30 Ocak 2017 Pazartesi

Tarihçi İlber Ortaylı: 'Sanayi devrimine gitmezsek...'

Ünlü tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türklerin sanılanın aksine müthiş sanayileşme taraftarı olduğunu, “baca kurmak için herşeyi yaptığını”, bunun da plansız programsız ve sürüdürülemez bir sonuç ortaya çıkardığını söyledi. Prof. Dr. Ortaylı, “İkinci sanayi devrimine gitmediğimiz takdirde maalesef hem kalkınmamız duracak, hem çok düşeceğiz, hem de çevremizi çok fazla tahrip edeceğiz. Bu çok açık birşey” dedi.

Bursa Sanayicileri ve İşadamları Derneği'nin (BUSİAD) geleneksel Perşembe Söyleşileri'nin konuğu olarak Bursa iş dünyasına seslenen Prof. Dr. İlber Ortaylı, Bursa'nın tarih boyunca bir ticaret şehri olduğunu belirtti. Bursa'nın Osmanlı'da bir dönem başkentlik yapması, ipek ticareti ve üretiminin merkezi olması gibi nedenlerle öteden beri zengin bir bölge olduğunu anlatan Prof. Dr. Ortaylı, ancak son dönemdeki sanayileşmenin bir “paspallık” ve çevre tahribine yol açtığına dikkat çekti.

İlber hocanın konuşması pür dikkat dinlendi, hiç boş sözcük söylemedi, pek çok güncel konuya da "siyasete girmeden" açıklık getirdi. Tarihçi İlbere Ortaylı'nın konuşmasının geniş bir özetini buradan sizlere sunmak istedim. Konuşmanın yaklaşık yarısı aşağıda, kağıda döktüğümde kalan bölümleri de sizlerle paylaşmak istiyorum. 
Zira, 'Tarih, bizi tarih bilincinden koparmak isteyenlerin dediği gibi tekerrürden, boşuna kendini tekrardan ibaret değildir. Tarih, toplumlar aynı yanlışları yapmasın, aynı tuzaklara düşmesin diye vardır ve güncel ekonomik, siyasi, sosyal sorunların çözümlenmesinde mutlaka işe yaraması gereken bir alandır. Geçmişin deneyimlerinden yararlanmayan, geçmişte neler olduğunu bilmeyen bir toplum, kendisi için açılan çukura doğru hızla gidiyor demektir...
En azından benim görüşüm budur ve bu yüzden çok değerli bulduğum konuşmayı sabırla okumanızı tavsiye ediyorum. 

Kürsüye çıkarken, kente girerken gözüne çarpan çarpık yapılaşmadan rahatsızlığını ifade eden ve Bursa'ya ilk kez ilk kez 1963 yılında geldiğini söyleyen Prof. Dr. Ortaylı, şöyle devam etti: 

“1963 de lise çağında iken mihmandar kursuna başlamıştım. Canım gezmek istedi. Sabahleyin çıktım evden, otobüse gittim Ankara'dan. Ve akşama doğru gelip indim otobüsten. Şehrin merkezinde bir otelde kaldım. Sakız gibi bir yer, tertemiz. Şehir başka türlü. Akşamları her yere hüzün çöker, ama Bursa'da başka türlü. Belli ki, Osmanlı'nın çok zengin, çok romantik, çok hoş bir şehriymiş. Sonra kaç kere gittim, geldim aynı şey. 
Ondan sonra, yakın senelerde ne kadar gidip geldiysem, buranın köhnediğini, paspallaştığını gördüm, yani zenginlik bir paspallık getirdi. 10 misli bir nüfus artışı ve maalesef Türkiye'nin bürokratları ve iş adamlarının önlerini göremez kararları...

SANAYİ KURALIM DİYE...

İnsan her yere otomotiv endüstrisi kurabilir. İlla burası, ova, şart değildi. O endüstrinin burada kurulmasını haklı kılan tek şey, buradaki Bulgaristan göçmenleriydi. Bunlar teknisyendi, tamam; ama, başka yere de celbedebilirsin. Parasıyla değil mi yani... Plansızlık, pespayelik.. 'Sanayi kuralım' diyor Mudanya'yı batırıyor, 'sanayi kurayım' diyor Gemlik'i batırıyor, İznik'i batırıyor.
Biraz baca çıksın da, ne olursa olsun! Bu Türkiye'nin yaygın bir hastalığı. 
Sanayi kuralım diye Haliç'i batırdılar. Sultan sarayları, Hanım Sultan, Esma Sultan falan.. Kendilerinin kasırlarını yok ettiler. İşte lengerhane döküyor atıkları... Yok işte, kağıt fabrikası ve Haliç'i batırıyor.

BUNLAR YALAN...

Bir sanayi hastalığı vardır. Onun için de, sizin tarihi bilgileriniz ve yorumlarınız yanlıştır. Yani işte Türk dediğin 'üçte birisi memur, üçte birisi asker, üçte birisi sair, yiyici millettir. Gayri müslimler çalışır, iş yapar'... Öyle Bir şey yok. Yani Türkler baya vandal, baya yamyam sanayici bir milletir. Baca kurmak için her şeyi yapar. Bu eski bir şeydir. Bu unsuru değiştiremedik, bu bizim hususiyetimiz. Ama üretmeyen değil, biz üreten çalışan bir milletiz. Bu bacaları son on senede de dikmedik. Bunlar yalan.

YANLIŞ TARİH YAZIMI

Türkiye'de şimdi yeni bir historigrofi (tarih bilimi) yapılıyor. Kitaplara yazılıp okullarda çocuklara da öyle öğretilecek şimdi...
 'Sanayileşme Özal ile başlamış!' 
Benim bildiğim bu memlekette sanayileşme Özal ile başlamadı. Yani ben çocuk değilim, 70 yaşındayım, gözlerimle gördüm, sanayileşmenin ne zaman başladığını biliyorum, gördüm, yaşadım. Özal ile sanayileşme olmadığını da biliyorum. Özal'ın yaptıkları başka şeyler. Sanayi kurmak değil, 'mühendislerin saltanatı' da değil. 
Başka tip adamların saltanatı ve bu strüktür (yapı) de değişmedi. Bunun değişmesi lazım. İkinci sanayi devrimine gitmediğimiz takdirde maalesef hem kalkınmamız duracak, hem çok düşeceğiz, hem de çevremizi çok fazla tahrip edeceğiz, bu çok açık birşey...

YERLİ SANAYİDE KAYSERİ 

Ve bunu da gerçekleştirecek insanlar kasabalılar değil. Türkiye sanayiin itici gücü Rumeli olmuştur. Bu çok açık birşeydir. Fakat bu da Rumeli ile sanayiin gelmesi demek değildir. Türkiye'de Kayseri diye bir yer var. Kayseri bizim Gobrov'umuzdur, Tula'mızdır. Rusya'daki Tula gibi. Burası bir yerli sanayiin inkışaf ettiği yerdir. Burada başka birşey yoktur. Burada insanlar tüccar olmak zorundadır. 
Tüccar oldukları için de üretmek zorundadırlar. Şüphesiz ki imparatorluğun bütün merkezlerine çok uzak olduğu halde Kayseri 19. yüzyılda sınai mamül ihraç eden bir memleketti. Halı, metal eşyalar, kurutulmuş meyveler sevkederdi ve bunlar önemli kalemdi. 
Demiryolu Kayseri'ye kadar gelemedi, Ankara'ya gitti. O zaman Kumpanya'ya dediler ki, biz deve kervanları ile malı buraya getiririz, fakat bu getirdiğimiz kervanların üzerindeki malları, Kayseri mamülatını getirin, Kumpanya mühürlesin, o mühürlenen mallar tenzilatla devam etsin. Yani Kayseri geliyor, malı Ankara'ya getiriyor, Angora'dan kalkıyor Anadolu Demiryolları ile oradan Haydarpaşa, ordan Sirkeci'ye getiriliyor mallar ve oradan ta Hamburg'a kadar tenzilatlı gidiyor. Böyle bir şey, garip bir memleket.
Bu bakımdan Bursa'ya tek itici merkezimiz, tek Ausburg'umuz diyemiyoruz.
Gene Osmanlı'nı Rumeli toprakları kaybı ile bu memleketin tek sanayi merkezi olduğunu da söyleyemiyoruz. Başka örnekleri var. Mesela, enterasan şekilde Eskişehir gelişmiştir.
1977-78 Rus savaşında Romanya'nın Dobruca bölgesi mecidiye denen yerde insanlar göçetmek zorunda kaldı. Ya Güney Bulgaristan'a, ya Batı Trakya'ya ama önemli bir ölçüde de bu taraflara geldiler. İşte Bandırma, Bursa vs yerlerdir. Önemli bir kısmı da Eskişehir'e iskan edilmiştir. 1912'de de bu böyle olmuştur. 
Bunlar gelince ilk yaptıkları iş ziraatın islâhıdır. Zirai aletlerin yapımıdır. Pulluğa geçilmiştir. Bursa'da olduğu gibi, at yetiştirilmiştir.

ANKARA VE ESKİŞEHİR, TİFTİK KEÇİSİ 

Ve 93, 1977-78 savaşının vahim sonuçlarından sonra, 1895-96'da bir Yunan muharebesi oldu, ilk defa Ordu-yu Humayun Odesa değil buradan, Eskişehir hattından giden buğdayla beslendi. Bu çok önemli bir gelişmedir. Yani artık devletin dış bağımlılığında azalma noktaları meydana geldi. Ve tabi çok eskiden beri bir Ankara manifakturu vardı, tamamen tiftik ve yün üzerine. Bunun kendine göre hammaddesi vardı. Tıpkı buradaki mezarlarda bulunacağı gibi Ankara'da da Roma hamamları bir mezarlık olmuştur. Orada çeşitli milletlerden ölülerin mezar taşlarına rastlarsınız. Polonya, İngiltere, Danimarka vs.,  tabi İtalyan. 
Seyahatnameler de gösteriyor ki, on dokuzuncu asırda bile orada Avrupalı hekimler yaşıyordu. Konsolosluklar vardı. Yabancı okullar vardı. 

VERİMLİ TOPRAK, TEKSTİL SANAYİ... 

Bu hat boyuna bakarsanız Bursa bu tip gelişmeler için de, orada da görünmez. Mesela çok önemli bir Boşnak mahallesi vardır, Arnavut mahallesi vardır Ankara'da da ama Bursa'daki kadar olamıyor. Bursa çok verimli bir toprak, çok çekiyor. Mesela İzmir'de var. Ama bu nüfus İzmir'de sanayiye yönelememiş. Çok önemlidir. Bunun için Bursa Osmanlı İmparatorluğu için de bir sanayi bölgesidir. Ve bu sanayi bölgesinde çok enteresan gelişmeler meydana gelmektedir. 
Tekstil ilk defa burada fabrikalaşıyor. Bana kimse Hereke'den bahsetmesin. Hereke Fabrika-i Humayun'dur, 'manifaktür emperyal'
Bilim Kurulu'ndayım, Milli Saraylar'ın, orada başka şeyler, o bizim Topkapı'nın Münevveran Atelyesi gibidir. Yani milletlerarası ilişkiler için üretir. Hereke kontenjanlı satış yapar. Belirli insanların insanların elinde imtiyaz olarak bulunur. Geniş çapta bir tekstil sanayine cevap veremez. Çünkü sarayın diplomatik bir atölyesidir Esas itibariyle, fakat burada bir sanayi meydana gelmektedir. Ve bu sanayiin yarattığı kendine göre boyutlar vardır. 

OSMANLIDA SANAYİ KORKUSU... 

Bir kere ister istemez kadın işçi hayata giriyor. Bu bütün şark cemiyeti için çok önemli. Çünkü İran'da kadın tezgahının başındaki halı olarak geçiniyor. Halbuki burada kadın artık maaşı olan, güvencesi olan bir sanayi sınıfının bir üyesi olarak hayata başlamıştır. Şark toplumları için bu nedenle çok önemli bir gelişmedir. Bu kadınlar muhafazakar müslüman bir cemiyetin kuralları içinde bu işi yaptıklarından dolayı. 
Tanzimat, sanayiin hep bir İngiltere olmasından, yaratmasından korkar, kendini frenlerdi. Yatırımlarda ve bir takım düzenlemelerde...
Bunlar mesela Victorian Age dediğimiz kraliçe Victoria çağını işçi sınıfı ve kadınlarının şeyine uğramamışlar. Yani o tip hikayeler, kayıtlar çok duymuyoruz. Yani İngiliz işçi sınıfının içinde kadınların durumu gerçekten felaket, çok kötü. Mesela çocuklarını bırakacakları insan yok. Fabrikada kindergarden (çocuk bakım yeri, kreş) yok. Kadın çocuklarını mahallesinde sarsak bir ihtiyar kadına bırakıyor. Bir akşam işten geliyor kadın, bakıyor ki, çocuk ölmüş. Böyle bir rezalet. Bu Rusya'da da böyle. En iyi fabrikalarda bile işçiler fabrikanın içinde kalıyor. Kalıyor ama ana baba işe gidiyor. Gündüz çocuklar fabrikanın içinde yalnız. Onlara yaşı en büyük olan işçi çocuğu. Mesela çocuk hasta ise yatıp kalıyor, ölüyor. 

BİZİM İŞÇİ SINIFI NİYE BÖYLE?

Madam Kollandayn Raporları... Sovyetlerin ilk büyükelçisi fakat bir mühendisin karısıdır. Ve burjuva ailedendir, babası da Bulgaristan Yüksek komiseriydi. Orası Türklerin elinden çıktıktan sonra. Raporları, notları çok enteresandır. Daha da ilginç rapor Ağahan'dandır. Bu Kerim Ağahan ve Ali Ağahan'ların dedesi. Düşünebiliyor musunuz elin Ağahanı, bir tarikatın bir mezhebin lideri, söylediği şey şu: Valla öyle bir rezalet ki diyor, Bombei'deki işçilerin durumu buradan daha iyi diyor. Hiç değilse fabrikanın dışına çıkıp hava alabiliyorlar. Bu zavallılar dışarı da çıkamıyor, eksi kırk derece soğukta diyor. Yani böyle kepazelik şartlar. Bunlar Türkiye sanayiinde pek olmamış. Hep sorarlar bizim işçi sınıfı niye böyle? Öyle çünkü öyle. Şartlar çok değişik. Burası fakir bir ülke. Ama sefil bir ülke değil. Üst sınıfların da gelişmesi çok önemli değil. Tuhaf da bir fakirlik balansı var ve onunla idare edip gidiyor. 

ZENGİN SINIF 50'DEN SONRA... 

Böyle yerlerde yeni bir zengin sınıf çıkamıyor. Bunları Türkiye 1950'den sonra gördü. Tüketici tarafıyla da 1980'den sonra gördü. Burada çok çok geleneksel tüccarlar var. Gayrimüslim sınıflardan. İstanbul, İzmir'de lövantenlerden. Taş konakların bulunduğu tek mahalleler de bunların. Yani mesela İzmir'de zengin Rumların taş konakları, yok. Ya Fransız, ya İngiliz, ya da İtalyan kökenli. Levanten dediğimiz, latin kilisesine, yahut Protestan gruba bağlılar. Bu aileleri biliyorsanız bir tanesi Koçların gelinidir. Daha başka aileler de var içlerinde. Mesela fakirleşmiş memurlar var. Bunlar Venedikli bir aile Kıbrıs krallarıydı. Böyle lövanten aileler var. İzmir de de var, İstanbul'da da var. İstanbul'da Pera Palas ve eski Amerikan sefaleti, başkonsolosluğun olduğu sokak, tamamıyla bunların konakları ile dolu. Hiç birisi kalmadı bu ailelerin. Binalar şimdi ha harap ya da otelleşiyor şimdi. İzmir, İstanbul, Selanik, Beyrut var... Buralarda kendine göre bir sınıf çıkıyor. 

BURSA'DA ZENGİN AİLELER 

Bursa'da bunlar o kadar yok. Fakat burada da zenginleşen aileler var. Rumeli'den gelen göç hep devam etmiştir. 1924 mübadelesine kadar. Yani iş bilen adamlar, bir yerde münevver göçünün de bunlarla oluştuğu da söylenebilir.

Bursa'da 1880'lerde yani 93 muhacirleri, 78 göçünden sonraki ilk gazetenin çıkışı, matbaanın çıkışı falan, tamamen dışarından gelen birşey. R
Rusya'da da Türk dünyasının en çok okunan gazetesi Kazan ve Kırım bölgelerinde çıktı. En yaygın gazete ve neşriyat oralardadır. İzmir'de daha enteresan şeyler oluyor. Bir takım gazeteler çıkıyor, tuhaf birşey, Bulgar dilinin ilk gazetesi ne Sofya ne Filibe, ne de Rusya ve Almanya'da çıkıyor, İzmir'de çıkıyor. Yugoslaviya, Fontinof'nun çıkardığı bir gazetedir. Coğrafyadan tarihten dinden falan bahseder. Bulgar milliyetçiliğinin ilk manifestosu gibi gazete İzmir'de çıkmıştır. Bu bir eğilimdir. Yani Osmanlı taşrası, bilhassa Suriye ve batı bölgelerdeki hattın ve Selanik  ve ilk şeyi Voskopoy'dur, balkanlarda ikinci Viyana kuşatmasından sonra, bu hattın üzerinde dış ticaret ile zenginleşen bir sınıf ve yerli üretimi dış ticarete yönelik bir şekilde manifaktüre ardından fabrikasyona yönelten faaliyetler...

MUHACİR KÖYLÜLERDEN MOBİLYALAR... 

Bu şehre çok büyük bir anlam katıyor. O yüzden buraya yerleşen köyler var. Muhacir köyleri. Yerlilere göre bazı farklı uygulamaları getiriyorlar. Ve burada bazı zanaatlar var.  Yerli zanaatlarda olmayan yeni vasıflar geliyor. Bu çok önemli Bir şey. Bunun üzerinde duruyoruz. Mesela bir yerde oturuyor insanlar, basit mobilya üretiyor. Bu mobilyalar Osmanlı'nın alıştığı, o hayata ait mobilyalar değil. İskemle, vestiyer gibi şeyler. Dışarıdan gelme ve bunlar tüketime giriyor. Hayata giriyor. Bir takım dokumalar, kumaşa kadar gidiyor. 

ŞEHİRLİ, ŞEHRİNİ KORUYAMIYOR 

İpek burada var, ama onun kullanıcısı? Bu Fabrika-i Humayun'lar geleneği devam ediyor. Aynı şekilde bu bittikten sonra otomotiv endüstrisine geçtik. Belki o artık çok fazla oldu. Bu bölgenin ihtiyacı olmayan bir sanayi, biraz ötelere kayabilir. Burası kendi içinde Avusturya'nın bir kenti (Velkivik) gibi olabilirdi, mesela orada otomotiv yok o şehirde, tekstil var. Onun için de korunmuş bir bölge. Yani güzellikler korunabiliyor. Yanı başında kayak merkezi var. Bregens'de falan orman endüstrisi var. Kış turizmi var. Verkef'te de dünyanın en güzel tekstilini üreten bir dal gelişiyor. Orada hiç bir zaman Ştayermark daki tipte bir sanayi, kamyon endüstrisi veya civarındaki elektro endüstri gelip oraya kurulmuyor. Burada Sovyet tipi bir planlama yok. Ama doğrudan doğruya bazı unsurların gelişmede ağırlık kazanması var. Türkiye de şehirler bunu yapamıyor. Ama müthiş bir gelişme var, zenginleşme var. Bunların üzerinde duralım.

VENEDİK'TE BİR HAN... 

Bu bize ayrı bir şey veriyor. Bu Ausburk, Gobrova dediğimiz tarzda yerli bir sanayici ve yerli bir tüccar sınıf var. Bunların kendine göre bir yaşamı var. Mesela Almanya'nın Austburg'unda 15 asırdan itibaren Fugger ailesi çıkıyor. Fugger ailesinin adamları işte birisi büyük bir bankerin ilginç bir muhasebecisi. Bu adam nerede öğrendi bu muhasebeyi bilin bakalım? Çok ilginçtir, Venedik'te öğrendi. Venedik'te bir Alman hanı vardır, Fondakoditedesi Oraya insanlar, Almaya'ya gidecek mallar, tüccarlar bulunur. Aynı zamanda da Venedik'te işletme öğreten Almanlar gezinir. Manteos bunlardan birisidir. Peki modern dünyanın, modern bankacılığın, modern manifakturanın faturasını tutan insanlar? Peki daha ileri, çift taraflı muhasebeye geçenler kimlerdir? Hiç birisi bu tüccarlar değil. Halis Hristiyan, Fransız rahiplerin bulduğu bir sistemdir. O sistemden olduğu gibi gelip geçmişler. Sivillere yaymışlar. Aynı handa Fondatoturki var. Türklerin hanı. O handa Türkler kalıyor. Tüccarlar. Şehirde bu insanlardan tek şikayet nedir biliyor musunuz? Bunlar çok yıkanıyorlar, hanın tahtalarını çürütüyorlar! Demek ki Türkler boyuna boy abdesti alıyorlar. Hanın tahtalarını çürütüyorlar. Ama efendice de ticaretlerini yapıyorlar. Getiriyorlar, götürüyorlar. Çok arktik bir han. Venedik'i gezerken bazılarınızın dikkatini çekmiştir, bakmışsınızdır. Halen kullanılan bir binadır. Çok enteresan bir yerdir. Oranın olması işte buranın olması ile ilgilidir. Çünkü burası 19. yüzyıla kadar bütün Anadolu'nun varidatını çeken bir yerdir. Bu tip bir şehir 19. yüzyıla kadar Rumeli kesiminde de böylesi yoktur. 

SANAYİLEŞME BÖYLE DEVAM EDEMEZ 

Bursa gibi bir şehir, eski İstanbul başkentinin üreticiliği ve yayıcılığı taşıyıcılığı olmamıştır. Tabi bu zengin bir ziraate dayanır. Bursa bölgesindeki Osmanlı Timar sisteminin, sancak idaresinin Timar ve zeametlerin hacmi, boyu, geliri bürokrasiye... Özer Ergenç diye bir arkadaşımız var, BİLKENT profesörlerinden, Tez olarak okuduğum için basıldığını bilmiyorum. Tavsiye ederim, şehrin ne olduğu oradan okuyun. Yani buradaki potansiyeli tamamen yatırımlara da bağlayamıyoruz. Çünkü o yatırımlar o potansiyel dolayısıyla meydana gelmiştir. Bu devam edecektir, sanıyorum ama bugünkü sanayileşme yapısıyla devam edemez. Çünkü bu ancak kirlenme meydana getiriyor. Bu ancak hemşehri kompozisyonunu etkiler. 

İDARE BURSA'NIN TARİHİ ŞAHSİYETİNE UYGUN DAVRANAMAZ... 

Yani burada oluşan şeyin eski Bursa ile alakası yoktur. Ve bu hemşehri kitlesi eskisi tarafından asimile edilmediği, kendisine adapte edilemediği için burada değişik bir insan türü, bir kitle ortaya çıkar, bu şehir idaresini etkiler. Yani bu şehir idaresinin bu şehrin tarihi şahsiyetine uygun davranması da mümkün değildir.
Bunu söyleyince hepinizin aklına şüphesiz Floransa gelecektir. Barselona gelecektir. Gittik gördük, ne şahane yerdir diyeceksiniz. Amsterdam, Brüksel falan gelecektir. Hiç o kadar uzaklara gitmeyin. O kadar da fırlamayın ben size nereler olduğunu söyleyeyim. Eğer topa tutulmasaydı Halep buradan çok daha düzgün bir momentuma sahipti.. Ve Isfahan sahiptir. Isfalah'da her zaman için şehrin idaresi seçilmeyen belediye reisi bile seçilen dahil ister Şah zamanı olsun, ister mollaların devri olsun -bunların hiç birisi demokratik devirler değil-, hatta buralarda şehir idaresine müdahale Mussolini İtalyasından daha da zalim olmuştur. Yani İsfahan belediye reisinin mahkemeye çıkarıldığını biliyorum. Ama buna rağmen orada bir momentum var. Şehrin ahalisi her zaman için uyumludur. Adaptasyon sözkonusudur. 

BAĞNAZ VE KÜSTAH BİR YAPI GELİYOR... 

Mesela on sene evvel Isfahan'a bir gökdelen dikmeye kalktılar. Üçüncü gün herkesten ses çıktı. Bu ne biçim şey dediler. İğrenç bir şey dediler.. Kazan kaldırdılar. Mesela ben Halep'i 69'dan sonra görmedim. Önce gidiyordum. Sonra Esat geldi, bela gibi oldu gitmek. Vize vermezler... Bazen de fırsatım olmadı. Ta, sonra gittim, 400 binlik şehir, bıraktım 4 milyon olmuş. Sen bu Şam'ı Halep'i unut dedim kendi kendime. Yoo, hiç unutma, aynen duruyor Şam ile Halep! 
Yeni genişleyen yerler var, ama orasının merkezle ile ilgisi yok. Lizbon gibi olmuş. İşte İstanbul'da bir tramvay geçemiyormuş, evet geçemiyor, sürünerek geçiyor Lizbon'da da öyle... Ama Lizbon'da kimse oraları yıkmıyor. Gidiyor, yeni Lizbon'u dışarı kuruyor. Sen niye Aksaray'ı yıkıyorsun mesela. Bu bir bağnaz ve küstah bir yapıdır. Bu geliyor. Bütün mesele şehirdeki uyum maalesef bağdaşamıyor. 
Bu, burada yaşandı. Tek çare bu uyumun sağlanmasıdır. Yoksa hemşehri uyumunun olmadığı, "diskrepans"ın hatta düpedüz "maloriyantasyon"un olduğu yerlerde, diskrepansın tezata gittiği bir yerde... Başka birşey bekleyemezsiniz. Her zaman için şehir idareleri tarihi mirası yapılanmayı beceremez,  çevreyi çok hoyratça kullanır bu kaçınılmaz bir şey olarak görünüyor. Bunu Türkiye şehirleri yaşıyor. Hem de bütün hızıyla yaşıyor. Ve aksini de düşünmemiz mümkün olmuyor. Bu bizim önümüzdeki en büyük sorunlardan birisidir. Bunun dışında ben etrafa göre çok büyük bir farklılık ve üstünlük görüyuorum. O da arz ettiğim gibi, bu imparatorlukların yani bu Türkiye'ye yerleşen insanların memlekete adı verilen Türkiye yapılanmalarının çok büyük bir atılım, çok büyük bir girişimcilik, yaratıcılık üreticilik ve tüketicilik yarattığı kanısındayım. O açıdan hiç bir şekilde duraklama olmayacak. En büyük üstünlüğümüz o. Gözünüzü açınca göreceğiniz tek şey, bütün -Ortadoğu'da böyle iki tane memleket vardır: Birisi Türkiye, birisi de İsrail'dir."



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder