Doğa gezilerinde dün (1 Aralık 2019 Pazar) Mudanya’nın Dereköy ile Kumyaka köyleri/mahalleleri arasındaki ormanlık alanda ve arazide yürüdük.
Yaklaşık
15-16 kilometrelik yürüyüşün tamamı kapalı hava ve çisi çisi yağan yağmur
altında geçti. Yağışın da etkisiyle, zeytin tarlaları dahil, kimseye
rastlamadık.
Yağmur altında
ıslanmak, yemek molasında üşümek, yorulup terlemek, dizine kadar çamura
bulaşmak… Bütün bunlar yağmur yüklü bulutların altında ıslanan ağacın, gazelin, toprağın kokusunu;
dağların, ağaçların düşen damlalarla beslenip kendine gelmesini, kah zeytin
ağaçlarının kah denizin üstünden yükselen bulutların yerini maviliklere
bırakmasını izlemek insana öyle bir coşku veriyor ki, olumsuzluklar aklınıza
bile gelmiyor…
Koza Dağcılık rehberliğinde otobüsümüz Mudanya yoluna
girdi ve sırtlardan hem deniz hem Bursa
manzaralarını, zeytinliklerin arasında villa sitelerini izleyerek Dereköy’e ulaştık.
ESKİ RUM KÖYÜ
Dereköy, nüfusu 2013’den 2018’e 581 den 522’ye gerileyen eski Rum köylerinden
birisi. Bu gidişimizde yıkıntı halindeki kiliseye uğramadık. Kilise 1857’de
yapılmış. İlk defa devasa ağaç kolonların çevresine yapılan sıva kaplama ile Roma döneminden kalma mermer sütunlara
benzer bir yapı ortaya çıktığını orada görmüştüm. İçi ağaç olmasına rağmen, dışarıdan
mermer görüntüsü verilebilmişti. Çatısı falan çökmüş, virane bir yer.
Dereköy, Kurtuluş Savaşı sonrasında (Mübadele
dönemi) Rumların Yunanistan’a gitmesi sonrasında da Selanik ve Girit’ten gelen Türklerin mekanı olmuş. Kilise de galiba
1972 de cami yapılıncaya kadar cami olarak kullanılmış.
Dereköy meydanı adeta, köyün ortasından geçen derenin kapatılması ile oluşmuş.
İlkokulu bile olmayan bir köyde emlakçı, hırdavatçı, kasap, market gibi
işyerleri olması şaşırtıyor. Tabi duvarındaki levhada “Piliç Evi” yazan bir yerde de
tanınmış bir tavuk firmasının adı yazılı olmasına da artık
şaşırmıyorsunuz… “Köyde de hazır tavuk mu”.. demeden edemiyorsunuz. Malum artık
yumurtayı, sütü, ekmeği marketlerden alan yaşlı ve emekli bir kitle köylüler…
Yeşillik içinde
şirin bir köy izlenimi veren Dereköy’de
insanların yaşlı, emekli ve de biraz “keyfine
düşkün” olduğu izlenimine kapıldım.
Sabah çaylarımızı
kahvehanede içtikten sonra, hafif hafif yağan yağmur altında, yağmurluklarımızı
giyerek yürümeye başladık.
Araziden geçen
toprak traktör yolları yürüdükçe çamur deryasına dönüyor. Meyilli yerlerde
kayma, ayakkabılarda ağırlaşma…
ZEYTİNLER AYAZ
BEKLİYOR!
Her taraf
zeytinlik…
Ağaçların,
sanırım yarısında zeytin toplanmış. Ama yarısında zeytin dallarda duruyor.
Çevrede kimseye rastlamıyoruz. Malum
hava yağışlı, ama sadece bu değil. “Zeytinin
toplanması için mutlaka kar ve ayaz yemesi, çekilip buruşması lazım” deniyor.
Aralık başladı,
ama kar yok.
Yukarıya,
tepelere doğru çıkınca aşağıda, yemyeşil bir zeytinlik vadisinin, derenin
ortasında, uzakta Dereköy’ü
görüyoruz.
Yürüdüğümüz açık
arazi, terk edilmiş eski tarla olmalı.
Karşıda zeytin
ekimi için olması muhtemel, taraçalanmış meyilli araziler görünüyor. Bölge
halkının tarımdan kaçtığı muhakkak. Ama zeytin (ve incir) bunun dışında..
“Çınar deresi” diyebileceğimiz bir yerden
geçiyoruz. Derenin kenarlarında dev çınar ağaçları var.
KEÇİ ÇİFTÇİĞİNE
SIĞINMA..
Buradan, bizim gidiş
gelişler de mola verip çeşmesinden su içip, ağaç bankta oturup çantamızdakini
yediğimiz ve “Kafe-Restaurant” yakıştırması
yaptığımız noktaya geliyoruz.
Burada kısa
moladan sonra hem karnımızı doyurmak hem de yağmurdan korunmak için, merak
ettiğim keçi çiftliğine “sığınıyoruz”!
Sağolsun
çalışanlar bizi geri çevirmiyor, hatta üşümeyelim diye ateş yakıyorlar.
Burada bembeyaz Fransız menşeli Saanen keçileri ve oğlakların fotoğrafını çekiyoruz.
Keçi çiftliği bir
işadamına aitmiş. Hayli modern bir dizaynı var. Süt ve et üretiliyormuş. “Etin kilosu 40 lira” diyor birisi.
Önceki yürüyüşlerimizde bu keçilerin bir bölümünün arazide otladığını
görmüştük. Anlaşılan sadece ağılda besi yapılmıyor. Çalışanlardan birisi Azeri.
İnsan bu güzel ve
örnek çiftliği görünce, “Niye dağ
köylüleri bu tür güzel keçi koyun çiftlikleri kuramıyor arkadaş” diye sitem
ediyor.
Çiftliğin çevresinde
yağmurdan korunmaya çalışıp karnımızı doyurduktan sonra yukarı, çevrenin en
yüksek noktasına, “Üsküptepe Yangın
Gözetleme Kulesi”ne çıkıyoruz.
Yürüyüşün bundan
sonraki bölümü iniş!
HEDEF KUMYAKA…
Çepni ve İpekyayla
toprakları kenarından, çamurlu traktör yollarından, patikalardan kıyıya doğru
yaklaşıyoruz.
Aşağılara indikçe
denizi görmeye başlıyoruz.
Sağda solda
kıpkırmızı davulga ağaçlarının meyvelerinden atıştırıyoruz.
Sumak, dallarda kurumuş, yağmurda ıslanmış.. Birkaç tane alıp çantama koyuyorum.
Kumyaka, aşağıda, masmavi suların kıyısında şirin bir yer. Orayı ilk kez böyle bir
yerden görüyorum.
Kumyaka’nın üst sokağından itibaren aslında bir sahil kasabasına girdiğinizi
hissediyorsunuz.
Evlerden
birisinin bahçesinde mini bir “tersane”
kurulmuş. Çevresi naylonla kaplanan bir yerde tekne onarılıyor. “Yok ya sadece 15 metre bu tekne” diyor,
çalışan..
Kumyaka da eski Rum köylerinden birisi. Nüfusu 2013-2018 arasında 676’dan 692’ye
yükselmiş. Ufak da olsa nüfus artışı var. Ama bunun “dışarıdan” gelenlerden kaynaklandığını anlıyorsunuz. Zira burası
köy ya da mahalle olmasına rağmen sahil kasabası görünümünde.
Eski adı “Siği”. “Sessizlik” anlamına geliyormuş. İncir anlamına geldiğini
söyleyenler de var. Sahiden çok sakin bir yer. İncir de zeytinden sonra en
yaygın meyve. Burada da çok eski, tarihi bir kilise varmış. Ama ziyaret
etmedik.
Kumyaka’nın orta yerinde “Kumyaka Köyü
Kadınları Dayanışma Derneği” levhası yazan bir yere girdik. Burada gözleme,
çay varmış. Kadınlar reçel, turşu, zeytin sabunu vs. yapıp satıyorlar.
Bina Kumyaka’nın ilkokul binasıymış. İlkokul
kapatılmış, öğrenciler Mudanya merkeze taşınmaya başlamış.
Kumaka'da kadınların yaptığı peynirli gözleme ve çayların keyfini çıkardıktan sonra meydandaki çeşmede botları temizlemeye çalışıp araçlarımıza bindik ve evin yolunu tuttuk.
Yürümeye,
dağları, köyleri, yaylaları, sahilleri velhasıl memleketi tanımaya devam…
Bir Siğili olarak köyümün adı gibi sakin kalmasını istiyoruz
YanıtlaSil