30 Aralık 2013 Pazartesi

Krizi yine ‘yabancı’ mı çözecek?

Ekonomi iyi görünürken, ne oldu da birden AKP hükümetinin sonunu getirebilecek bir kriz patladı? Belki de ilk kez, iktidarın “yoğurt yeme tarzı”ndan kaynaklanan bir krizle karşı karşıyayız. Ama şekil farklı da olsa, bu bir krizdir, çözümü de gayet “ekonomik” olacak. Soru şu: Krizi kim çözecek?

Ekonomide her kriz bir “tıkanma” anıdır. Çıkışın şekli de, ekonominin gelecekteki yönünü belirler.
Hatırlayalım krizleri...
1929 krizi, diğerlerinden hem nedeni hem de sonuçları itibariyle tamamen farklıdır.
Kriz, “dışarıdaki” kapitalist dünyada çıkmıştır.
Çözüm olarak da Türkiye ekonomisi adeta sınırları kapatmış, devlet eliyle “milli sanayileşme” planları yapılmış, “korumacılık”,“devletçilik” ön plana çıkmış. Türkiye sadece krizden kurtulmakla kalmamış, 1930’lu yıllarda dev bir sanayi hamlesi gerçekleştirmiştir. Örneğin Bursa’daki Merinos, SunğipekKaracabey TİGEM ve birçok ilde şeker fabrikaları vs. bu dönemin eseri. Yani Türkiye krizi bir kalkınma hamlesine dönüştürmüş…
Ancak 1948 krizinde işin rengi değişti. Savaş sonrası dünya Kapitalist ve Sosyalist olarak iki kampa ayrılmıştı. Türkiye her ne kadar iki tarafa mesafeli görünse de, alttan alta kapitalist kampa yaklaşmıştı. Kriz de ilk kez batının formülleri ile halledildi:  Tarım ürünlerine düşük fiyat politikası, varsıl azınlıklara yüklenen “Varlık Vergisi”, Hububat Vergisi… derken ilk kez devalüasyonla tanıştık ve para iki kat değer kaybederek dolar 2,8 TL oldu.
1954 krizi, Kore Savaşı’nın bütçeyi zayıflatması ve artan dış borçlardı. Kriz, dışarıdan “sermaye ithali”ne ayarlanmış “serbestleşme” ile aşıldı.
Artık ekonomi kapitalist kampın hizmetine hazırdı!
Ve “Dış ticaret açığı” ile tanıştık.
Bu sancılarla 1958 krizi geldi. Artık dolar ve devalüasyon her an kriz kaynağıydı.
Çözüm, siyasette 27 Mayıs, ekonomide “ithal ikamesi”ydi, iç pazara dönük…
Yani batının mallarını satın alacak tüketici bir toplum yaratılacaktı.
Yabancı lisanslarla yerli üretim devri başladı.
Ve IMF Programı’nı ilk kez 1969’da yedik!
Dış kredi, ithalat…
Ekonomi günden güne hem sanayi üretimi hem de finansal bakımdan batılı firmaların kontrolüne giriyordu.
Yerli Malı” haftaları; “ulusal sanayi”, “planlı kalkınma”, “karma ekonomi” düşleri taşıyan“Kemalist” ve “laik” kesimlerin son çırpınışları oldu.
“Döviz krizi”…artık iktidarların korkulu rüyasıydı.
Ve 1974 Petrol krizi dış açığı büyüttü.
Anadolu’da esnaf, sanatkâr kesimi hareketlendi, irili ufaklı işyeri sayısında patlama oldu. Çoğu iç tüketime dönük işletmeler mantar gibi çoğaldı. Bunlar bir anlamda, Ecevit’in de etkisiyle, krizi, yoklukları yerli üretimle aşma çabalarının meyveleriydi.
Ancak siyasi muhalefetin, özellikle de çalışan kesimlerin sendikalarıyla sosyal adalet, pastadan daha fazla pay alma çabaları… 1979 krizi ve çözüm olarak, 12 Eylül… 
Ünlü 24 Ocak Kararları, kapitalist entegrasyonda en önemli halkaydı.
Askerin çözümü, pastanın pay edileceği masaya silahı koymak oldu.
Artık ekonominin tamamen batıyla entegre olması, buna direnen kesimlerin susturulması gerekiyordu.
1986 ve 1991 krizi, bankacılık sisteminin entegrasyonuyla sonuçlandı.
1994 krizi örneğin, tekstil, otomotiv gibi belli başlı sektörlerde küçük çaplı yerli firmaların kapanmasıyla sonuçlandı. Sadece yabancı markalarla ortaklık vs. yapanlar ayakta kalabildi. Ve bu “Küresel oyuncu” olmanın zeminini oluşturdu.
Dikkatinizi çekerim, bütün krizlerin siyasal sonuçları oldu.
Hepsinde hükümetler gitti, geldi…
Bakmayın siz siyasetteki kayıkçı kavgasına… Perde arkasında ipler hep patronların elinde  oldu.
En son 2001 krizi, iktidar partisinin sandığa gömülmesiyle sonuçlanmıştı.
Kriz, “tek kutuplu” hale gelen dünyada, “neo-liberlizm” denilen vahşi kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir yapılanmanın gecikmesiydi…
Ulusalcı-milliyetçi-milli sanayici” koalisyonun içindeki itişmeleri, yasaları vs. “ayakbağı” sayan küresel güçler, “gerekli bütün yapısal programı acilen başlatacak, şöyle, koalisyonsuz, her dediklerini şak şak yapacak bir hükümet” arıyorlardı.
Dizaynı AKP oldu!
Erdoğan hükümetleri, 2002’den beri AB ve ABD yönetimlerinin bir dediğini iki etmediği için ayakta kalabildi.
Sistem, krizleri, tıkanma noktalarını, kendi yöntemleriyle, sorunsuz çözebildi.
Ama bu sefer, hükümet başındaki çorabı kendisi ördü. Bu kafayla da içinden çıkamayacak.
Asıl kriz mi?
Cari açığı değil normal, kayıt dışı ticaret ve kara parayla bile çevirmek zorlaştı…
Şimdi sorun şu:
Bu krizi yine küresel güçler mi çözecek; kendi çıkarına göre,
Yoksa biz mi çözeceğiz; memleket yararına!
İyi pazarlar…

23 Aralık 2013 Pazartesi

İktidarın aşil topuğu...

Başkentte ortalık toz duman. Senaryo üstüne senaryo üretiliyor. Bunlar sadece Başbakan’ın, milyarlarca dolar yolsuzluk, kaçakçılık, kara para suçu işleyenleri değil, onları gözaltına alan polis ve savcıları suçlaması, olayı “kendilerini seçimle deviremeyenlerin, dış mihraklı, çirkin operasyonu” olarak nitelendirmesinden ibaret değil.


Türkiye yolsuzluk, vurgun, kamu kaynaklarının yağmalanması, devlet eliyle zenginleşmeden çok çekmişti.
Genelde, siyasi iktidarla ilişkileri bozulanların dışında, bu “hortumculara” hiçbir şey olmamış, yapanın yanına kalmıştı.
Adalet  ve Kalkınma Partisi  “Adalet”, “Kalkınma” gibi isabetli sözcükleri kullanıp Yolsuzluk, Yoksunluk ve Yasakla mücadele edeceğini söyleyince hakikaten “Ak” olduğuna toplumu ikna etmiş, ardı ardına seçilmişti.
AKP iktidarının ilk dönemi, kamu bürokrasisinde, devlet kurumlarında, hatta özel sektörde “el değiştirme” dönemi sayılabilir. Bunun da “masum” görünen bir yanı vardı.
Hatta kamu harcamalarındaki artış, altyapı yatırımları vs. ile bu dönem gerçekten, bana sorarsanız,“başarılı” oldu. En azından uzun dönemdir özlenen istikrar, birçok sorunun hasarsız atlatılmasını sağladı.
Ancak hem yerel yönetimlerde hem de merkezi iktidarda oyu artırıp, “seçimi garanti” sayılmaya başlandıkça, iktidarın “adalet” ve “kalkınma”yı parti tabelasında bırakmaya başladığına şahit olduk.
11 yılda artık “hükümet = devlet” durumu netleşti.
Bu muhafazakar yapı, Batıdan, TÜSİAD gibi sermaye temsilcilerinden tam destek görür oldu.
“Laikliğin bekçisi” sayılan ordu da iktidarla, “Ergenekon” operasyonlarını yapacak düzeyde hemhal oldu.
Artık astığı astık, kestiği kestik,  kendisine itiraz eden herkesi cezalandırabilen; istediğini işinden eden, iflas ettiren, kapıya bıraktıran;  istediğini en kıyak işleri verip kısa zamanda zengin edebilen bir başbakanımız olmuştu...
Tabii bu “otoriterlik” sadece halkın, siyaseten de muhalif olanların üzerine polis zoruyla, gazla, copla, TOMA’yla gitmekle sınırlı kalmadı.
Kendisini destekleyenler de teker teker bu otoritenin hışmına uğradı.
Son operasyonların ardında, başından beri “iktidar ortağı” ve destekçisi olan bir grubun olduğunda herkes hemfikir.
***
Senaryo çok dedim ya…
Örneğin, medya çevrelerinde ve başkent kulislerinde hayli benimsenen bir senaryoya göre, bakan çocukları, Ali Ağaoğlu gibi dönemin en zengin müteahhidinin gözaltına alınması ile başlayan operasyonun ardında Gülen cemaati var.
Ama işin esrarengiz yanı Gülen grubunun salt bir inanç grubu olarak kabul edilmiyor olması. İddia sahiplerine bakarsanız, Gülen doğrudan ABD ve CIA, hatta MOSSAD ile işbirliği içinde. “Devlet”teki, polis ve diğer birimlerdeki etkinliğinin altında da bu yapılanma var. Ve hükumet de bu durumu bildiği için Gülen cemaatine toptan bir “tasfiye”yi göze alamıyormuş!
Emniyet istihbaratı gibi en kritik birimlerin bu grubun kontrolünde olduğu dillendiriliyor. Örneğin Başbakan’ın telefonlarının dinlenmesi ve ortaya çıkan “böcek”ler de böyle açıklanıyor.
Bu satırlar yazılırken 4 bakanın istifa dilekçesini verdiği haberleri çoktan çıkmıştı. Ama her nasılsa bu bakanlar Erdoğan’ın çevresinde dolaşmaya devam ediyordu.
“Fidan’ı yedirtmeyen” Başbakan, anlaşılan bakanlarına sahip çıkmaya son ana kadar devam edecek.
Nereye varır bilinmez…
Ancak ortada bir bilek güreşi olduğu ve kazanacak şeyin “güç” olacağı ortada.
Belki Başbakan 4 bakanı kurban verip, “Bakın yolsuzluluğa bulaşanları atıyoruz” iddiası ile yeniden yıldızını parlatmayı deneyecek.
Ya da, yolsuzluğa bulaşmış bakanlarıyla kader birliğini seçip “Bakanımı yedirtmem” ısrarıyla, rakibine karşı hem kamuda hem de özel sektörde yaygın operasyonlara girişecek… Hakimi, savcıyı, soruşturmayı yürüten polisleri suçlayıp elini kolunu bağlayacak...Yolsuzluğa bulaşmış bakanları, diğer yöneticileri vs. ile kader birliği etmeyi tercih edecek...
Ama bunu yapmak da o kadar kolay değil.
Zira, rakip güreşçi diğer bakanlar gibi Başbakan’ı da aşil topuğundan (oğullarının vakıf ve gemi şirketlerinden), ha yakaladı ha yakalayacak…
Bu kavgada zafer kimin olur?
Bilemem…
Doğrusu, ipler dışarıda olacaksa, kimin kazanmış olacağı hiç de ilgimi çekmez.
***
Artık bir “Temiz Eller Operasyonu” ile memleketin bağırsaklarını temizleyeceği; haramilerin, zavallı halkın, onca yetimin, garibin gasp edilen paralarını kusacaklarını düşünecek kadar da “hayalci”olamıyorum…
Olsun, yine de bunu hayal etmenin ne sakıncası var?
“Milli iradeye saygısızlık” etmiş sayılmam değil mi?
Aman aman...
İyi pazarlar…

16 Aralık 2013 Pazartesi

Atçalı Kel Mehmet boşuna mı can verdi?

Başkent sokaklarında dolaşırken, tezgâhtaki bir kitap ilgimi çekti: Atçalı Kel Mehmet İsyanı
Atçalı Kel Mehmet” diye bir şey duymuştum; ama “Kelle Kesen Kör Hasan” gibi soyut bir isim sanırdım. Meğer o da Anadolu’da merkezi yönetimin baskılarına dayanamayıp silaha sarılan onlarca isyancıdan, efeden, zeybekten birisiymiş…
Düşünüyorum da… Bu topraklar, coğrafyamız isyancı, ayaklanmacı yetiştirmekte ne de çok mümbit, bereketli!
Bir değil, beş değil… Sadece Cumhuriyet değil, Osmanlının en parlak dönemlerine kadar uzanan büyük bir geleneğe sahip bir başkaldırı kültürü!
Anadolu’da devlete başkaldırı olayları ve kahramanları o kadar çok ki…
Pir Sultan, Köroğlu, Dadaloğlu, Atçalı Kel Mehmet, Baba Zünnun, Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, Babanzade Ahmet Paşa, Celali isyanları, Kalender Çelebi, Mir Muhammed İsyanı, Şahkulu İsyanı, Şeyh Bedreddin isyanı, Deli Hasan, Abaze Mehmet Paşa, Katırcıoğlu, Karayazıcı, Börklüceli, Düzmece Mustafa İsyanı, Yörük Ali Efe, Demirci Mehmet vs…
Sonra Cumhuriyet döneminde Şeyh Sait, Dersim vs. bir yığın isyan.
Tarih, son yaşadığımıza da “Kürt Apo İsyanı” mı diyecek, bilmiyorum…
Vardığım sonuç şu: Demek ki, bizde padişahlar değişmiş, hatta imparatorluk yerini cumhuriyete bırakmış, iktidarlar değişmiş, değişmiş… Ama devletin vatandaşa karşı bakışında çok da fazla bir şey değişmemiş…
Devlet ile vatandaş arasında “gönül bağı”nı bir türlü kuramamışız.
“Devlet hakimiyetinin tesisi”ni adalette, iyi yönetimde, insanların kalplerinde değil,  hep asker, polis gücünde aramışız. İtiraz eden, eleştirenlerin üzerine de hep ordu gönderilmiş, düşman sayılmış, darağaçlarında sallandırılmışlar.
Bakınız, kitabın adı: Atçalı Kel Mehmet İsyanı (Afyon İhtilali 1829-1830)). Yazarı Ali Haydar Avcı.Barış Kitap’tan çıkmış. Kitabın sonunda yerli yabancı bir yığın zengin kaynakça gösterilmesi dikkat çekiyor.
Atçalı Kel Mehmet, Aydın Atçalı köyünde çocukken babasını kaybetmiş, anası boğaz tokluğuna toprak sahiplerine çalışan bir ırgattır. Genç yaşta köyün zengini Şerif Hüseyin’in kızına aşık olur. Fakirliği yüzünden kız verilmeyip aşağılanır, hatta saldırıya uğrar. Bunun üzerine kendisini, sonra ailesini koruma için kavga etmek zorunda kalır, dağa çıkar. 
Kızı zorla kaçırır, alır, evlenir. Artık devlet güçleri peşindedir. Bölgede vatandaşın devlete, özellikle de yüksek vergiler yüzünden duyduğu tepkilerden destek alarak bir çete kurar. Halk, Osmanlı'nın ağır vergi ve zulmünden inim inim inlemektedir. Zenginlerden alır fakirlere, kimsesizlere dağıtırlar. "Fakir babası" olmuştur. Adalet isteyen onlara başvurur… 
Derken, bütün Aydın civarında fiilen hâkimiyet kurar. Aydın, Manisa, Denizli, İzmir, hatta Kütahya civarı...
Artık mesele çoktan bir aşk meselesi olmaktan çıkmış “halk isyanı” lideri oluvermiştir.
Osmanlı devleti üzerine askerler gönderse de bir süre askerleri bozguna uğratır ve İstanbul hükümetine “müzakere” önerir!
Bakınız, Atçalı Kel Mehmet, 1829’da, Osmanlı yönetiminden neler istemiş. 
Tam 6 madde, açık, net: 
  1. 1.Tüm emeği ve tarlaları, bahçeleri, hayvanları çeşitli yollarla ele geçirilen köylülerin üzerindeki baskıların dizginlenmesi,
  2. 2. Ağa, bey ve tefeci kapılarında karın tokluğuna ırgat, yarıcı haline getirilen halkın durumun düzeltilmesi ya da en azından iyileştirilmesi,
  3. 3. Serbest ticaretin ve tarımın korunması,
  4. 4. Güvenlik ortamının yaratılması, seyahat özgürlüğünün (bir vilayetten diğerine gitme) sağlanması, dirlik ve düzenin sağlam temellere oturtulması,
  5. 5. Adaletsizliğe yol açan kanunların düzeltilerek daha eşitlikçi kanunların çıkarılması,
  6. 6. Yıllarca sürerek insanları bitirip tüketen –ki bu süre en az on yıldır- üretimden koparan, ocakları söndüren, halkın başının belası olmuş askerlik angaryasının yeni esaslara bağlanması.

Atçalı Kel Mehmet Efe, Padişahın kendisini muhatap alıp, bu dileklerini yerine getirmesini, yöre halkının sevinmesini beklerken, Aydın'a bindirilmiş askeri birlikler nakledilir. 
7-8 bin silahlı adamı vardır. Tepecik köyü civarında askerlerce kuşatılıp öldürülür (10 Haziran 1830).
Kitabı okurken farkettim ki, Sultan 2. Mahmut, Kel Mehmet'e nasıl davranmışsa, iki asır sonra hala devlet yönetiminde, iktidarların muhaliflere bakışı neredeyse aynı:
"Eşkiyadır, dinsizdir, tez kellesi alına..."
Kel Mehmet'in niye isyan ettiği yukarıda madde madde yazılıyor...
Aydın halkının feryadını ifade eden bu listede bugün anormal bir şey görebiliyor musunuz?
Ama devletin, buna kılıçla, mermiyle müdahalesi değil; yardım elini, şefkatini uzatmasının bugün bile çoğumuza garip, “anormal” gelebildiğini hissediyorum.
Yine de boşuna can vermemiş bizim  Kel Mehmet Efe..
İyi pazarlar.

9 Aralık 2013 Pazartesi

‘Yarınlar’a inancın simgesi: Mandela

Dursun EROĞLU
Afrika’da “siyahi”lerin en güçlü özgürlük sembolü Mandela, 95 yıllık sıra dışı bir yaşama veda etti. Mandela, yıllarca sıradan bir isyancı, asi,  yoksul siyah halkı beyaz azınlık yönetimine karşı mücadeleye örgütleyen bir “bozguncu” olarak hapishanelerde süründükten sonra, devlet başkanlığı koltuğuna oturmuş, düşlerini gerçekleştirmiş bir liderdi.
Başarısının kaynağı da galiba yılgınlık ve yorgunluğa düşmeden,“yarınlara inanması” oldu.
 Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı ve Afrika Ulusal Kongresi Başkanı sıfatıyla dünya siyasetinde farklı bir yere sahip olan Nelson Mandela (Hamba Kahle Tata Madiba,1918 – 2013) sahiden bir efsaneydi…
Örneğin 30-40 yıl önce, fıkır fıkır delikanlıyken gazetelerde ona yapılan kötü muamelelerle ilgili haberler okurduk. Hapishanelerde açlığa, dayağa, işkenceye direnmeler… “Boyun eğmeme”ler…
Gözümüzde bir kahramandı.
Sonradan on binlerce insanın canına malolan ABD destekli ırkçı beyaz Apartheid rejimi “zenci açılımı” gibi bir şey yapmak durumunda kaldı ve zencilerin beyazlarla eşit yurttaşlığını kabul etti. Tabi bu karar da Mandela’yı devlet başkanı yaptı. Zira nüfus, ondan yanaydı.
Açıkçası Güney Afrika’yı gidip görmediğim için Mandela döneminde bu ülkede neler olduğunu bilmiyorum.
Ama, anlaşılan Mandela  ABD destekli “beyaz” kesimlerle uyumlu bir yönetim sergilemeyi başardı…
Ölümünden sonra internetten tıkladım. Mandela’nın en çok Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü reddetmesi hatırlanıyor.
Baktım ki, Kenan Evren’e, NATO Genel Sekreterine, Japon prensine verilen bu ödülü, 1992’de hangi koşullarda almadığını bilmiyoruz. Ama kişisel olarak Mandela’nın Atatürk adına sempati beslemiş olacağından eminim!
Neyse, Mandela’dan geriye hatırası kaldı.
Hatıra derken, örneğin bir kitabı: Un Long Chemin Vers la Liberté/Özgürlüğe Giden Uzun Bir Yol.
Umarım Türkçeye çevrilip basılır. Bence özellikle siyasilerin buna ihtiyacı var.
Bakın Mandela kendisi için ne diyor:
Yaşamım boyunca kendimi Afrika halkına adadım. Beyazların ve de siyahların baskıcı yönetimlerine karşı mücadele ettim. En pahalı düşüm, herkesin eşit şanslara sahip olarak uyum içinde yaşadığı özgür ve demokratik bir toplum oldu.  Umarım bunu görecek kadar yaşarım. Fakat bu, gerektiğinde bu uğurda ölmeye hazır olduğum bir düştür.”
Kitaptan en çok alıntı yapılan ve Mandela’nın yaşam deneyimlerinden süzülen bazı cümleler ise şöyle:
- “Bazı şeyler, biz yapıp bitirene kadar imkansız gibidir.”
- “Şunu öğrendim ki, korkunun içinde yer almadığı bir cesaret yok. Fakat iş, o korkuyu yenebilmekte.”
- “Özgür olmak, sadece kişinin kendi zincirlerinden boşanması değil; başkalarının özgürlüğünü destekleyen ve ona saygı duyan bir yaşam tarzına sahip olmasıdır.”
- “Politika müzikle desteklenip güçlenmiş olabilir, fakat müziğin politikaya meydan okuyan bir gücü vardır.”
- “Büyük riskler alan insanlar, sık sık bunların ağır sonuçlarını göğüslemeyi  de beklemek zorundadırlar.”
- “Bir gökkuşağı ulusu (Mandela’nın ulus tanımı bu. Bütün farklı ırk ve renkleri bir arada tutan bir ulusu, toplumu kastediyor) kendi içinde ve dünya ile barışıktır.”
- “Özgürlük ne saygın bir şey… Zira güneş asla insanlığın en gösterişli zaferleri üzerinde batmıyor…”
- “Eğitim, dünyayı değiştirmek için en güçlü silahınızdır.”
- “İyi bir kalp ve iyi bir ruh her zaman harika bir uyumdur.”
- “Para başarıyı yaratmayacak. Onu yapacak olan özgürlüktür.”
- “Cesur insanlar barış adına özür dilemekten korkmazlar.”
- “Ben Mesih falan değil, olağanüstü koşulların lider yaptığı sıradan bir adamım.”

Koşullar ne olursa olsun, ideal, hayal ve düşlerin yuvası “güzel yarınlar” bir gün mutlaka gelecek!
İşareti de Mandela, değil mi?
İyi pazarlar.

2 Aralık 2013 Pazartesi

IMF’den bir ‘aferin’ daha aldık!

Dursun EROĞLU
Türkiye’nin, IMF’ye borçları “sıfırlamış” olmasını, IMF’nin ipinde oynamaya son verme anlamına geldiğini düşünenler fena halde yanılıyor. IMF’nin geçtiğimiz hafta açıkladığı “Gözden Geçirme Raporu” da bunun kanıtı.

Sevgili okurum, bu IMF konusu çok netameli…
Zira dünyanın pek çok yerinde, özelikle de “üçüncü dünya” ülkelerinde, sol, sosyalist veya yeni bağımsız ülkelerde IMF, “emperyalizmin temsilcisi” olarak görülür. Onlara göre, IMF aslında devletleri Amerikan ve batılı büyük finans merkezlerinin çıkarları doğrultusunda biçimlendirme aracıdır, bir tür boyunduruktur. 
Nitekim, başta Güney Amerika ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede uygulanan “IMF Reçeteleri” ekonomik kriz, işsizlik, pahalılık ve adaletsizlikten başka bir şey vermedi.
Fikirlerine çok değer verdiğim ekonomi hocalarından birisi, bir söyleşi sırasında, IMF’ye tepkilerle  bir anlam veremediğini söyleyip,  “Yav IMF dediğin bir doktordur. Ona hastalandığın zaman gidersin. Memlekette her şey normal gidiyorsa, kimse zaten IMF’ye gitmez. Krizdeysen, can çekişiyorsan,  gidip kapısını çalarsın, hatta yalvarırsın, sana verdiği o acı ilacı da içmek zorundasın” demişti.
Gerçekten de kronik sorunlarını çözemeyen Türkiye ekonomisi, düzenli olarak 3-5 yılda bir krize giriyor, kriz genellikle döviz kıtlığı ve yüksek devalüasyonla patlıyordu.
Çare de gidip IMF kapısında kredi dilenmek oluyordu.
IMF de bu krediyi vermek için genelde kamu harcamalarını kısıcı “reçeteler”  şart koşardı.
Acı ilaç” bizde IMF denince akla ilk gelen sözlerde birisidir. Zira, “IMF Reçeteleri” öteden beri hep çalışanları; işçiyi, memuru, küçük esnafı ve tarım kesimini vurdu. Protesto gösterilerinde, pankartların üzerine en çok yazılan ifadelerden birisi IMF'dir. 
IMF reçeteleriyle sendikalar çökertildi, işyerlerinde taşeronlaşma hızlandı, esnek çalışma diye çalışanın işyerine aidiyeti ortadan kaldırıldı, reel ücretler sürekli düşürüldü.
Bugün ekonomide "başarı"nın sırrı da buradadır, bunda da IMF'nin katkısı, yönlendirmesi vardır!
Ama siz IMF reçeteleri, "kemer sıkmalar" için “bunlar geçmişteydi” diyorsanız, henüz buharı üzerinde son IMF Raporu’na bakmanızı öneriyorum.
27 Kasım’da açıklanan 4. Madde Gözden Geçirme Raporu’unda, özetle Türkiye’ye “Aferin doğru yoldasınız” deniyor.
Türkiye ekonomisi 2012 yılında dengesizlikleri büyük ölçüde giderdi. 2013’de yüzde 3,8 büyüme bekleniyor…”
Bankacılık sistemine övgüler dizildikten sonra ekonomi yönetimi uyarılıyor: “Kişisel harcamalar ve kamu yatırımları büyümeyi sağlayan en önemli etkenler olarak öne çıkıyor. İç talebin gücüne bağlı büyümeye dönüş, cari açığın artmasına büyümeye ve enflasyonun hedefin üzerinde kalmasına sebep oluyor.
Yani “Vatandaşın tüketim harcamalarını frenleyin”, diyor…
Hükumet ne yaptı, aynı gün?
Kredi kartlarında vadeleri kısalttı. Konut, araba, elektronik eşyada vatandaşın harcamalarını frenlemeye dönük kararlar açıkladı.
Diyeceksiniz ki ne var bunda!…
Evet, insanlar elindeki kartlarla, kazanmadıkları parayı harcıyor.
Bankalar topladıkları mevduatın üzerinde kredi vermeye başladılar (Mevduat/kredi oranı yüzde 113 olmuş. Bu bir rekor)…
Evet, borçlanmayı frenlemek masum görünüyor. .
Ama arkasında IMF Raporu olduğunu düşününce işkileniyorsun.
Neden mi?
Malum bizde büyüme iç talebe bağlı…
Vatandaş kredi kartları ile gırtlağına kadar borçlanacak…
Üretim de ithalata bağlı olduğu için, memleketin ithalatı patlayacak…
Bu cari açık demektir.
IMF cari açık ekonomisinin asıl mimarıdır.
Çünkü “cari açık” memlekette gözü kara bir özelleştirme, rant/talan alanı, dışarıya borçlanma, her projeyi dış krediyle –tabi Hazne garantili- yapmayı zorunlu hale getirir! Bunlar daha fazla vergi, daha az sosyal devlet vs. demektir.
Peki IMF cari açığı neden bir risk olarak görür?
Hani halk arasında bir söz vardır; “Sağılan inek kesilmez” …
Bakınız, on on iki senede yabancıya ana para ve faiz olarak tam 500 milyar doların üzerinde para ödemişiz!
Hangi IMF böyle bir ülkeyi riske atmak ister?
Bunun için hem “Aslansın Mehmet sen bu yolda devam et” diyor.
Hem de “reçete” yazmaya devam ediyor.
Örneğin IMF Raporundaki  “…işgücü piyasasını iyileştirecek her türlü eylem önemli olacak” ifadesi…
İşgücü piyasasını iyileştirme”nin ne anlama geldiğini, ekranlara yansıyan çalışanlara gazlı, coplu“müdahale” görüntülerinden öğreniyoruz…
Reçeteyi severim. Ama IMF Direktörlerinin değil, hekimlerin yazdığı reçeteyi.
İyi pazarlar.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Keşke haklı çıkmasaydım!


Dursun EROĞLU


Hükümet, sonunda “Anayasa” masasını devirmek durumunda kaldı. Anlaşılan artık bu oyuna ihtiyacı da kalmamış. Bunun böyle sonuçlanacağına inanlardandım ve gazeteniz Yeni Dönem’de Mayıs 2011’de, bu köşede “Anayasa yapma”nın, “kitap yazma” olmadığını, bu hükümetin doğrusu aman aman bir Anayasa ihtiyacı da olmadığını yazmıştım.
Buyurun, okuyun, sadece Anayasa değil hükümet birçok vaadinde de maalesef arpa yolu yol alamadı.
İşte o yazı:
“Siyasi partiler, ekonomik politikalarını birer seçim vaadi olarak açıkladılar. Projeler uçuştu. İktidar partisi “çılgın” projesini açıkladı, büyümede en yüksek rakamı söyleme yarışı başladı. Peki, hedefler ne kadar ülke ihtiyaçları ile örtüşüyor ve de ne kadar gerçekçi?

Seçimin favorileri Ak Parti, CHP ve MHP’nin (Seçim barajı sadece sandıkta değil, kafalarda da hâkim olduğuna göre, geri kalanlar yok sayılıyor) ortak hedefi yeni Anayasa.
Ülkenin demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğu çok açık.
Bu konudaki kilit sorun, iki dönemdir iktidar gücünün kullanan Ak Parti’nin artık “etkin güç” olarak yeni Anayasa’da demokratik düzenlemelere ne kadar sahip çıkacağıdır. Zira malum, partiler muhalefette olunca, -kendilerine lazım olduğu için- demokrasi isterler. Ancak seçilince, adil olmayan iktidar gücünün kullanmak hoşlarına gider. Bu yüzden örneğin bir türlü “dokunulmazlık” kaldırılmaz, “baraj”, siyasi partiler kanunu hep seçim zamanlarında hatırlanır.  
Şimdi bunlara galiba, Kürt ve alevi kesimini rahatlatacak Anayasal değişiklikler de eklendi.
Ayrıca, “hukuk”, “yasa”, kullanılan gücün, halk nezdinde meşru hale getirilme çabasından ibarettir.  Kurallar iktidar gücünü kullananların çıkarına göre düzenlenir. Bu yüzden de “demokratik anayasa” ancak demokratik, adil bir yönetimin isteyeceği bir şeydir. Anayasa’yı, iyiniyetli bir “Toplumsal sözleşme” görüp, bunu da üniversitedeki profesörler, uzmanlarca hazırlanacak bir toplumsal, evrensel kurallar bütünü olarak ele almak en hafifinden naifliktir. Bu yüzden açıkçası bütün partilerin “fikir birliği” yapmış gibi göründüğü yeni Anayasa yapımı konusunda o kadar kolay yol alınabileceğine hiç inanmıyorum.
Ve tabi ekonomik hedeflerin de mutlaka gerçekçi olması gerekiyor. “Gerçekçi” olmak, ete kemiğe bürünmek, bir kesimin çıkarını ifade etmek demektir. Bu açıdan örneğin, Başbakan Erdoğan’ın “çılgın proje” diye açıkladığı, İstanbul’a yeni bir boğaz, küçük bir Süveyş Kanalı açma fikri hiç de “hayalci”değil bence. Bu, İstanbul için düşünülebilecek en büyük rant ve “büyüme” projelerinden birisi.  İktidar TOKİ inşaatları, “duble yol” ve büyük çaplı “yap işlet” projeleriyle bu yolu çoktan keşfetti. Yeni zenginler yarattı. Eminim ki, “Kanalistanbul” gibi sadece kanal inşaatı 20-30 milyar lira tutan; adası, limanları, konut ve iş merkezleri ile bunun on katı bir işi ifade eden proje için şu anda elini ovuşturan bir sürü şirket, emlakçı, inşaatçı vardır. Hatta işi hangi firmalara vereceklerini bile düşünmüşlerdir.  MHP bu projeyi “yeni zenginler yaratma” projesi olarak görüyor. Doğrusu, MHP lideri Bahçeli, her ne kadar “ekönömi” olarak telaffuz etse de, ekonomiyi bilen birisidir. Üniversitede Türkiye Ekonomisi adlı dersimizin hocalarındandı.
Partilerin hepsi işsizliği azaltmayı vadediyor. Her yıl CHP 800 bin, AK Parti 400 bin kişiye iş vadediyor. Ancak bunun pratikte nasıl olacağına ilişkin bir formül yok. Örneğin hangi sektörleri destekleyeceksiniz, yeni fabrikalar açılmasını nasıl sağlayacaksınız? Partilerin, artık ekonomik büyümenin, istihdamda istenen artışı sağlamadığını da anlaması gerekiyor. Siz üretimi artırabilirsiniz ama,  bu illa da yeni işçi ile olmuyor. Patronlar yapabilirse her işini makine ile yapmaya, olmuyorsa 2 işçiye 3 kişilik işi yaptırmaya çalışıyor.
10 tane “dünya markası” yaratma projesini not etmek isterim, çok ilginç. Bakalım hangi markalar seçilecek.”
Yorum sizin.
İyi pazarlar.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Çakma değil, gerçek laiklik

Türkiye, Osmanlı gibi bir şeriat rejiminin ardından yeni ve çağdaş bir toplum yaratmaya çalıştı. Avrupa’daki “Rönesans” ve “Reform” kavgaları bizim İslam dininde yaşanmadığı için, aslında din toplumsal gelişmeye ayak uyduramadı. Din, bırakın bilimde, sanatta, ekonomideki gelişmeye ayak uydurmayı; hep değişimlere direniş mihrakı olageldi.
Aslında Atatürk döneminin yapmak istediği, din alanını yeniden düzenlemek, dini batıl inanç ve kişisel sömürü alanı olmaktan çıkarmak, tarikatların insanları salak yerine koyup ensesinde boza pişirmesine engel olmaktı.
Bulunan yol da Diyanet İşleri Başkanlığı adı ile siyasi iktidarın denetiminde bir kurum aracılığı ile vatandaşlara “ibadet hizmeti” vermek, “İmam Hatip” okulları ile bu alana eleman yetiştirmekti. “Din adamı” aynı zamanda “devlet memuru” olacağından “Laik devlet”e tehdit olamayacaktı.
İmam, kendine maaş ödeyen devlete biat edecek, hep iktidar lehine vaaz verecek, camiler bir tür yönetimin halkla ilişkiler birimi gibi çalışacaktı.
Aslına bakarsan bu epey işledi ve “iyi vatandaş”, “namazında niyazında” kişiler olarak algılandı.
Ancak din. insanla tanrı arasında bireysel, inanç olmaktan çıkıp, toplumu yönetme aygıtı olmaya başladığı andan itibaren, güç odakları arasında bir hakimiyet kavgasının da arenası oluvermişti.
Ve gelinen yerde artık din alanı, geleneksel “laik devlet”çi kesimlerin denetiminden çoktan çıktı.
Artık CHP liderinin, “Diyanet’i kuran biziz, İmam Hatipleri açan biziz…”  diye yırtınması, “Biz dine karşı değiliz, tam tersine, hakiki Müslüman biziz” minvalli çabalarla  “mütedeyyin”, “sağ muhafazakâr, İslamcı” kesimden oy dilenmesi boşuna…
Diyanetçi laiklik” uygulamasının sonuçları, bu politikanın sahiplerinin gözünün yaşına bakmayacak!
Sahi, laiklik nerede kaldı?
İnternet üzerinden tanıştığım bir Fransız arkadaşım var.
Aklımı kurcalayan soruları ona sordum.
Laiklik Avrupa’da nasıl uygulanıyor?
Arkadaşım, bir örnekle durumu anlattı.
Fransa’da dinin devletle organik bir bağı yok. Örneğin ben Katoliğim. Fransa’da Katolikler oturdukları yere en yakın Katolik Kilisesi’ne gider, kaydolur. Herkes kendi gelirine, maddi durumuna göre, kendi belirlediği bir rakamla Kiliseye bir tür aidat öder. Kaydı alınır, her ay maaşlarından bu para kesilir, o kilisenin hesabına yatar. Bir tür vergi gibi… Kilisenin bütün giderleri buradan karşılanır. Hiçbir din adamı, papaz, rahip vs. devlet memuru değildir, devletin bütçesinden para, maaş almaz.
Orada kiliseleri devlet yapmıyor mu?
Hayır. Her inancın kendi içinde hiyerarşik örgütlenmesi var.  Örneğin bizimkiler Vatikan’da Papa’ya bağlı. Nereye kilise yapışacağına onlar karar verir. Devletin, halktan toplanan vergilerle kilise yapması diye bir şey yok. Bırak kilise yapmayı, bazı belediyeler kiliseye el altından maddi yardım yaptığında bu sansasyon konusu olur.”
Peki bizdeki imam hatip liseleri gibi, orada da devletin papaz okulları vs. var mı?
Hayır. Her kilise veya inanç kesimi, ibadet hizmetini verdirecek kadrolarını kendisi yetiştirir. Kiliselere bağlı mesela Katolik okulları var. Devletin Eğitim Bakanlığı karışmaz onların eğitim programına… Papazlar, rahibeler hep kiliselere ait eğitim kurumlarında yetişir.
Yani devletin eğitim sistemindeTürkiye'deki İlahiyat Fakültesi, İmam Hatip gibi okullar yok mu? Normal eğitimde gençlere hıristiyanlık öğretilmiyor mu?
Hayır. Yani teoloji, din sosyolojisi, davranış vs. dersleri olur, ama Fransız devlet okullarında belli bir dine yönelik eğitim yoktur. Devlet okullarında bilimsel şeyler okutulur.”
Allah Allah... Hani biz laik ülkeydik. Avrupa medeniyetini benimsiyorduk!
Vay be...
İnanç” alanı ülkenin kronik birkaç sorunundan birisi. Anlaşılan, çözüm de sadece Sünni mezhebine yönelik Diyanet modeline artık son vermek…
Avrupa bunu becermiş.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özerkleşmesi, kendi masraflarını kendi cemaatinden sağlaması gerekir. Diyanet artık bunu gerçekleştirecek kapasiteye de sahiptir. Büyük kentlerde birçok cami var ki, ciddi kira gelirleri ile kendi ayakları üstünde duracak halde.
Unutmayalım, ben gayet iyi hatırlıyorum, Anadolu’da imamlar halk arasından çıkar, imamım masrafını da cemaat temin ederdi.
Diyanetin devletten bağımsızlaşması hem din alanını siyasi çekişmenin dışına çıkaracak, hem de vatandaşın “inanç özgürlüğü” garanti altına alınacaktır.
Ülkeyi alevi/Sünni, inanan/inanmayan gerginliği üzerinden yönetme dönemini kapamanın başka bir yolunu görüyor musunuz?
İyi pazarlar…

11 Kasım 2013 Pazartesi

Benim vergimle aldığını bana satma!


Geçen Pazar, “vergi yükü”nün kimlerin sırtında olduğunu anlamaya çalışmıştık. Ve... Bu yükü omuzlayanların ücretli, kayıtlı çalışan, gelirinin tamamını tüketim malı satın alarak harcayan, üstelik de ev, araba, beyaz eşya alacağım diye gırtlağına kadar borçlanan “orta direk” olduğu çıkmıştı ortaya.
Peki geçim ve hayat gailesi peşinde koşan bu insanlar, ödediği vergilerin karşılığında devletten ne görüyor?
Daha doğrusu devlet, topladığı vergileri nereye harcıyor?
TBMM’ye gönderilen bütçe tasarısının sunuş bölümünde şu ifadeyi bir okuyalım:
“… temel amaç ülkemizin refah seviyesinin artırılması nihai hedefi doğrultusunda, büyümeyi ve istihdamı artırmak, cari açığı azaltmak, kamu maliyesindeki güçlü durumu devam ettirmek, fiyat istikrarını sağlamak…”
“...Yüzde 4 büyüme, yüzde 3,2 enflasyon...”
Laf ola beri gele!
Cari açığı azaltmayı hedefleyen bütçenin kendisi açık!
Baksanıza…
2014’te devlet, Genel bütçeli kamu idarelerine 428 miyar 296 milyon, özel bütçeli idareler 48 milyar 647 milyon ve denetleyici kurumlar 3 milyar 3 milyon lira olmak üzer toplam 479 milyar 777 milyon lira harcayacak.
Oysa hesaplanan net bütçe geliri 394 milyar 634 milyon lira…
Yani bütçe baştan 85 milyar 143 milyon lira açık bağlanmış…
“Fark net borçlanma ile karşılanır” denildiğine göre “cari açık ekonomisi”ne devam…
2014’te bütçeden en fazla para ayrılan kurumlar sırasıyla (milyon lira) şöyle:
Maliye Bakanlığı                  : 112.499.
Hazine Müsteşarlığı             : 63.999.
Milli Eğitim Bakanlığı          : 55.704.
Çalışma ve S.G. Bakanlığı   : 32.725.
Milli Savunma Bakanlığı      : 21.815
Aile ve Sosyal Politikalar B.: 17.024
Emniyet Genel Müdürlüğü   : 16.557
Gıda Tarım ve Hayv. B.       : 14.230
Ulaştırma Bakanlığı              : 13.013
Orman Su İşleri Bakanlığı    :10.945
Kamu Hastaneleri Kurumu: 9.028
Adalet Bakanlığı                   : 8.239
Halk Sağlığı Kurumu            : 6.875
Jandarma Genel Kom.          : 6.156
Diyanet İşleri Başkanlığı     : 5.442
İçişleri Bakanlığı                   : 3.550
İşçi, memur ve orta direğin emeği alın teriyle oluşturduğu pastanın en büyük dilimi öteden beri okullar, asker-polis ve de sosyal güvenliğe gidiyor…
Diyanet İşleri yine birçok bakanlıktan fazla para harcamaya devam ediyor. Devletin tek mezhepli din hizmeti bize has “laiklik” ile can ciğer kuzu sarması gidiyor, neyse…
Dikkatinizi çekmek istediğim birkaç nokta var.
-         Gider bütçesinin neredeyse yarısının Maliye Bakanlığı ve Hazine Müsteşarlığı’na (toplam 176,4 milyar lira) ayrılması idarenin şeffaf ve denetlenebilir olmasına ters. Bu paralar bir tür “joker”dir. Yani hükümet bu parayı elinin altında tutar, her canı istediğinde buradan aktarma yapar. Evet, bu hükümetin elini rahatlatır (aslında bu kadar eli rahat olan iktidar ali kıran baş kesen olur); ancak meclis ve denetim mekanizmalarının işini zorlaştırır. Sayıştay raporlarında yaşanan sorun da bu tezi kanıtlıyor. Bu paraların büyük bölümü asker ve polisin ihtiyacı, kamu yatırımları ile özel sektörün finansmanı şeklinde sermaye kesimine aktarılıyor.
-         Bütçede “Güvenlik” kesiminde en çok para polise gidiyor (Jandarmaya 6, polise 16 milyar). Hükümetin polise bu ölçüde yatırım yapması, önümüzdeki dönemde cop, gaz ve TOMA olarak daha fazla hizmet alacağımız anlamına gelebilir!
-         Devletin asli hizmetlerinden ve “bedava” olması gereken eğitim, sağlık, adalet ve emniyet hizmetleri, vatandaş için giderek ücretli hale geliyor… Bütçe kitabının satır aralarını okuduğunuzda bu görülebiliyor. Örneğin artık Adalet Bakanlığı’nın, başı derde düşüp de mahkemeye başvuran kişilerden harç vs. adı altında topladığı para, bakanlık bütçesini yakalamış durumda.  Keza, vatandaşın “güvenlik” faturası da sürekli kabarıyor. Kapıya kamera, pencereye, bahçe kapısına demirler, işyerine özel güvenlik… Polis sadece iktidarın verdiği işi yapar, iktidarın güvenliğini sağlar pozisyonda. Sorunu için gidip karakolda sükutu hayale uğrayanların sayısı artıyor.  Devletin "güvenlik" bütçesi sürekli artıyor; ama vatandaşın aldığı hizmet geriliyor. Eğitim ve sağlıkta da daha çok “pamuk eller cebe” vaziyetleri var…
Yani devlet, halka bedava kamu hizmeti vereceğim diye vergi alıyor, sonra her hizmetin bedelini, vergi ödeyenlerden ayrıca tahsil ediyor!
Benim vergimle yol, köprü yap; sonra her geçtiğimde bana bilet kes…
Benim vergimle okul, hastane, mahkeme yap; daha kapıdan girmeden vezneye gönder…
Devletin malı deniz…” bilenler mi dediniz?
Adam gibi çalışıp vergisini verenlerin lügatında böyle şeyler olmaz.
İyi pazarlar….

4 Kasım 2013 Pazartesi

Siyasetin aynası: Vergiler!

Dursun EROĞLUDursun EROĞLU
Hükümet 2014 yılı tahmini bütçesini hazırladı ve meclise verdi. Siyasetin en önemli ve kritik konusu bence vergidir; verginin kimden alınıp kime verileceğidir… Gerisi parlamentoda, sokakta devam eden kayıkçı kavgasından, laf cambazlığından öteye gitmez..
Kimin sağcı-solcu, kimin haktan-adaletten ve halktan yana olduğu anlamak için lafa değil vergi karnesine bakarım!
Maliye Bakanlığı’nın hazırladığı bütçe, bazı “güncellemeler” dışında 2013 bütçesi gibi. Türkiye’de vergi yükünün kimlerin sırtında olduğu/olacağı belli.
Peki devlet topladığı vergileri harcarken, verginin büyük bölümünü ödeyen kesimleri kolluyor mu? Yoksa vergi aldığı kesimleri kendisi için bir tehdit gibi görüp, topladığı vergileri kendi çıkarını, iktidarını (vergi ödeyen vatandaşlara karşı) güvence altına almaya dönük bir vizyonla mı dağıtıyor?
Lafta, “Herkesten kazancına göre vergi alınır…
Böyle bir “vergi adaleti” var mıymış, gelin, bakalım.
Devletin 2014 için hesapladığı net bütçe geliri 394 milyar 634 milyon lira (brütü 425 milyar).
Peki bu rakam nelerden oluşuyor?
Vergi: 378 milyar.
Teşebbüs ve mülkiyet geliri: 8 milyar.
Faiz, kurum payı, taşınmaz vs. satış geliri: 28 milyar.
Yani devlet, kasaya girecek 394 milyarın 378 milyar lirasını vatandaştan vergi olarak toplayacak. Devletin kendi faaliyet geliri sadece 35 milyar lira…
Peki, bu 378 milyarlık vergiyi kim ödeyecek?
Gelir Vergisi: 73,2 milyar.
Bunun 67,1 lirası “tevkifat”la. Yani işçi, memur, ücretliler, çalışanlar tarafından ödeniyor.
Kendi işi olan,  irili ufaklı “patron”ların tabi olduğu “Beyana dayanan” Gelir Vergisi sadece 4 milyar lira…
Demek ki neymiş? Bakmayın siz şatafatlı törenlerle “vergi rekortmeni” reklamlarına, patronların kişisel gelirleriyle ilgili ödedikleri vergi, çalışanların ödediğinin yanında devede kulak… 
73 milyarın sadece 4 milyarı
Şirketlerin ödediği Kurumlar Vergisi’nin tamamı ise 33,9 milyar lira.
Ücretlinin ödediği 67,1, patronların ödediği 4, şirketlerin ödediği 33,9 milyar, etti 105 milyar…
O zaman asıl vergi yükü kimin sırtında?
Dâhilde alınan mal ve hizmet vergileri”: 165,3 milyar… Yani her gün marketten bir şey alırken, fiyatın içinde ödediğimiz KDV’ler... 
Araç sahiplerinin her yıl ödediği MTV: 8,6 milyar.
Özel Tüketim Vergileri (ÖTV): 89,5 milyar lira.
Bu paranın 47,2 milyar lirasını akaryakıt ve doğalgaz kullananlar ödeyecek.
Sigara içenlerin cebinden 21,9 milyar, alkollü içki içenlerin cebinden de 5,8 milyar çıkacak. 11 milyar lira araba satın alanlardan, 3,1 milyar dayanıklı tüketim malı alacaklardan, 4,6 milyar lira da cep telefonu kullanacaklardan özel iletişim vergisi olarak çıkacak.
Önemli vergi kaynaklarından birisi de ithalat. İthalde alınan KDV 64,8 milyar lira.
Merak etmeyin bu parayı ithalatçı firmalar kedi karından ödemiyor. İthal ettikleri malın üzerine koyuyor, sonuçta da para sokaktaki vatandaşın cebinden çıkıyor.
Maliye 2014’te 10,4 milyar lira Damga Vergisi,15,2 milyar lira Harç tahsil edecek. Bunun 8,3 milyarı tapu, kalanı da yargı ve noter harcı olarak tahsil edilecek.
Hani bir algı vardır: “Vergiyi tabi ki zenginler, servet sahipleri öder. Fakirin neyi var da vergi ödeyecek”.
Demek ki bu pek doğru değil.
Kazandığı paranın vergisi habersiz, maaşından kesilen… Sonra da sanki hiç vergi ödememiş gibi yediği içtiği her şey için her kalemde ayrı ayrı vergi ödemek zorunda kalan… Aldığı parayı gıdaya, beyaz eşyaya, ev ve arabaya yatıran, arabasına yakıt, evine doğalgaz almaktan geriye kalanla sadece eş dostla iki kadeh atma, arada iki tellendirme gibi alışkanlıkları olan ortalama vatandaş var ya…
Eğer devlet, vergi ödeyenlere hizmet etmeye dönük bir aygıt olsaydı, memleketin en gözde insanları onlar olurdu.
Siyasi iktidarlar, başbakanlar, bakanlar, vali, belediye başkanları, polisler vs. ay başında aldıkları maaşın bu insanların cebinden çıktığını düşünerek, onları görünce toparlanır, kendine gelir, güler yüz gösterir, saygı duyar, yardımcı olmaya çalışırdı.
Takdir sizlerin…
Karşımdaki “2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ve Bağlı Cetveller” kitabı tam 296 sayfa…
Haftaya, toplanan vergilerin nereye harcandığına bakalım.
İyi pazarlar…

29 Ekim 2013 Salı

Siyasetin başkent halleri


Dursun EROĞLUDursun EROĞLU
Başkent’in gündemi siyaset. Partilerde, belediye başkanı adayı belirlemenin gerginliği var. Hesaplar, “Kimi aday gösterirsek seçimi kazanırız” üzerine. Görünürde tatlı, demokrasi adına heyecan verici günler. Ama kulisleri dinledikçe, “kazanmak” uğruna yapılanlar ve bu işlerin finansman kaynakları göründükçe, işin rengi değişiyor.


Seçim için, adayların belirleneceği kritik günlerdeyiz. Birkaç haftada partiler adaylarını netleştirecek ve maraton başlayacak.
Aday adayları” çok faal… Maddi manevi tam bir seferberlik hali…
Ankara’nın, belki Bursa’dan hiç de kolay anlaşılmayacak bir durumu var. Bursa üst üste iki kez aynı kişinin Büyükşehir BelediyeBaşkanı olmasına tanık olmadı. Ama Ankara’da şaka değil, tam 4 kez üst üste Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen bir isim var:Melih Gökçek…
Gökçek, siyaset sahnesine “MHP kökenli, ülkücü bir ANAP’lı” olarak çıktı ve ilk kez ANAP’tan1984’te Keçiören Belediye Başkanı seçildi.
1989 seçimini kaybedince Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü oldu. Ardından Refah Partisi’ne geçti, Milletvekili oldu. Milletvekili iken 1994 seçimlerinde ilk kez Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi.
O tarihten bu yana da bütün seçimleri kazanarak, bu alanda bir rekorun sahibi oldu.
Dile kolay tam 25 yıldır Başkenti yönetiyor.
ANAP, RP, DP, AKP…
Şimdi “Takdir Başbakanımızın” dese de yine adaylığı kesin gibi…
Önceki seçimlerde aynı siyasi parti içindeki rakibi Turgut Altınok ile giriştiği yarış sırasında bir yığın iddia ortaya atılmış, Altınok hakkında kasetler, tehdit ve komplolar çevirdiği yazılmıştı. Hatta Başbakan Erdoğan’ın bile kendisinden çekindiği ve bu yüzden aday göstermek durumunda kaldığı yolunda yorumlar yapılmıştı.
Gariptir, Ankara’da Gökçek hakkında olumlu konuşana dek gelmedim.
Ama sandıktan hep başarıyla çıkmış.
20 yılda Ankara çok değişmiş, büyümüş. Öğrencilik yıllarımızın Ankara’sı yok artık. ‘70’lerde keçi beslenen Çukurambar, Karakursunlar köyü şimdi sosyetenin kalbi.
Her taraf AVM, toplukonut, “lüks konut”, pırıltılı mekanlar…
Görkemli kamu binaları…
Trafikte “bat-çık”lar…
Metro bir arpa boyu ilerlememiş.
Bu nedenle kent merkezinde müthiş araç trafiği, Kızılay-Çankaya başta olmak üzere bütün ana arterlerde trafik yoğun. Merkezlerde trafiğe kapalı birkaç sokak dışında caddede yürümek zevk vermiyor.
Sokaklar otopark gibi, üç şeritli yol tek şeride düşmüş.
Ulus, hatta Kızılay, artık yerini yeni oluşan birçok uydu merkeze bırakmış.
Gecekondu bölgelerinde yürütülen TOKİ ve toplu konut projeleri kentin dokusunu hayli değiştirmiş.
Bu sanatın içine tüküreyim” sözleri ile ünlenen Gökçek yeniden seçilir mi, karşısına kimler çıkacak, belli değil. Karar, Ankara’lıların…
Ancak ben isimden ziyade, yöntemlere taktım!
Bir partinin “aday adaylarından” birisinin çizdiği profil gerçekten tüyler ürperticiydi.
Gökçek kendine bir rant ağı kurdu. Sadece hafriyat, otopark-değnekçilik işinde yıllık 2 milyar lira var. İnsanlara ‘Bu işi sana veriyorum. Ama şu kadar oy getirmen lazım’ deniyor. Siyasi görüşü ne olursa olsun, o işi istiyorsan, kabul ediyorsun.”
İddia sahibi, Ankara’da bu şekilde Gökçek’e “oy vermek zorunda”, “militan gibi çalışan” yaklaşık 15 bin kişi olduğunu tahmin ediyor. Yine yakacak ve gıda yardımı ile de yaklaşık 300 bin yoksul aileden oy alındığını düşünüyor.
Peki, siz bunları söyler, eleştirir; alternatif projelerle aday olur, oy istersiniz, öyle değil mi?
Maalesef, bunlara, Gökçek’in seçim kazanmak için her türlü “çete-mafya yöntemi” kullandığını ekleyen aday adayı, anlaşılan, normal siyasi süreçten umudunu kesmiş.
Yani, “Başkent rant’çı, çıkarcı, mafyavari yöntemlerle yönetiliyor ve başkan, Türkiye’nin en zengin adamlarından birisi oldu… Sandıktan çıksan bile seni engeller…”
Eee, çare?
Aynı yöntemlerle, karşısına çıkmak”
Haydaaa!..
Sanki burası başkent değil, dağ başı… Hukuk yerine orman kanunu!
Sahi, “Orman Kanunu” deyince ODTÜ ormanındaki çamların sökülmesi geldi gözümün önüne.
Orman Kanunu olsa, ormancılar yakalar, iş makinelerine el koyardı.
Demek ki, daha etkili, benim bilmediğim başka kanunlar, burada…
Başkenti anlamam, zaman alacak galiba.
İyi pazarlar…