Ünlü tarihçi Prof.
Dr. İlber Ortaylı, Türklerin sanılanın aksine müthiş
sanayileşme taraftarı olduğunu, “baca kurmak için herşeyi
yaptığını”, bunun da plansız programsız ve sürüdürülemez
bir sonuç ortaya çıkardığını söyledi. Prof. Dr. Ortaylı,
“İkinci sanayi devrimine gitmediğimiz takdirde maalesef hem
kalkınmamız duracak, hem çok düşeceğiz, hem de çevremizi çok
fazla tahrip edeceğiz. Bu çok açık birşey” dedi.
Bursa Sanayicileri ve
İşadamları Derneği'nin (BUSİAD) geleneksel Perşembe
Söyleşileri'nin konuğu olarak Bursa iş dünyasına seslenen Prof.
Dr. İlber Ortaylı, Bursa'nın tarih boyunca bir ticaret şehri
olduğunu belirtti. Bursa'nın Osmanlı'da bir dönem başkentlik
yapması, ipek ticareti ve üretiminin merkezi olması gibi
nedenlerle öteden beri zengin bir bölge olduğunu anlatan Prof. Dr.
Ortaylı, ancak son dönemdeki sanayileşmenin bir “paspallık”
ve çevre tahribine yol açtığına dikkat çekti.
İlber hocanın konuşması pür dikkat dinlendi, hiç boş sözcük söylemedi, pek çok güncel konuya da "siyasete girmeden" açıklık getirdi. Tarihçi İlbere Ortaylı'nın konuşmasının geniş bir özetini buradan sizlere sunmak istedim. Konuşmanın yaklaşık yarısı aşağıda, kağıda döktüğümde kalan bölümleri de sizlerle paylaşmak istiyorum.
Zira, 'Tarih, bizi tarih bilincinden koparmak isteyenlerin dediği gibi tekerrürden, boşuna kendini tekrardan ibaret değildir. Tarih, toplumlar aynı yanlışları yapmasın, aynı tuzaklara düşmesin diye vardır ve güncel ekonomik, siyasi, sosyal sorunların çözümlenmesinde mutlaka işe yaraması gereken bir alandır. Geçmişin deneyimlerinden yararlanmayan, geçmişte neler olduğunu bilmeyen bir toplum, kendisi için açılan çukura doğru hızla gidiyor demektir...
En azından benim görüşüm budur ve bu yüzden çok değerli bulduğum konuşmayı sabırla okumanızı tavsiye ediyorum.
En azından benim görüşüm budur ve bu yüzden çok değerli bulduğum konuşmayı sabırla okumanızı tavsiye ediyorum.
Kürsüye çıkarken, kente girerken gözüne çarpan çarpık yapılaşmadan rahatsızlığını ifade eden ve Bursa'ya ilk kez ilk kez 1963
yılında geldiğini söyleyen Prof. Dr. Ortaylı, şöyle devam etti:
“1963 de lise çağında
iken mihmandar kursuna başlamıştım. Canım gezmek istedi.
Sabahleyin çıktım evden, otobüse gittim Ankara'dan. Ve akşama
doğru gelip indim otobüsten. Şehrin merkezinde bir otelde kaldım.
Sakız gibi bir yer, tertemiz. Şehir başka türlü. Akşamları her
yere hüzün çöker, ama Bursa'da başka türlü. Belli ki, Osmanlı'nın
çok zengin, çok romantik, çok hoş bir şehriymiş. Sonra kaç
kere gittim, geldim aynı şey.
Ondan sonra, yakın senelerde ne kadar gidip geldiysem,
buranın köhnediğini, paspallaştığını gördüm, yani zenginlik
bir paspallık getirdi. 10 misli bir nüfus artışı ve maalesef
Türkiye'nin bürokratları ve iş adamlarının önlerini göremez
kararları...
SANAYİ KURALIM DİYE...
İnsan her yere
otomotiv endüstrisi kurabilir. İlla burası, ova, şart değildi. O
endüstrinin burada kurulmasını haklı kılan tek şey, buradaki
Bulgaristan göçmenleriydi. Bunlar teknisyendi, tamam; ama, başka
yere de celbedebilirsin. Parasıyla değil mi yani... Plansızlık,
pespayelik.. 'Sanayi kuralım' diyor Mudanya'yı batırıyor, 'sanayi
kurayım' diyor Gemlik'i batırıyor, İznik'i batırıyor.
Biraz baca çıksın
da, ne olursa olsun! Bu Türkiye'nin yaygın bir hastalığı.
Sanayi
kuralım diye Haliç'i batırdılar. Sultan sarayları, Hanım
Sultan, Esma Sultan falan.. Kendilerinin kasırlarını yok ettiler.
İşte lengerhane döküyor atıkları... Yok işte, kağıt fabrikası
ve Haliç'i batırıyor.
BUNLAR YALAN...
BUNLAR YALAN...
Bir sanayi hastalığı vardır. Onun için
de, sizin tarihi bilgileriniz ve yorumlarınız yanlıştır. Yani
işte Türk dediğin 'üçte birisi memur, üçte birisi asker, üçte
birisi sair, yiyici millettir. Gayri müslimler çalışır, iş
yapar'... Öyle Bir şey yok. Yani Türkler baya vandal, baya yamyam
sanayici bir milletir. Baca kurmak için her şeyi yapar. Bu eski
bir şeydir. Bu unsuru değiştiremedik, bu bizim hususiyetimiz. Ama
üretmeyen değil, biz üreten çalışan bir milletiz. Bu bacaları
son on senede de dikmedik. Bunlar yalan.
YANLIŞ TARİH YAZIMI
Türkiye'de şimdi yeni bir
historigrofi (tarih bilimi) yapılıyor. Kitaplara yazılıp
okullarda çocuklara da öyle öğretilecek şimdi...
'Sanayileşme
Özal ile başlamış!'
Benim bildiğim bu memlekette sanayileşme
Özal ile başlamadı. Yani ben çocuk değilim, 70 yaşındayım,
gözlerimle gördüm, sanayileşmenin ne zaman başladığını
biliyorum, gördüm, yaşadım. Özal ile sanayileşme olmadığını
da biliyorum. Özal'ın yaptıkları başka şeyler. Sanayi kurmak
değil, 'mühendislerin saltanatı' da değil.
Başka tip adamların
saltanatı ve bu strüktür (yapı) de değişmedi. Bunun değişmesi
lazım. İkinci sanayi devrimine gitmediğimiz takdirde maalesef hem
kalkınmamız duracak, hem çok düşeceğiz, hem de çevremizi çok
fazla tahrip edeceğiz, bu çok açık birşey...
YERLİ SANAYİDE KAYSERİ
Ve bunu da
gerçekleştirecek insanlar kasabalılar değil. Türkiye sanayiin
itici gücü Rumeli olmuştur. Bu çok açık birşeydir. Fakat bu da
Rumeli ile sanayiin gelmesi demek değildir. Türkiye'de Kayseri diye
bir yer var. Kayseri bizim Gobrov'umuzdur, Tula'mızdır. Rusya'daki
Tula gibi. Burası bir yerli sanayiin inkışaf ettiği yerdir.
Burada başka birşey yoktur. Burada insanlar tüccar olmak
zorundadır.
Tüccar oldukları için de üretmek zorundadırlar.
Şüphesiz ki imparatorluğun bütün merkezlerine çok uzak olduğu
halde Kayseri 19. yüzyılda sınai mamül ihraç eden bir
memleketti. Halı, metal eşyalar, kurutulmuş meyveler sevkederdi ve
bunlar önemli kalemdi.
Demiryolu Kayseri'ye kadar gelemedi,
Ankara'ya gitti. O zaman Kumpanya'ya dediler ki, biz deve kervanları
ile malı buraya getiririz, fakat bu getirdiğimiz kervanların
üzerindeki malları, Kayseri mamülatını getirin, Kumpanya
mühürlesin, o mühürlenen mallar tenzilatla devam etsin. Yani Kayseri geliyor, malı Ankara'ya getiriyor, Angora'dan kalkıyor Anadolu Demiryolları ile oradan Haydarpaşa, ordan Sirkeci'ye
getiriliyor mallar ve oradan ta Hamburg'a kadar tenzilatlı gidiyor.
Böyle bir şey, garip bir memleket.
Bu bakımdan Bursa'ya tek itici
merkezimiz, tek Ausburg'umuz diyemiyoruz.
Gene Osmanlı'nı Rumeli
toprakları kaybı ile bu memleketin tek sanayi merkezi olduğunu da
söyleyemiyoruz. Başka örnekleri var. Mesela, enterasan şekilde
Eskişehir gelişmiştir.
1977-78 Rus savaşında
Romanya'nın Dobruca bölgesi mecidiye denen yerde insanlar göçetmek
zorunda kaldı. Ya Güney Bulgaristan'a, ya Batı Trakya'ya ama
önemli bir ölçüde de bu taraflara geldiler. İşte Bandırma,
Bursa vs yerlerdir. Önemli bir kısmı da Eskişehir'e iskan
edilmiştir. 1912'de de bu böyle olmuştur.
Bunlar gelince ilk
yaptıkları iş ziraatın islâhıdır. Zirai aletlerin yapımıdır.
Pulluğa geçilmiştir. Bursa'da olduğu gibi, at yetiştirilmiştir.
ANKARA VE ESKİŞEHİR, TİFTİK KEÇİSİ
Ve 93, 1977-78
savaşının vahim sonuçlarından sonra, 1895-96'da bir Yunan
muharebesi oldu, ilk defa Ordu-yu Humayun Odesa değil buradan,
Eskişehir hattından giden buğdayla beslendi. Bu çok önemli bir
gelişmedir. Yani artık devletin dış bağımlılığında azalma
noktaları meydana geldi. Ve tabi çok eskiden beri bir Ankara
manifakturu vardı, tamamen tiftik ve yün üzerine. Bunun kendine
göre hammaddesi vardı. Tıpkı buradaki mezarlarda bulunacağı
gibi Ankara'da da Roma hamamları bir mezarlık olmuştur. Orada
çeşitli milletlerden ölülerin mezar taşlarına rastlarsınız.
Polonya, İngiltere, Danimarka vs., tabi İtalyan.
Seyahatnameler de
gösteriyor ki, on dokuzuncu asırda bile orada Avrupalı hekimler
yaşıyordu. Konsolosluklar vardı. Yabancı okullar vardı.
VERİMLİ TOPRAK, TEKSTİL SANAYİ...
Bu hat
boyuna bakarsanız Bursa bu tip gelişmeler için de, orada da
görünmez. Mesela çok önemli bir Boşnak mahallesi vardır, Arnavut mahallesi vardır Ankara'da da ama Bursa'daki kadar olamıyor.
Bursa çok verimli bir toprak, çok çekiyor. Mesela İzmir'de var.
Ama bu nüfus İzmir'de sanayiye yönelememiş. Çok önemlidir.
Bunun için Bursa Osmanlı İmparatorluğu için de bir sanayi
bölgesidir. Ve bu sanayi bölgesinde çok enteresan gelişmeler
meydana gelmektedir.
Tekstil ilk defa burada fabrikalaşıyor. Bana
kimse Hereke'den bahsetmesin. Hereke Fabrika-i Humayun'dur, 'manifaktür emperyal'.
Bilim Kurulu'ndayım, Milli Saraylar'ın, orada
başka şeyler, o bizim Topkapı'nın Münevveran Atelyesi gibidir.
Yani milletlerarası ilişkiler için üretir. Hereke kontenjanlı
satış yapar. Belirli insanların insanların elinde imtiyaz olarak
bulunur. Geniş çapta bir tekstil sanayine cevap veremez. Çünkü sarayın diplomatik bir atölyesidir Esas itibariyle, fakat burada
bir sanayi meydana gelmektedir. Ve bu sanayiin yarattığı kendine
göre boyutlar vardır.
OSMANLIDA SANAYİ KORKUSU...
Bir kere ister istemez kadın işçi hayata
giriyor. Bu bütün şark cemiyeti için çok önemli. Çünkü
İran'da kadın tezgahının başındaki halı olarak geçiniyor.
Halbuki burada kadın artık maaşı olan, güvencesi olan bir sanayi
sınıfının bir üyesi olarak hayata başlamıştır. Şark
toplumları için bu nedenle çok önemli bir gelişmedir. Bu
kadınlar muhafazakar müslüman bir cemiyetin kuralları içinde bu
işi yaptıklarından dolayı.
Tanzimat, sanayiin hep bir İngiltere
olmasından, yaratmasından korkar, kendini frenlerdi. Yatırımlarda ve bir takım
düzenlemelerde...
Bunlar mesela Victorian Age dediğimiz kraliçe
Victoria çağını işçi sınıfı ve kadınlarının şeyine
uğramamışlar. Yani o tip hikayeler, kayıtlar çok duymuyoruz.
Yani İngiliz işçi sınıfının içinde kadınların durumu
gerçekten felaket, çok kötü. Mesela çocuklarını bırakacakları
insan yok. Fabrikada kindergarden (çocuk bakım yeri, kreş) yok. Kadın çocuklarını
mahallesinde sarsak bir ihtiyar kadına bırakıyor. Bir akşam işten
geliyor kadın, bakıyor ki, çocuk ölmüş. Böyle bir rezalet. Bu
Rusya'da da böyle. En iyi fabrikalarda bile işçiler fabrikanın
içinde kalıyor. Kalıyor ama ana baba işe gidiyor. Gündüz
çocuklar fabrikanın içinde yalnız. Onlara yaşı en büyük olan
işçi çocuğu. Mesela çocuk hasta ise yatıp kalıyor, ölüyor.
BİZİM İŞÇİ SINIFI NİYE BÖYLE?
Madam Kollandayn Raporları... Sovyetlerin ilk büyükelçisi fakat bir
mühendisin karısıdır. Ve burjuva ailedendir, babası da
Bulgaristan Yüksek komiseriydi. Orası Türklerin elinden çıktıktan
sonra. Raporları, notları
çok enteresandır. Daha da ilginç rapor Ağahan'dandır. Bu Kerim
Ağahan ve Ali Ağahan'ların dedesi. Düşünebiliyor musunuz elin Ağahanı, bir tarikatın bir mezhebin lideri, söylediği şey şu:
Valla öyle bir rezalet ki diyor, Bombei'deki işçilerin durumu
buradan daha iyi diyor. Hiç değilse fabrikanın dışına çıkıp
hava alabiliyorlar. Bu zavallılar dışarı da çıkamıyor, eksi
kırk derece soğukta diyor. Yani böyle kepazelik şartlar. Bunlar Türkiye
sanayiinde pek olmamış. Hep sorarlar bizim işçi sınıfı niye
böyle? Öyle çünkü öyle. Şartlar çok değişik. Burası fakir
bir ülke. Ama sefil bir ülke değil. Üst sınıfların da
gelişmesi çok önemli değil. Tuhaf da bir fakirlik balansı var ve
onunla idare edip gidiyor.
ZENGİN SINIF 50'DEN SONRA...
Böyle yerlerde yeni bir zengin sınıf
çıkamıyor. Bunları Türkiye 1950'den sonra gördü. Tüketici
tarafıyla da 1980'den sonra gördü. Burada çok çok geleneksel
tüccarlar var. Gayrimüslim sınıflardan. İstanbul, İzmir'de
lövantenlerden. Taş konakların bulunduğu tek mahalleler de
bunların. Yani mesela İzmir'de zengin Rumların taş konakları,
yok. Ya Fransız, ya İngiliz, ya da İtalyan kökenli. Levanten
dediğimiz, latin kilisesine, yahut Protestan gruba bağlılar. Bu
aileleri biliyorsanız bir tanesi Koçların gelinidir. Daha başka
aileler de var içlerinde. Mesela fakirleşmiş memurlar var. Bunlar
Venedikli bir aile Kıbrıs krallarıydı. Böyle lövanten aileler
var. İzmir de de var, İstanbul'da da var. İstanbul'da Pera Palas ve
eski Amerikan sefaleti, başkonsolosluğun olduğu sokak, tamamıyla
bunların konakları ile dolu. Hiç birisi kalmadı bu ailelerin.
Binalar şimdi ha harap ya da otelleşiyor şimdi. İzmir, İstanbul,
Selanik, Beyrut var... Buralarda kendine göre bir sınıf çıkıyor.
BURSA'DA ZENGİN AİLELER
Bursa'da bunlar o kadar yok. Fakat burada da zenginleşen aileler
var. Rumeli'den gelen göç hep devam etmiştir. 1924 mübadelesine
kadar. Yani iş bilen adamlar, bir yerde münevver göçünün de
bunlarla oluştuğu da söylenebilir.
Bursa'da 1880'lerde
yani 93 muhacirleri, 78 göçünden sonraki ilk gazetenin çıkışı,
matbaanın çıkışı falan, tamamen dışarından gelen birşey. R
Rusya'da da Türk dünyasının en çok okunan gazetesi Kazan ve
Kırım bölgelerinde çıktı. En yaygın gazete ve neşriyat
oralardadır. İzmir'de daha enteresan şeyler oluyor. Bir takım
gazeteler çıkıyor, tuhaf birşey, Bulgar dilinin ilk gazetesi ne
Sofya ne Filibe, ne de Rusya ve Almanya'da çıkıyor, İzmir'de
çıkıyor. Yugoslaviya, Fontinof'nun çıkardığı bir gazetedir.
Coğrafyadan tarihten dinden falan bahseder. Bulgar milliyetçiliğinin
ilk manifestosu gibi gazete İzmir'de çıkmıştır. Bu bir
eğilimdir. Yani Osmanlı taşrası, bilhassa Suriye ve batı
bölgelerdeki hattın ve Selanik ve ilk şeyi Voskopoy'dur, balkanlarda ikinci Viyana kuşatmasından sonra, bu
hattın üzerinde dış ticaret ile zenginleşen bir sınıf ve yerli
üretimi dış ticarete yönelik bir şekilde manifaktüre ardından
fabrikasyona yönelten faaliyetler...
MUHACİR KÖYLÜLERDEN MOBİLYALAR...
Bu şehre çok büyük bir anlam
katıyor. O yüzden buraya yerleşen köyler var. Muhacir köyleri.
Yerlilere göre bazı farklı uygulamaları getiriyorlar. Ve burada
bazı zanaatlar var. Yerli zanaatlarda olmayan yeni vasıflar
geliyor. Bu çok önemli Bir şey. Bunun üzerinde duruyoruz. Mesela
bir yerde oturuyor insanlar, basit mobilya üretiyor. Bu mobilyalar
Osmanlı'nın alıştığı, o hayata ait mobilyalar değil. İskemle,
vestiyer gibi şeyler. Dışarıdan gelme ve bunlar tüketime giriyor.
Hayata giriyor. Bir takım dokumalar,
kumaşa kadar gidiyor.
ŞEHİRLİ, ŞEHRİNİ KORUYAMIYOR
İpek burada var, ama onun kullanıcısı? Bu Fabrika-i Humayun'lar geleneği devam ediyor. Aynı şekilde bu
bittikten sonra otomotiv endüstrisine geçtik. Belki o artık çok
fazla oldu. Bu bölgenin ihtiyacı olmayan bir sanayi, biraz ötelere
kayabilir. Burası kendi içinde Avusturya'nın bir kenti (Velkivik)
gibi olabilirdi, mesela orada otomotiv yok o şehirde, tekstil var. Onun için de korunmuş bir bölge. Yani güzellikler korunabiliyor. Yanı başında kayak merkezi var. Bregens'de falan orman endüstrisi var. Kış turizmi var. Verkef'te
de dünyanın en güzel tekstilini üreten bir dal gelişiyor. Orada
hiç bir zaman Ştayermark daki tipte bir sanayi, kamyon endüstrisi
veya civarındaki elektro endüstri gelip oraya kurulmuyor. Burada Sovyet tipi bir planlama yok. Ama doğrudan doğruya bazı
unsurların gelişmede ağırlık kazanması var. Türkiye de
şehirler bunu yapamıyor. Ama müthiş bir gelişme var,
zenginleşme var. Bunların üzerinde duralım.
VENEDİK'TE BİR HAN...
Bu bize ayrı bir şey veriyor. Bu Ausburk, Gobrova dediğimiz tarzda yerli
bir sanayici ve yerli bir tüccar sınıf var. Bunların kendine göre
bir yaşamı var. Mesela Almanya'nın Austburg'unda 15 asırdan
itibaren Fugger ailesi çıkıyor. Fugger ailesinin adamları işte
birisi büyük bir bankerin ilginç bir muhasebecisi. Bu adam
nerede öğrendi bu muhasebeyi bilin bakalım? Çok ilginçtir,
Venedik'te öğrendi. Venedik'te bir Alman hanı vardır, Fondakoditedesi Oraya insanlar, Almaya'ya gidecek mallar,
tüccarlar bulunur. Aynı zamanda da Venedik'te işletme öğreten Almanlar gezinir. Manteos bunlardan birisidir. Peki modern dünyanın, modern bankacılığın, modern manifakturanın faturasını tutan
insanlar? Peki daha ileri, çift taraflı muhasebeye geçenler
kimlerdir? Hiç birisi bu tüccarlar değil. Halis Hristiyan, Fransız
rahiplerin bulduğu bir sistemdir. O sistemden olduğu gibi gelip
geçmişler. Sivillere yaymışlar. Aynı handa Fondatoturki var.
Türklerin hanı. O handa Türkler kalıyor. Tüccarlar. Şehirde
bu insanlardan tek şikayet nedir biliyor musunuz? Bunlar çok yıkanıyorlar,
hanın tahtalarını çürütüyorlar! Demek ki Türkler boyuna boy
abdesti alıyorlar. Hanın tahtalarını çürütüyorlar. Ama
efendice de ticaretlerini yapıyorlar. Getiriyorlar, götürüyorlar.
Çok arktik bir han. Venedik'i gezerken bazılarınızın dikkatini
çekmiştir, bakmışsınızdır. Halen kullanılan bir binadır. Çok
enteresan bir yerdir. Oranın olması işte buranın olması ile
ilgilidir. Çünkü burası 19. yüzyıla kadar bütün Anadolu'nun
varidatını çeken bir yerdir. Bu tip bir şehir 19. yüzyıla kadar Rumeli kesiminde de böylesi yoktur.
SANAYİLEŞME BÖYLE DEVAM EDEMEZ
Bursa gibi bir şehir, eski
İstanbul başkentinin üreticiliği ve yayıcılığı taşıyıcılığı
olmamıştır. Tabi bu zengin bir ziraate dayanır. Bursa
bölgesindeki Osmanlı Timar sisteminin, sancak idaresinin Timar ve
zeametlerin hacmi, boyu, geliri bürokrasiye... Özer Ergenç diye
bir arkadaşımız var, BİLKENT profesörlerinden, Tez olarak okuduğum için basıldığını bilmiyorum. Tavsiye ederim, şehrin ne olduğu oradan okuyun. Yani
buradaki potansiyeli tamamen yatırımlara da bağlayamıyoruz. Çünkü
o yatırımlar o potansiyel dolayısıyla meydana gelmiştir. Bu
devam edecektir, sanıyorum ama bugünkü sanayileşme yapısıyla
devam edemez. Çünkü bu ancak kirlenme meydana getiriyor. Bu ancak
hemşehri kompozisyonunu etkiler.
İDARE BURSA'NIN TARİHİ ŞAHSİYETİNE UYGUN DAVRANAMAZ...
Yani burada oluşan şeyin eski Bursa ile alakası yoktur. Ve bu hemşehri kitlesi eskisi tarafından
asimile edilmediği, kendisine adapte edilemediği için burada
değişik bir insan türü, bir kitle ortaya çıkar, bu şehir
idaresini etkiler. Yani bu şehir idaresinin bu şehrin tarihi
şahsiyetine uygun davranması da mümkün değildir.
Bunu söyleyince
hepinizin aklına şüphesiz Floransa gelecektir. Barselona
gelecektir. Gittik gördük, ne şahane yerdir diyeceksiniz.
Amsterdam, Brüksel falan gelecektir. Hiç o kadar uzaklara gitmeyin.
O kadar da fırlamayın ben size nereler olduğunu söyleyeyim. Eğer
topa tutulmasaydı Halep buradan çok daha düzgün bir momentuma
sahipti.. Ve Isfahan sahiptir. Isfalah'da her zaman için şehrin
idaresi seçilmeyen belediye reisi bile seçilen dahil ister Şah
zamanı olsun, ister mollaların devri olsun -bunların hiç birisi
demokratik devirler değil-, hatta buralarda şehir idaresine müdahale
Mussolini İtalyasından daha da zalim olmuştur. Yani İsfahan
belediye reisinin mahkemeye çıkarıldığını biliyorum. Ama buna
rağmen orada bir momentum var. Şehrin ahalisi her zaman için
uyumludur. Adaptasyon sözkonusudur.
BAĞNAZ VE KÜSTAH BİR YAPI GELİYOR...
Mesela on sene evvel Isfahan'a
bir gökdelen dikmeye kalktılar. Üçüncü gün herkesten ses
çıktı. Bu ne biçim şey dediler. İğrenç bir şey dediler.. Kazan kaldırdılar. Mesela ben Halep'i 69'dan sonra görmedim. Önce gidiyordum. Sonra
Esat geldi, bela gibi oldu gitmek. Vize vermezler... Bazen de fırsatım
olmadı. Ta, sonra gittim, 400 binlik şehir, bıraktım 4 milyon
olmuş. Sen bu Şam'ı Halep'i unut dedim kendi kendime. Yoo, hiç
unutma, aynen duruyor Şam ile Halep!
Yeni genişleyen yerler var, ama
orasının merkezle ile ilgisi yok. Lizbon gibi olmuş. İşte
İstanbul'da bir tramvay geçemiyormuş, evet geçemiyor, sürünerek
geçiyor Lizbon'da da öyle... Ama Lizbon'da kimse oraları yıkmıyor.
Gidiyor, yeni Lizbon'u dışarı kuruyor. Sen niye Aksaray'ı yıkıyorsun
mesela. Bu bir bağnaz ve küstah bir yapıdır. Bu geliyor. Bütün
mesele şehirdeki uyum maalesef bağdaşamıyor.
Bu, burada
yaşandı. Tek çare bu uyumun sağlanmasıdır. Yoksa hemşehri
uyumunun olmadığı, "diskrepans"ın hatta düpedüz "maloriyantasyon"un olduğu yerlerde, diskrepansın tezata gittiği
bir yerde... Başka birşey bekleyemezsiniz. Her zaman için şehir
idareleri tarihi mirası yapılanmayı beceremez, çevreyi çok hoyratça
kullanır bu kaçınılmaz bir şey olarak görünüyor. Bunu Türkiye
şehirleri yaşıyor. Hem de bütün hızıyla yaşıyor. Ve aksini
de düşünmemiz mümkün olmuyor. Bu bizim önümüzdeki en büyük
sorunlardan birisidir. Bunun dışında ben etrafa göre çok büyük
bir farklılık ve üstünlük görüyuorum. O da arz ettiğim gibi, bu
imparatorlukların yani bu Türkiye'ye yerleşen insanların memlekete
adı verilen Türkiye yapılanmalarının çok büyük bir atılım, çok büyük bir girişimcilik, yaratıcılık üreticilik ve
tüketicilik yarattığı kanısındayım. O açıdan hiç bir şekilde
duraklama olmayacak. En büyük üstünlüğümüz o. Gözünüzü
açınca göreceğiniz tek şey, bütün -Ortadoğu'da böyle iki tane
memleket vardır: Birisi Türkiye, birisi de İsrail'dir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder