20 Temmuz 2017 Perşembe

‘Kayıp Osmanlılar’/ Bir asırda değişen ne?


Temmuz 2017’de Yemen deyince, Türkiye’de ortama insanımızın aklına galiba karışıklık, iç savaş halindeki bir Ortadoğu, Arap ülkesi geliyordur.
Halbu ki, Yemen daha bir kaç kuşak öncesinde, gencecik evlatlarımızın can verdiği, binlerce askerimizin şehit düştüğü, kaybolduğu, bizim devletimize ait topraklardı.    
“Gidip gelmeyen” delikanlıların ardından yakılan “Yemen türküleri” ile büyüdü bizim kuşak:


“Havada bulut yok, bu ne dumandır,
Mehlede  ölüm hok, bu ne figandır
Şu yemen elleri ne de yamandır
Ano  Yemen’dir,  gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.

Burası Muş’dur, yolu yokuştur
Giden gelmiyor, acep ne iştir.

Kışlanın öniünde redif sesi var
Bakın çantasında, acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var.
Ahu Yemen’dir, gülü çimendir
gidenn gelmiyor acep nedendir.”

(Mehle: Mahalle,
Redif: Seferberlik için askere alınan her yaştan insan. Rediflerle, Yemen’de ölen askerlerden geriye kalanlar aileye teslim edilirmiş)
Gülü çimendir: Yemen’de gül yoktur, en iyi bitki çimendir.  
Figan: Yas, feryatlar...
Ano: Ana’ya feryatla hitap tarzı, yöresel)

Bursa medyasının yakından tanıdığı, meslektaşımız Arzu  Arınel’in yazdığı “Kayıp Osmanlılar” kitabını okuyunca, ne kadar da balık hafızalı bir toplum olduğumuzu düşündüm. 
Sadece bir tek yüzyıl öncesinde yaşanan büyük acıları ne kadar da çabuk unuttuğumuzu, acılardan, yıkımlardan, kayıplardan hiç bir ders çıkarmadığımızı; bu yüzden de tarihin “tekekkür”den ibaret olduğuna ilişkin boş bir tekerlemeyi doğrulamak için ne büyük bedellere hazırlanıyor olduğumuzu hissettim.
Arınel’in Destek Yayınları’ndan çıkan 416 sayfa Kayıp Osmanlılar kitabı,  “Bozgün günlerinde aşk ve ölüm... Yemen çölllerinde solan hayatların hüzünlü hikayesi” alt başlığını taşıyor ve gerçekten Yemen konusunu tamamen insani yanlarıyla işliyor.
Anlaşılan Arınel bu kitabı, oldukça da özel nedenlerle kaleme almış. Annesinin dedesi Osmanlı  Zabiti Gazi Yüzbaşı Niyazi bey (Tüzgiray) Yemen’de Yemenli Amina hanım ile evlenir ve eşiyle birlikte döner.  Anneannesi Neriman hanım ile babası Turgut Arınel’den küçük yaşta dinlediği öykülerin izini süren Arzu , ciddi bir araştırma yapmış, kalkıp karışıklık içindeki Yemen’e gitmiş, gezmiş, araştırmış, soruşturmuş ve ortaya gerçekten  belgesel kıvamında bir  eser ortaya çıkarmış.

Öykü, Yemen’de Osmanlı  yönetimine başkaldırının odaklarından birisi olan Zeynilerin yaşadığı Da-Ül Muamma diye bir diyarda geçiyor.  Yöre halkının yaşamı, oraya görevli giden Osmanlı subay ve erlerinin karşılaştıkları...
Tabi yüz yıl öncesinin ulaşım imkanları, yaşam tarzı, kültür, ikişkiler, farklı dünyalar...
Sizlerle paylaşmak, dikkatinizi çekmek istediğim birkaç durum şöyle: 

-          * Yemen, Osmanlı İmparatorluğu’na ait. Oradaki tepe yöneticiler İstanbul’dan atanıyor. Yani Yemen, Osmanlı’nın vilayetlerinden birisi.  Ama halkı Arap, kültürleri, dilleri, adetleri vs. farklı. Halkın yüzde 60’I şafi, yüzde 40’da Zeydi, yani şiilere benzeyen bir inanışa mensup.
G
-          * İmam Yahya, Yemen nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan “Zeydilerin” imamı, yani bizim dilimizle “halifesi”, tartışmasız lideri. Yemen’in kaderini yüzde 60’lık Şafi’ler değil, bu yüzde 40 lık Zeydiler belirlemiş, tarih boyu. İmam Yahya Osmanlı’ya göre asi, çete reisi.  Yemen’in bağımsızlığına kavuşmasından sonra Yemen’in Atatürk’ü olmuş.  Osmanlı İmam Yahya’yı, İngizlerin piyonu olarak görür, gösterir;  ama İmam Yahya anlaşılan tereyağından kıl çerek gibi Osmanlı ve İngilizler arasında çok ince bir politika güderek “400 yıl sonra ülkesini ilk defa bağımsızlığa kavuşturan lider” olur. Zeydi mezhebi şiilere benziyormuş. Ali, Hasan, Hüseyin’in yolundaki kendi Zeydi imamları duruken, niye Sünni Osmanlı imamını edeyim, düşüncesi… Kendi toprağında Osmanlı’ya vergi vererek yaşamak da istemiyorlar anlaşılan. Bu toprakların yönetilmesinde ben de söz sahibi olmalıyım diyor.  

-           * Halk orada güvenlik için gönderilen Osmanlı askerine güvenmiyor.  Osmanlı askerinin Arapları adam yerine koymaması, sopa, dayak, rastgele cezalandırma,  zamanla orada silahlı bir direniş yaratmış.  İmam Yahya, Osmanlı askerinlerinden kötü muamele görenlerin başvurduğu bir kurtarıcıya dönüşmüş. Kahraman yani. Osmanlı askerini tek bir köşede sıkıştırınca saldırıyor olmalılar ki, askere tek tek sokağa çıkma yasağı konulmuş!

-          * Yemen halkı resmiyette Osmanlı idaresine karşı bir isyanda, savaşta değil, ama İmam Yahya’nın adamları dağlarda geziyor, yerleşim yerlerinde gece silahlı, gündüz külahlı pozisyonunda...

-          Zaman zaman Osmanlı hükümeti büyük bir harekat yaparak bu “eşkiya”yı tepeliyor. Ancak her ölen Yemen’linin ardından yepyeni gençler İmam’a katılıyor.

-          *  Dağda taşta sığır güden çocuklar, mağaralarda gizli silahlar buluyorlar.  İngiliz üretimi tüfekler, bu İmam’ın adamlarına ait. İngiltere, Osmanlı yönetiminin en can ciğer müttefiki, ama İmam Yayha’nın bütün silah vs. desteği oradan aldığı söyleniyor.

-          * İstanbul’da iyi bir eğitim aldıktan sonra orada göreve başlayan subaylar Ali Fuat ile Yusuf, aldıkları eğitime ve rütbelerine rağmen oradaki ortamın değişmesini sağlayamaz,  halkın askere duyduğu nefret devam eder.

-          *  Tabi yıl 1900’lerin başı, Osmanlı devleti zayıflamış, askerine silah mühimmat, yiyecek, elbise vs. göndermekten aciz hale gelmiştir. Sonuçta isyanın boyutları büyür ve Yemen kaybedilir.  İmam Yahya, İngilizlerin, “Bütün Osmanlı askerinin silahlarıyla birlikte teslim olması” şartını yerine getirmez, pek çok Osmanlı subayı, askeri, İngilizlerin çalışma kampı yerine İmam Yahya’nın yanına geçer, hatta Örneğin Ragıp Paşa bağımsız Yemen’de 40 sene Dışişleri Bakanı olur vs.

Artık, 1. Dünya savaşı sonunda Yemen tamamen Osmanlı’dan kopmuştur.  

YUNANİSTAN'DA BÖLÜCÜLER!

Birkaç yıl önce Yunanistan’ın niye Osmanlı’dan ayrıldığını araştırmıştım.
Hikayeler o kadar benziyor ki...
Yunanistan’da 1800’ün başına kadar kimse Yunanistan’ın “bağımsız” olmasından vs. bahsetmiyor.
 Yunanistan da Osmanlı’nın bir vilayeti, toprağı...
Ama Yunan halkı, bu tarihlerde İstanbul’a, “Biz sizden farklıyız, müslüman değiliz, Türk de değiliz. Hıristiyan ve Yunan olarak kendi dilimiz, adet ve kültürlerimizle yaşamak istiyoruz, buranın yönetiminde biz de olmak, hesaba katılmak istiyoruz” anlamına gelecek taleplerde bulunuyor.

Ancak bu talepleri dile getirenler ağır  şekidle cezalandırılıyor. 

Osmanlı zabitinden illallah çeken ahali içinde isyan edip dağa çıkanlar oluyor.  Saldırılar düzenliyorlar.  

Osmanlı devasa bir güç olarak kendinden emin, bunları hiç sallamıyor, bekliyor bekliyor; bir kaç senede bir büyük bir asker gücüyle gidiyor, hepsini ipte sallandırıp “huzuru sağlıyor”, dönüyor!
Padişah, kendi topraklarında farklı etnik köken ve inanışa sahip vatandaşların her talebini kendi “mutlak iradesi”ne itaatsizlik diye yoruyor ve eziyor.
Ve, zamanla Yunanistan’da halkın Osmanlı idaresine karşı duygusal bağı kopuyor, artık bir arada yaşamak sorgulanıyor, bağımsızlık isteği yayılıyor.
Ulusal bilinç diye de birşey gelişiyor... 
Artık Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar, “Bizim de bir tarihimiz, kültürümüz var, biz de bir ulusuz, milletiz” diyor..  Malum ulus devletlerin kurulma çağı...

1832’de hem isyana katılımın fazlalığı, hem de Osmanlı’nın kendi iç sorunları yüzünden isyan bastırılamıyor ve Yunanistan bağımsızlığını kazanıyor, gerisi malum.

Şimdi, Yunanistan’da yaşananların ardından Kayıp Osmanlılar kitabını okuyunca, Türkiye’de toplumun en büyük sorunlarından birisi haline gelen ve adına “Bölücü Terör” denen olaylar geldi aklıma.
İmam Yahya bana Apo’yu çağrıştırdı.
Dar-ül Muamma, bizim Günaydoğu Anadolu’yu...
Zeydiler deyince Kürtler geldi aklıma.
Yunanlıların öyküsünde de benzer olaylar var.

Ve tam bir asır önce Osmanlı’nın yaşadığını şimdi biz yaşamıyor muyuz Allah aşkına!
 Yine askerlerimiz bazı şehirlerimizde gündüz tek başına sokağa çıkamıyor.
Yine devleti, asker polis temsil ediyor ve asker polis vatandaşa zerre kadar güvenmiyor. 
Vatandaş da “güvenlik kuvvetleri”ne güvenmiyor!  
Yine sorsan herkes yasalara saygılı, belli ki korkuyor; ama elaltından silahlı örgüte destek verir olmuş.
Türk Devleti” diyor, adam; deyiş tarzıyla  “Ben Türk değilim, bu sizin devletiniz”i sokuyor kafanıza.
Yine en önemli “stratejik partner”imiz devrede...
Ve... En önemlisi,  devletin yaklaşımı da aynı!  
Yine ülkeyi yönetenlerin tek bildiği şey, “Operasyon”, “isyan bastırma”, imha... Tek yöntem “güvenlik”. 
Yine bölge halkı her yiten insanın ardından duygusal olarak, kendi devletinden biraz daha soğuyor.
Yine “şehitlerimiz” kendi topraklarımızda...
Yine bizim insanlarımız Allah allah diye birbirine saldırıyor...
Yine tek güvencemiz askerimizin kahramanlığı, yine silahlarımızın yıkıcı gücü...

Yav arkadaş, hani Osmanlı devleti,  diyelim ki, miadını doldurmuştu, Avrupa’da ve dünyadaki toplumsal gelişmelere ayak uydurma şansı yoktu, bu yüzden farklı hakları bir arada tutamadı, bu yüzden devlet sürekli bölünerek küçülmek zorunda kaldı.
Peki Atatürk’ün kurduğu “modern, demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti” de kendi sınırlarında yaşayan farklı din, dil ve etnik kökenden insanları bir arada tutmayı beceremeyecek mi?

“Terörle Mücadele” denen şey, amacı ne olursa olsun, sonuçta ölümleri, savaşı büyütüyor. Kan, gözyaşı ve acılar katlanıyor... Ve bu yönüyle de en büyük “terör progandası” ve örgütleyicisi haline dönüşmüş durumda.
Ölümler arttıkça, nefret, intikam almak için yola çıkanların, elinde silah alanların sayısı da sürekli artıyor.
Sunuçta “duygusal kopuş”, kalplerin soğumasıyla insanlar düşmanlık noktasına geliyor.

Türkiye’nin komşu ülkelerle bir türlü geçinememesinin altında biraz da bunlar yatmıyor mu?
Araplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Ermeniler...
Kanlı savaşların içine girmişsen, ayrılsan da düşmanlık demirbaş kalıyor!
Bugün, sanki bu halklarla hiç  iç içe yaşamamış, hiç komşu olmamış, hiç aynı ülkenin vatandaşı olmamış gibiyiz...

Tabi ki, Kayıp Osmanlılar kitabı tamamen Yemen çölllerinde heder olan insanımızın dramı ile ilglili, ondan ibaret.
Ancak, Arınel’in oraya asker olarak giden büyük dedesinin yaşadıkları, tanıklıkları ve biricik kınalı kuzularını Yemen çöllerinde yitiren bu halkın çektiği acılar bugün de bana  çok tanıdık geliyor.
Yüzyıl sonra benzer sorunlarla, benzer acıları yaşamak...
O zaman soruyoruz: Zaman neyi  değiştirdi?


İyi haftalar..

18 Temmuz 2017 Salı

Anadan doğma şairimiz: Keramettin Tokgöz!


'Sakın gülümseme Cennet vadedenlere.
Kocaman kocaman alkışlamaKendi kuyunu kendin kazarsın.
Yolun sonunda oturur,
gözyaşlarıni silersin.'




Tokat Almus'taki ortaokul ve lise arkadaşlarımdan Keramettin Tokgöz'ün şiir kitabına adını veren "Sakın Gülümseme Cennet Vadedenlere" şiiri işte böyle başlıyor.

Keramettin Tokgöz, okulda her fırsatta şiirler yazar, okurdu. Bu yüzden ona "Aşık Kere" adını takmıştık.
Peki  niye "Şair" değil de "Aşık"?
Çünkü onun tarzı halk ozanlarını çağrıştırırdı. Şiir yazanlardaki kafiye uyumu kaygısı vs. yoktu onda.
Hem dili halk ozanları  gibi kimi zaman nükteli, sitemli; ya da yaşanmış sıkıntıları dile getirir, yani halkın yaşadıklarına tercüman olma gibi bir yanı vardır; hem de Aşık Kere, bildiğin halk ozanı gibi yazdığı şiirlerin son dörtlüğüne adı ile imzasını atardı!
Hani  "Mahsuni de der ki", "İhsaniyem ben de .." ifadeleri vardır ya, yanık türkünün  altına ozanların attığı imza gibi... İşte öyle bitirirdi Keramettin yazdığı şiirleri.
Ortaokul ve lisede kaç defter dolusu şiir yazdı bilmiyorum. Aslında hepimiz o yaşlarda ufak tefek şiir yazardık, ama onun durumu farklıydı.
Tabi gel zaman git zaman, hepimiz hayat, geçim mücadelesinde  bir yerlere savrulduk,  koptuk.
Geçen sene bir ortak tanıdık aracılığıyla Keramattin'in İstanbul'da yaşadığını öğrenince telefonla konuştuk.
Meğer bizim Aşık Kere şiirden bir türlü vazgeçmemiş.
Sizin hiç, birkaç gün arayla telefonla arayıp, sadece kendi yazdığı şiiri okuyup, telefonu kapatan bir arkadaşınız oldu mu?
İşte Keramettin bunu yaptı ve en sonunda müjdeli haberi Facebook'dan öğrendim.  Keramettin Tokgöz'ün şiirlerinden oluşan "Sakın Gülümseme Cennet Vadedenlere" adlı şiir kitabı Sone Yayınları arasında çıktı.
Peki bu "Aşık", "Şair", "Ozan" meselesi neydi?
Özellikle genç kuşağın kaçırdığı bazı değerler için bir kaç satır yazmam gerekiyor.
Bu biraz yakın tarihimizde olanları anlamak, biraz da bizim "amatör" şairi şiire iten koşulları anlamak için gerekli diye düşünüyorum. 
Çocukluğumda, yani 45-50 sene önce,  60-70'li yıllarda, köylerde bugünkü gibi televizyon, MP3, DVD, CD, hatta radyo da elektrik olmadığı için neredeyse hiç yoktu.  Orada birisi çalmazsa, söylemezse, müzik de yoktu!
Bizim köyde, düğünlerde yapılan davul zurnalı müzik ve eğlencenin dışında birkaç kişi saz, bağlama çalardı.
 Şükrü Amca diye, elinde kocaman bir sazla, uzun boylu, sakallı bir amca vardı.  Herhalde babamdan da yaşlıydı. Bir akşam üstü bizim eve misafir olmuş, almış sazını eline, evde müthiş bir konser vermişti.  Gayet tok bir sesi vardı, söylediği türküleri hatırlamıyorum, ama hepimiz müthiş keyiflenmiştik.  Böyle zamanlarda "Aşık"  her zaman kendi  bestesini söylemez, anonim türküleri de okurdu.
Saz çalmak çok yaygın değildi,  galiba insanların günlük koşuşturma içinde buna pek zamanları da olmazdı. 
En yaygın müzik aleti kavaldı. Çobanların büyük çoğunluğu kaval çalardı.  
Kaval deyince öyle hafife almayın,  pek çok kızın gönlünü kaptırmasına vesile olan bir çalgıydı...
Dağda bayırda çobanlar gönül koydukları  kızlara bu kavalla mesaj gönderirdi adeta...
Çoban duygularını kavalla kıza ulaştırır, kız da onu dinleyerek, duygularını hisseder, mesajını alırdı!
Bir de "Destan" geleneği vardı.
Destanları genellikle önemli bir olayın ardından duyardık.
Örneğin, bir sene Almus baraj gölünde bir kayık batmıştı. 12 insan boğulmuştu.
Olayın destanı bir A4 kağıdının iki tarafına yazılmış uzunca şiirdi. Koltuğunun altındaki Destanları tanesi 50 kuruşa, boğazındaki damarlar görünecek şekilde bağıra bağıra dolaştırıp satan delikanlının yanık sesini hatırlıyorum:

"Eftelit'ten ölen iki kişidir/Ağlamayın bu takdirin işidir..."

Destan okuyanı dinleyince kayığın nerde battığını, hangi köyden kaç kişinin öldüğünü, ölenlerin geride kimleri bıraktığını öğreniyordunuz.
Tabi yakınlarını kaybedenlerin çektiği  acıları yüreğinizde derinden hissederek...
Kasabaya inip öğrenciliğe başlayınca da "Aşık Selmani"yi tanımıştık.  Aşık Selman,  ilçeye  bağlı  Kuruseki köyündendi, hayli profesyoneldi. Yani şenliklere vs. çağrılarak, konserler verir, onunla geçimini sağladığı söylenirdi. Bizim okul arkadaşlarımızdan birisinin babası idi. Tesadüfen öğrendik, meraklı  meraklı bir akşam, rahmetli büyük annem ile birlikte Aşık Selmani'yi dinlemeye, evlerine gitmiştik, birkaç öğrenci daha...
Sevgili arkadaşım Keramettin'in kitabına bakınca yıllar öncesine gittim.
Keramettin'in şiirlerini okuyunca onun  "Ozanlık" geleneğinden hayli etkilendiğini görüyorsunuz. 
Şiirlerinde hiç kuşkusuz, en baskın duygu sevgi.  Tabi sevgide sınır yok...

"Nehirlerin akışı cezbeder beni
Kimi hırçın
Toplar dağı taşı
Alır gelir
Bıçkın.
Kimi nazlı
Salınarak gelen
Yar gibi.
Yaban ellerinden, dağların doruklarından
Haber getirdim, der gibi..."

Ve tabi, ozan geleneğinin en önemli niteliklerinden birisi olarak, yaşadığı toplumun sorunlarına duyarsız kalmaz.
"Kadın ciyanetleri", "Gezi direnişi", şehir yaşamındaki hayal kırıklıkları, adaletsizlikler, köylerinden kopup şehirlerde bir yaşam mücadelesi veren insanların kimi zaman hayal kırıklıkları, kimi zaman sevinçleri...
Yani, kitaptaki 112 şiiri okuyunca, halkın yaşadıklarından, duygularından da haberdar oluyorsunuz.


Not: Kitap internetten de satın alınabiliyor.





11 Temmuz 2017 Salı

Medya nereden nereye (4 ve son bölüm)

 'KÖŞE' OLMAK - 'YAZAR' OLMAK !…

Gazetecilikte 'Köşe yazarı' olmak, eskiden bir olaydı, uzun yıllar muhabirlik yapmanız gerekirdi. 'Köşe'de tarafsız yorumlar yapabilmek çok üst, kalifiye bir işti, saygındı. Köşe yazarlarına biz üstat gözüyle bakardık, zira onlar bizim yaptığımız muhabirlik işinin ustalarıydı.


Ama şimdi köşe yazarı olmak için muhabirlik yapmaya, hatta gazeteci bile olmaya gerek yoktu! 
Herkes bir köşede yazıyordu işte ve gazetenin başındaki yöneticiler, patronlar çok hoşlandılar bu işten… 
Adam kakara kikiri, yediğini içtiğini yazar, rakip takıma iki de laf çaktın mı, sosyetenin gündemindesin!  

Köşe yazarı deyince benim aklıma, sazı eline almış bir aşık, bir ozan gelirdi.  
Oysa şimdi saz, aşık olmayanın eline tutuşturulmuştu; adam tezeneyi tele dokundurup ruhumuza mı seslenecek, yoksa sazın gövdesine kafa, yumruk mu atacak bir türlü karar veremiyordu!... 
Topluma söyleyecek sözü olmayanın gazetedeki köşede yazacak neyi olabilirdi ki?
Kuşkusuz bu meslekte uzun süre emek veren ve bileğinin hakkıyla yazmaya devam eden dostlar başımın üstünde. Onlar da olmasa zaten herhalde gazeteleri kimse okumaz!

'KÖŞE MUHABİRLİĞİ'! 

Yeni yetme “köşe yazarlığı” baltanın en büyüğünü haberciliğe indirdi! 
Artık haber olması gereken şeyler “köşe”deydi. 
Köşelerde, olaylar tamamen sübjektif, yönlendirilmiş, yoruma dayalı, haberde olması gereken objektif, nesnel hassasiyetler yok sayılarak, tek taraflı verilmeye başlandı. 
Bu, haber kaynaklarının da işine geldi. 
Şirketler, kurumlar, belediyeler bu yeni yetme “köşe yazarları”nı yere göğe sığdıramaz oldu. 
Basın davetlerinde köşe yazarları başköşelere kurulmaya başladılar. 
Çünkü sorgulamıyor, bütün yeteneklerini methiye düzmekte harcıyorlardı. 
Valla adamlar “yazar” olmadan “köşe” olup çıkmaya başladılar... 
Belediyelerin bazı köşe yazarlarına düzenli para ödediği iddiaları bu camiada çoktan beri sır değil.
Ünlü köşe yazarı olmak için “methiye” ve “yağlama” dallarını beğenmeyenler için “sövme”, “bel altı çalışma” dalları da açıldı!  
Şaka değil, sırf muhalif siyasi partilere, gruplara, rakip şirketlere, rakip takıma, rakip belediyeye, rakip adaya, rakip vekile belden altı çalışmaları sayesinde köşe yazan, “ünlü gazeteci” olanları bile görebildik! 
Hani "Tetikçi" denir ya, haller bu minvalde.

YENİ DÖNEMİN KURUMLARI

2001 ile 2009 arasında artık bu yeni dönem kendi kurumlarını yaratmaya başlamıştı. 
Örneğin, kamu ve özel kuruluşlardaki “Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü” artık gazetelere “bilgi” vermek, “açıklama” yapmak yerine doğrudan “haber” yazıp servis etmeye başladılar.
Gazete ve televizyonlar muhabir sayısını azaltmaya başladı.
Nasıl olsa pek çok yerden “haber” geliyordu ve gazetede iş “redaksiyon”a kalıyordu!
Bir de baktım ki, pek çok meslektaşım artık haber peşinde, olaylarda görünmüyor. 
“Redaktör”, “Editör” olmuş, “içeride”… 
Haber ya ajanslardan ya da sayısı hızla artan “PR-Public Relation” adı şirketlerden geliyor.
“Ajans” dediğim de hani öyle Reuters, AFP, AP gibi haber ajansı falan değil. 
Artık piyasada her şirket bir “ajans”la çalışıyor ve bu “ajans” hem reklâm, organizasyon, tanıtım işi yapıyor; hem de şirketler kendi haberlerini bu ajanslar eliyle gazetelere servis ediyorlar.  
Halkla ilişkiler uzmanı”ndan sonra “basın danışmanlığı” da çağ atladı ve iş yaptıkları kurumlarla ilgili haberleri, bilgi-açıklama yapma, haberi gazetecilerin yazmasına yardımcı olmak yerine; artık doğrudan kendileri yazıp hazır haber olarak göndermeye başladılar. 
Daha kurumun, kişinin adını yazmadan, öznenin önüne bir sürü övgü ifadesi yerleştirilmeye başlandı… 
Ya, haberi ben kendim yazmak istemiyorum kardeşim!
O işi muhabire bırak sen!
Bir yöneticiyle röportaj yapmak, görüşmek istedin mi, yol bu danışmandan geçiyor. 
Bu danışmanların bir kısmı basından ayrılıp gittiği için, tanıdık; atlamak istemiyorsun, kırmak istemiyorsun, dostlukların var, nereden baksan sıkıntılı bir durum…  

BAŞKENT ANKARA’DA GAZETECİLİK HALLERİ…

2009-2016 arası Ankara’daydım ve başkentte gazetecilik ile ilgili birkaç noktayı paylaşmak istiyorum
Ankara’da fiilen gazetecilik yapmadım, Fransızca, İngilizce bir şeyler araştırmaya çalıştım.
Ama, zaten çalışmak istesem de iş bulmam çok zormuş. 
Baktım ki, Ankara’da tanıdığım, bizim kuşaktan, okuldan, ajanstan her kim varsa, büyük bölümü bir şekilde medya dışına savrulmuş.
Şanslı olanlar benim gibi emekli olabilmişlerdi. 
Mesleki duyarlılığı olan kim varsa, gazetelerden, televizyonlardan uzaklaştırılmıştı.
Tanıdıklarla haberleşmeye başladıkça, hatırı sayılır bir “emekliler grubu” oluşturduk. 8-10 kişilik bir saz ekibimiz (!) oldu yani. 
Her fırsatta bir yerlerde buluşup sohbet ettik. Kimi zaman mesleği, kimi zaman memleketi "düzelttik”!
Ankara’da gazetecilerin en büyük uğrak yeri TBMM’dir. Bizim de sıkça gittiğimiz yerlerden birisi meclis oldu. Mecliste gazeteciler, ücretini ödeyerek, yemek yiyebiliyor. Fiyatları çok uygun olduğu için gayet cazipti. 
Aslında meclisin kütüphanesini mesken edinmeyi takmıştım kafaya; ama her seferinde kulisler, muhabbet, grup toplantıları vs. daha çekici geldi, fırsat bulamadım.
Meclisteki gazetecilikle ilgili gözlemim şu: 
Elbette TBMM gazetecilik açısından çok değerli bir yer. 
Yani memlekette olup bitenleri en kapsamlı anlayabileceğin yer orası. Bütün yasalar orada, geçmişte yaşanan her şeyin belgesi orada –ki, araştırmacı için çok büyük bir hazinedir-. 
Yasaların nasıl çıktığını görüyorsun, siyasi partilerin ve de siyasetin aslında nasıl bir şey olduğunu, memleketin nasıl yönetildiğini gözlerinle görüyorsun işte o salonlarda!
Örneğin ben Türkiye’nin sanıldığı gibi TBMM tarafından, (bunu siyasi partiler diye de okuyabilirsiniz) yönetilmediğini düşünmeye başladım. 
Dahası, yasaları bile öyle vekiller hazırlamıyor! Vekilleri daha çok “evet/hayır” deme pozisyonlarında görüyorsunuz; yasaları hazırlarken fikir tartışması falan görmüyorsunuz. En azından ben tanık olmadım.
Yasa tasarı ve teklifleri liderin kendi çantasında veya görevlendirdiği birisinin çantasında gelir. 
Vekile sadece evet/hayır demek düşer.  
Partiler malum “lider partisi”… Sıkıysa itiraz et... 
Fikirlerini özgürce açıklamak mı istiyorsun: tek şartımız var, onaylamak! Liderin baştan onaylaması lazım. O da kafasına yatan birşey bile olsa "sakalı kaptırma", inisiyatifi kaybetme kaygısıyla bundan imtina eder... 
Vekiller kişisel olarak yasama faaliyetinde devre dışı olduğu için de örneğin, teklif muhalefet partisinden gelmişse, feriştahı olsa kabul edilmez. 
Hani “Tamam partilerimiz farklı ama işte meclisteyiz, parti ayrımı yapmadan en uygun yasaları çıkarmaya bakalım, şu şu konularda ortak davranabiliriz, uzlaşabiliriz” falan durumu yok.
Dikkatler yasanın içeriği değil, liderden gelecek işaretlerde. 
Uzaktan kumandalı sanırsın....
Bakarsın Genel Kurul’da yasa görüşülüyor, içeride 10 vekil ya var ya yoktur; ama sıra oylamaya gelince birden içeri akın ederler. 
Kabul edenler/etmeyenler?...
Çok ilginç, vekiller salonda olmadıkları halde ne oy vereceklerini biliyor, içeri girer girmez ellerini ona göre kaldırıyorlar!
Tabi bu da bütün muhalefet partilerinde, ifade edilmeyen bir yılgınlık yaratmış. 
Madem parmak sayısıyla hep kaybediyoruz, hazırladığımız bütün kanunlar reddediliyor, o zaman niye teklif hazırlıyoruz?
Niye konuşuyoruz, niye fikir söylüyoruz, niye zaman kaybediyoruz,
veee, “Niye bu meclisteyiz!” 
Yakınmalar bu noktalara kadar uzanıyor…
Anlayacağınız büyük hayallerle meclise giden vekillerin çoğu hayal kırıklığı içinde. 
Bu noktada size bir anekdotu aktarayım.
Orta ve üzeri yaşlar hatırlayacaktır, Ali Osman Sönmez Bursa'nın en büyük sanayicilerinden, BTSO'nun değişmez başkanı vs.  idi. Tuttu bir partiden aday oldu ve milletvekili seçildi. Ama rahatça seçildiği, rahatı yerinde gözüktüğü  halde yüzünde bir memnuniyetsizlik hissediyorduk. 
Bir gün meraklı sorularımız üzerine koltuğunda öne doğru eğilip bize "Yav çocuklar, ben de bu meclisi bir halt sanıyordum!" deyiverdi. 
İş yapmak, sorun çözmek, sonuç almak üzerine kurulu yaşam pratiği orada iflas etmiş, hayal kırıklığına uğramıştı. Oradakiler "Eline mikrofonu alıp car car konuşmaktan" başka yeteneği olmayan insanlardı! 
İktidar partili vekiller, en azından seçmenlerine iş takibinde yardımcı olabiliyor, kalkıp Ankara’ya kadar giden seçmeninin işini yapabiliyor, işsizine iş bulabiliyor.
Muhalefet partili vekillerin böyle şansları da yok.

Mecliste her gazete, siyasi meşrebine göre partilere, liderlere ve gruplara bir rezerv koymuş. Ona göre izliyor.
Bütün iş birkaç deneyimli gazetecinin yaptıkları etrafında dönüyor. Meclis koridorlarında, parti, lider ayırmadan koşuşturanlar onlar. 
Ne varsa bizim kuşakta var diyorum. İçlerinde çok sevdiğim, gazetecilik okulundan sınıf arkadaşlarım vardı. 
Haberler onlardan çıkıyor, siyasilerle birebir kontakları var. 
Sınıftan değil, ama meslekten tanıdığım isimler de var. 
Ya, bunlar belki de bizim doğru dürüst, tarafsız gazeteci kuşağının son temsilcileri gibi, inanın… 
Gençler başka düşlerin peşinde. 
Yeni kuşak gazeteciler sadece bir açıklama varsa onu alır, merkezlerine geçerler, o kadar.

Bir de örneğin, “Ak Parti Muhabiri/uzmanı”, “CHP Muhabiri/uzmanı” gibi durumlar var. 
Evet, bu yol gazeteciye, daha fazla “uzmanlık”, bir partide olanları daha çabuk, doğru öğrenme fırsatı veriyor. 
Ancak ilginç bir şekilde o partiyle de bir “angaje” durum ortaya çıkıyor ve bu da bana çok sağlıklı gelmedi. 
Mecliste her gazetenin, televizyonun bir bürosu var. 
Özellikle her Salı, “Grup Toplantısı” günlerinde meclisin bahçesi canlı yayın araçları ile dolar.
Salı günleri “Grup Toplantısı” adı altında partilerin kapalı miting günüdür! Sadece lider konuşur, salonu hınca hınç dolduran kalabalık, sloganlarla inletir meclisi… 
Koltuğunu izleyiciye verip bu “mitingi” ayakta izleyen vekiller görebilirsiniz.  Liderler coşar, kendini miting alanında sanırsın. Meclis TV bunları canlı verir. 
Yayında arıza saatleri, muhalefetin grup toplantısı saatlerine denk gelir!

BURSA MEDYASINDA DEĞİŞİM

2016 başında Ankara'dan yeniden döndüğümde Bursa medyası hiç de 6 sene önceki medya değildi. 
Haber peşinde buluştuğumuz meslektaşların neredeyse hiçbirini tanıyamaz haldeydim. Bir basın toplantısında, açılışta, 20 gazeteci varsa, tanıdığım en fazla 3-4 kişi çıkıyor. Oysa 6 sene önce işe yeni başlamış bir iki kişi dışında hepsini tanırdım, selam sabah vardı. 
Davetlerde, yemeklerde tanıdık yüzler biraz daha artıyor, galiba buraya daha çok orta yaştakiler geliyor.  
Ama değişen sadece yüzler olmamış, Bursa’da habercilik anlamında pek çok şey değişmiş. 
Dikkat ettim basın toplantılarında pek soru soran yok! 
Sanki herkes haber kaynakları ile “aman beni yanlış anlar, eleştiriyorum sanır” havasında.
Bir gün, bir STK başkanı ile röportaja gitmiştim. Beklerden, sehpanın üstündeki gazete yığını dikkatimi çekti. Hepsi de Bursa’da yayımlanan gazeteler. Çoğu haftalık. İçlerinde adını internetten gördüklerim vardı, ama çoğu sanal olarak da görmediğim, adını duymadığım gazetelerdi.
Merakla teke teker karıştırmaya başladım.
Baktım ki, tanımadığım bir sürü insan köşe yazarlığı yapıyor… Bu kadar çok sayıda köşe yazarının olması neye dalalettir bilmem. 
Gazete sahibi olarak yazıyor, uzman sıfatıyla yazıyor… 
Hani 30 yılı aşkın süredir bu meslekte olan, haber peşinde koşan birisiyim.  Ama ben bunların hiç birisini görmemişim. 
Tabi internet haber siteleri hayli çoğalmış. 
Aslında 2017 yılına girerken Bursa’daki gazete, televizyon, haber ajansı, haber sitesi vs. olarak medya kuruluşlarının listesini birisi hazırlasa, inanın çok yararlı olur diye düşünüyorum.
Ama bunları düşünürken, bir yandan da meraklı meraklı gazetelerin sayfasını çeviriyorum.
Şunu fark ettim: O gün o masada okuduğum gazetelerin tamamındaki haberler son bir hafta içinde çalıştığım gazeteye internetten mail olarak gelen şeylerdi. Belediyelerden, STK’lardan, şirketlerden, partilerden vs. gelen fotoğraf ve “haber”lerdi sayfaları dolduran. 
“Haber” benim mail adresime nasıl gelmişse, işte karşımdaki sayfalarda da aynı şekilde duruyordu!
Gazeteler arasındaki fark, sadece köşe yazarları, mizanpajı ve reklâmlardı. 
Bunun dışında sanki hepsi tektip giyinmişti!
Kişisel olarak hep bardağın dolu tarafını esas almaya çalışan birisi olmaya çalıştım; zira negatif ve karamsarlıkla ileriye atılacak tek bir adım dahi olamaz, diye inanırım. 
Elbette bu “değişim” içinde çok umut verici şeyler de var. 
Örneğin şimdi gerek fotoğraf gerek ses kayıt cihazları çok daha gelişmiş durumda. İnternet ile pek çok bilgiye ulaşma kolay. Eskisi gibi kalın telefon rehberlerine gerek yok. Tıkladın mı, hepsi elinin altında. Galiba şimdi en büyük telefon rehberleri, cep telefonunda…
Eskisi gibi santrale değil, doğrudan adama ulaşıyorsun! 
Küçük bilgisayarını yanına alıp anlık yayın, canlı yayın yapma, hızlı haber üretme olanakları var. 
Örneğin bir meslektaşı elindeki cep telefonu sağa sola çevirerek konuşurken fark edip, “hayırdır” deyince, internet sitesinde canlı yayın yaptığını öğrenmiştim.
Facebook, Twitter, haber, fotoğraf paylaşımı, haberleşme, gündemi takip etme vs. açılarından harika fırsatlar sunuyor.
Ama haberlerin  “hazır” gelmesi bir tür bağımlılık yaratmış, deneyimli muhabir çalıştırma neredeyse kalmamış.  
Sadece bunlarla kalsa iyi...
Haber üretimi hızla muhabirin, gazetecinin işi olmaktan uzaklaşıyor. 
Haberin “hazır” gelmesi yetmezmiş gibi, örneğin röportajda da çoğu zaman “Siz soruları gönderim, biz cevapları yazıp röportajı hazır verelim”, “Siz röportajın konusunu verin, biz hazırlarız” manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz.
Özellikle genç kuşakta haberi, röportajı yazdıktan sonra, “onay” için röportaj yaptığı kişiye, haber yazdığı şirkete, kuruma gönderenlere rastlıyorum.
Adam “istemiyorum” derse, yayınlanmıyor!
Kişi ve kurumlarla “iyi geçinme” isteği, habercilik heyecanı ve reflekslerini iyice köreltmeye başlamış gibi.

DEVLET BÜYÜKLERİNİ İZLEMEK…

Birkaç hafta önce bir bakanın Bursa’ya geleceğini duydum. Bazı firma ziyaretleri olacakmış. Tabi, eski reflekslerle hemen valiliği aradım. Valilikten sayın bakanın programını öğreneceğim, ona göre takip edebildiğim bölümlerine katılacağım.
Aaaa yok! 
Valilik santralındaki görevli yoruldu vallahi... Nereye bağlasa ‘bilmiyoruz’ diyor, ‘filanca ile görüşün’ diyor, başından salıyor.  
Neyse sonunda anladım durumu...
Eskiden bakan, başbakan gibi devlet büyükleri Bursa’ya geldiğinde Valilik il sınırları içindeki bütün programını yapar, gazetecilerin takip edebilmesi için bir basın aracı tahsis ederdi; izlemek için aracı olmayan muhabirler o basın aracına biner,  gün boyu takip yapar, görür, sorar, soruşturur, haberini yazardı. 
Oysa şimdi “varılan mutabakat üzerine” artık bakanların ziyareti ile ilgili bütün programı iktidar partisinin il başkanlığı yapıyor, valilik de “ayrıca program yapmıyor”muş!
Vay be… Nereden nereye...
Daha 10-15 sene önce valilik bakanın, başbakanın programını kimselere vermez, kendisi yapardı. 
Valilik “devlet” olarak, iktidar partisi bile olsa siyasi partiler ile arasına bir mesafe koyar, onu korurdu. 
Akşama kadar bakan ile birlikte dolaşan, açılış, temel atma gibi törenlere katılan vali, iş bakanın parti ziyaretine gelince, gruptan ayrılır,sıvışıverir,  siyasi etkinliklere katılmazdı.
Oysa şimdi bütün programı, hatta basın duyurusunu da iktidar partisinin il başkanlığı yapıyormuş. 
Basın ile ilişkileri de tabi tamamen parti düzenliyor.
O gün o bakanı kim takip etti, ne yazılacak diye merakla bekledim; maalesef bakanın temaslarının büyük bölümü hiç izlenmemişti. 
Tahminim yine gazetecilerin haber yapmasına yardımcı olmak yerine, bazı “danışman”lara yazdırılan suya tirit bir “haber”, basına servis edildi.

SONUÇ?

Genç meslektaşım, sevgili Rabia Deniz arayıp da, “Dursun abi, bizim basının durumu sürekli kötüye gidiyor. Niye hep kaybediyoruz, nerede yanlış yapıyoruz” deyip, düşündüklerimi yazmamı isteyince, gazeteci olma, gerçeğin peşinde koşma heyecanını koruyan genç dostlarla, kendi yaşanmışlıklarımdan süzülen görüşlerimi paylaşmak istedim.

Benim özetim şu: Gazete ve televizyonların, hatta çok bağımsız, özgür görünen internet sitelerinin giderek ticari kuruluşlar haline gelmesi ve gazeteciliğin güç kaybetmesi demokrasimizin geldiği yerle ilgili bir durum. 
Ve de iktidarın beğenmediği gazeteciyi hapse tıkıp, muhalif basın kuruluşlarına kilit vurması aslında sadece o gazeteci veya gazetenin değil,  demokrasinin güç kaybı.
Yani yaşananları sadece gazetecilerin hataları, bireysel/kurumsal taktik yanlışları ile açıklamanın doğru olmayacağını düşünüyorum.
Basın özgürlüğü, “dördüncü kuvvet” denen şey, aslında toplumdaki güç dengelerini yansıtır.  
Demokrasi, kimine göre “orta sınıfın etkinliği”, kimisine göre de halkın ülke yönetiminde etkin söz sahibi olması; kendisini yönetecekleri özgürce seçmesi, istediğinde değiştirebilmesidir. Bana göre halkın, çalışıp üreten kesimlerin hakkını hukukunu korumak için dayanışması, gerektiğinde güç sahiplerinin gözünün üstünü morartabilmesidir, haddini bildirebilmesidir... 
Buna örnek Avrupa’dır… 
Ülkede gerçek demokrasi (ve de özgür basın) demek, iktidarın, diğer toplum kesimlerinin hak ve hukukuna saygı göstermesi (Bu, biraz da onları ezmeye çalışırsa, başına geleceklerden korkarak cesaret edememesi, tırsması) anlamına gelir.
Gelir dağılımı bozulmuşsa, “orta direk” sürekli kan kaybediyor, çalışanlar yarınından emin olamıyorsa;  işsizlik herkesin kâbusu olmuşsa, can güvenliği sürekli tehdit altındaysa ve de ülkeyi yönetenler, bu yaraları onarma, adaleti, barışı sağlama yerine ‘güvenlik’ adı altında sürekli sırtını polise, jandarmaya dayanıp; eleştiren, itiraz eden, tepki gösterenlere karşı gaza, TOMA’ya yatırım yapıp, mahkemeleri, cezaevlerini tahkim noktasındaysa… Elbette gerçeği de kimsenin yazıp çizmesine izin vermeyecektir!  
Evet, kaybediyoruz. 
Ama sadece meslek ahlakı ile ekmek parası arasında seçime zorlanan biz gazeteciler kaybetmiyoruz. .
Çalışanlar ve halk kesimi, esnaf, yerli üreticiler, toptan kaybediyoruz. 
Peki kim kazanıyor? 
Kazananlar sadece uluslararası finans kurumları ve onlarla iş tutanlar. 
Her krizin arkasından bir hamle ileri giden, zenginleşen, gücünü artıranlar sadece onlar. 
Bunu anlamak için çevrenize bir bakın, bugün en büyük şirketler, fabrikalar yabancıların kontrolünde. Borsa, bankalar, sigorta şirketleri büyük ölçüde yabancıların… 
Her krizde sadece onlara gün doğuyor. 
Dolayısıyla da bu noktadan çıkış, “demokrasi mücadelesi” ile olacak.
Masadaki pastayı daha adil paylaşmak... 
En kilit nokta “kaybedenlerin” artık bunu fark etmesi.
Sadece fakir fukara değil, tuzu kuru takım da kaybediyor. 
Zira yeni paradigma kendi zenginlerini yaratıyor. 
Zenginlerin eski kuruntularından kurtulma zamanı. 
Yani bir gazeteci içeri tıkılınca; yabancı şirketin rekabetine dayanamayıp iflas eden şirket sahibi, sendika isteyince işten çıkarılan işçi, özel okullarda ucuz ve güvencesiz çalışmaya tav olması için yıllarca ataması yapılmayan öğretmen, kendi kooperatifini, birliğini kuramadığı için tüccarın insafına kalan çiftçi, yabancı şirketler para kazanacak diye doğası tahrip edilen köylü, sapır sapır dökülen esnaf bir kenarda oturup “Tüh tüh gene attılar bir kasteciyi kodese lan..” diye seyrederse, ya da “Anaarşi be bu kastecilee... Yatsın içerde deyyus dinsizlee” demeye devam ettikçe, bu sahneleri görmeye, hep beraber kaybetmeye devam edeceğiz.  
Sonuçta siyasi görüşü, inancı, etnik kökeni, maddi durumu ne olursa olsun, hep birlikte kaybediyoruz!
Kaybederken kimsenin gözünün yaşına bakılmıyor, hep aynı saftayız...
Tabi bu tezgâhı kuranlar işi çok profesyonel götürüyor. Vatandaşı Türk-Kürt, Alevi-Sünni, sağcı-solcu, şu partili, bu partili; laik-şeriatçı; yok kadınlar erkekler, yok başörtüsü takanlar takmayanlar, olmadı Beşiktaşçılar Galatasaraycılar diye durmadan mayoz mitoz bölünme ile birbirine fişekliyorlar. 
En büyük suç aletleri de maalesef medya… 
Medyanın sanki asıl görevi bu.
Akla gelmedik suni karşıtlıklar çıkarmanın tek bir hedefi var; “kaybeden”lerin birbirine güvenmemesi, hatta birbirini düşman bellemesi!
Halbuki, en basit gerçek şu: Tarihte bütün demokrasiler, halkın birbirini boğazlaması ile değil; tam tersine, el ele verip, kendilerine dünyayı dar eden bir avuç çıkarcıya, tirana haddini bildirmesi ile kurulmuş. Ülkelerin kalkınması, refahı da birlik beraberlikten, dayanışmadan, el ele çalışmadan geçmiş. 
Şair Can Yücel ne demişti?
 “Ülke bölünsün istiyorum/ Yandaş, yalaka ve yavşaklar bir tarafa/Onurlu, şerefli, üreten emekçi insanlar bir tarafa…” 
Yoksa muktedirlerin hepimizin burnunu sürttükten; “her koyunu kendi bacağından astıktan” sonra,  “Aldınız mı ulan dersinizi şimdi” deyip, “Hadi şimdi kuzu kuzu yazmaya başlayın” işareti ile, izin verdikleri kadar gazetecilik yapmayı bekleyeceğiz!




5 Aralık 2016, Bursa.

Medya nereden nereye (3)


İnsanları sevindiren bir gelişme olduğunda, “Bak, işte ben yazmıştım, bu işte benim de emeğim var” diyebilmek…
Mesleğe yeni başladığım yıllarda, gözümüz ne aldığımız ücreti, ne sigortayı, ne de açlığı, parasızlığı,  yorgunluğu görürdü. 
Yeter ki, haberimiz gazetede şöyle bir güzel yer alsın… Dünyalar bizim olurdu. 
Haberimiz manşetten verilsin, adımız yazılmasa da olurdu!
Ankara’da stajyer olarak ilk çalıştığım günlük Barış gazetesi ile okuldan mezun olduktan sonra işe başladığım Anadolu Ajansı’nda sadece ben değil, bütün muhabir arkadaşların heyecan kaynağı habercilikti.
İsterdik ki, her olayda en hızlı haberi, en kısa sürede, en doğru şekilde biz verelim.
Muhabirler arasında dayanışmanın bugünden çok daha yüksek olduğunu hatırlıyorum. 
Ekonomi Servisi’nde başlamıştım, haber pratiğim yoktu, gidip izlediğim bir olayı ya da önüme konulmuş bir basın açıklamasını okuyup ondan bir haber yazmak yavaş ilerliyordu, daktiloyu iki parmakla ve yavaş yavaş yazıyordum, şehri pek tanımıyordum, hangi kurum nerede bilmiyordum, gittiğim yerlerde insanları tanımıyordum, kimi nasıl nerede bulacağımı bilmiyordum, tanıdık haber kaynaklarım yoktu, telefon ajandam bile yoktu...
Söylemesi ayıp “Sen gazeteci olacaksın” diye çok değerli bir ağabeyimin hediye ettiği ses kayıt cihazını, pil ve kaset alamama yüzünden kullanamıyordum, zırt pırt otobüse, minibüse binmek için cebimde para olamayabiliyordu, serde köylülük vardı vs. vs.  
Ama bu ve daha pek çok “yok”ların yanında “var” olan tek şey çalıştığım işyerinde çalışanlar arasındaki yardımlaşmaydı ve bu yardımlaşma, dostluk, karşılıklı saygı, sevgi, özveri sayesinde hepsinin üstesinden geldim.

ÖNCE DAYANIŞMA, ARKADAŞLIK FORA...

Sen bana yardımcı olurdun, ben sana…  Birbirimize bilgi, belge, ulaşım vs. her desteği verirdik. Sonuçta da başarı hepimizin başarısıydı!  
Biz 6-7 kişi orada sabahtan akşama, ertesi gün basında ses getirecek ne kadar çok ve güzel haber üretebilirsek, o kadar mutlu olurduk.
Muhabirler arasında “haber atlatma”ya ilk Hürriyet ve Günaydın gazetelerinde tanık oldum.
Aslında Hürriyet’e staj için gittiğimde, orada çalışan bir sınıf arkadaşımla konuştukça sağlam bir habercilik faaliyeti olduğunu fark ettim. En çok da Ankara temsilcisinin (oranın patronu gibiydi, ama adını hatırlamıyorum, Erol Simavi’ye çok yakın, denirdi) bir muhabire çıkışırken, “Bizim  Cumhuriyet’ten neyimiz eksik” diye siteminden etkilenmiştim. Anlaşılan haberin daha düzgün olmasını istiyordu. Cumhuriyet özellikle Türkçe’yi iyi kullanmada, yazım kurallarını eksiksiz uygulamada demek ki, Hürriyet’te de örnek alınıyordu!
Ancak özellikle “polis adliye muhabirleri”nin kendi aralarında haber kapıştırmaları, “telsiz yarışları”, “sen değil ben yazmalıyım”, “önemli habere ben gitmeliyim”, zor işi arkadaşına yıkma; sabahları görev dağılımı yapılırken gazetede daha çok yer alacağı bilinen olaylarda başkasını ekarte etmek için ayak oyunları, “sen bakanı izle, başbakan bende” havaları, tavrı, fiskos fiskos ve “atlatma”lar, doğrusu bana çok tuhaf ve itici gelmişti.
1984’te Bursa’ya geldiğimde, artık Anadolu Ajansı’nın ekonomi bültenine normal haber yazabilen bir muhabir olmuştum.
O sene bizim Bursa bürosunda muhabir olarak tek bir kişi çalışıyordu, gazetecilik eğitimi falan olmayan, farklı kanallardan gelmiş, iyi daktilo kullanan birisiydi, benim bildiğim “muhabirlik” yapmazdı. Mesela haber peşinde falan göremezdiniz. Sabah gelir, akşam gider, oturduğu yerden yerel haber derler, gönderirdi. Şımarık memurlara benzetirdim. Orada bir “makam”ı, titri olması onun için her şeyden önemliydi. Hani şu her gün ütülü elbiseyle, kravatla gelip “koltuğu doldurma”, havasını satma derdinde olanlar vardır ya…
Ama büroda muhabir sayımız arttıkça durum değişti. Büromuz giderek güçlü bir haber merkezi oldu. Gazetelerde daha çok haberimiz çıkmaya başladı.
Tabi Bursa’da mesleğin kalbinin arttığı yerler daha ziyade yerel gazetelerdi. Her birinde onlarca muhabir çalışıyordu.

BGC-ÇGD

Derken, gazetecilerin bir arada olma, dayanışma isteği ve bazı girişimlerin sonunda baktım ki, meslek örgütü olarak Bursa Gazeteciler Cemiyeti diye bir yer var. Ancak cemiyet genç meslektaşlara şaşı! Üye olmak istediğinde “yaşın küçük” diyor, “Sarı Basın Kartın yok” diyor; diyor da diyor… Adamlar küçük dağları biz yarattık der gibi bakıyor bize.
Böceğiz onların gözünde.
Cemiyet’in, bugün yerinde Tayyare Kültür Merkezi olan bir iş hanında bürosu vardı; bildiğin meyhane… 
Yaklaşınca kesif içki kokusundan anlıyorsun. 
Aslında tamam lan gelin, üye olun deseler,  bizim akşamları oraya takılacak halimiz de yok!
Adındaki “cemiyet”in “cemaat”ı çağrıştırmasına bir de bunlar eklenince doğrusu hiç kanım kaynamamıştı.
Tabi sonradan, BGC de kendine çeki düzen verdi, “çanta”dan kurtulup kendi yerinin sahibi oldu, kurumsal bir hale kavuştu, bugün Türkiye’deki cemiyetlerin içinde en çok etkinliği olan, en aktif cemiyet oldu, kooperatifleşerek gazetecilerin konut sahibi olmasına çok büyük katkılarda bulundu vs.
BGC’nin, o biz gençleri biraz da “sakıncalı” göründüğü dönemde Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi kuruldu. 
ÇGD genç muhabirler arasında ciddi bir ilgi odağı oldu. İlk defa bir gazetecilik meslek örgütü, “Perşembe Söyleşi”leriyle uzun yıllar her hafta kent yönetimi, siyaset, kültür sanat, bilim ve akademi dünyasından isimleri genç gazetecilerle buluşturdu.
Derneğin çıkardığı  “Çağdaş” ben dahil pek çok meslektaşımın ilk kez haber dışında “makale”, “eleştiri”, “yorum”, “röportaj” yazmayı denediği bir yer oldu.  
Sanıyorum birkaç arkadaş da Çağdaş’daki yazılarından sonra gazetelerde “köşe yazarı” oldular!
ÇGD kâh kent kültürüne katkı, kâh derneğe maddi destek amacıyla konserler düzenledi, sivil toplum örgütleri ile birlikte Bursa’da demokratik eylemlere katıldı, destek verdi. ÇGD Ödülleri ile Türkiye’de insan haklarından basın özgürlüğüne, pek çok konuda duyarlılık gösterdi.
Kişisel olarak ÇGD’nin özellikle genç meslektaşlarımızın mesleki gelişmelerine katkısı olduğuna inanıyorum.
Ancak  “statükocu”lar bu gelişmelerden duydukları rahatsızlığı gizlemediler. Yapabildikleri ölçüde “Cemiyetçi-Çağdaşçı” çizgisi çizmeye, araya aşılmaz duvarlar örmeye çalıştılar.  Bursa’da Olay, Bursa Hakimiyet ve Hakimiyet diye üç büyük gazete vardı, bu üç gazetenin sahibinin üçü de Bursa’nın en önde gelen işadamıydı ve BGC’nin üyesiydiler. BGC yönetimleri bir yandan bu patronlardan daha çok maddi destek alma hayaliyle, bir taraftan da “gençler gelirse yönetime girerler” kaygısıyla bu duvara tuğla taşıdılar.  

ÇGD üyeleri için “solcu” imajı vermeye çalıştılar, patronlara da “Ya gazetelere sendika getirirlerse…” korkusu saldılar.
BGC-ÇGD gerginliğinde “Bayram Gazetesi”ni çıkarma yarışı tam bir bilek güreşine dönüşmüştü. 
Malum, yasaya göre Ramazan ve Kurban Bayramlarında “Bayram Gazetesi”ni ilde en fazla üyesi olan basın kuruluşu çıkarır.
Bayram Gazetesi de habercilik aşkından ziyade piyasada bayram reklâmlarını kapma işidir…  
Konu para yani… 
Bayram Gazetesi’ni kotarma yarışı epey bir süre BGC ve ÇGD’nin üye defterlerini evlere şenlik hallere sokmuştu! Üye sayısını fazla göstermek için nasıl bir cambazlık yarışıydı o! 
Bu “liste ayarlama” yarışını BGC kazandı sonunda.
Tabi zamanla, BGC genç gazetecilere ve bizlere kapılarını açtı. 
ÇGD’ye üye olanlara BGC’ye üye olma yasağı kalktı! 
Bu durum BGC yönetimlerinde de değişime yol açtı. Pek çok gazeteci iki derneğe de üye olmaya başladı.
Başladı ama, tam sevinecekken… Daha başka, kötü bir şey oldu; gazetecilerin meslek örgütleri ile bağlarında ciddi aşınmalar başladı.  
Artık haftalık Perşembe Söyleşileri aksamaya, Çağdaş’ı çıkarma zorlaşmaya başladı. 
Gazeteciler derneğe pek uğramaz oldular. Lokal işletmeciye verilmişti, müdavimler değişmiş, içkili bir yer olup çıkmıştı…
BGC de farklı değildi. İş çıkışı buluşmak, iki laf etmek için gidecek bir yer arayan, bir lokal için ikide bir BGC yönetiminin kafasını ağrıtan gazeteciler, BGC lokali açtığında, sanki sırra kadem basmıştı...
BGC ile ÇGD’yi aynı safta tutan ve artık her 24 Ocak’ta Setbaşı’nda toplanarak başlayan Uğur Mumcu Yürüyüşü dışında, gazetecilerin aynı pankart arkasında yürümesi tarihe karıştı.  Örneğin birkaç keresinde 1 Mayıs alanında derneği temsilen korteje getirilen pankartı sadece iki kişi taşımıştık!

NEDEN HERKES ÇİL YAVRUSU GİBİ DAĞILDI…

En azından Perşembe söyleşilerinde, ÇGD lokalini doldurup heyecanlı sohbetler ederken, derneğe gelip sadece bira içen, kimseyle tek laf etmeyen birkaç meslektaşı fark etmiştim. Gidip konuştum. Arkadaşlar polis adliye muhabiriydi. Meğer zaten çekinerek geliyormuş, kendisine “solculardan uzak durması” tavsiye ediliyormuş!
Kim bu solcular, diye düşünüyorum kendi kendime… Solcu, komünist olmak nasıl bir şey? Bizler “solcu” demeyi hak ettirecek ne yapıyoruz ki diye düşünüyorum; yemin ederim, tatminkâr bir karşılık bulamıyorum.
2000’li yılların başına doğru manzara şuydu: Yerel televizyon kanalları, Olay TV, As TV, çok sayıda yerel radyo, İHA ve CHA haber ajansları ile “medya” artık koskoca bir sektör olmuş, ortalıkta yüzlerce meslektaşımız olmuştu
Sayımız hızla artıyordu. Ama “medya” büyürken, sayımız artarken,  gazetecilik halleri de hızla buharlaşıyordu! 
Babıâli’de dillendirilen “En iyi mümderacat (içerik) ilândır” düsturu daha yakıcı hissedilmeye başlandı. 
Yarış, habercilikten reklâm pastasından pay kapmaya doğru kaymıştı...
Milliyet, Hürriyet, Tercüman, Türkiye, Zaman, Sabah, Akşam, Star gazeteleri, bazı televizyon kanalları… neredeyse bütün İstanbul medyası Bursa’da büro açtı.
Bu bir habercilik aşkı mıydı, yoksa buradaki sanayi potansiyeline sulanıp reklâm kapma derdi miydi, artık günahları boynuna diyeceğim…
Bizim A.A.’da medya kuruluşlarına yönelik farklı haber aboneliği çalışması vardı, ama reklâmla işimiz olmazdı. Fakat giderek siyasi iktidarları kollama yönünde bir tavır söz konusu olmaya başlamıştı. 
Artık başımızda, “Evladım, kesinlikle taraf tutmayacaksınız. İster sağ, ister sol parti olsun. İster muhalefet, isterse de hükümet partisi olsun... Haber doğruysa kimsenin gözünün yaşına bakmayacaksın. Millet doğruyu bilecek. Arkanızda ben varım” diyen Genel Müdürümüz Hüsamettin Çelebi gibi birisi yoktu artık. 

MUHABİRİNİ ASKERİ YÖNETİME KARŞI KORUYAN ÇELEBİ İNSAN...  

“Tek bir konuda tarafız, o da Türkiye Cumhuriyeti’dir, ülkemizdir” diye çizgiyi çeken Çelebi ki, 12 Eylül’ün, generallerin kılıcının en keskin olduğu dönemde, benim gibi sıradan, gariban bir muhabiri “konsey”e karşı koruyabilen bir yürekti!…
Düşünün, 80’lerin yarısı, Kenan Evren dönemi. Bir el işaretiyle anında kendini hapiste bulabilir, bir kör kurşuna gidebilirsin…  
Süleyman Demirel’in adını bir haberde kullanmamla yer yerinden oynamıştı. 
Milliyet, Tercüman, Güneş dahil büyük gazeteler “Anadolu Ajansı Süleyman Demirel’in demecini geçti!” diye manşet attılar… 
 Olay, Demirel’in sözleri, yıllarca başbakanlık yapmış bir siyaset adamının güncel bir konudaki açıklamaları falan değildi. Olay Demirel adını yazabilmekti işte!… 
Çünkü Demirel yasaklıydı, gazetelerde adını yazmak sıkardı...  
O zamanın en hızlı Demirelcisi Nazlı Ilıcak bile köşesinde ondan “Bir bilen” diye söz ediyordu…
Halbuki adamın yasağı siyasiydi ve sonuçta bir gazeteci için Türkiye’de uzun yıllar Başbakanlık yapmış  bir insanın adını yazmak, güncel bir konudaki görüşünü haberleştirmek nasıl bir günah olabilirdi ki? 
Normal olanı bu değil miydi? Ben de işte bunu yapmıştım.
Ankara’da 5’li general döneminde, onların yasakladığı bir siyasinin haberini, korkmadan yazmıştım, hem de patronu devlet olan  A.A.’da…
En önemlisi de o, adı gibi çelebi genel müdürüm, MGK’den gelen telefona rağmen habere, haberciliğe, haberin namusuna, onu yazan kişi olarak da bana sahip çıkmıştı! 
Ruhu şad olsun. Bugünkü ilişkilere bakınca insan mesleğin bittiğini düşünüyor! 
Durum çok değişti, her kademede “güce tapma”, “yaranma”, “yalakalık” kural haline geldi. Senden istenen cesurca haber yazman değil, “amirlerine itaat etmen”…

 ‘SENİ İŞTEN ATTIRACAĞIM’

Mesela şöyle durumlar oluyordu: Biz kamu kuruluşuyuz, valilik bizi kendine bağlı bir kurum olarak biliyor.  Yani TRT ve bizim ajans bir bakanlığa bağlı olduğu için, taşra teşkilatı protokol şemasında vali yardımcılardan birisine bağlı görünür. Ama pratikte, bu “amirimiz” varsayılan vali yardımcısını tanımazdık bile. Teamül böyle oluşmuştu. Karışmazlar, ilgilenmezlerdi.
Ancak, şemaya bakarak, örneğin, birkaç kez, valiler, “kendine bağlı personel” sayıp, hoşlarına gitmeyen bir haber yüzünden devreye girdi, muhabiri, müdürü cezalandırmaya kalktı. 
Tabi sonuç alamadılar. Çünkü iyi işleyen bir özerk konum vardı ve doğrusu ajans yönetimi çalışanını korurdu; yani gazetecilik işiyle ilgili yargıyı başkasının vermesine müsaade etmedi!
Bir örnek vereyim...
Marmara Depremi sabahı Yalova’dayım. Yalova depremini ilk duyuran muhabir olmuştum.
Sabah ortalık ana baba günü. İnsanlar beşer, onar, kapalı kasa araçlarla kaldırıyor cesetleri, gözümüzün önünde… Yalova Valisi sabah sabah ortalıkta gecelik pijamayla dolaşıyor. Belli ki kaldığı ev hasar almış, o da kaçmış.
Diyorum ki, “Efendim, depremde ölü sayısı nedir?”
Çünkü haber lazım, Türkiye dört gözle Yalova’da ne olduğunu bilmek istiyor. 
Oradaki bir Vali Yardımcısı “Depremde şu ana kadar ölü sayısı 3’tür, öyle yazın” gibi bir şey söyledi.
Vali yardımcısının yanına yaklaşıp, “Efendim siz ölü sayısının 3-5 kişi olmadığını iyi biliyorsunuz.  Tahmininiz nedir” şeklinde bir sorum oldu.
Vali yardımcısı birden celallendi, bağırmaya başladı,  çalıştığım yeri sordu. Söyleyince adam nasıl bir rahatladı, çekti bir sandalye, oturdu, “Tamam, şimdi talimat veriyorum, seni derhal işten attıracağım. Sen nasıl bana böyle konuşursun!”
Önce şaşırdım, sinirlendim, böyle bir günde olacak iş değil. Sonra bana da bir rahatlama geldi; çünkü telefonlar çalışmıyor, kimseyi arayamazdı! Polisler de can derdinde, ortada hiç birisi yoktu…
Neyse, ilerleyen günlerde yatıştı, şartlar yardımlaşma ortamını dayattı. 
Bir de taraflı haber yazma konusu var.
Dışarıda “A.A. devlet kuruluşu, hükümetin borazanı, tarafsız gazetecilik yapmaz” görüşünde olanlara rastlıyordum. 
Ancak en azından çalıştığım sürenin çok büyük bir bölümünde, bunun böyle olmadığını söylemeliyim. Piyasada en iddialı gazetelerden bile daha özgür bir gazetecilik yaptığımı düşünüyorum. Bu yargıya da emekli olduktan sonra, özel sektördeki iş deneyimlerimden sonra vardım. Tabi bunda, kurumda yerleşmiş bir habercilik kültürü, kadroların rolü kadar, sendikanın bulunması, gazeteciyi ertesi gün kapının önüne koymanın güçlüğünü de hatırlatmam lazım. Sendika, sadece toplusözleşme değil, normal 212 Sayılı bizim meşhur yasanın uygulanmasının da güvencesiydi valla. 
Sendika gitti, gazete ve televizyonların büyük çoğunluğu 212'yi uygulamıyor.      
Tabi A.A.'da da köprünün altından sular akmaya devam ediyordu. “Serbest piyasa”, “kazan kazan” evrensel habercilik standartlarının sorgulanmasını ve tahribatı getirdi. 
Gazetelerde olanlar zamanla ajansı da etkiledi. Örneğin eskiden TGS ilk toplusözleşmeyi A.A.’da yapardı, sonra gazetelerde TİS’ler bizim sözleşme üzerinden yapılırdı. Zamanla gazeteler sendikayı kapı dışarı etti, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın tek sözleşme yapma yetkisi olan işyeri neredeyse biz kaldık. Sonra tabi ajans da piyasadaki eğilime uymaya zorlandı. En son, işte sırf TGS'yi yetkisiz hale getirmek için yeni bir sendika kuruldu vs. 
Şimdi artık kağıt üstündeki sendika da son dönemini yaşıyor gibi.
TGS'nin değeri şimdi daha iyi anlaşılıyor! 
Meğer sendika ve sözleşme ne büyük bir şeymiş! Piyasada TGS’nin devredışı kalmasının ardından gazetelerde işten çıkarmalar, ücretlerde düşüş, çalışanlar arasındaki dayanışmanın, dostlukların uçup gitmesi gibi çok yönlü kayıplar yaşanmaya başladı. Çalışanlar, yöneticinin iki dudağından çıkacak söze mahkûm oldular. 
Akşam mesai saati bitince, işten çıkan muhabirler, artık “müdürden önce çıkmaz” oldular.
Sendika sadece ücret artışı değildi. İşler daha düzenli olurdu. İş disiplini daha sıkıydı. Günlük çalışma 8 saatti. 09-16.00 dışında çalıştığında fazla mesai alırdın. Haftada iki gün, yılda 30, 10 yılı tamamlayanlar yılda 45 gün ücretli izin kullanırdı.
Sadece ajansta değil Milliyet, Hürriyet gibi gazetelerden ayrılanlar ciddi tazminatlar alır, ev sahibi olabilirlerdi.
TURBAN diye kamuya ait turistik tesislerde yarı fiyatına tatil yapardık. THY, telefon, tren vs. ücretleri yarıya indirimliydi. 
Ve sendikayı etkisiz hale getirmeyi başaran rüzgâr herkesi önüne katıp savurmaya başladı.
İktidarlar değişti, sonuçta kişisel olarak baktım ki, başımıza getirilen kadroların niyeti bozuk, kendi isteğimle ayrıldım.  O günkü Genel Müdürümüz şaşırdı, ilk kez kendi isteğiyle kurumdan emekli olmak isteyen kişi benmişim! Teşekkür yazısı yazdı, anı olarak saklarım. 
Tabi mevki makamı mesleki faaliyetin dışındaki yeteneklerle sağlamaya çalışmak da her zaman sürdürülebilir olmuyor işte. 
Hükümet değişti ve siyasetle gelenler de siyasetle gitti. Üstelik onlar kendi istekleri dışında ayrılmak zorunda kaldılar, arkalarında tekme iziyle... 

MUHABİRE ‘KAŞIK DÜŞMANI’ MUAMELESİ…

Gazete ve televizyonlarda çalışan arkadaşların habercilik yaparken inisiyatif alanlarının günden güne daraldığını gözlemlemeye başladım. Gazetelerin reklâm servisleri özellikle de ekonomi muhabirlerine neredeyse iş tarif etmeye, “Falanca firmanın haberi yazılacak” demeye, röportajı yapılacak kişinin kim olacağına karar vermeye başladılar.  
Ya kardeşim, şirketin “haber niteliği” olacak bir şeyi varsa, evet bu bir haberdir, zaten koşup yazarım...
Ama baktık ki, sevda habercilik yapma değil; “haber”in amacı sadece o şirketten alınacak reklâma yol yapmak!
Elbette gazetelere, televizyonlara reklâm lazım. 
Gazeteci ister ki, çalıştığı gazete çok sevilsin, satılsın, okunsun, reklâm geliri iyi olsun. Kendisi de para kazansın. 
Anca destursuz her şeye reklam diye dalan bu kafayla aramızdaki fark şuydu: 
Ben diyorum ki, arkadaş, çok güzel habercilik yapalım, insanlar gazetemizi kapışsın, tiraj, satış, okuyucu çoğalsın… Reklâm verenler salak değil ki... Hedeflediği kitleye en çok hangi yayınla ulaşacaksa ona reklâm verecektir zaten!
Batılı gazetelerden örnekler veriyorum, Newsweek aboneliğimden söz ediyorum, "Beni Newsweek'in pazarlamacıları abone yapmadı, bakın adamların reklam büroları bile yok, ama şirketler, kurumlar gidip orada reklamım çıksın diye kıçını yırtıyor vs. vs. anlatıyorum..
Ama hayır, nafile...
Adamın gazetecilik, habercilik diye bir derdi yok. 
İşe reklâmla zengin olacağım diye girdiği için çalışandan bütün istediği reklâm!
En gözde elemanı reklâmcı.
Muhabir onun gözünde “kaşık düşmanı”!

BÜTÜN SAYFALAR REKLAM OLSA DA...

Yapabilseler, bütün sayfaları reklâmla dopdolu gazeteler çıkaracaklar ve de bizden kurtulup bayram edecekler!
Bir de… “Patron bunun yazılmasına izin vermez”, “Bunu yazarsak o şirketten hayatta reklâm alamayız”lar hızla çoğaldı. 
Artık bir olay izlenirken, kime yararı olup olmayacağı,  bunun sonuçta gazeteye bir “getirisi”nin olup olmayacağı hesap edilir oldu. Patronun seveceği, ona para getirecek haberi yazmak, röportajı ona göre dizayn etme çabası gittikçe çıplak, gözle görünür hale geliyordu.
Gazete ve televizyonların sahipleri zaten patrondu, adamların başka büyük şirketleri vardı. Açıkçası ticaret yapıyorlardı ve basın kuruluşları da “ürün çeşitlemesi” kapsamında bir şeydi işte.
 “Tam sayfa reklâm gelmiş” denildiği zaman, muhabir olarak senin o sayfaya haber koyma şansın yok artık!
2001’e emekli girdim, birkaç sene de çalışmadım.  Ardından haftalık bir ekonomi gazetesi çıkarma macerası oldu. Ancak gazetenin patronu, yani parayı veren kişinin esnaflık ile gazetecilik arasındaki sınırı görememesi yüzünden ayrıldım (kovuldum da desem sonuç değişmez).
Bir ara, İstanbul’da yayımlanan bir aylık “sektörel ekonomi dergisi”nden “Bursa Temsilcimiz olur musun” dediler. Kabul ettim. 
Haberler, röportajlar gönderiyorum, heyecanla. Ama baktım pek memnun değiller.
Telefonla arayıp, “Haberlerimi beğenmiyor musunuz” gibi sorduğumda, karşımdaki patron gayet net, “Ya, biz derginin içeriğini zaten dolduruyoruz. Bize reklâm lazım. Sen bize reklâm gönder” deyince şaşırdım. 
Meğer, başarılı bir muhabir olarak adımı duyunca, “Tamam şirketler elindedir, bize reklâm yağdırır” diye düşünmüşler! O iş o gün bitti…
Yine İzmir’de haftalık çıkan bir "ekonomi gazetesinin" temsilciliği için arayan, patron, “Büro tutacaksın, kirası, masrafı sana, karışmam, normal ücret de ödemem, sadece aldığın reklamdan komisyon alırsın” deyince sohbetimiz otel lobisinde öylece kalmıştı.

Pek çok değer “out” olmuş, yeni yeni davranışlara tanık oluyorduk. Artık benim “güce tapma” dediğim “yalaka” kalemşorluk gittikçe moda oluyordu. 
Yatıp kalkıp belediyelere, iktidara, belli başlı büyük firmalara, yani para ve güç kimdeyse onlara dönük methiyeler yazma… 
Bunun bir yanı reklamın yolunu döşemek, bir yanı da iktidar sahibine siyaseten  “bak, ben senden yanayım” mesajı vermek. Zira her daim düstur aynı: Zenginliğin kaynağı devlet!  




* Devam edecek...