye hayli lüks otomobille gelenler var. Ama köyde oturulan evlerin büyük çoğunun duvarındaki tuğlaya beton sıva bile yapılmamış! Muthemelen bir gelecek görülmüyorlar.
Örneğin, köyde, "oğluma, torunlarıma kalır" diye ev yapanı duymadım.
Sanki herkes bu köylerin bir nesil sonra tamamen terk edileceğini kanıksamış gibi.
...
Kahvehanede çıtır çıtır yanan odun sobasının başı, dışarıda karda yürüyen bizim için ilk anda çok çekiciydi... Tenha olduğu için kahvehanenin havası da temizdi, sigara içen de yoktu. Ancak altmış küsur kişi bir anda içeri girip kapıyı da kapatınca, içerisi bir anda fırın gibi oldu!
 İçerisi havasız kaldı, sırt çantamı kahvehanenin dışında ıslak bir bankın üzerine koyup orada kurdum sofrayı!
Safa, bir orman köyü.
Köylerde istisna yok. Yani herkesin asıl geliri emeklilik maaşı!
Ancak Safa'da traktörü ile ormancılık işi yapan hayli aile var. Kapılarda dörtçeker, krank miline ve ön dengeye bağlı kalın demir zincirler, arkada küçük odun römorklu traktörler dikkat çekiyor.
"Ormancılık işi nasıl, iyi para kazanabiliyor musunuz" diye sorduğumda yüzlerin gerildiğini fark ettim.
Traktör fiyatlarından, mazot zamlarından, buna karşılık gürgen tomruklarının metreküpüne aldıkları paralardan söz ettiler.
Sonuçta, "Mesela kendi traktörü ile ormanda ihaleye girip iş yapan bir aile senede kaç lira kazanır, net olarak?" dediğimde, cevapların özeti şu oldu:
"Orman işi yılın oniki ayında olmaz. Sadece yazın, bahar üstü olur. Masrafları çıkarınca geriye asgari ücretler civarında birşey kalır. Sigortan falan olmaz. Köydeyiz, tarlamız bahçemiz var. Sütünü yoğurdunu, yumurtasını kendin yaptığın halde, kenara biraz para koyayım da birşey yapayım diyemiyorsun. El el, baş baş..."
Baton olduğunu anlayın diye sonuna kadar sokmadım
Safa'da çilek yetiştiriciliği revaçta. Ancak hem yeterli arazi yok, hem de köylü Orman İşletmesi ile burada da malum sorunu yaşıyormuş.
Yani orman içindeki tarlaların çoğu tapusuz.
Hoş, tarla bahçe işleyecek, dedesinden kalma tarlanın tapusu için mücadele edecek genç nüfus da kalmamış.
Safa, Domaniç'e bağlı. Ancak Domaniç'ten çok İnegöl ile ilişkileri var. "Bize Domaniç 8 kilometre, İnegöl ise 20 kilometreden fazla. Ama biz sadece resmi işler için Domaniç'e gidiyoruz. Onun dışında herşeyi İnegöl'e giderek yaparız. İnegöl büyük  şehir. Herşey var" diyor bir köylü.
Zaten köylülerin çoğu İnegöl'de yaşıyor, oraya yerleşmiş, çalışıyorlarmış.
Örneğin, karşımda kocaman avlu kapısı ve taş duvarlarıyla, görkemli köy evini terk edilmiş gibi görünce, sahibini sormuştum.
Yanıt şu oldu: "Bu evin yaşlı bir sahibi vardı. İnegöl'de yaşıyordu. Karısı da kendisi de öldü. Oğlu yok, iki kızı vardı. Kızları tabi evlenmiş falan. Ama gidip gelen yok. Neredeler desen, valla bilmiyorum."
Köyde kullanılmayan pek çok ev var.
Tabi tarla, ahır, bahçe vs. de.
Ama "Satıyorlar mı" dediğinde, pek olumlu bir yanıt yok.
Ormancı köyü olmanın galiba en büyük faydası, yakacak odun...
"Odun için para vermiyoruz, sadece 5-10 lira belge parası veriyoruz" dedi bir köylü.
Anlaşılan, orman memurlarının işaretleyip kestirdiği ağaçların, ticari özelliği olan tomruk bölümü işletmeye teslim edilirken, kalan kısmı "odun" olarak köylüye bırakılıyor.
Bu yüzden, köyde kime, "Bu soğukta evinizde ısınabiliyor musunuz, yeterli odununuz var mı" dediysem, hepsi  de  odunda sıkıntı olmadığını söyledi.
Kültür ırkı inek. Ahır arkada, üst kat samanlık.
Hatta, evin önünde duvar  boyunca istifllenmiş tonlarca odunu görünce, "Bu odun size kaç sene yeter" diye sorduğum bir köylü, "Seneye kalmaz, hepsini bu sene bitiririz" dedi.
Dikkat ettim odun, kayın odunu. Kayın ağacı mobilya sanayiinde iyidir, su nem kapmazsa çok da uzun ömürlüdür, ama odun olarak pelitin (meşe) yerini asla tutmaz.
Yine de hem şaşırdım, hem de evlerin yalıtımsız hali geldi aklıma.
Köylerde artık geleneksel mimari tamamen terk edilmiş durumda.
Mesela Bulgaristan'dan Balkan savaşları sırasında göç edenlerin kurduğu Safa köyünde eski evler, taş duvarlı alt kat, üstüne tamamen ahşaptan üst kat şeklinde.
Altı ahır, üstü ev olarak yapılmış.
Topuk göleti... Suyun üzeri buz ve kar..
Ahırın, evin altında olması demek, evin hayvanların ısısından hayli yararlanması demektir!
Hijyene, sağlığa, hatta medeniyete aykırı da olsa, böyle bir yararı vardır.
Ayrıca üst katlarda ağaç kolon, kiriş ve payandalarla yapılan duvarın iki cephesine çıtalar çakıp, çıtaların arasını samanlı çamurla, kerpiçle, bazen de  bildiğin çamurla doldurmuşlar. Üzeri de samanlı toprak sıva ile sıvanmış. Sonuçta malzeme ağaç, toprak ve saman olduğu için duvarlar hem depreme karşı dayanıklı, hem de yalıtım açısından, şimdinin beton evlerine göre çok daha iyi, sıcak.
Ancak eski evler yıkılmış, ya da kullanılmıyor. İçinde yaşanılan evler, standart beton-tuğla "yeni tip" evler ve hiç birisinde yalıtım yok.
Masmavi gökyüzünde bembeyaz  bulutlar muhteşem...
"Malzemesini satın alıp evin dış duvarına yalıtım levhası yapıştırabilirsiniz. Yalıtım yapınca eviniz daha konforlu olur. Sadece soba kurduğunuz oda deği, evin her tarafı sıcak olur. Rahat edersiniz" türünden tavsiyelerime kulak asan olur mu bilmem ama, soba ve odun gücüne dayanan ısıtma, köylerde kışın şaşırtıcı şekilde hava kirliliği de yapıyor.
Hele bir de sobada herkes ucuz linyit kömürünü yakıyorsa...
Yazın temiz havalı köy, kışın kirlilikte şehirleri aratmıyor.
Mola sonrası Safa köyden ayrıldıktan sonra, İnegöl-Tavşanlı yolu üzerindeki Topuk Göleti'ne doğru yola çıktık. Bu göletin sulama göleti olması lazım. Ana rogerin yanında terk edilmiş bir alabalık tesisi dikkat çekiyor. Beton bloklar, havuzlar öylece kalmış.
Foto: Harun Bayram
Anlaşılan gölet, aşağıda Domaniç yakınlarındaki arazileri sulamada kullanılıyor. Tepenin bazı yüksek noktalarından, uzakta "Domaniç ovası" diyebileceğimiz bir alanı görebiliyorsunuz. Bu gölete "Palazoğlu Göleti" diyenler de varmış. Tabi bu Palazoğlu adının orada bir zamanlar faaliyet gösteren alabalık tesisi ile bir bağlantısı var mı, bilmiyorum.
Gölün üzeri karla kaplıydı.
Hemen aklıma üzerinde atlı kızaklarla tur düzenlenen Aralık Çıldır Gölü geldi. Ama yaklaşınca, batonla kıyıyı yokladım ki, göletin üzerindeki buz tabakası  fazla kalın değil. Beş on adım atmadan, dibi boylayabilirsiniz!...
Ama çevresi orman, üzeri karla kaplı gölet çok hoş bir manzara oluşturmuş.
Bu güzel kızımız, haftasonu şehirden yakınlarını ziyarete gelmiş.
Burası yazın oldukça ilgi gören bir piknik alanıydı. Ama kışın da geleni-gideni eksik olmuyormuş...
Gölet kıyısındaki karlı piknik alanlarında, ailece gelip mangal yapan, odun közünde çay demleyip içen aileleri görmek güzeldi.
Ayrıca yolun kenarındaki çeşme hayli revaçtaymış... İnsanlar arabalarıyla gelmiş, bidonlarla su kuyruğuna girmişler, su dolduruyorlardı.

Doğada yürümeye, dağları, ovaları, köyleri, insanları velhasıl memleketi tanımaya devam...


22 Ocak 2019 Salı

Terapiyle "sorun çözme"!


Ekonomide,  çarşı pazarda, ailede, işyerinde, toplumda, eğitimde, sağlıkta, siyasette; velhasıl her alanda sorunların, belirsizliklerin, kaygıların rekor hızla arttığı günleri yaşıyoruz...
"Mutsuz olma" oranlarımız, her daim "büyüme ve GSYİH artış oranlarının" üzerinde!
Mutsuz olanlar sadece evine ekmek götüremeyen, kış soğuğunda yakacak odun bulamayan, çalışacak işi olmayan yoksullar, onulmaz hastalık sahipleri değil. Artık "tuzu kuru" diyebileceğimiz insanlar bile mutlu görünmüyor.
Sadece gelecek kaygısı artan pırıl pırıl gençler  değil, "bir eli yağda bir eli balda" kesim bile çareyi yurtdışında arar olmuş.
Mutsuzluk hallerimiz enflasyonla, devalüasyonla yarışıyor...
Vatandaş olarak "Mutlu olmak" için önümüzde iki seçenek var:
Ya sorunları ortadan kaldırmak için bir kavgaya gireceğiz -ki, bu yolda acıların fersah fersah artacağını da baştan kabul etmiş, birey olarak kendini toplumsal amaca adamışsındır-; ya da bu sorunlarla sarmaş dolaş, mutlu olmanın yolunu arayacağız.
Bursa Sanayicileri ve İşadamları Derneği'nin (BUSİAD) Açık Kapı Toplantıları kapsamındaki felsefe söyleşilerinde konu işte buydu:
"Sorun Çözme"
Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mehmet Eskin "Sorun Çözme" üzerine uzun süre kafa yormuş bir isim. "Sorun  Çözme Terapisi" adıyla okulda ders veren, bu adla  kitabı, çok sayıda yayını bulunan bir akademisyen, psikolog.
Gelin Prof. Dr. Eskin'e kulak verelim.
Prof. Eskin'e göre, "sorun çözme" aslında salt insanlara ait bir davranış değil. Pek çok canlı da bir şekilde "sorun çözer", doğal  olarak.
Dolasıyla da, insanın yaşadığı sorunlar karşısında "Ne yapalım" sorusunu sorması, aslında içinde bulunduğu toplumun sorunlarını ciddiye alma, bir çare arama davranışıdır ve "sağlıklı bir ruh halidir"...
"Sorun" dediğimiz şeyler, birlikte yaşamanın, varolmanın sonuçlardır.
Yani sorunlar da normal, olağan şeylerdir...
Nedir bu sorunların kaynağı:
1. Bölüşüm, 
2. Çevre tahribatı,
 3. İlişkiler...
"30 yıldır dert dinliyorum. Hep dert, hep dert" diyor Prof. Eskin.
Hadi, bölüşüm ve çevre tahribatını sorun olarak görmemeyi başardın.
 "Banane ulan... Alltta kalanın canı çıksın" dedin, ya da onları görmeni engelleyecek inanç yöntemleri geliştirdin, başardın (Bu konuda size pek çok kurum, eğitim sistemi vs. destek olacaktır. Müesses nizama göre zaten ne bölüşümde sorun vardır, ne de çevreye kimsenin zarar verdiği... Yönetimin senden istediği buna inanmandır); ama insanlar "ilişkiler"e toslamaktan kurtulamıyor!
Dolayısıyla da mutsuzluklarımızın büyük çoğunluğu bu "ilişkiler"!...
Mesleğiniz ne olursa olsun, sizi en çok yoran, haftasonunda pertinizi çıkartan, kalıbımı basarım, işin kendisi, fiziki zorluğu falan değil, bu ilişkilerdir...
Efendim, patron şunu dedi, bunu yaptı, falanca filancayla şöyle yaptı, birisi şunu dedi, ben şuna layık görüldüm, görülmedim vs. vs.
Yani bizi iş değil, ilişkiler yoruyor, yıpratıyor, bıktırıyor, mutsuz ediyor! 
Aslında, bakarsanız, "sorun" olması sahiden de çok olumlu birşey...
Zira bir sorun varsa, gelinen yerde bir süreç, ömrünü tamamlamıştır, bir ileri adım atmak gereği vardır! 
İşte bu ileri adımı attıracak şey, sorunun "çözümü"dür...
Yani sorun, aslında bir sağlık, canlılık işaretidir...
Sahiden de hiç bir sorun olmasaydı hayat ne kadar sıkıcı olurdu ve insanoğlu zerre yol katetmiş olamazdı! Mağara devrine bile ulaşamazdık şu zamana kadar!
Mehmet hocanın çok çarpıcı  bir tespiti var:

"Toplum olarak sorunu çözmeye değil, şikayeti ortadan kaldırmaya çalışıyoruz!"

Aklıma, değişik olayların ardından hükümetin basına "yayın yasağı" koyması geliyor.  Ya da ne bileyim, gösterileri, grevleri yasaklamak, eroin fuhuş ticareti en ballı işler olmaya devam ederken birilerini kameraların önünde enselemek. Terörün onlarca kaynağını sulamaya devam ederken, "teröristlere göz açtırmamak", kanserojen maddelerin kullanımından tatlı paralar kazanmaya devam edenlerin pahalı kanser ilacı satışları ile "kanseri yenme" numaraları...

Sorunu çözmek değil, şikayetleri ortadan kaldırmak! 

Ahmet hoca sonuçta 30 sene hastanede hastaları tedavi etmeye çalışan bir psikolog.
 Tabi, kimsenin sorununu çözme şansı yok. Şirketi battığı için intihara kalkan adama çıkarıp para verecek değil...
O, sorunları çözmekten çok, güncel psikolojik rahatsızlıklarla nasıl başa çıkılır, onun derdinde.
Ve önerileri şöyle özetlenebilir:
"Önce şikayetlerin nedenlerini tespit etmemiz gerekiyor. Mesela sorunları sıralayıp, öncelikli olanlardan başlayarak çözmeye çalışabiliriz. Bunu yaparken, gerçekçi,  erişilebilir  hedefler koymalıyız. 
Sorunları sıraladıktan sonra, çözüm için seçenekler de sıralanmalı. Seçenekler olabildiğince fazla olmalı. Bunun için beyin fırtınası, arkadaşlara sorma, danışma gibi yöntemler kullanılmalı. Fayda/zarar karşılaştırması yapılmalı ve sonunda da bir karar verip uygulanmalı."

Dikkat çekici tespitlerinden birisi de şu: Entelektüel sermayenin yoğun olduğu yerlerde, intihar oranları yüksektir.. 
Buna Tunceli'yi örnek gösterdi ve Tunceli'de okur yazar oranının yüksek olmasının kişilerin mutsuzluğunu artırdığına işaret etti.
Sahiden, sizin de "Keşke bu ülkede, bu şehirde, bu şirkette yaşanan gerçekleri görmeseydim, duymasaydım... Keşke gerçekleri öğrenmeseydim. Haksızlıklardan, adaletsizliklerden haberdar olmasaydım, başıma ağrılar girmeseydi... Çevremdeki herkesi, kurumları, insanları, masum dürüst insan saymaya devam etsem, mutlu mesut yaşasam... Keşke kör, sağır, salak, aptal olsaydım!.. " dediğiniz, isyan ettiğiniz hiç olmadı mı?
Anlaşılan, bu "gerçekçi bir analiz"... 
Ama, pek insanın doğal haline "fıtratına" uygun değil.
Çoğumuz da zaten bunu yapamıyoruz.
Zaten, salt "terapi"lerle; sorunlar orta yerde dururken, kendimizi bir şekilde bu "huzursuzluktan" kurtarma yoluna gitsek de, sorun çözülmüş olmayacağından, insanlığın ilerlemesine zerre katkımız olmayacak!
Üstelik sorun sürekli büyümeye devam ettiğinden, gelecek kuşaklara kocaman bir yük bırakmış olacağız!
Ülkede olanlardan etkilenmemek, psikologlar için parlak bir hedef gibi görünse de, kendi içinde bile işe yaramadığı, kliniklerin sürekli  büyümesinden anlaşılıyor.

Şimdi "Peki çok bilmiş, sen ne önerirsin bu mutsuz ve bahtsız aydınlara, entelektüellere" mi diyorsunuz?
En azından, kendi yoğurt yeme tarzımı yazabilirim:
Önce sorunun mutlaka kendimce bir nedenini bulurum.
Zira hiçbir şeyin vardan yok, yoktan var olmayacağına inanırım...
Ve o "kaynağı" kurutup sorunu çözmek için elimden geleni ardıma bırakmam.
Sorun çözüldüyse, mutlaka yeni bir beyaz sayfa görürüm önümde...
Yok,  çözemediysem, olmuyorsa...
Artık elinden geleni yapan bir insan olarak,  gönül rahatlığı ile o sorunu rafa koyar, olabildiğince uzağında durmaya çalışırım...
 "İtle dalaşmaktansa çalıyı  dolaşmak evladır" demiş atalarımız...
 "Her sorunun mutlaka bir çözümü vardır"a inanırım, ondan taviz vermem.
Ama genel olarak gözden kaçırdığımız birşey var:
Bizi rahatsız eden pek çok büyük sorun, uzun yıllar içinde oluşur... Çözümü de uzun zaman alır. Bazen ömrümüz yetmez!
Örneğin iktisadi, ticari ya da kültürel bağımlılıklar, kargaşalar... İnsanlarda adalet ve hukuk algısının alabora olması... Güce tapınma... Yalan ve  iftira...Kandırma... Hatta çalıp çırpma, yolsuzluk, hırsızlık..  Şiddetin olağan hale gelmesi, hoşgörüsüzlük, önyargılar...
Biz, birey olarak, tek başımıza, bunların ne nedeni olabiliriz, ne de tek başımıza bunları çözme şansımız vardır!
Sadece bunların var ya da yok olmasına, şu kadarcık kişisel katkılarımız olabilir, o kadar!
Belki de bizim "mutsuz, bahtsız, çilekeş aydın" tipinin "sorunu" buralarda...
Pek çoğumuz, bireysel çabalarımızdan sonuç alamamanın huzursuzluğunu yaşıyoruz gibi geliyor bana... İyi niyetle emek verip sonuç alamayınca derin bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.
En kritik noktalardan birisi bu. Zira bu noktadan sonra, çözümün değil, sorunun bir parçası haline gelmeler de  hayli yaşanıyor, umudunu yitirmiş insanı, bir anda nefret ettiği şeye dönüşmüş görebiliyoruz.
Belki de "Sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" derken kendini ateşe atmayı baştan kabullenen "aydın", olacakları baştan kabul etmiştir...! 
"Ateşe koşan kelebekler" haline gelmedikçe, aydın olmak "sorun" değil...

İyi haftalar...

21 Ocak 2019 Pazartesi

Burcun, Gölcük: Bereket fışkıran topraklar sayfiye yerine dönüyor


Doğa gezileri kapsamında dün (20 Ocak 2019 Pazar) Bursa'nın Yenişehir ilçesine bağlı Paşayayla, Burcun ve Kestel ilçesine bağlı Gölcük köyleri arasında, çoğu odunluk pelit (meşe) ormanlarında gezdik. Yüksekleri ve kuzey yamaçları hafif karlı dağlarda, bir ara "aptal ıslatan" çise dışında yağış olmadı ama hava genelde kapalıydı,  yürüyüş için hoş bir gün oldu. Çoğu sulu kar ve çamurlu 19 kilometre parkuru, 70 civarında  doğasever güzel insanla yürümek, yürüyüşü de kazasız, sorunsuz tamamlamak hoştu.
Koza Dağcılık Kulübü'yle araçlarımız Bursa-Yenişehir yolundan Selimiye civarında ayrılıp Yenişehir-Gemlik yoluna girdi ve Yeniköy'den sonra Burcun'a vardık. Burcun köyünde (mahalle) sabah çayı içip, köy kahvehanesinde birkaç köylüyle sohbet ettikten sonra araçlar bizi Paşayayla köyüne götürdü ve yürüyüşe burada başladık.

Paşayayla'da nüfus iyiden tükenmiş galiba. Sağda solda kimseyi göremedik dersek yeridir. Buradan "Kaymakam suyu" denilen yere çıktık.
"93 Muharıcı" insanların oluşturduğu Paşayayla bölgede en fazla nüfus kaybeden yer. 10-15 civarında ev kalmış gibi. Büyükşehir Belediyesi sorumluluk, hizmet alanında ve de  "mahalle" yani şehirli sayılmasına rağmen herhangi bir kentsel hizmeti olmayan, altyapı sorunlarıyla boğuştuğu aşikar, çamurlu yollarıyla Paşayayla'da bu "Kaymakam Suyu" hayli popülermiş.
Başta böbrek taşları olmak üzere pek çok yönden sağlığa yararlı bir suymuş. "Parmak kalınlığında" çıkan su tabi köyün içme suyuna yetmiyor olmalı ki, köylüler depo yapmış falan ama, çevreye bakınca buralara "mahalle" demek, kentsel bir mekan olduğunu düşünmek mümkün değil. Sadece mahalle, sokak ve evler değil, arazi ve çevrenin durumu da aynı.
Yenişehir'e 27 km uzaklıktaki Paşayayla'da traktör yollarından tepelere doğru yükselmeye başladık. Büyük bölümü ormaniçi traktör yolunda ilerleyen parkurda, tepelerde dolaştıktan sonra Burcun Göleti'ne uzanan Uzun Dere'ye indik, ancak derede uygun geçiş bulamayınca, karşıya geçmeyip Burcun  Göleti'nin çevresini dolaşarak Burcun'a yöneldik. Öğle molasını göletin kenarında verdik. Yemek molası sonunda Burcun köyüne gittik ve sabah çayını içtiğimiz kahvehanede öğle çayı ve sohbetinden sonra Kestel'e bağlı Gölcük köyü ile aradaki dağa tırmandık.
Mola sonrası çiseyi yağmurlukları giyerek atlattıktan sonra, kah ormaniçi traktör yollarından, ama büyük ölçüde de patikalardan "Burun"dan aşağı gölete, oradan da Gölcük'e vardık ve yürüyüşümüz Gölcük'te sona erdi.
Arazide yürürken, buraların bir zamanlar bolca hayvan otlatılan, çok canlı yerler olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ancak hayvancılık, yaylacılık, meracılık, ormanda hayvan sürüleri otlatma dönemi ortadan kalktığı için patikalar, yani, keçi, koyun ve sığırların gide gele oluşturdukları "cılgalar" kapanmış, kaybolmuş... Şimdilerde orada sadece ormandan kesilen ağaçları taşımak için traktörlere yol açılıyor.
Ormanda sığır  otlatma devri kapanmış, zira hem sığır sayısı çok azalmış, hem de "30 litre süt veren hayanı nasıl dağa salarsın" durumları var. Keçi kalmamış, "yasak/değil" arası, koyunlarda bu mevsimde olmuş besi hayvanı... Yoldan geçerken, ahırdan bozma ağılın birinde duyduk koyun sesini..;
Düşünün ki, yürüdüğümüz yer Turanköy, Fethiye: İznik Gölü tarafında Yeni Sölöz, Bursa merkez tarafına gelince Ağlaşan, TOKİ Gürsu Konutları, Kayacık arasında bir yer...
Bölgenin en önemli özeliklerinden birisi: Dağlar meşelik...(şarkıda denildiği gibi)
Yani neredeyse her tarafta tepeler köylülerin yakacak odun kestiği bir alan.
 Odunculuk bütün bu köylerin ana geçim kaynaklarından birisi.
Özellikle de Burcun'da.
Ancak şehirlerde doğalgaz kullanılması bu işi gözde bir iş olmaktan çıkarmış. Köylüler, en kaliteli odun olarak kabul edilen pelit (meşe)odununu tonu 400 liradan sattıklarını söylediler. Tabi parayı kendi traktörleri, kendi motorlu hızarları ile, kendi mazot, testere vs. masraflarını kendileri karşılayarak, bizzat işçiliğini de kendileri yaparak kazanıyorlar.
Şehirlerde "mahrukatçı" esnafı ise 400 liraya aldığı bir ton odunu, 700 ile 800 lira arasında satıyormuş.
Köylüler, "Artık odun satmak çok zorlaştı. Alan yok. Sadece bazı ekmek fırınları vs. alıyor"  diyor.
Bölgenin ortak özelliklerinden birisi de DSİ'nin çok sayıda sulama göleti ve sulama kanaları yapmış olması.
 Örneğin Burcun Ovası diyebileceğim, dağlarla çevrili arazinin çok verimli bir yer olduğu anlaşılıyor ve beton sulama kanalları yapılmış.
Aynı şekilde Gölcük'te de yine sulama göleti ve Gölcük Ovası diyebileceğim geniş, verimli araziler var.
Ancak insanlar, uzun yıllar içinde eline attığı her üründen zarar ede ede  tarımdan bıkmış, pes etmiş, yılmış, uzaklaşmış, kaçmış, kaçıyor... Ekimde tam bir karmaşa, kararsızlık var ve bunu kışın bile çıplak gözle tarlalara bakarak anlamak mümkün.
Pat diye, "Bu köyde insanların yüzde 90'ının banka borcu var. Ödeyemiyoruz" dedi Gölcük'te  bir köylü.
"Niye kredi aldınız bankadan? Ne yaptınız kredileri?" sorumun karşılığı ise çok kronik bir durumu yansıtıyordu:
"Villa, otomobil falan almadık. Krediyi tohum, mazot, gübre gibi masraflar için aldık. İlkbahar gelince tarlayı ekip dikmen, ilaçlaman gerekiyor. Elde para yok. Ne yapacaksın. Hasattan sonra öderiz nasıl olsa diyoruz. Ancak olmuyor. Ne eksek, ne üretsek para etmiyor..." 
Köylüye bir dokun bin ah işit...
"Tarlaları satışa çıkardık" dedi bir köylü.
Sadece Gökcük değil, Burcun ve Paşayayla'da da tarlalar satışa çıkarılmış.
Dönümü 50 bin liradan başlıyormuş. Ama Paşayayla tarafında 5 bin liraya kadar tarla bulmak mümkünmüş.
"Siz tarlanızı ekip dikmekten zarar ediyorsunuz. Ama birileri gelip dönümüne 50 bin 100 bin lira verip arazi alıyor çiftçilik yapmaya kalkıyor, öyle mi?" diye kafam karışınca, bir köylü olayı açıkladı:
"Hayır tarlalar, tarım için alınmıyor. Adamın maddi durumu yerinde. Şehirden sıkılmış. Alıyor birkaç dönüm tarla, içine bir ev yapıyor, bahçe yapıyor, keyfine bakıyor..."
Gölcük'te "dışarından" gelip arazi alış en azından yazları orada yaşayan 15 civarında aile varmış.
Gölcük'te 150, Burcun'da 70 civarında hane kalmış. Ama nüfus kaybı her tarafta  kronik bir durum.

Gölcük diğer köylere göre daha canlı. Örneğin ilk dört yıllık "İlköğretim okulu" var. Diğerlerinde yok.
Tabi Gölcük arazinin de en pahalı olduğu yer. Burcun ortalarda duruyor, en ucuz arazi satılan yer Paşayayla.
Burcun'a sanırım on sene kadar önce gitmiştim, gazeteci olarak. Rus-Türk ortaklı bir çimento fabrikası (AKROS Çimento A.Ş.) için ÇED'in "Halk Toplantısı" vardı.
 İlginçtir, bizim güzel doğasına hayran kaldığımız Burcun'da köylüler, tarımdan, hayvancılıktan bıkkın, fabrikalarda işçilik peşinde bir profil çizmişti ve toplantıda "Çimento fabrikasını istiyoruz. Bak, hepimiz işsiziz burada" gibi bir tutum takınmışlardı.
Çimento fabrikası kurma işi yatmış anlaşılan.
Hem Burcun, hem de Gölcük'te konuştuğum köylülere "geçim" ve "tarım"ı  sordum.
İnanın, insanlar tam bir bıkkınlık içinde.
Şekerpancarı, ayçiçeği, domates, türlü meyveler, fındık dahil, hayvancılık... 
Çiftçinin denemediği ürün kalmamış.  Ama hepsinden eli boş, "çırak çıkmış"lar.
"Hayvancılık sevdası 3 sene sürer" dedi birisi, tecrübeyle sabit birşeyden söz eder gibi, gayet emin... 
Büyük bir heyecanla bankadan kredi de alıp projeli ahır yapan insanlar, çiğ süt parası hayvanın karnını bile doğurmaya yetmeyince büyük bir yıkıma uğramışlar...
Deveciarmudunda çok iddialılar. En çok rağbet gören meyvelerden birisi ve pazarda kilosu 4-5 liradan satın aldığımız deveciarmudunu bu sene 1-1,5 TL'den satmışlar.
Ayva da o keza. 
Köye giderken yolun kenarında tarlada terk edilmiş gibi görünen tonlarca lahanayı gördük. Galiba onun hikayesi de aynı.
Köyde bir gelecek kurmaya çalışan genç galiba hiç yok.
"Şehire gitmeyene kimse kızını vermiyor" dedi  birisi.
Köyler artık, tarım, hayvancılık vs. yapılan, üretim merkezleri olmaktan hızla çıkıyor, yazları gelinecek sayfiye yerleri haline geliyor.
Köyde yaşayanların büyük çoğunluğu emekli. Düzenli gelirleri var. Köy onlar için hem şehirlere göre daha ekonomik geliyor, hem de daha temiz hava alıp, çocukluğunun geçtiği bu topraklarda olmak, bahçeden elma, armut yemenin keyfini sürmek istiyorlar.
Gezerken dikkatimi çeken şeylerden birisi, arazideki sulama kanalları oldu.
Tarım, ekip biçme büyük ölçüde terk edildiği için pek etkin kullanılmadığı, bu beton kanalların tarihi eser kalıntıları gibi görünmesinden anlaşılıyor.
Bu kanalları DSİ, Köy Hizmetleri ve Özel İdare yapmıştı.
Şimdi bu kurumlar "out" olduğuna göre, mesela neden BUSKİ bu işe el atmaz...
???
Köylerde pek çok "köy çeşmesi" devredışı. Sular borulara ve onlara da saatlere bağlanmış. Paralı. Ama hayvan sulama, tarla bahçe sulama... suyun asıl kullanıldığı bu tarımsal alanlarda BUSKİ'yi niye görmüyoruz, diye düşünmeden edemedim.
Veee hadi mevcut belediye başkanı tarımı, köylüyü düşünmüyor; arkadaş, başkan adayı olanların da hiç bir projesi, fikri, açıklaması, olmaz mı?
Buraların "mahalle" olmasının göstergelerinden birisi BESAŞ'ın ekmek satış yerleri...
Tabi çamurdan zor yürünen sokaklarda belediyelerin adı yazılan "çöp konteynerleri" hizmetini de unutmamak lazım!
Gölcük'te camiin yanındaki kahvehanede köylülerle sohbetin ardından taze inek sütü, yumurta ve kokusu poşetten taşan ayvalarımızı alarak araçlarımızla evlerimize döndük.
Doğayı, köyleri, dağları, ovaları, insanları.. Velhasıl memleketi tanımaya, yürümeye devam...


15 Ocak 2019 Salı

BOĞAZOVA YAYLASI: BURSA'NIN SAKLI CENNETİ!

Cenneti tarif ederken acaba böyle bir yeri mi düşünüyoruz.. 

Doğa gezilerimizde dün (13 Ocak 2019 pazar) İnegöl'de, Boğazova ve Çayyaka arasındaki yaylalarda ve harika gürgen ormanlarında yürüdük.
Kapalı ve zaman zaman sisli bir havada, yer yer bir metreyi aşan karda yürümek  hayli çetindi. Herhangi bir kaza olmadan yürüyüşümüzü tamamladık, ancak yeni yıla "memur emeklisi" olarak girme mutluluğunu yaşayan öncümüz Harun (Harun Bayram) hoca, baktı ki grup olarak zorlanıyoruz,  güzergahımızda ufak bir değişiklik yaptı ve yaklaşık 10 kilometrelik kısa rotayı yürüdük.
Bursa merkezde birkaç gündür devam eden yağışın nerede kara dönüşeceğini  merak ederek çıktığımız yolda, minibüslerimiz 64 doğaseverle birlikte İnegöl'den İsaören yönüne ayrıldı. Buradan ilk durağımız Çayyaka oldu. Hani  boşuna "Çayyaka" dememişler. Tertemiz bir çayın iki yakasında bereketli topraklarıyla, yeşili ve ormanıyla ilk anda "yaşayacak yer" imajı veriyor.   Çayyaka köy meydanındaki kahvehanede sabah çayı molasında, o saatte köyden insanları görmek bana ilginç geldi. Hatta Bursa merkez ve Yıdırım'da uzun seneler üst düzey yöneticilikler yapan tanıdık bir siyasetçiye rastlamak da hoş bir sürpriz oldu.  Epeydir orada yaşıyormuş.
Yürüyüşümüz, Çayyaka'dan sonra ulaştığımız Boğazova'dan başladı.

AMAN UZUNGÖL OLMASIN!

Boğazova tam köy değil. Yaygın adı "Boğazova Yaylası".  İnegöl merkeze 24, Çayyaka'ya 11 kilometre. Bir zamanlar "yayla" olduğu anlaşılsa da, daha ziyade yazlık, sayfiye yeri. Yüksekliği 1140 metre. Çayyaka'da kar yoktu, ancak yükseldikçe Keles'e kadar giden bu yolun sağında solunda bembeyaz kar arasında ilerlemeye başladık. Boğazova'da her taraf kar.
 Burası, içinden dereler, akarsular akan, sağlığa iyi geldiği söylenen içmesuları, çeşmeleri, lüks villa tipi evlerin dikkat çektiği bir yer.
Civarda et mangal, kebap, "canlı balık", "fırında balık" türü yeme içme yerlerinin tabelalarını gördük.
Boğazova'nın adını duymuştum. "Karadenizin Uzungöl'ünden daha iyi olacak" yollu açıklamalar da olmuş, İnegöl Belediyesi oranın "turizm cenneti" olması için özel imar planları hazırlamıştı. Ama Boğazova'yı hiç görmemiştim
Doğrusu, hem kış hem hava kapalı olduğu için çevreyi pek iyi seyredemedik. Orada beklemedik de.  Ancak yapılaşmada tam bir curcuna olduğu belli. Lüks villanın yanı başında çok farklı bir yapı.. Herkes mülk edinmiş, kafasına göre yerler yapmış. Çoğu tek katlı, bahçeli, yazları kullanıma yönelik olduğu açık donatılar vs.
Anlaşılan bir zamanlar "yayla" olan Boğazova'da artık hızlı bir yapılaşmanın temelleri atılmış bile...Yaylaya asfalt yol yapılmış!  Aklıma bir anda yemyeşil  çayır ve gölün kenarından yükselen ormanları ile insana bir an "cennette" olduğunu hissettiren Uzungöl geldi. İnşallah  Uzulgöl'ün akıbetini yaşamaz bu güzelim yer, saklı cennet diye geçirdim içimden...
Yürürken terlemeye karşı elbise azalacaktı. Bir kaza oldu.

Boğazova'nın bol paralı Araplarca satın alınan ve beton yığınına dönen, "Türklere çay satılmaz" noktasına gelen Uzungöl'e benzemesi korkunç bir katliam olur.
Aman aman... Boğazova'yı korumak, üzerinde birşey yapılacaksa doğayı katletmeden yapmak bir vatanseverlik, hepimizin sorumluluğu..
Boğazova'daki derenin kenarından itibaren orman yolunda epeyce yukarı yönde yürüdük ve bin 340 metre rakımlı Allıkayalar, ardından Başalan Yaylası ile devam  ettik.  Yolun büyük bölümü, köylülerin ormanda traktörlerle tomruk çektiği "orman yolu"nda geçti. Son birkaç kilometreyi ise ormaniçi, yolu olmayan bir rotadan yürüdük.
Karda ve ormanda yürümek sıradışı bir duydu. Eğer kendi gürültünüzden kurtulabilirseniz, zemheri ayının sessizliğinde, doğanın eşsiz senfonisini dinleyebilirsiniz...
Bazen hafif bir rüzgar dallardan kar serper üzerinize...
Dere, akarsu kıyısındaysanız bu senfoninin en önemli sesi sudan gelir... Su sesi, sanılanın aksine, hiç öyle sürekli kendini tekrar eden notalardan oluşmaz... Zira bir su damlası, asla iki kere aynı yere düşmez... Kah rüzgarın, kah eriyen karın, hatta gagasını uzatıp bir yudum su çeken bir serçenin hareketi; suyun düştüğü yerin yüksekliği, üzerine düştüğü zeminin toprak,  taş, çayır, su birikintisi olması, debisi; derelerden biraz uzaklaşıp yamaçlarda kulak kesilmişseniz durduğunuz yere bu sesin nasıl yankılandığı falan falan... mutlaka ama mutlaka aynı yerde her daim farklı notalar çıkaran su sesleri  duyarsınız...
Siz hiç  bardaktaki bir avuç suya düşen bir damla suyun sesi ile bir ırmağa, göle, denize, dereye, peteğe ya da dalga dalga çevreye yayılan çarşaf gib durgun suya düşen tek bir damla suyun aynı sesi çıkardığını duydunuz mu? Belki de bu yüzden dere, çay gibi akarsu kenarlarında, deniz, göl kenarlarında oturup suyun sesini dinlemek her zaman ruhumu dinlendirmiştir.
Karlı dağlarda yürürken, su sesinden çok yürürken, ayağınızı bastığınız yerde karın çıkardığı sesi duyarsınız.  Bazen kaptırırsınız kendinizi bu sese... Hiç çevreye bakmadan, sadece karın üzerinde yürüyerek, sanki her adımda bir çalgının notasına dokunmuşsunuz gibi, kendinizi adımların uyumuna kaptırır gidersiniz... Hele bu yürüyüşün kalp atışlarınızla uyumlu bir de temposunu yakalamışsanız, dakikaların nasıl geçtiğini anlamazsınız...
Tabii önünüzde ve arkanızda yürüyenlerin ayaklarından çıkan sesle tamamlanan bu orkestra devam eder.
Ama başınızı kaldırıp çevredeki manzaranın tadını  da çıkarmalısınız...
Gürgen ormanları...
Hani türküde söylendiği gibi: "Karlı kayın ormanları!"
"Kalem gibi" sıralanmış belki 30 metre düz kerestesi çıkabilecek (Orman İşletmesi görevlilerinin bu ağaçlara baktıkça ağzının suyunun aktığını görür gibiyim) kayın ağaçları... Ve sanki onlarla zarafet yarışında, ara sıra karşınıza çıkan karaçamlar...
Bir ağacın güzelliğine hayran kalıp, yanına yaklaşıp cep telefonunuzla özçekim yaptırdığınız oldu mu? Şiddetle tavsiye ederim.
Yürürken karın ayağınızın altında çıkardığı sesler, karın, havanın durumuna göre değişir...
Bu kayın ağacından kim iliç yemiş acaba! 
 Önceki hafta hava açıktı, ayazdı, kar tazeydi, toz gibiydi, üzerine basınca ayağınız neredeyse toprağa kadar batıyordu. Kar diyelim belinize, dizinizin üzerine çıktığında ayağınızı çekmeniz, adım atmanız kolay oluyordu, takılmıyordunuz. Ancak şimdi anlaşılan kar önce yumuşamış, pelte olmuş, arkasından sertleşmiş, donmuş, üzerine tekrar kar yağmış...
Bir basıyorsunuz ayağınız diyelim dizinizin altına kadar batıyor. Belli bir tempoda yürüdüğünüz  için sert kar bloke ediyor ve kaval kemiğiniz kırılacak gibi hissediyorsunuz. Bazen de kara batacak diye adımınızı atınca,  bakıyorsunuz karın üzerinde kalmışsınız!
Kar kalınlığının bir metreye vardığı yerlerde bazen de adım adınca, resmen düşüp kara kapaklanıyorsunuz!
Düşe kalka yürümek, bu işin "fıtratında var" anlaşılan!
Kar kalınlığı yarım metre ve üzerine çıkınca karda yürümenin en zor tarafı, "çığır açmak"...
Çığır açma işi genelde öncülere, önden gitmeyi sevenlere; ayakkabısına, tozluğuna ve de gücüne kuvvetine, performansına  güvenenlere kalıyor!
Yine de tek kişinin sürekli çığır açması düşünülemez bile... Sahiden çok yorucu birşey. Örneğin, grubun yavaşladığı bir yerde "Erkekler ööneee" anonsunu duyunca hiç yaşıma, bacaksız halime bakmadan öne atıldım. Ama 100-150 metre sonra nefes nefese kalıp kenara çekilivermek zorunda kaldım!
Kar kalınlığının yarım metre ve üzerinde olması ve de karın "taze" olmaması açılmış çığırdan yürüyenlere de türlü türlü tuzaklar hazırlayabiliyor!  Önden giden birisi var ama, 70-80 kişinin önden çığır açan kişinin tam bastığı yerlere, hem de aynı şekilde basması sözkonusu mümkün değil. Sonuçta üzerindeki izlerle sıkılaşan kar, oluşan patika içinde mini "tuzaklar" oluşturuyor ve bu yüzden grupta bazen arkadaşların ayaklarında burkulma tehlikesi, düşme, yuvarlanmalar olabildi. Neyse ki korkulan sanırım olmadı. En azından kimse sedyelik değildi!
Karda, yerden en az 50 cm yukarıda yürüyoruz!
Ha "Erkekler" deyince... Gençleri kışkırtmak için söylenmiş olmaktan başka bir manası yoktu. Zira çığır açmakta genç bayan yol arkadaşlarımız da  sağolsun erkeklerden geri kalmadılar..
Bir derenin kıyısına aşağı yürürken, durup mola verdik. Herkes sırt çantasından yemeğini, çayını, kahvesini (Sıcak çay termoslardan) içti. Hatta otururken üşüme başlayınca halaya duranlar bile oldu.
Ateş yaktık, ısınanlar oldu. Ama fark ettim ki ateşi karın üzerine yakmışız!... Ateş çoğaldıkça alttaki kar buz eriyor, ateşin olduğu yer sürekli derinleşiyor!
Gün boyu yağış olmadı, ama güneşi de hiç görmedik. Sisin görüş mesafesini azaltması dışında yürümek için güzel bir gündü...
Veee indik Çatak'a... Çatak, adı üzerinde derelerin birleştiği bir nokta, yüksekliği bin 260 metre. Sis artmıştı ve çevrede piknikçilere rastladık.  Piknikçilerin çoğu yaktıkları ateşin başında sıcak birşeyler yiyip içiyordu.. Bir grup evli, çoluk çocuk, bir grup da erkek erkeğe avcı havasında...
Yöresel mimariyi, yapılarıyla birlikte terk ediliyor, çöpe atıyoruz. 

 Çatak'tan Çayyaka'ya giden yolda araçlara binip, sabahki ilk uğrak noktamıza, Çayyaka'ya geldik. Sabah çayını içtiğimiz kahvehanede, akşam içtiğimiz yorgunluk çayına, Koza Dağcılık kulübünün öncümüz Harun hocanın emekliliği için sürpriz pastası tat verdi. Uzun yıllar mesleki teknik eğitimde öğrenci yetiştiren Harun hocaya, emekliler arasına hoş geldin diyorum...
Çayyakalılarla sohbet ederken, burada da doğanın bunca cömertlliğine karşılık, insanların geçim sıkıntısını, boğazlarında bir halka gibi taşıdıklarını hissediyorsunuz... Tarım ve hayvancılıktaki çöküş burada da yaşanıyor. Zaten adına yayla denilen yerlerin tamamen terkedildiğini, hayvanların, çobanların yerini piknikçilerin aldığını görmüştük. Sadece Çatak yakınlarında yazın kullanıldığı anlaşılan birkaç tane koyun barınağına rastladık.
Şehirde çalışıp emekli olanların bir kısmı köyüne dönmüş.
"Burada ne eksen, ne diksen oluyor. Ama artık ekip dikmek kazandırmıyor. Herkes meyveye döndü.  İyi kötü bundan birşey çıkıyor" dedi bir köylü.
"430 seçmen olan" köyde 40  civarında kişi, ormancılık işi yapıyormuş. Ancak kayın ağacının kesilip taşınması,  tomruk hale getirilip teslim edilmesi işinin "bedavaya geldiği" ifade ediliyor
 "Bir metreküp ağaç için yerine göre 50 ila 100 lira arasında  para alıyoruz. Kaç kişiyle çalışıyoruz? Traktör bizim. Mazot fiyatları belli. Valla dört gözle ormandan zam bekliyoruz, yoksa olmaz bu iş" dedi birisi.
Peki madem gelir yok, bunca insan burada nasıl yaşıyor?
Sisli havada dere kenarı...
Etrafta bolca bahçe ve meyve ağaçları görünüyor. Ama bunlar aile ihtiyaçlarını karşılamaya dönük gibi, küçük yerler.
Köyde, asıl gelir emeklilik maaşıymış! 
Şehirde yaşayan insanlar emekli olup yaşlanınca köylerine dönmüş. Köyde çok sayıda kişinin de yaşlılık, özürlü, dul, yetim, muhtaç vs. aylığı varmış.  "3-4 maaş giren giren evler var. Yaşlısı hastası, yetimi, dulu, yatalağı.."diyor birisi.
"Nasılsınız" sorusunun yanıtı ise genelde "Çok güzel. Burada çok mutluyuz. Kimse aç açık değil, Allaha şükür" oluyor.
"Cıbırın kabadayısı" diye bir tabir vardı bizim  köyde. O geldi aklıma.
"Ekşimaya köy ekmeği"mizi aldık. Köydeki markette, köyde yapılan ekmeklerin satılması, ilk kez gördüğüm hoş bir sürpriz oldu. Yapanın eline sağlık, çok lezzetliydi. Ancak taze süt hayalimiz kursağımızda kaldı. "Yarım saat falan beklerseniz, inekler sağılır" dendi ama yola çıkmamız gerekiyordu.
Her türlü hava koşulunda yürümeye, doğayı, insanımızı velhasıl memleketi tanımaya devam...

8 Ocak 2019 Salı

Kışın Kocayayla, Kendiryayla, Aluçyayla, yaylalar...


2019'un ilk doğa gezisinde dün (6 Ocak 2019 pazar) Keles Kocayayla'dan Baraklı'ya kadar yaylalarda yürüdük.  Yüksekliği göklere ulaşan, kalem gibi dümdüz  dizilmiş,  sizi dibinde küçük bir nokta gibi bırakan kocaman karaçam ağaçları, geniş otlaklar, meralar, yaylalar, yaylalar...
Hep yaz sıcağında serinlemek için çıkmak istediğimiz bu yaylalarda, kış soğuğunda,  diz boyunu aşan, bir metreye varan karda yürümek gerçekten sıradışıydı. Kapalı, yer yer sisli havada, yürüyüşün yaklaşık yarısının bembeyaz kar yağışı altında geçmesi ise "anlatılmaz, yaşanır" cinstendi..

"Yayla" kendimi bildim bileli beni hep heyecanlandırmıştır.
Niye mi?
Çünkü ben bir "yayla çocuğu"yum. Üç bebeğini de kundaktan toprağa gömen anacığım bir Mayıs ayı başında beni doğurduğunda, torununu yaşatmakta kararlı büyük annem (babaannem), beni kaptığı gibi yaylaya götürmüş. (Adımın niye Dursun olduğunu da anlamışsınızdır..) Anlaşılan anamın sütünden çok keçi, koyun, inek, manda sütü içirmişler. Ta, lise çağına gelip, yazları büyükşehirlerde inşaat işlerinde ekmek parası peşine koşacağım yıllara kadar her yazım yaylada geçmişti.
Bizim "Dumanlı Yaylası" çocuklara karanlıktan, ormanda tek başına dolaşmaktan, sisli havadan  vs. korkmamayı öğretirdi...
 "Kurt dumanlı havayı sever" sözünü duyunca,  kurda benzeyen  bir yanım mı var acaba diye geçirirdim içimden..
Yayla deyince...
Dün, tam da bizim Koza Dağcılık organizasyonu ile Kocayayla ve Kendiryayla'da yürüdüğümüz saatlerde, çocukluk ve yayla,  ilerleyen yıllarda da inşaat işçiliği arkadaşlarımdan sevgili Recep Gökçe mezarlıkta toprağa veriliyormuş. Tesadüfe bakın ki, yine "Dumanlı Yaylası" denilince akla ilk gelen kişilerden, son gününe kadar çobanlık yapan babacığım, namıdiğer "Mahmut Ağa" da birkaç sene önce, yine aynı gün vefat etmiş, kendi baltasıyla ormandan kaçak kesip yaptığı 9 ardıç tahtasının altında, bizim kırandaki (tepedeki) köy mezarlığında, bembeyaz karın altında sonsuzluğa uğurlamıştık.
 Ah yaylalar yaylalar!...
Dile gelse de bir konuşsa!...

Tabi Bursa Uludağ'ın eteklerinde sayılan Keles Kocayayla, bizim Tokat'taki yayladan çok daha  ünlü. Nasıl olmasın ki... Kocayayla, Osmanlı payitahtının Bursa'da olduğu yıllarda müthiş gözde bir yermiş. Örneğin Orhangazi ile Nilüfer Hatun'un düğünleri Kocayayla'da yapılmış...
Bölgenin Söğüt, Domaniç  yaylalarına yakınlığını da dikkate alırsanız, bu toprakların görkemli güzelliğinin Türklerin tarihinde nasıl bir yere sahip olduğunu anlarsınız...
Minibüslerimiz Bursa-Keles'den Kocayayla'ya götürdü bizi.
Kocayayla'dan kapalı ve karlı bir havada geçtik. Yolun sağında solunda gördüğümüz inşaatlar, bungalow tipi konutlar, yeme içme yerleri... DSİ'nin kocaman bir göleti.. Devam eden inşaatlar inşaatlar...
Son yıllarda Kocayayla'ya gitmemiştim.  Yazları pek çok etkinlik, şenlik vs. düzenlendiği için birtakım tesislerin yapılmış olabileceğini düşünüyordum.  Ancak  Kocayayla'nın yaklaşık yarısının da inşaat alanı haline gelebileceği hiç aklıma gelmemişti.
Yaklaşık bin 200 metre rakımlı Kocayayla'da Bursa Büyükşehir Belediyesi'nın 10 milyon dolar civarında yatırım yaparak, "bölge turizmini geliştirmeyi" planladığını duymuştum. Bu kapsamda yolumuzun sağında,  5 bin kilometre uzaktaki Kırgızistan'dan getirilen 16 otağın kar altındaki halini gördük. Bunlar dörtköşe çadır, bungalov arası bir yapı.  Orijinal adı "Bozüy" müş.
Ormaniçi Dinlenme Tesisleri vs. kulağa hoş geliyor ama malum "vur deyince öldürme" konusunda üstümüze yok.
Kocayayla'daki inşaat yoğunluğunu görünce, aklıma Karadeniz'in incisi diye bildiğimiz Trabzon Uzungöl'ün inşaatla beton yığını haline getirilip talan edilen ve "Türklere çay satılmaz" noktasına varacak kadar Arap sermayesine teslim edilmiş hali geldi gözümün önüne...
Lütfen, aman aman...
Kıymayın ata yurdumuz Kocayayla'ya!...
Yürüyüşe "Kendir Yayla" yakınlarından başladık. Tahmin edeceğiniz gibi yolda tek bir kişiye bile rastlamadık.
Kendi kendime "kendir" ile "yayla"  arasında bağ kurup bu dağlarda neler yaşandığını tahmin etmeye çalıştım.
"Kendir" aslında bizim kültürümüzün en önemli unsurlarından birisidir. İnsanlığın ilk giyim kuşam yaptığı malzemedir. Kendirin, kenevirin uyuşturucu yapımında kullanılma gerekçesiyle gözden düşürülüp yasaklanması çok eskilere uzanan bir şey değil.
Çocukluğumda tarlalara mutlaka kendir ekilirdi. Hele koyunu, yünü  olmayan  aileler mutlaka kendir ekerlerdi. Zira kendir, liflerinden iplik eğrilip dokuma, elbise, heybe, çul, çuval, kilim, halat, urgan, ip vs. yapılan bir şeydi.
Gayet antibakteriyel, tertemiz ve sağlam bir liftir...Ahırda kocaman öküzleri ancak kendir ipleriyle zaptedebilirdin..
Hani şu "keten kumaş" deriz ya, mağazalarda yüksek fiyattan satılan, işte tam adres!
Kendir yenen birşey değil. Hayvanlar da yemez. Bazen harmanda kendir tohumunu yiyen atların sarhoş gibi dolaştığını duyardık.  Kendir özellikle mısır  ekilen tarlaların yanına ekilirdi, ki hasat ekim ayını bulurdu.
Kendir mutlaka yaylada ekilmiyordur. Çünkü yaylada toprağı sürmek, ekmek dikme diye birşey olmaz. Hem yasaktır da. Ancak köyde tarladan biçilen kendirin balyalar halinde mutlaka birkaç ay suya yatırılması lazım. adalıgöl" denilen bataklıkta yapılırdı. İlkbahara kadar suda kalıp yaprakları çürüyüp, lifleri ayrılan kendir, baharda havalar ısınınca güneşte kurutulur, mengenelerde dövülüp ezilir, çekilir, çıkrıklarda veya tokaçlarda, eğriceklerde  iplik  eğirmeye hazır hale getirilirdi.
Bizim köyde, bu iş "
Demek bu gezdiğimiz yaylaların  çevresinde gürül gürül akan çeşmeler, yalaklar, dereler varmış (şimdilerde dereler kuru olmasa da her yana döşenmiş borular, suyun açıktan akmasını ortadan kaldırmış, borular su şirketlerine su taşıyor)  ve köylüler kendirleri burada ıslatıyorlarmış!
"Kendir Yayla'dan "Aluç Yayla", "Tepel Sırtları", "Çukur Çayırı" (Bakmayın çukur dendiğine, yörenin en  yüksek noktası Tepel Sırtından iki kilometre yürüyünce varılan 1735 rakımlı bir yer) derken, Baraklı odun depolarının yanından, aşağıya "Çatak"a (Çatak, adı üzerinde birkaç derenin kesiştiği nokta)  ve akşam saatlerinde  Baraklı'ya ulaştık. Yürüyüşümüz yaklaşık 15 kilometre sürdü ve  Baraklı'da noktalandı.
Alıç, (Halk arasında aluç deniyor) bilindiği gibi bir meyve. Sonbaharda yine bu Aluç Yaylası'ndan geçmiştik ve alıç ağaçlarından hayli meyve yemiştik.
Tabi yaylaların terk edilmişlik hali, kış aylarında zirve yapmış. Öyle ki, ne bu yayla ve meralarda, ne de orman içinde yürüdüğümüz traktör, orman yolu civarında, değil insan, tek bir hayvan  bile göremedik. Sadece yerleşim yeri civarlarında birkaç tavşan veya tilki izi görebildim o kadar.
Tabi bir de Baraklı'da veya Keles'te koyun keçi ağılları kapanınca her birisi dilenci durumuna düşen zavallı köpekler... Artık bu müthiş hayvanlara "sokak köpeği" deniyor!
Aluç Yayla'da  20 civarında "ev" var.
 Bunlar bildiğimiz "yaylacı", hayvanlarını otlatmak için gelen isanlara ait evler değil. Sadece bir tanesinde yazları hayvan bakılan bu "ev"ler, eski yayla evlerine de benzemiyor. Bunlar yaz aylarında kentin sıcağından kaçmak için gelenlerin yaptığı anlaşılan yerler. Çam tahtasından yapılmış, normal bir oda genişliğinde bir yer.
  Baraklı'ya inerken Orman deposu yakınlarında daha "lüks" olanları var. Merak edip içeriyi gözetledim. Girişte PVC  camlı kapı, içeride tek bir yer yatağı, birkaç raf vardı. Anlaşılan yaza kadar kimse uğramayacak.
Civarda elektrik, su gibi altyapıları olan gayet güzel evlerin de yaza kadar boş kalacağı belliydi.
Tabi yayladaki evler (baraka da denebilir) kiminde teneke soba dikkat çekiyordu.
Öğle yemeği molamızı Aluç Yaylası'nda verdik. 80 kişilik grubumuz rastgele dağıldı. Mesela benim yağan kardan korunmak için girişine oturduğum ev, oranın en büyüğü ve hayvan bakılan tek evdi. Hayvan "çevirme"leri yeni model. Evin içi de. Örneğin, eski "ocaklık"lardan yoktu. Onun yerine bir kuzine soba vardı.
Gerek yaylalarda, gerek mera ve otlak alanlarda dikkatimi çeken şeylerden birisi de dikenli telle çevrili alanlardı. Bunların bir kısmı sebze, kimisi meyve bahçesi.
Anlaşılan Büyükşehir çağında, yaylalarda artık "mülk" edinmenin kapıları açılmış. 

Peki bu kadar yayla  dolaştık, ne oldu?
Hani organik süt, yoğurt, peynir, tereyağı vs?
Baraklı, eski "belde"lerden. 12 bin nüfuslu Keles'in 550 nüfuslu mahallesi.
Ama hoş haberi Baraklı'da "Sorgun Peyniri" satan bir tüccardan aldım. Sorgun Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi süt işliyormuş. Peyniri gayet güzeldi, Bursa Davutkadı'da satış yerleri de varmış. Test edildi, tavsiye ediyorum!
Veee..
Yürüyüş boyunca her daim hayranlıklarımızı üzerinde toplayan ağaçlar...
Bizler, doğa severler için eşi bulunmaz güzellik...
Ancak Orman İşletmesi için paha biçilmez bir servet... 
Meğer, "Selvi boylu" diye boşuna dememişler...
Bir de üzerine bembeyaz gelinlik giyince...

Yeni yılda yürümeye, Bursa'yı, insanımızı, doğamızı, velhasıl memleketimizi tanımaya devam...