30 Nisan 2019 Salı

‘Kensel dönüşüm’de 1/3 çıkmazı!



“Kentsel Dönüşüm” sürecinin tam bir çıkmaza saplandığını hissedebiliyoruz…
Meselenin asıl kaynağına kafa yormasak da, çıplak gözle işlerin bir şekilde tıkandığını terk edilen inşaatlardan, ev hayaliyle evini yıktırdıktan sonra ortada kalan insanlardan görebiliyoruz. Ama pek çoğumuz, “Hele şu kriz  geçsin, düzelir” iyimserliği içindeyiz.
Deprem kuşağındaki Bursa’nın en önemli sorunlarından birisi olan Kentsel Dönüşüm 4 Mayıs Cumartesi günü “Çözüm İçin Buradayız” başlığı ile masaya yatırılacak.
Bursa Ekonomi Gazetecileri Derneği (BEGD) olarak düzenlediğimiz Kentsel Dönüşüm Paneli’nde, kentsel dönüşümün tarafları olarak Mimarlar Odası Bursa Şubesi Başkanı Ömer Faruk Şahin, Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi Sekreteri Hakan Karademir, İnşaat Müteahhitleri Sanayici ve İşadamları Derneği (İMSİAD) Başkanı Mustafa Andıç ile Ergünkent İnşaat’ın patronu Emin Adanur konuşmacı olacaklar.
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’da (BTSO) gerçekleşecek panelin, havaların ısınmasıyla birlikte inşaatta beklenen harekete bir ivme getirmesi, yeni modellerin gündeme gelmesine vesile olması hepimizin dileği.
Bursa’da 1984 yılından bu yana ekonomi gazeteciliği yapan birisi olarak bazı tespitlerde bulunmak isterim.  Umarım paneldeki tartışmalara da bir katkısı olur.
Sevgili okurum, olay aslında çok basit. 
Kooperatifçiliği bitiren “1/3 modeli” şimdi de kentsel dönüşüm sürecini çamura sapladı!
Açıklayayım:
Kentsel Dönüşüm işi tamamen müteahhitlerin faaliyet alanına sıkıştı.
Hatırlanacaktır, bir dönem arsa satın alan veya arsa sahipleriyle sözleşmeler yaparak “kooperatif” kuran ve bu yolla inşaatını finanse etmeye kalkan müteahhitler mantar gibi çoğaldı.
Bir konut yer sahibine, bir konut kendisine yapıyor; ev hayaliyle kooperatiflere üye olan vatandaş da bir konuta sahip olabilmek için tam üç konut parası ödemek zorunda kalıyordu.
Bu model kooperatifçiliği tamamen tasfiye etti, bitirdi.
Şimdi aynı model Kentsel Dönüşüm için devrede…
Müteahhitler üç apartman dairesi hesap ediyor.
Dairelerden birisi “yer sahibi” (yani evini kentsel dönüşüme veren kişi) için…
Birisi  kazanç” olarak kendisi için…
Kalan 3. daire ise satış için…
Yani müteahhit üç dairenin maliyetini tek bir daireye yüklemeyi hesaplıyor.
Örneğin 100 metrekare bir daireyi 450 bin liraya satan müteahhit, aslında bu daireyi 150 bin liraya mal ediyor.  
Şimdi zurnanın zırt dediği nokta şu:
80 milyonluk memlekette, maliyetinin üç katı fiyatla konut alacak kaç kişi var?
Nereye kadar kardeşim?
Peki çözüm ne?
Bu model tamamen işlemiyor değil. Binlerce konut bu şeklide tamamlandı.
Ama sınırlıdır, ülkenin deprem güvenliği açısından komple bir  kentsel dönüşüm”ünü bu yolla başarma şansı kesinlikle yoktur…
Zira kentsel dönüşüme en çok ihtiyacı olanlar yoksul mahalleler ve ücretli, dar gelirli insanlar…
Ama bu modelde bunlara yer yok.
Bu yüzden Yıldırım, Osmangazi dururken, müteahhitler Nilüfer’e yükleniyor.
Ve topyekün bir adım için mutlaka devletin bu işte rol alması gerekiyor.
En kilit kurum TOKİ
Belediyeler…
Avrupa’da belediyelerin konut yapımındaki kilit rolünü hatırlamakta yarar var.
Radikal önlemlerle örneğin belediyeler sadece arsa sorununu çözmekle meseleyi yarı yarıya kolaylaştırabilirler...
TOKİ de konforu bir yana bırakıp, sadece deprem güvenliği açısından standart, ucuz maliyetli toplu konutlar üretebilir.
Topluma da ödeme gücüne göre seçenekler sunulabilir.
Aksi takdirde, sadece bizim kuşak değil, bizden sonraki kuşaklar da hayatları boyunca ev hayaliyle yaşayacak…
İyi haftalar…





Orhaneli Kabaklar, Kocasu: Doğu’ya rahmet okutan yoksulluk..


Doğa yürüyüşlerimizde 28 Nisan 2019 Pazar Orhaneli’de Kabaklar-Kocasu-Şelaleler Vadisi-Taşmektep arasında “dağ yöresi”nin harika manzaralarına tanık olduk. Kâh, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dakilere rahmet okutan yoksulluk ve yoksunluğa tanıklık ettik, kâh coşkun akan Ornaneli Çayı boyunca doğanın cömertliğine; kâh bir çınar ağacının altında define arayan ya da ormanın içine arabayla moloz, çöp taşıyan yurdum insanı hallerine tanıklık ettik.
Öylece terk edilen canım meyve bahçeleri, ormanda birbiriyle ayrılan, keşisen yüzlerce patika.. patika… Yakın zamana kadar bu toprakların cıvıl cıvıl bir yaşama tanıklık ettiklerinin, keçi, koyun ve sığır sürülerinin, köpeklerin, çobanların, ayağının altında duran canlı tanıkları…  
Koza Dağcılık rehberliğindeki yürüyüşümüzde minibüslerle ulaştığımız Orhaneli’de bizi, doğa dostu “360 Derece Orhaneli Tanıtım ve Doğa Gönüllüleri”nden Oktay hocamız (Oktay Tüfekçi) karşıladı ve bu da bölgeyi tanımakta bize büyük avantaj sağladı.
60 civarında doğaseverle Orhaneli merkezinde sabah çayını içtikten sonra Belenoluk ile Kabaklar köyleri arasındaki “Söğüoğlu
Çeşmeleri” mevkiinde Harun (Harun Bayram) ve Oktay hocaların peşine düşerek başlayan yürüyüşümüzde Kavacık, Yel Deresi, Klise Çeşmesi mevkii üzerinden Kabaklar köyüne indik.

İNSAN SESİNE HASRET KUŞLAR!

Bu bölgede yürürken niyeyse çocukluk yıllarıma gittim ve elli sene önce çobanlık yaptığımız zamanları hissettim.  Yürüdüğünüz patika, “cılga”, at, katır, eşekten ibaren taşıma zamanının yol biçimi…
Ekip biçmeye engel olmasın diye tarlaların ortasında biriken taş yığınları…
Hayvanları tuzlamak için düzgün yüzeyleri üste getirilmiş taşlar…
Ağaçları oyarak yaptığımız sulaklar…
Ağaçların arasında her sıkıştığınızda imdadınıza yetişen patikalar…
Sayfan taşları, yakın zamana kadar kullanılan birkaç çoban kulübesi…
Ama artık bunların hepsi öksüz!
İnsansızlaşma öyle net ki…
Seslerden, kuşların bizi görünce coştukları hissine kapıldım…
Rehberimiz Oktay hoca, Kabaklar köyünü tepeden gören “Kilise Çeşmesi” denen yerde, “Buraya aracınız, karavanınızla gelip kamp yapabilirsiniz. Sadece bir tek koyun sürüsü var, ama çobanı bir kadındır. Köpekleri de size hiç
zarar vermez” dediğinde, buralarda in cin top oynadığını düşündüm.
Kabaklar köyü, (resmi adı Mahalle, ama ben kentsel bir şey göremediğim için köy demeyi tercih ediyorum) 80 civarına nüfusu ile eski canlılığını çoktan yitirmiş bir köy.
Köyün ortasında bir belediye otobüs durağı ile köy merkezinde birkaç sokağa döşenmiş kilitli parke dışında buraya “mahalle” denilecek bir şey görmeyi ben beceremedim!
Arazi çok meyilli. Genelde meyve bahçeleri var. 
Döngel dahil, ceviz, kiraz, elma gibi pek çok meyve yetişiyor.
Aslında el gücüyle yapıldığı görülen sulama havuzları, bahçelerin ortasındaki gölgelikler bu insanların hayatın keyfini çıkarmasını sevdiğini gösteriyor. Ama bu köylerden geçerken tek bir müzik sesine rastlamamaya alıştık.

TAŞDUVAR SAMANLIKLAR…

Bu sefer köy içine girmedik.
Elinde çapa ile bahçede bir şeyler yapan birkaç yaşlı insana el işaretiyle selam verdikten sonra “Harmanlar” mevkiinden aşağı yürüdük.
“Harmanlık”, yani eskiden harman yapılan yer. Buğdayın, arpanın sapının tanesinden ayrıldığı yer. Ancak patozun olmadığı dönemlerde bu iş, yeni neslin hiç tanımadığı öküz ya da atların peşindeki düvenle taneleri başağından ayrılan samanı, yabayla rüzgara savurarak yapılırdı. Tane ile samanı rüzgar ayırdığı için, yer olarak köyün en çok rüzgar alan bölgesi seçilirdi.
Doğal olarak samanlık da oraya yapılırdı.
İlginçtir, en az 30 senedir işlevini yitiren bu eski samanlıkların taş duvarları, tarihi esermiş gibi dimdik ayakta.  
Rehberimiz Oktay hoca, Erecik  ile  Kabaklar’ın 1987 yılında elektriğe kavuşabildiğini hatırlatırken, “O zaman Mardin Kızıltepe’nin köyünde görev yapıyordum. O köyde sağlık ocağı, ilkokul, içmesuyu şebekesi bile vardı” derken bu bölgede yoksulluğun Doğu ve  Güneydoğu Anadolu’ya rahmet okutacak  boyutlarda olmasına dikkat çekiyordu.
Okul derken, Kabaklar’da ilkokul, hatta okul yaşında çocuk olmadığını da tahmin ederken, Orhaneli’nin 53 köyünden sadece 9’ünda ilkokul olduğunu öğreniyoruz.
Bu sayının yıldan yıla azaldığını da kaydetmemiz gerekiyor.
Kabaklar’daki Harmanlar mevkiinden aşağı, meyve bahçeleri  arasındaki yolları kullarak Kocasu’ya iniyoruz. Buralarda üst kotlar 650, Kocasu 400 metre rakımlı yerler.
Kocasu, Orhaneli Çayı, Kirmastı… çok alakasız şeyler değil…
Kütahya Tavşanlı civarında doğan bu çay üzerinde yer yer setler, sulama göletleri yapılmış.
İlkbaharda hayli  coşkun akan bu “Kocasu”, Mustafakemalpaşa, Devecikonağı civarında Kirmastı adını alıyormuş.
Gürül gürül akan Orhaneli Çayı’nın iki kıyısındaki terk edilmiş ceviz ve diğer meyve ve sebze bahçelerinde yürümek, insana sanki deniz kıyısında yürüyormuşsun hissi veriyor.

ÇINAR AĞACININ DİBİNDE DEFİNE KAZISI!

“Kuzugöbeği” mantarı bulma, “Balık ağzı” denen bir akarsu kavşağında balıkların koşuştuğunu görme gibi hoş sürprizlerle Kabaklar Kayası altından geçtik.
Bu kayanın ilginç bir yanı var. Kayanın orta yerinde kocaman bir mağara görünüyor. Ancak bu mağara,  bölgede sıkça gördüğünüz mağaralardan farklı. İnsanlar buraya zincir merdiven yerleştirmiş ve çıkıp define arayanlar olmuş!
Hani eski yerleşim merkezi, bina, mezar vs. yerlerde define aranmasını anlayabilirim de, bu gezide ilk kez dev bir çınar ağacının tam ortasında define kazısı yapıldığına tanıklık ettik!
Yine terk edilmiş ormanlık bölgelerde dev sarmaşıkların koca koca ağaçları boğduğunu, kurutup çökerttiğine tanık olmuştum. Ama bu derenin kenarında ilk kez kocaman bir sarmaşık kökünün kocaman bir kayayı ortadan ayırıp dereye yuvarladığına tanıklık ettik!

KELES-ORHANELİYİ KAVUŞTURAN BONCUKÇU KÖPRÜSÜ…

Çay üzerindeki “Kocabük” civarında “Boncukçu Köprüsü” denen bir köprü var. 
Demirden yapılan bu köprünü öyküsünü de sevgili rehberimizden öğreniyoruz: “Bu köprüyü bir boncukçu, yani çerçici (eskiden at, eşek üzerinde dolaşıp çeşitli eşyalar satan seyyar tüccar) yapmış. Ve bu köprü sayesinde Ormaneli ve Keles’in yakın köyleri arasında gidiş gelişler başlamış. Bir anlamda Orhaneli ve Keles’i birbirine kavuşturmuş.  
Oktay hoca tarafından açılan yeni bir parkur akarsu manzaralı yürüyüşümüzün tadını artırırken, üzerinde yürüdüğümüz ve tarihi kalıntıları andıran eski bir sulama kanalının adının “Yazıcıoğlu Su Kanalı” olduğunu, taşıdığı su ile “Konak Ovası’nın sulandığını, kanalı yaptıran Yazıcıoğlu’nun de dönemin tahsildarı olduğunu öğreniyoruz..

SUYU KURUYAN ŞELALELER VADİSİ …

Deliballar köyünün karşısındaki terk edilmiş bağ evlerini görüp, yeraltı su pompasından su içtikten sonra Şelaleler Vadisi’ne tırmanıyoruz.
Şelaleler Vadisi’nde şelale diyebileceğimiz 5 ayrı teras var. Ancak yeterli su olmadığı için bu şelalelerin çoğu yosunlu kayalıklara dönüşmüş.  İçlerinden en çok ilgi çekeni, “Mağaralı Şelale” denilen, içinde mağara olan şelaleydi.
Bu mağaralarda ilginç sarkıtlar oluşmuş.
Yukarıda küçücük göletleri andıran travertenler de kendine özgü bir yapıya sahip.
Öğle molamızı Boncukçu Köprüsü’nde vermiş, bazı noktalarında balıklar gördüğümüz coşkun Kocasu’yu dinleyerek dinlenmiş, yemek yemiştik.  Bu Şelaleler Bölgesi’ni tırmandıktan sonra bir anda kendimizi yüksek bir yerde bulduk ve buradan Orhaneli Taşmektep’e doğru yola koyulduk. Yaklaşık 22 kilometrelik yürüyüşümüz Taşmektep’ten ilçe merkezindeki kahvehanede sona erdi. 
Taşmektep” 1800’lü yılların sonunda yapılmış bir okul. Kendine özgü bir mimarisi var. Ancak buranın kullanımı konusunda sanki bir karmaşa var. Güzelim bina kapalı görünüyor. Üniversiteye verilmiş de onlar henüz bir formül bulamamış mı nedir, öyle bekliyor.

TARIMLA UYUMLU ŞEHİRCİLİK!

Orhaneli “Dağ Yöresi”, tarım ve hayvancılıktan kopamayan bir yer.
Ama “modern, çağdaş şehir” olmak için tarımdan, hayvancılıktan kopmak gerekmiyor.
Tam tersine, modern şehircilik tarımın ve de hayvancılığın birbirini destekleyen, güzelleştiren, zenginleştiren bir şekil ve içeriğe sahip olmaktan başka bir şey değil!  
İşte beceremediğimiz şey bu…
Daha tarihi Taşmektep’in elli metre ilerisindeki evin zemin katının koyun ağılı olması, bana hiç şirin gelmiyor…
Mahallenin dışında planlı, adam gibi ağıllar planlanamaz mı?
İnsanlarla hayvanların yaşam alanlarının ayrılması, her iki taraf için de en hayırlısı değil mi!
Orhaneli Termik Santralı’nın bacasında ilk kez hem sabah, hem akşam kirli kömür dumanları görmedim. Santral mı kapalıydı, başka bir nedeni mi  vardı bilmiyorum.
Ancak Orhaneli halkı bu santralın kirliliğinden şikayetçi olmaya devam ediyor.
Mesele yine bacadan çıkan pis dumanlar. Gazetelerde senelerce yazıp “Desülfürizasyon Ünitesi” yapılmasına vesile olmuştuk. Biraz da kurucu taraf olan Rusların etkisiyle bu tesis kurulmuştu. Ancak santralın özelleşmesinden
sonra, “Bu ünite ürettiğimiz elektriğin yüzde 8’in harcıyor” diye bu tesis çalıştırılmamış. Hükümet de, size “3 sene müsaade” demiş, ardından süre 5 seneye çıkarılmış falan…
Orhaneli’de Çelikler şirketi para kazansın diye biz zehir soluyoruz” yakınmasını sıkça rastlamanız mümkün.
Ha unutmadan, güzelim ormanlara pikaplarla, kamyonlarla moloz, çöp vs. götürüp dökülmesi…
Bunu durduracak, önlem alacak… Ya da bir el uzatacak kişi, makam…

Yürümeye, doğayı, köyleri, dereleri, kayaları, velhasıl memleketi tanımaya devam.


26 Nisan 2019 Cuma

Çalı-Atlas-İnegazi’den Tahtalıköy’e: Rant hırsının tahrip ettiği zenginlikler…


Geçen sene buradan Çalı göletini göremezdiniz, ağaçlardan 

Doğa yürüyüşleri için katıldığım “keşif gezisi”nde 24 Nisan Çarşamba günü Çalı’dan başlayıp Atlas, İnegazi ve Tahtalı arasında yaklaşık 24 kilometre yürüdük. Kapalı hava ve yağış altında başlayan yürüyüşte öğle saatlerde havanın açılması ile rahatlarken, ilkbaharın can verdiği dağlarda oburca ot topladım, neredeyse poşetleri taşıyamaz hale geldim.
Çam ormanında kırım yapılan yer Bursa manzaralı 

Yürürken pek çok şeye tanık oluyorsunuz. Bazen seviniyorsunuz, göğsünüz kabarıyor. Çoğu zaman üzülüyor, öfkeleniyorsunuz. Bazen de çıplak gözle gördüklerinizin ne olduğunu hiç anlamıyor, sadece kafanızda çoğalan sorularla baş başa kalıyorsunuz.
Çalı’nın üst kotları çam ormanlarıyla kaplı. Çalı’dan Atlas’a giden bir yol var. Bu yol haritaya “Çamlık Caddesi” olarak tanımlanmış. Ve de bu “Çamlık Caddesi” denilen yerin batısında, neredeyse Çalı’nın yerleşim alanına
mevsimin ilk yaban gülü... Kuşburnu çiçeği 
yakın bir çam ormanında bütün ağaçlar kesilmiş!
Kafamda bir sürü soru oluştu. Umarım mantıklı bir açıklaması vardır.

ÇAMLIK İMARA MI AÇILIYOR?


Beşevler Küçük Sanayi’deki metro istasyonundan kalkan Çalı otobüsüne binerek, Koza Dağcılık'tan dört doğasever, sabahleyin Çalı’ya vardık. Belediye otobüsünden (galiba halk minibüsü demek daha doğru) inip yukarıdaki ormanlık alana doğru yürümeye başladık. Aşağılarda kilitli parke, stabilize, yukarı çıktıkça toprak yola dönüşen, aslında traktör yolu diyebileceğimiz bir yolu takip ettik.

Ama dikkat ettim, yolda yeni çalışma yapılmış. İş makinesi hem mevcut patikaları ve yolları genişletmiş, yem de yeni yollar açmış.
Nedenini anlamaya çalışırken, tepeye yaklaştıkça sağımızda solumuzda neredeyse bütün çamların kesildiğini gördük.
Kesim çok geniş bir alanda yapılmış.
Bunlar Orman İşletmesi’nin, kereste için uygun gördüğü ağaçları kestirmesi gibi olağan bir şey değil.
Resmen kırım yapılmış.
Peki bu “kırım”ı kim yaptı?
Neden yaptı?

Burada şimdi ne olacak?
Kırım yapılan yerlerin bazı bölümlerinde orman işletmesinin taraçalama işlemine benzeyen şeyler görünüyor. Bölgede karşılaştığımız bir çoban, “Ormancılar buraya fıstık çamı mı ne tohumu atmış diyorlar” gibi bir şey söyledi. 
Ama işin tuhaflığının farkında: “Yav kardeşim hazır koca koca ağaçları kökünden kes, sonra ben fidan dikmek için kesiyorum de... Ne yaptıklarını bilmiyorlar bence!”
Ben şimdi buradan soruyorum:

Google’daki haritada, Atlas köyüne çıkan yol, neden Çamlık Caddesi olarak tanımlanıyor? Burası yerleşim yeri değil, ormanlık. Bunu kim, ne amaçla yaptı?
Diyelim ki yol, cadde olacak, yani sağına soluna konut yapacaksınız, imara açacaksınız, yeni bir mahalle kurulacak… O zaman adına “Çamlık” dediğiniz yerde çamları toptan kesmek ne anlama geliyor?
Bölge imara açılacak ve yeni yollar, “imar yolu”na mı dönüşecek?
Madem imara açmaya karar verilmişse,
atlas...
neden bunu kamuoyuna baştan açıklamıyorsunuz? Hele bir rantiyeci küpünü doldursun hesabı mı var?
Vs.. vs..
ATLAS: KAÇAK SAYFİYE YERİ!
Çalı Sulama Göleti’ne yüksekten bakan bu yemyeşil ormanlarda, kuş sesleri arasında yürümek sıradışı bir duygu.
Yolumuzun üzerinde ilk vardığımız yer Atlas Mahallesi oldu.
 Mahalle”  diyorum. Zira burasının artık “köy” vasfı kalmamış.
Atlas, kent merkezinden sıkılan  insanların sayfiye yeri olarak kullandığı bir yer olmuş.

İmar yasağı var, ama buna rağmen herkes Atlas’tan cüzdanına göre tarla alıp üzerine bahçeli ev yapma derdinde.
Lüks villa da var, konteyner tarzı yapılar da.
Havaların ısınmasına rağmen çevrede pek insan görünmüyor. Belki hafta içi, mesai günü olmasındandır.
Evinin önündeki bahçede bir şeyler yapmaya çalışan orta yaşın üzerindeki bir sakine soruyorum:
“Kışın burada mı kaldınız?”

“Aslında kalınabilir. Burada hava çok güzel. Yayla gibi. Odun var. Ama biz kışın Bursa’da kalıyoruz, havalar ısınınca geliyoruz. Burası eşimin ailesinin tarlasıydı. Yerli sayılırız. Burada oldu şehir. Arazi fiyatları uçtu.”
Tarla fiyatlarını soruyorum. Yanıt yaklaşık şu: “Herkes kaça satabilirse o fiyatı çekiyor. Mesela şurada bir dönümlük tarla var, 350 bin liraya satılıyor. Artık öyle bir dönüm tarlalar da kalmadı. Birkaç arkadaş bir araya gelip 3-5 dönüm yer alanlar var. Aslında tarlayı köylüden almak lazım.
Ama hepsini emlakçılar kapmış. Şimdi istedikleri fiyata satıyorlar.”
Yapılaşma yasak olduğu için örneğin burada kanalizasyon da yokmuş. Herkes bahçenin bir köşesine fosseptik yapmış.
Ancak elektrik ve su şebekesi var.
Diyeceksiniz ki, yapılaşma yasak olan yerde nasıl koca mahalle kuruluyor? Kanalizasyon yapılmıyorsa, elektrik ve su neden veriliyor?
Ama bu sorular anlamsız kaçıyor.
Tarla”nın “Villalık arsa” kabul edildiği günlerdeyiz…

Sadece Atlas, Dağyenice değil bütün Bursa’da manzara aynı…  

KAPALI OKULA ÇOCUK PARKI KURMAK

Sayfiye mahallesi Atlas’a uğradıktan sonra İnegazi’nin üst kotlarından batıya doğru yürüyoruz.
İnegazi, Atlas gibi “yabancı” çeken bir yer değil. Hızla nüfus kaybeden köylerden birisi. 130-140 nüfuslu köyden geçerken, yolumuzun üzerinde terk edilmiş, virane evlerden birisinin
İnegazi'de yıllardır kapalı okula yapılan çocuk parkı 
eski köy ilkokulu olduğunu fark ettim. Okulun yıllardır kapalı olması, hatta köyde hiç çocuk olmaması ile çelişen şey ise bahçedeki cillo gibi duran çocuk oyuncakları.
Anlaşılan “her mahalleye bir çocuk bahçesi, plastik oyuncaklar” gibi bir projesi var belediyelerin. İyi güzel de… bunları yapmak için çocukların yokluğunu mu beklemek gerekiyordu diye düşünüyor insan..
Öğle molamızı İnegazi deresinin kenarındaki harika çınar ağaçlarının altında veriyoruz.
Dere kenarlarında balık otları...

Dev çınar ağaçları, irili ufaklı çağlayanları olan bir dereyi geçtikten sonra yükseklere çıkıyorsunuz. 
Bu köylerin cıvıl  cıvıl olduğu dönemlerde kağnı, at, eşek yolu olarak kullanılan yollar tamamen ot ve çalılarla kapanmış. Bazen de heyelanlarla yol çökmüş.
Kuruçeşme köyüne varmadan, kuzeyde ilerliyoruz ve mermer ocaklarının bulunduğu bir yamacın sırtından yayla, mera görünümündeki bir yerde yürüyoruz. Yürüyüş boyunca sadece tek bir koyun sürüsüne rastladık.

Bende bir merak bir merak:
-      “Sen köylüsün, tarlan vardır. Burada mera da var. Hayvanların karnını yaz kış masrafsız doyurabiliyorsan, koyundan güzel para kazanırsın. Çünkü et fiyatları çok yükseldi.
-      Evet, 60-70 dönüm yerim var. Yonca, arpa, buğday yaşıyoruz yem için. 120 koyunum var. Çoğunu hallediyoruz ama olmuyor.  İlla ki yem satın alıyorsun... Kuzu yemi, süt yemi almasan hayvan çabuk büyümüyor. Fabrika yemine mecburuz. Mecbur satın alıyorsun. Onlar da çok pahalı.  Evet et fiyatı arttı ama masraflar da çoğaldı. Ayrıca sizin markete ödediğinizin yarısı bile geçmiyor bizim elimize…”

Karşımıza 10-15 baş sığır sürüsü çıkıyor. Neredeyse hepsinde birer zil, çan, kelek var. Sahibi kolayca bulsun diye olmalı. Sahipleri nerede derken, biraz sonra motosikletiyle geliyor çoban! 
Bu motorlu çoban, köylerdeki yaşlı ve emekli nüfustan farklı. Oldukça genç. Ama bir ayağının şehirde, ücretli işlerde olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Yol boyu ısınan hava sayesinde ağaçlar yaprak açmaya başlamış. Tazecik, “su gibi” gürgen yapraklarını görünce eskilere gidiyorum ve ekşili gürgen yapraklarından bir tutan koparıp yiyorum.

Fark ettim ki, ısırgan, balık otu, paala (yaban bezelyesi) derken tam iki poşeti de doldurmuşum,  8-10 kiloyu bulan yüküm, yol uzadıkça ve de ben yoruldukça ağırlaşıyor!
Neyse ki, sandığımın tersine birden oldukça dik bir yamaçtan Tahtalı köye indik.
Tahtalı aslında şehrin bir parçası sayılıyor.  Yani Tahtalı’da oturanlar genelde sıradan Bursalı gibi işçi, memur olarak çalışan inşanlar.
Birkaç gün önce metroda, “Kardeş, buralara yakın bir köy var mı” diye soran orta yaşın üzerindeki bir vatandaş, meramını şöyle özetlemişti:
“Oğlum bir fabrikada işe girdi. Ev kiraları şehirde çok pahalı. Ödeyemez. Bu yüzden yakın bir köyde oturmayı düşünüyoruz.”
Çalışanına uygun barınma fırsatı sunamayan bir kent…
Mahallenin meydanındaki kahvehanede masasına oturup çay içtiğim kişi de yukarıdaki mermer ocaklarına taşıma işi yapan bir kamyoncuymuş.
Tahtalı, Yaylalı, Ürünlü… Müthiş verimli arazilere sahip yerler. Ama tarım tamamen devre dışı kalmış.
Çalı ve Kayapa ise sanayi ile yol alıyor.
Levha doğru "Yahtalıköy'ü gösteriyor!

Güzel Türkiyemin zengin kaynaklarının, potansiyelinin; insanımızın bitmek bilmez enerjisinin “hovardaca kullanımı” diye bir olabilir mi?
Valla aklımdan tam olarak bunlar geçiyor.
Kardeşim, Çalı’dan, Hasanağa’ya, Mustafakemalpaşa tarafına doğru zemini taş, mermer, dünya kadar yer var. 
Kaçak göçek ağaç kesip kısmi rant yaratmalara ne gerek var…
Açın imara…

Binalar kaya gibi zeminlerde olsun, kimse deprem korkusu kalmasın…
Taşınsın ovadaki bütün betonlar…
Ve…
Bursa’nın verimli ovaları yeniden bağ, bahçe, tarla olsun, bereket fışkırsın…
Sanayi, tarım, hayvancılık, modern kent yaşamı, doğa, orman, göl, deniz…
Hepsi adam gibi olsun…
Yemesinler birbirleri böyle…
Hiç birisi diğerini kemirip tahrip etmesin.



Yürümeye, dağları, ovaları, köyleri, mahalleleri, velhasıl memleketi tanımaya devam…





23 Nisan 2019 Salı

Eşkel’den Trilye’ye: Gün boyu deniz manzarası…



Doğa yürüyüşlerimizde 21 Nisan 2019 Pazar günü, neredeyse her adımında yemyeşil doğa ve masmavi deniz manzarası gördüğümüz Esence/Eşkel ile Trilye arasında yürüdük.
Yine şairin dediği gibi, “… Güneşin benden bu kadar uzak/ Gökyüzünün bu kadar mavi/ Bu kadar geniş olduğuna şaşarak..” diye tanımladığı güneşli, güzel bir gündü. Bir gün önce Uludağ’ın yüksek kesimlerine kar yağdığı için de hayli serindi ve yürüyüş için ideal bir hava vardı.

Bursa’da otuz sene önce yoksul kesimin sıcak yaz günleri, kapı ve pencerelerinden ses gelen yaşlı otobüslere binerek kendini plajına attığı Eşkel’i, Ketendere’yi, binlerce yıl önce ticaretin can damarı olan Kapanca Antik Limanı’nı, Aya Yani Manastırını gördük.
İnsan bu kadar güzel bir doğanın ve  zengin tarihi mirasın bu kadar hoyratça kullanılmasına tanıklık edince karmaşık duygular yaşıyor…
Düşünün ki, hayatımda hiç görmediğim çeşitlilikte otları görebildiğim bu verimli kıyılarda ekili alanların büyük bölümü terk edilmiş. Çiftçi sadece zeytin ağacına tutunabilmiş.

Birbirinden güzel koylar var. Ama turizm adına tek bir şey göremiyorsunuz.
Tarihi Aya Yani Manastırının keçi-koyun ağılı olarak kullanılmasına, eski bir yel değirmeni ile sadece definecilik düzeyinde “ilgilenilmesine” tanıklık etmek, insanı 15-16 kilometre yol yürümenin iki katı yoruyor, çökertiyor!
Koza Dağcılık rehberliğinde 60 civarında doğaseveri taşıyan minibüslerimiz Mudanya-Trilye yolundan Eşkel’e ulaştı ve yürüyüşümüz Eşkel Plajı’nda başladı.
Herkes Eşkel diyor, ama buranın resmi adı Esence
Bol esintili olmasıyla bilinen “Esence”, kıyıya yakın Eğerce, Sögütpınar ve Yalıçiftlik arasında bir köy/mahalle…

Esence köyü kıyıdan içeride. Ancak sahilde, köy merkezinin dört beş katı geniş bir yerleşim alanı oluşmuş. Eşkel daha çok sahildeki bu gölgeye deniyor.
Eşkel sahilinde kumsal, Ayazma’ya, Karacabey longozuna kadar kilometrelerce uzuyor.
Malum Nilüfer Çayı Longoz yakınlarındaki Dalyan Gölü, Arap Çiftliği civarında Marmara’ya dökülüyor.
Eşkel Plajının bir bölümü Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenmiş.
Bir banka oturmuş, “Belediye gelip bir güzel biçiyor” dediği yeşilliklere bakan orta yaşın üstü bir vatandaşa sordum: “Eşkel’de kışın yaşayan var mı?”.

Yanıtı şu oldu: ‘Burada kışın bir yaşlı ve emekliler, bir de köpekler olur!”
BOL PARA’LI BEKLEYEN EMLAKÇI

Eşkel sahilinde “yapılaşma yasağı” var.
Var ama pıtrak gibi her tarafta ev yapılmış.
Bir emlakçı dükkanın önündeki masada oturan grup, uzaktan bizi görünce el kol hareketi yaptı…
Davet var….
Cep telefonuyla fotoğraf çekiyorum. Yaklaştım, onların da fotoğrafını çektim. Uzaklaşırken “Ulan ben de adamı şöyle bol paralı turist falan sandım” sesi yankılandı kulağımda.

Döndüm. Yaklaştım. “Parasıza selam vermek bile istemiyorsunuz yani” diye takıldım.
 “Estağfurullah”dan sonra diyalog şu:
- Evleri kaça satıyorsunuz?
- Valla 100’den 250’ye kadar var.
- Mesela 300 metrekare bir yer?
-          200 bine kadar verirsin.
-          Peki 200 bin lira verince ne almış oluyorum Üzerine ev yapılabiliyor mu?
-          Yaparsın beya, birşeycik olmaz. Bak buradaki evlerin hepsi kaçak. Buralar hep tarla görünür tapuda..
-          Ama burası köy bile değil, resmen mahalle. Evlere elektrik, su veriliyor. Otobüs durağınız var..

-          Sen o tarafların düşünmeyecen  gayri.. Basacan parayı, iş  bitecek.”

Dikkatimi çekti, Esence nüfusu da, Eşkel’deki bu duruma rağmen hızla azalmış. Bu sahil mahallesinde 2013-2019 arasında nüfus bin 100 den 950’ye düşmüş.


Eşkel’in askeri çıkarma alanı olduğu, bu yüzden yapılaşma yasağı bulunduğu söyleniyor. Mübadele döneminde, Yunanistan’dan getirilen Türkleri, gemiler buraya bırakıp gitmiş. Sakinlerin çoğu göçmen.

Bursa Büyükşehir Belediyesi sahil bandına park, duş yerleri, plaj, ışıklandırma yapmış. Bursa’ya birkaç saat aralıkla belediye minibüsleri çalışıyor.

Esence Halk Plajı’nın yanındaki çocuk parkında kısa kültür fizik, ısınmanın ardından Esence limanı, Mavi Köşe denen yerden dik bir çıkışla kendimizi yükseklere atıyoruz.
Şimdi yüzünü denize dönünce, solunda Esence’yi, kalan üç yanında ise denizi görüyorsun.
Harika bir burun manzarası..

Doğa çoktan uyanmış. Terk edilmiş tarlalarda farklı yaban otları buluyoruz. Rezeneyi ilk kez burada keşfetmiştim. Poşetime bolca topluyorum.
Ekilmeyen tarlaların büyük bölümü turp otu ya da hardal diye bildiğimiz otlarla dolu. Sapsarı çiçeklerin arasına dalıp fotoğraflar çekiyoruz.
Hadi biz “şehirli”yiz, pek çok meyveyi, sebzeyi otu tanımayabiliriz, ama anlaşılan yöre insanı da bu sarı çiçekli bitkilerin aslında ıspanaktan lahanadan hiç geri kalmayan güzel bir sebze olduğunun farkında değil…

 Arazi içi geçişlerden, patikalardan Ketendere’ye doğru giderken, kuzukulağı (acıgıcı) dikkat çekiyor. Ama artık tohuma durmuşlar. Yolumuzun üzerinde antik dönem kalıntısını andıran taş bir yapı var. Birkaç gün önce yaptığımız keşif gezisinde bir köylü, bize buranın çok eski bir yel değirmeni olduğunu söylemişti.
Sahiden de tepenin başında ve bol rüzgar alıyor.
Bir zamanlar insanların at, eşek sırtında çuvallarla buğday getirip, buradaki değirmende bir tas mahsul karşılığı öğüttürüp un yaptığını görür gibi oluyorum.
Harabe gibi.  Sadece duvarları kalmış. Ancak yanına yaklaşınca fark ettim ki, hem  çevresi, hem de içerisi defineciler tarafından delik deşik edilmiş. Pek çok şeyi de tahrip edilmiş. 
Hemen yakınına verici gibi, ne olduğunu anlamadığım yüksek bir demir direk dikilmiş.

KETENDERE

Ketendere, aslında bir koyu andıran bir bölgede Marmara’ya dökülen derenin adı. İlk defa gittiğim bu bölgenin adını en son Büyükşehir Belediyesi’nin Ro-Ro limanı projesi ile duymuştum. Bursa 1. İdare Mahkemesi tarafında durdurulan Ketendere Ro-Ro Limanı aslında bölgede artan Organize Sanayi Bölgelerinin ihtiyacı olarak düşünüyordu.

 Ancak bizde merkezi bir planlama olmadığı, herkesin “kafasına göre cinayet işlediği” durumlar hakim olduğu için Ro-Ro bu proje de yapılaşma ve rant tekerlerini yağlamaktan başka işe yaramayacaktı.
Badırga’dan itabaren, DERİ OSB var, Tekstil OSB inşaat halinde, BTSO’nun büyük umut bağladığı TEKNOSAB’da da inşaat başladı… Eşkel’e giderken, Yenikaraağaç civarında iş makinelerini ve çukurları görüyorsunuz…
Evet, Bursa’da fabrikaların bu bölgeye taşınması gibi bir eğilim var…  Limana büyük ihtiyaç var.
Ama örneğin limana yük taşımak zorunluluk olan ’tren’ hesapta yoktu.
Hatta Gemlik ve Mudanya bölgesindeki limanlar bile tam kapasite çalıştırılmıyordu. 

Sonuçta iş dönüp dolaşıp, uzaklarda ucuz arsa bulup, oralarda rant kazanmaya dönüyor.
Ketendere, adı üstünde eskiden insanların kendir yetiştirmek için kullandığı bir yermiş. Tarlaların sahipleri Yalıçiflik köylüleri.
İmar falan yok. Ama sahil kenarında gecekondu, baraka tarzı basit yapılar hakim.
İşler nasıl yürüyor sorumuza bulduğum yanıt şu:
“Buralar tarla. Adam geliyor,  tarla sahibinden diyelim 50-100 metrelik yer kiralıyor. 20 seneliğine. Getirip üzerine bir konteyner koyuyor ya da prefabrik falan bir ev yapıyor, o kadar”... Dikkat ettim sokaklar falan toprak yol.
Altyapı galiba hiç yok.


KAPANCA ANTİK LİMANI

Ketendere’den sonra vardığımız Antik Liman tam bir doğa harikası.


Kapanca Antik Limanı (Caesarea Germanica) insanı çok eskilere götürüyor.
Diğer adıyla Germenicopolis… Büyükçe bir koy.
Dalgakıranlara bakınca, gemilerin bugünkü kadar devasa büyük olmadığı zamanlar buranın işlek bir liman olduğunu hissediyorsunuz.
Ta, Bursa’daki ilk yerleşimi kuran Bitinyalılar zamanında kullanılmış.

Sonra Roma, Bizans ve Osmanlı zamanlarında… Cenevizlilerin yöresel ürün ve tuz sevkiyatı buradan yapılırmış. Hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul ile Bursa arasındaki bir bağlantı noktası olmuş. Bursa Ovası ve çevresinde yetişen ürünler İstanbul’a ve diğer kentlere gemilerle Kapanca’dan gönderiliyormuş.
Şimdi çevresi zeytinlik, özel mülk görünümünde.  Çevrede birkaç tane de yazlık tarzı konut var. Bu evlerin galiba elektriği yok, elektrik teli görünmüyor.
Tabi liman olunca buranın “Kervan Yolu”da ünlüymüş.
Kapanca Antik Limanı’ndan başlayan Kervan
Yolu Kuzgun Kaya, Ayazma Pınarı, Akbaba Kayalıkları, Papaz İni Mağarası, Yusuf Deresi, Mirzaoba, Dereköy, Çekrice, Balabancık, Nilüfer Köprüsü, Yolçatı, Özlüce Köprüsü ve Ürünlü’ye kadar ulaşırmış.
Bu Antik Liman’la ilgili bilimsel çalışmaların 1911 yılında Jon Sölch, Plinius ve Corsten gibi yabancı arkeolog ve bilim adamları tarafından yapılmış olması da yine bize ait bir hastalık…
Masmavi  denize bakınca, karşıda İmralı Adası’nı görebiliyorsunuz…
Hani Adalet Bakanlığı Yarı Açık Cezaevi olarak kullanılan ve  son yıllarda içinde mahkum olarak Abdullah Öcalan’ın bulunduğu kocaman İmralı Adası...


KOYUN AĞILI OLARAK KULLANILAN TARİHİ MANASTIR

Eşine  az rastlanır bir tarih zenginlik ile sadece çevresine rant yaratmak gayreti  düzeyinde görünce, birkaç kilometre uzağındaki Aya Yani Kilisesi’nın koyun ve keçi ağılı olarak kullanılmasına şaşırmadım..
Zengin deniz manzaralı yolda, sadece “Emirler Seyir Terası” denen yer bile, buraya gitmeyi gerektirebilir…
Düşünün bir anda denizi ayağınızın dibinde görüyorsunuz… Sanki bir adım daha atınca, yüksekten denizin üstüne süzülecekmişsiniz gibi bir his…

Hepimiz selfi çekme telaşındayız.
Keşif gezimiz sırasında Aya Yani (Hagios İonnes Theologos-Pelekete) Manastırı’nın harabe halinde ve koyun ile keçi ağılı olarak kullanıldığını gördüğümüzde şaşırmıştım.
Sonuçta burası tarihi bir eserdi. Hayli ziyaretçi çekecek bir turistik mekân olabilirdi.
Ancak nerede vakıflar, nerede belediyeler, nerede devlet derken…
Durumu koyun çobanından öğrendim:
Biz Kelesliyiz (Köyünün adını söylüyor). Kışları köy çok soğuk olduğu için hayvanları buraya getiriyoruz. Burası çiftlik diye biliniyor. Sahibi İstanbul’da zengin bir müteahhitmiş. Biz tanımıyoruz. Buralara uğrayan bekçi gibi bir görevli var, biz ondan kiralıyoruz. Burası çok büyük. Bu gördüğünüz çam ormanı, arkadaki meralar, ta zeytinliklere, ekili yerlere kadar hep bu adamınmış.”


ORMAN, KOY, MERA SAHİL ÖZEL MÜLK…

Hemen önümüzde harika bir koy var. Demek bu koy da o adamın..
Ey büyük Allahım diyor, isyan ediyorum…
Yav 80 küsur milyonluk memlekette tek bir metrekare toprağı olmayan on milyonlar var… Hepimiz 100 metrekare bir konut için dünya kadar “arsa” parası vermek zorunda kalıyoruz.
Ama burada, gözümün önünde, deniz kıyısında yüzlerce dönüm arazi…
Sahil, koy, ,ormanlık, tarihi eserler…

Hepsi tek bir kişiye ait?.. 
Üstelik adam burada bir şey de yapmıyor, yüzünü gören yok!
Ulan bizim dedelerimiz, atalarımız Çanakkale’de Sakarya’da bunun için mi öldü kardeşim!
….
Tirilye’ye 5 kilometre uzaktaki bu manastırın yanında suyu gayet hoş bir çeşme var
Yüzlerce yılın tanığı dev bir  çınar…
Çam ağaçları, zeytinlik…
Aya Yani, Tirilye’nin adını veren üç papazdan biri imiş.
Karşımdaki koyun ağılının bir zamanlar Ortodoksların hacca gider gibi ziyaret ettiği bir yer olması ne tuhaf…

Aya Yani Manastırı, düşünün, ta 709 yılında Hagios Ioannes Theologos adına yeni baştan inşa edilmiş bir yapı. Bizans döneminde İmparator V. Konstantinus tarafından yaktırılmış. 755’de IV. Leon Pelekiti kiliseyi yeniden ayağa kaldırmış. Bu kilise ve manastır 1922 yılına kadar faaliyet göstermiş.  Bölgedeki Rumların Yunanistan’a göç etmesiyle faaliyetleri durmuş.
Aya Yani kilise ve manastırından Trilye’ye çok eskilerde ana yol olarak kullanıldığı anlaşılan bir patikadan yürüdük.
Defne ağaçları çiçek açmıştı..
Denize yaklaştıkça çam, tepelere çıktıkça zeytin…
Ve biz zeytin tarlalarından Trilye’ye inerken fark ettim ki, elimdeki kocaman poşetin ağırlığı topladığım otlarla 5 kiloya falan ulaşmış..

Trilye’ye harabe halindeki tarihi bir kilisenin olduğu sokaktan girdik.
O noktaya kadar arazide gördüğümüz, peşinde pülvarizatörlü traktörle zeytin ilaçlamaya gidip gelen birkaç çiftçi ve yol kıyısına otomobilini park edip biralarıyla şu zorlu yaşamın keskin çizgilerini iki tek atıp yumuşatmaya çalışan birkaç gençti..


Yürümeye, doğayı, insanı velhasıl memleketi tanımaya devam…