Doğa
yürüyüşlerimizde 21 Nisan 2019 Pazar
günü, neredeyse her adımında yemyeşil doğa ve masmavi deniz manzarası
gördüğümüz Esence/Eşkel ile Trilye arasında yürüdük.
Yine şairin
dediği gibi, “… Güneşin benden bu kadar
uzak/ Gökyüzünün bu kadar mavi/ Bu kadar geniş olduğuna şaşarak..” diye
tanımladığı güneşli, güzel bir gündü. Bir gün önce Uludağ’ın yüksek kesimlerine
kar yağdığı için de hayli serindi ve yürüyüş için ideal bir hava vardı.
Bursa’da otuz sene önce yoksul kesimin sıcak yaz günleri, kapı ve
pencerelerinden ses gelen yaşlı otobüslere binerek kendini plajına attığı Eşkel’i, Ketendere’yi, binlerce yıl önce ticaretin can damarı olan Kapanca Antik Limanı’nı, Aya Yani Manastırını gördük.
İnsan bu kadar
güzel bir doğanın ve zengin tarihi
mirasın bu kadar hoyratça kullanılmasına tanıklık edince karmaşık duygular
yaşıyor…
Düşünün ki,
hayatımda hiç görmediğim çeşitlilikte otları görebildiğim bu verimli kıyılarda
ekili alanların büyük bölümü terk edilmiş. Çiftçi sadece zeytin ağacına tutunabilmiş.
Birbirinden güzel
koylar var. Ama turizm adına tek bir şey göremiyorsunuz.
Tarihi Aya Yani Manastırının keçi-koyun ağılı
olarak kullanılmasına, eski bir yel değirmeni ile sadece definecilik düzeyinde “ilgilenilmesine”
tanıklık etmek, insanı 15-16 kilometre yol yürümenin iki katı yoruyor,
çökertiyor!
Koza Dağcılık rehberliğinde 60 civarında doğaseveri taşıyan
minibüslerimiz Mudanya-Trilye
yolundan Eşkel’e ulaştı ve
yürüyüşümüz Eşkel Plajı’nda başladı.
Herkes Eşkel diyor, ama buranın resmi adı Esence…
Bol esintili
olmasıyla bilinen “Esence”, kıyıya
yakın Eğerce, Sögütpınar ve Yalıçiftlik arasında bir köy/mahalle…
Esence köyü kıyıdan içeride. Ancak sahilde, köy merkezinin dört beş katı geniş bir
yerleşim alanı oluşmuş. Eşkel daha
çok sahildeki bu gölgeye deniyor.
Eşkel sahilinde kumsal, Ayazma’ya, Karacabey longozuna kadar
kilometrelerce uzuyor.
Malum Nilüfer Çayı Longoz yakınlarındaki Dalyan Gölü, Arap Çiftliği civarında Marmara’ya dökülüyor.
Eşkel Plajının bir bölümü Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenmiş.
Bir banka
oturmuş, “Belediye gelip bir güzel
biçiyor” dediği yeşilliklere bakan orta yaşın üstü bir vatandaşa sordum: “Eşkel’de kışın yaşayan var mı?”.
Yanıtı şu oldu: ‘Burada kışın bir yaşlı ve emekliler, bir de
köpekler olur!”
BOL PARA’LI BEKLEYEN EMLAKÇI
Eşkel sahilinde “yapılaşma yasağı” var.
Var ama pıtrak gibi
her tarafta ev yapılmış.
Bir emlakçı
dükkanın önündeki masada oturan grup, uzaktan bizi görünce el kol hareketi yaptı…
Davet var….
Cep telefonuyla
fotoğraf çekiyorum. Yaklaştım, onların da fotoğrafını çektim. Uzaklaşırken “Ulan ben de adamı şöyle bol paralı turist
falan sandım” sesi yankılandı kulağımda.
Döndüm. Yaklaştım.
“Parasıza selam vermek bile
istemiyorsunuz yani” diye takıldım.
“Estağfurullah”dan
sonra diyalog şu:
- Evleri kaça satıyorsunuz?
- Valla 100’den 250’ye kadar var.
- Mesela 300 metrekare bir yer?
-
200 bine kadar verirsin.
-
Peki 200 bin lira verince ne almış
oluyorum Üzerine ev yapılabiliyor mu?
-
Yaparsın beya, birşeycik olmaz. Bak
buradaki evlerin hepsi kaçak. Buralar hep tarla görünür tapuda..
-
Ama burası köy bile değil, resmen mahalle.
Evlere elektrik, su veriliyor. Otobüs durağınız var..
-
Sen o tarafların düşünmeyecen gayri.. Basacan parayı, iş bitecek.”
Dikkatimi çekti, Esence nüfusu da, Eşkel’deki bu duruma rağmen hızla
azalmış. Bu sahil mahallesinde 2013-2019 arasında nüfus bin 100 den 950’ye
düşmüş.
Eşkel’in askeri
çıkarma alanı olduğu, bu yüzden yapılaşma yasağı bulunduğu söyleniyor. Mübadele
döneminde, Yunanistan’dan getirilen
Türkleri, gemiler buraya bırakıp gitmiş. Sakinlerin çoğu göçmen.
Bursa Büyükşehir Belediyesi sahil bandına park, duş yerleri, plaj,
ışıklandırma yapmış. Bursa’ya birkaç saat aralıkla belediye minibüsleri
çalışıyor.
Esence Halk Plajı’nın yanındaki çocuk parkında kısa kültür fizik,
ısınmanın ardından Esence limanı, Mavi Köşe
denen yerden dik bir çıkışla kendimizi yükseklere atıyoruz.
Şimdi yüzünü denize dönünce, solunda Esence’yi,
kalan üç yanında ise denizi görüyorsun.
Harika bir burun manzarası..
Doğa çoktan uyanmış. Terk edilmiş tarlalarda farklı yaban otları buluyoruz.
Rezeneyi ilk kez burada
keşfetmiştim. Poşetime bolca topluyorum.
Ekilmeyen tarlaların büyük bölümü turp
otu ya da hardal diye bildiğimiz
otlarla dolu. Sapsarı çiçeklerin arasına dalıp fotoğraflar çekiyoruz.
Hadi biz “şehirli”yiz, pek çok
meyveyi, sebzeyi otu tanımayabiliriz, ama anlaşılan yöre insanı da bu sarı
çiçekli bitkilerin aslında ıspanaktan lahanadan hiç geri kalmayan güzel bir
sebze olduğunun farkında değil…
Arazi içi geçişlerden, patikalardan Ketendere’ye doğru giderken, kuzukulağı (acıgıcı) dikkat çekiyor.
Ama artık tohuma durmuşlar. Yolumuzun üzerinde antik dönem kalıntısını andıran
taş bir yapı var. Birkaç gün önce yaptığımız keşif gezisinde bir köylü, bize
buranın çok eski bir yel değirmeni olduğunu söylemişti.
Sahiden de tepenin başında ve bol rüzgar alıyor.
Bir zamanlar insanların at, eşek sırtında çuvallarla buğday getirip,
buradaki değirmende bir tas mahsul karşılığı öğüttürüp un yaptığını görür gibi
oluyorum.
Harabe gibi. Sadece duvarları
kalmış. Ancak yanına yaklaşınca fark ettim ki, hem çevresi, hem de içerisi defineciler
tarafından delik deşik edilmiş. Pek çok şeyi de tahrip edilmiş.
Hemen yakınına verici gibi, ne olduğunu anlamadığım yüksek bir demir direk
dikilmiş.
KETENDERE
Ketendere, aslında bir koyu andıran bir bölgede Marmara’ya
dökülen derenin adı. İlk defa gittiğim bu bölgenin adını en son Büyükşehir Belediyesi’nin Ro-Ro limanı projesi ile duymuştum. Bursa
1. İdare Mahkemesi tarafında durdurulan Ketendere Ro-Ro Limanı aslında bölgede artan Organize Sanayi Bölgelerinin ihtiyacı olarak düşünüyordu.
Ancak bizde merkezi bir planlama
olmadığı, herkesin “kafasına göre
cinayet işlediği” durumlar hakim olduğu için Ro-Ro bu proje de yapılaşma ve
rant tekerlerini yağlamaktan başka işe yaramayacaktı.
Badırga’dan itabaren, DERİ OSB var, Tekstil OSB
inşaat halinde, BTSO’nun büyük umut
bağladığı TEKNOSAB’da da inşaat
başladı… Eşkel’e giderken, Yenikaraağaç civarında iş makinelerini ve
çukurları görüyorsunuz…
Evet, Bursa’da fabrikaların bu bölgeye taşınması gibi bir eğilim var… Limana büyük ihtiyaç var.
Ama örneğin limana yük taşımak zorunluluk olan ’tren’ hesapta yoktu.
Hatta Gemlik ve Mudanya bölgesindeki limanlar bile tam kapasite
çalıştırılmıyordu.
Sonuçta iş dönüp dolaşıp, uzaklarda ucuz
arsa bulup, oralarda rant kazanmaya dönüyor.
Ketendere, adı üstünde eskiden insanların kendir yetiştirmek
için kullandığı bir yermiş. Tarlaların sahipleri Yalıçiflik köylüleri.
İmar falan yok. Ama sahil kenarında gecekondu, baraka tarzı basit yapılar
hakim.
İşler nasıl yürüyor sorumuza bulduğum yanıt şu:
“Buralar tarla. Adam geliyor, tarla
sahibinden diyelim 50-100 metrelik yer kiralıyor. 20 seneliğine. Getirip
üzerine bir konteyner koyuyor ya da prefabrik falan bir ev yapıyor, o kadar”...
Dikkat ettim sokaklar falan toprak yol.
Altyapı galiba hiç yok.
KAPANCA ANTİK LİMANI
Ketendere’den sonra vardığımız Antik Liman tam bir doğa
harikası.
Kapanca Antik Limanı (Caesarea
Germanica) insanı çok eskilere götürüyor.
Diğer adıyla Germenicopolis… Büyükçe bir koy.
Dalgakıranlara
bakınca, gemilerin bugünkü kadar devasa büyük olmadığı zamanlar buranın işlek
bir liman olduğunu hissediyorsunuz.
Ta, Bursa’daki ilk yerleşimi kuran Bitinyalılar zamanında kullanılmış.
Sonra Roma, Bizans ve Osmanlı zamanlarında… Cenevizlilerin
yöresel ürün ve tuz sevkiyatı buradan yapılırmış. Hatta Cumhuriyetin ilk
yıllarında İstanbul ile Bursa arasındaki bir bağlantı noktası
olmuş. Bursa Ovası ve çevresinde
yetişen ürünler İstanbul’a ve diğer kentlere gemilerle Kapanca’dan gönderiliyormuş.
Şimdi çevresi
zeytinlik, özel mülk görünümünde. Çevrede birkaç tane de yazlık tarzı konut var.
Bu evlerin galiba elektriği yok, elektrik teli görünmüyor.
Tabi liman olunca
buranın “Kervan Yolu”da ünlüymüş.
Kapanca Antik Limanı’ndan başlayan Kervan
Yolu Kuzgun Kaya, Ayazma Pınarı,
Akbaba Kayalıkları, Papaz İni Mağarası, Yusuf Deresi, Mirzaoba, Dereköy,
Çekrice, Balabancık, Nilüfer Köprüsü, Yolçatı, Özlüce Köprüsü ve Ürünlü’ye
kadar ulaşırmış.
Bu Antik Liman’la ilgili bilimsel
çalışmaların 1911 yılında Jon Sölch,
Plinius ve Corsten gibi yabancı arkeolog
ve bilim adamları tarafından yapılmış olması da yine bize ait bir hastalık…
Masmavi denize bakınca, karşıda İmralı Adası’nı
görebiliyorsunuz…
Hani Adalet Bakanlığı Yarı Açık Cezaevi
olarak kullanılan ve son yıllarda içinde
mahkum olarak Abdullah Öcalan’ın bulunduğu kocaman İmralı Adası...
KOYUN AĞILI OLARAK KULLANILAN TARİHİ MANASTIR
Eşine az rastlanır bir tarih zenginlik ile sadece
çevresine rant yaratmak gayreti
düzeyinde görünce, birkaç kilometre uzağındaki Aya Yani Kilisesi’nın koyun ve keçi ağılı olarak kullanılmasına
şaşırmadım..
Zengin deniz
manzaralı yolda, sadece “Emirler Seyir
Terası” denen yer bile, buraya gitmeyi gerektirebilir…
Düşünün bir anda
denizi ayağınızın dibinde görüyorsunuz… Sanki bir adım daha atınca, yüksekten
denizin üstüne süzülecekmişsiniz gibi bir his…
Hepimiz selfi
çekme telaşındayız.
Keşif
gezimiz sırasında Aya Yani (Hagios
İonnes Theologos-Pelekete) Manastırı’nın
harabe halinde ve koyun ile keçi ağılı olarak kullanıldığını gördüğümüzde
şaşırmıştım.
Sonuçta burası tarihi bir eserdi. Hayli ziyaretçi çekecek bir turistik mekân
olabilirdi.
Ancak nerede vakıflar, nerede belediyeler, nerede devlet derken…
Durumu koyun çobanından öğrendim:
“Biz Kelesliyiz (Köyünün adını
söylüyor). Kışları köy çok soğuk olduğu için hayvanları buraya getiriyoruz.
Burası çiftlik diye biliniyor. Sahibi İstanbul’da zengin bir müteahhitmiş. Biz
tanımıyoruz. Buralara uğrayan bekçi gibi bir görevli var, biz ondan
kiralıyoruz. Burası çok büyük. Bu gördüğünüz çam ormanı, arkadaki meralar, ta
zeytinliklere, ekili yerlere kadar hep bu adamınmış.”
ORMAN, KOY, MERA SAHİL ÖZEL MÜLK…
Hemen önümüzde harika bir koy var. Demek bu koy da o adamın..
Ey büyük Allahım diyor, isyan ediyorum…
Yav 80 küsur milyonluk memlekette tek bir metrekare toprağı olmayan on
milyonlar var… Hepimiz 100 metrekare bir konut için dünya kadar “arsa” parası vermek zorunda kalıyoruz.
Ama burada, gözümün önünde, deniz kıyısında yüzlerce dönüm arazi…
Sahil, koy, ,ormanlık, tarihi eserler…
Hepsi tek bir kişiye ait?..
Üstelik adam burada bir şey de yapmıyor, yüzünü gören yok!
Ulan bizim dedelerimiz, atalarımız Çanakkale’de
Sakarya’da bunun için mi öldü
kardeşim!
….
Tirilye’ye 5 kilometre uzaktaki bu manastırın yanında
suyu gayet hoş bir çeşme var
Yüzlerce yılın tanığı dev bir çınar…
Çam ağaçları, zeytinlik…
Aya Yani, Tirilye’nin adını
veren üç papazdan biri imiş.
Karşımdaki koyun ağılının bir zamanlar Ortodoksların hacca gider gibi
ziyaret ettiği bir yer olması ne tuhaf…
Aya Yani Manastırı, düşünün, ta 709 yılında Hagios Ioannes
Theologos adına yeni baştan inşa edilmiş bir yapı. Bizans döneminde İmparator V. Konstantinus tarafından yaktırılmış.
755’de IV. Leon Pelekiti kiliseyi yeniden ayağa kaldırmış. Bu kilise ve
manastır 1922 yılına kadar faaliyet göstermiş.
Bölgedeki Rumların Yunanistan’a göç etmesiyle faaliyetleri durmuş.
Aya Yani kilise ve manastırından Trilye’ye çok eskilerde ana yol olarak
kullanıldığı anlaşılan bir patikadan yürüdük.
Defne ağaçları çiçek açmıştı..
Denize yaklaştıkça çam, tepelere çıktıkça zeytin…
Ve biz zeytin tarlalarından Trilye’ye
inerken fark ettim ki, elimdeki kocaman poşetin ağırlığı topladığım otlarla 5
kiloya falan ulaşmış..
Trilye’ye harabe halindeki tarihi bir kilisenin olduğu
sokaktan girdik.
O noktaya kadar arazide gördüğümüz, peşinde pülvarizatörlü traktörle zeytin
ilaçlamaya gidip gelen birkaç çiftçi ve yol kıyısına otomobilini park edip
biralarıyla şu zorlu yaşamın keskin çizgilerini iki tek atıp yumuşatmaya
çalışan birkaç gençti..
Yürümeye,
doğayı, insanı velhasıl memleketi tanımaya devam…